17 Ocak 2014 Cuma

İstanbul Köpek Katliamı, Ermeni Katliamı ve Holacaust

"Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar" (el-En'âm, 6/38)
Yüzyılın başında, İstanbul’un Sokak köpeklerinin Hayırsız Ada’ya sürüldüklerini; orada açlık ve susuzluk içinde inleyerek; birbirlerini yiyerek öldüklerini, yanlış hatırlamıyorsam, ilk kez, çocukluğumda her hafta evimize giren Hayat mecmuasında okumuştum.
Çırılçıplak bir kayadan ibaret hayırsız adadan, susuzluk ve açlık içinde, çaresizce İstanbul’un siületine bakan yüzlerce köpeğin imgesi[1], çocukluk yıllarımda kâbusum olmuş; aklıma geldikçe, kabuk bağlayamayan bir yara gibi, kanamıştı. Köpeklerin durumunu ve sonunu düşündükçe boğuluyor gibi olurdum.
Köpeklerle ilgili hep acılı ve korkunç imgeler kalmış aklımda. En acılı ve gariplerinden biri de çocukluğumun geçtiği Ege kasabası Soma’nın köpekleri ve büyük köpek katliamıydı.

Çocukluğumun ellili yıllarında, Bakırçayı vadisinde, dağlarında linyit çıkarılan, artık bir madenci kasabasına dönüşmüş Soma’ya, Fransızlar bir elektrik santrali yapmaya gelmişlerdi. Santralın inşaatında çalışan Fransız mühendis, teknisyen ve işçiler ve onların aileleri, ekonomik güçleri ve yarattıkları taleple, birden bire bu kasabanın hayatında alt üst edici değişikliklere yol açmışlardı. Fırınlarda Fransız usulü baston ekmekler yapılıyor; o zamanların meşhur İtalyan yıldızı Acı Pirinç’in Silvana Mangano’sunun adından ilhamla Silvana adını taşıyan tuhafiyeciler açılıyor; oralarda en son moda eşarplar, parfümler satılıyordu.
Artık biz çocukların kaplumbağa, saksağan falan besleyen Fransız arkadaşları vardı ve oynarken onlar Türkçe bizler Fransızca öğreniyorduk.
Bütün bunlarla birlikte, Fransız aileler kasabanın sokak köpeklerinin içinden hoşlarına gidenleri alıp, boyunlarına pahalı ve güzel bir tasma geçirip kendi köpekleri yapmışlardı. Şık Fransız bayanlar, yine şık bir tasma takılmış Soma’nın sokak köpekleriyle dolaşırlardı. Şanslı köpeklerin bu “sınıf atlaması” Somalıların o tatlı Ege şivesiyle “uyuz köpeklerin” artık “gıymatlı” olduğu yollu espriler yapmalarına yol açardı.
Bir Fransız aile tarafından sahiplenilme şansına sahip olan köpekler de böylece birkaç yıl boyunca bir tür cennet hayatı yaşadılar.
Sonra elektrik santralının yapımı bitti ve Fransız işçi ve teknisyenler aileleriyle birlikte geldikleri gibi birdenbire gittiler. Ama o gurbetlik yıllarında kendilerine arkadaşlık etmiş köpekleri Soma’nın sokaklarında bıraktılar.
Arada elbet kasabanın sokaklarındaki olağan köpek nüfusu da, bileşik kaplardaki su gibi, eksilenlerini tamamlayarak var olmaya devam etmişti. Ama şimdi birden bire, Fransızların baktıkları köpekler de sokağa düşünce, sınırlı yiyecek kaynakları köpekler arasında ciddi rekabete yol açmaya başlamıştı. Bu da çeteler olarak örgütlenmiş köpekler arasında sert kavgalara ve zaman zaman da insanlara saldırılarına yol açıyordu.
Kasabanın köpekleri geleneksel olarak, şehrin kenarında Kırkağaç yolu üzerinde, garaj ve mezarlıklara yakın, salhaneden gelen işe yaramaz iç organların falan atıldığı bir çöplükte toplanırlardı ve sabırsızlıkla beklerlerdi salhanenin çöp arabasını.
Belediye birgün bu köpeklerin hepsini zehirledi. Onlarca köpek ağzından köpükler saçarak inleyerek acılar içinde öldü. Halk sarımsaklı yoğurtla falan birkaç köpeği kurtardı. Sonra o kurtulanlardan birkaç yıl içinde yine kasabanın sokaklarını şenlendiren, çeteler halinde mahallelerde dolaşan yeni kuşak sokak köpekleri oluştu.
Sokaklardaki köpeklere, büyüdüğüm kasabadan alışık olduğum için, belki bu nedenle hiç yadırgamamıştım İstanbul’da sokaklarda köpek olduğunu. Hatta dikkatimi bile çekmemiş; üzerine hiç düşünmemiştim. Nasıl evler, yollar, elektrik direkleri, kanalizasyon ızgaraları bir şehrin olağan bileşenleriyse ve onlar üzerine hiç kafa yormazsak; köpekler de öyleydi kafamda. Başka türlüsünü görmemiştim, tasavvur edemezdim.
Belki de bu yüzden, sonraki uzun hapislik ve sürgün yıllarında İstanbul sokaklarında köpekler yaşadığını bile unuttum.
*
Avrupa’da sürgünlük yaşamımda ilk dikkatimi çeken, sokak köpeklerinin yokluğu ama sahipli köpeklerin çokluğu idi. Sahipsiz köpek yoktu. Bir de evde yaşıyorlardı sokakta değil.
Galiba ilk kez derine işlemiş ve yaygın ırkçılığın da farkına yine bir köpek aracılığıyla varmıştım. Almanya’ya yeni gelmiştim. Bir belediye otobüsüne köpeğiyle yaşlı bir adam biniyordu; ama köpek bir biniyor, bir iniyor, sonra tekrar biniyor ve oynuyordu. Sahibi onu tatlı dille içeri almaya çalışıyordu. Bu nedenle otobüs gecikiyordu. Almanya’da otobüsler, çoğu kez, yetişmek için koşan birini almak için bile bir saniye beklemezler. Otobüsteki neredeyse tamamı yaşlı olan Almanlar gülerek ve hiç bir sabırsızlık alameti göstermeden köpeğin oyunlarını izliyorlardı. Hatta köpek bahanesiyle birbirleriyle konuşmaya bile başlamışlardı. Köpek bir şekilde binip sahibiyle bir yere geçtikten sonra tam otobüs kalkacakken, biri kucağında, birini elinden tuttuğu iki küçük çocuğuyla genç bir Türkiyeli kadıncağız binmek istedi otobüse. Tabii çocuklarla binmek, eller doluyken parayı çıkarmak vs. biraz zaman alıyordu. Çocuğun biri de ağlamaya başlamıştı tam o sıra. Birden şoförden yolculara kadar herkes sabırsızlık ve şikâyet sesleri çıkarmaya başlamıştı. Az önce köpeğe gösterilen anlayış bu çocuklu yabancı kadından esirgenmiş ve onun yerini bir aşağılama almıştı. Köpeğe dostça ve anlayışla bakan gözlerin yerinde şimdi düşmanlık ve aşağılama vardı. İlk kez orada o ana kadar anlamadığım ve bir anlam veremediğim bir sürü davranışın bu yaygın ve derine işlemiş sıradan ırkçılık olduğunu fark etmiştim. Bereket otobüsteki bir Alman genç de bu duruma tepki göstermiş az önce köpeğe gösterdiğiniz anlayışı bu çocuklu karına göstermiyorsunuz diyerek, hepsinin ırkçı, faşist olduğunu ve ağzına geleni söyleyerek ineceği bir sonraki durağa kadar hepsini fırçalamış ve kimse de ağzını açıp bir tek kelime bile edememiş, sadece önlerine bakmışlardı. Bu olaydan sonra ırkçılık hassasiyetim gelişmeye başlamıştı.
Almanya’da özellikle yaşlı ve yalnız insanların köpek düşkünlüğü dikkatimi çekmişti. Türkiye’den gelen diğer sürgünlerin aksine bunu bir “yozlaşma” olarak görmüyordum. Bunun yalnızlıkla ilgili olduğu, yalnızlığın ise özellikle ilişkilerinin metalaşması ve yabancılaşmayla ilgili olduğunu düşünüyordum. Ayrıca artık çalışma yaşını geçmiş, yani işgücü satın alınarak sömürülemez duruma gelmişlerin, kapitalizm için bir yük olmasıyla ve duvarları görülmez bir yaşlılar gettosuna kapatılmalarıyla da ilgiliydi.
Bu gibi nedenlerle evde köpek beslemenin ve köpeklerle dostluğun bir “yozlaşma” değil, kapitalizme bireysel düzeyde bilinçsiz bir direniş ve isyan olduğu, daha çok kafa yorduğum konulardı bu yıllarda. Ernst Bloch’un “Umut İlkesi”nde gösterdiği gibi, en sıradan ve anlamsız görünen düşünce ve davranışların ardında, baskıya, eşitsizliklere, yabancılaşmaya karşı derin bir tepki ve direnç vardı. Bu anlamda hayatın her yerinden “sosyalizm fışkırıyor”du. Ama gören gözler için.
*
Köpeklerle biraz rastlantısal ve sanal bambaşka bir ilişkim de olmuştu sonraki yıllarda.
İnternetin hükümet, üniversiteler vs. ile sınırlı olduğu; tarayıcılara temel oluşturacak teknik gelişmelerin henüz CERN’de keşfedilmediği zamanlarda, bilgisayar meraklılarının haberleşmede kullandığı ağlar, BBS’ler veya Mailbox’lar vardı. Bunlardan bağlandığım ikisinin de adı, birer köpek adıydı.
Almanya’daki solcuların ağının adı (Sol ve komünikasyon sözcüklerinden türetilmiş) Comlink’ti ama ilk kökenindeki programın adından dolayı Zerberus Net de denirdi. Zerberus eski Grek mitolojisinde yer altındaki ölüler ülkesinin kapısını bekleyen üç başlı köpeğin adıydı.
Diğer ağın adı da FidoNet idi. Bu ağı ilk kuranlardan birinin köpeğinin adı imiş. Türkiye’deki kimi meraklılar da onunla uyumlu HitNet diye bir ağ kurmuşlardı. Oraya İnsan Hakları Derneği’nin bir bildirisini ve “Kürt Ulusal hareketi ve PKK” adlı yazımı yollayınca, Hürriyet gazetesi, “PKK internete de el attı” diye cadı avı başlatmış; yarattığı terörle henüz yeni şekillenen genç bilgisayar meraklılarını korkutup, özel savaş dairesinin zafer arabasına bağlamış ve muhalefetin biraz taze hava alabileceği, küçük bir bilgi akışı deliğini bile kapatmıştı.
*
Çeyrek yüzyıl sonra İstanbul’a gelince sokaklardaki köpekleri gördüm. Onları ve varlıklarını unuttuğum için utandım, bir suçluluk duygusu kapladı içini.
Şair “bir kedim bile yok” demiş.
Odysseus yıllar sonra döndüğünde onu tanıyacak, sevincinden işeyerek ölecek artık yaşlanmış sadık köpeği Argos vardı. Ama çeyrek yüzyıl sonra İstanbul’a döndüğümde, hatırlayacak “bir köpek bile yok”tu. Köpekler ortalama 15 yıl yaşarlar. En az iki köpek kuşağının ömrü kadar uzaklarda kalmıştık.
Kıtmir adlı köpekleriyle yıllarca uyuyan Eshabı Kehf (“Mağara Yaranı”, “Yedi Uyurlar”) gibi bambaşka bir çağda uyanmıştık; girişinde Zerberus’un beklediği ölüler ülkesinden geri dönmüş gibiydik. Bilip kullandığımız değerler tedavülden kalkmıştı.
Neyzen Tevfik’in adını sevgili köpeğine verdiği, onlarca yıl önce tedavülden kalkmış parayla birşeyler almaya giden Mernuş’tan farklı değildik.
Artık pek az tanıdığımız kalmış, kalanların çoğuyla da politik ve teorik olarak çok ayrı dünyalarda olduğumuz bu şehirde köpekler, uzun yıllar varlığını unuttuğumuz, biricik eski tanıdıktılar.
Düşünmek için yürürüm, yürürken düşünürüm. O nedenle pek etrafıma bakmam. Ama bir köpek görünce eski bir tanıdığa rastlamış gibi oluyordum. Onları inceliyordum. Normal olarak köpeklerin vücutları kalçalarına doğru incelir, omuz bölgesi geniştir. İstanbul’un köpeklerinin ise vücutları biraz silindir gibiydi. Acaba bu yüzlerce yıldır şehirde yaşama sonucu oluşmuş, doğal seleksiyonla ortaya çıkan genetik özellik miydi; yoksa kötü beslenme ve sınırlı hareket olanağının yarattığı bir deformasyon mu? Acaba binlerce yıldır şehirlerde insanlarla iç içe yaşayan köpeklerin genlerinde ve kültüründe ne gibi değişmeler olmuştu? Kim bilir belki bu köpekler çok geniş bir seçme olanağı nedeniyle hastalıklara karşı belki daha dayanıklıydılar[2]. Bunları incelemek gerekirdi.
Köpekler de sınıf sınıftı. Moda’daki köpeklerin çoğu cins köpeklerin izlerini taşıyorlardı genlerinde. Vücutları diğerlerininki kadar silindir değildi. Tabii biraz daha iyi de besleniyorlardı galiba.
Ama en çok şaşırtan bu köpeklerin mahzun bakışlarıydı. Acaba ben mi bu mahzunluğu onlara yakıştırıyordum yoksa onlar mı mahzundu? Daha sonra Mark Twain’in de uzun yıllar önce İstanbul’u ziyaretinde, “Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri görmedim.” diye yazdığını okuyacaktım.
*
Acaba bir film yapılamaz mıydı “Bir İstanbul Köpeği” diye? Örneğin bir İstanbul köpeğinin bir gününü; hatta bir köpeğin gözünden şehri ve insanları, Türkiye’nin toplumsal yapısını ve tarihini anlatan bir film yapılamaz mıydı? Bir köpeğin gözünden bir toplumu anlatan bir film yapılmış mıdır?
Korkunç bir hızla ve gürültüyle geçen, yolları doldurmuş vasıtalar; hayvanlar bir yana, insanları bile vasıtalara kurban etmiş bir şehircilik ve yapılaşma; insanların karşıya geçmesini olanaksızlaştıran yollar; sulara sızacak delik bırakmamış betonlar; sıçramadan çıkılamayan kaldırımlar… Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bu keyfiliğin ve karın şekillendirdiği beton cangılında, bırakalım köpekleri, insanlara bile insanca davranmayı unutmuş; köylülüğün binlerce yılda biriktirdiği kültürü unutmuş ama şehir hayatının binlerce yılda geliştirdiği kültürü de alamamış, selam bile vermeyi bilmeyen, mutsuz ve asık suratlı insanlar.
Ve nihayet diğer köpekler ve hayvanların rekabetine karşı insanlar, vasıtalar, apartmanlar ve betonlar cangılında var olabilmek, her gün, hiçbir canlı türünün karşılaşmadığı türden bir yaşam savaşını sürdürmek zorundaki bir İstanbul sokak köpeğinin bir günü.
Bu köpeğin yaşam savaşından hareketle ve bu köpeğin gözünden, İstanbul’un ve insanların kaderi; aynı zamanda buna karşı bireysel ve zaman zaman umutsuz direnişi anlatılamaz mıydı?
Paul Auster’in bir hikâyesinden alınan, New York’ta, Brooklyn’da geçen Smoke ve devamı olan Blue in the face, filmlerindeki gibi; dünya metropolünün göbeğinde, bir küçük dükkân ve çevresinde, hala bir parça insani ilişkiler sürdürmeye çalışanların metalaşmaya ve yabancılaşmaya kendiliğinden ve umutsuz direnişinin anlatılması gibi; hala bir kenara bir kabın içine su koyarak; bir köşede havanlara yemek artıkları veya yiyecek vererek; bu merkezi, baskıcı devletin keyfiliğini geçmişin bir kamburunu olarak sırtında taşıyan: aynı zamanda metalaşmış ve yabancılaşmış ilişkilerden oluşan bugünün ve geleceğin, kapitalist uygarlığın her şeyi metalaştırmasını da çift hörgüçlü bir deve gibi ikinci bir kambur olarak onun üzerinde taşıyan ve bunlara umutsuz ve soylu bir direniş sürdüren, “onların da canı var; onları da Allah yarattı” diyen sıradan İstanbullular; son Mohikanlar, bir köpeğin gözünden anlatılamaz mıydı?
Ama bizler bütün zaman ve enerjimizi bu kahrolası politikaya vermeye yazgılıydık. Kültür ve sanata ayıracak zaman yoktu; elimizden de başkası gelmezdi zaten.
*
İstanbul Film Festivali’nde oynayan filmlerin listesini gözden geçirirken “İstanbul Sokak Köpekleri” adını görünce heyecanlandım. Aklın yolu bir değil miydi? Demek ki birileri bunu düşünmüş ve yapmıştı. Bu filmi muhakkak görmeliydi.
Beyoğlu’nda bir sinemadaydı. Film İstanbul’da yaşayan bir Fransız’ın, Catherine Pinguet,  yazdığı bir kitaba dayanıyordu. Yazar da gelmişti. Sinemadakilerin çoğu, son yıllarda feminist ve ekoloji hareketleriyle birlikte ortaya çıkmış, entelektüel ve modern hayvan ve köpek dostlarıydı.
Eski dönemlerde, aydınlar pozitivist ve ilerlemeci olur sokaklardaki Köpekleri gericiliğin bir simgesi olarak görürken; sıradan, “gerici”, Müslüman halk köpekleri “onlar da Allah yaratığıdır” diye korur ve beslerken; şimdi roller tersine bir değişim geçiriyordu. Halkın köpeklere ilgisi azalırken; aydınlar “dünya yalnız bizim değil” diyerek onlar için mücadeleye başlıyorlardı. Müslüman Halk tabiri caizse “pozitivist”leşir, modernleşirken; mahalleli olmaktan çıkıp apartmanların somurtuk ve asansörde bile selam vermez modern insanlarına dönüşürken; aydınlar post modernleşiyorlardı. Post Modernleşen aydınlar da modernite öncesi halka özlemlerini dile getiriyorlardı. Film’de halktan pek kimse yoktu ama film artık giderek azalan o eski halka bir güzellemeydi aynı zamanda.
Film “mevzulu” değil; “belgesel”di; bir köpeğin gözünden değil; bir İnsanın, hatta bir Fransız’ın gözündendi.  Köpekler kadar ve köpeklerden ziyade İstanbul’daki insanların köpeklerle ilişkisini anlatıyordu.
Tabii film içinde konunun tarihçesi ile ilgili kısımlarında, o İstanbul’un sokak köpeklerinin yüzyılın başında topluca Hayırsız Ada’ya sürülmeleri ve toplu katliamı da söz konusu ediliyordu. Bunun İttihat Terakki’nin iktidara gelişi ve modernleşmeci ve pozitivist ideoloji ile ilişkisine de konu ediliyor ve olay öyle açıklanıyordu.
*
Daha önce bunu hiç düşünmemiş, böyle bir bağlantı olabileceği hiç aklıma takılmamıştı. Hatta köpek katliamı ile İttihat Terakki ve politika arasında bir ilişki olacağını bile düşünmemiştim. Bunu, çocukluğumdan beri gördüğüm ve alıştığım, belediyelerin rutin köpek zehirleme işlerinden biri; ama daha büyük kapsamlısı olarak algılamıştım hep.
Politika ile köpeklerin katli ve İttihat Terakki ilişkisini öğrenince birden aklıma Ermeni katliamı geldi. Acaba bu köpek katliamı ile Ermeni Katliamı arasında bir ilişki var mıydı?
Köpeklerin “itlaf”ı ile Ermenilerin “tehcir”i arasındaki korkunç paralellikler görmezden gelinemeyecek kadar belirgindi.
O, hem bir çiçeğe, hem de boyna takılan prangaya da “lale” adını verebilen binlerce yıllık Şark Nemrutluğu ve Firavunluğu; yüz binlerce Ermeni’nin fiili ölüm fermanına, İslamiyet’in doğuşu sayılan Hicret kökünden bir kelimeyle “Tehcir” adını veren Talat; aynı sinizmle (kelbilik, köpeksilik), köpeklerin vahşice, açlık ve susuzluk içinde birbirilerini yiyerek öldürülmeleri karanını, “sokaklarda çok köpek var onları toplayıp bir adaya götüreceğiz ve orda kendi özgür cumhuriyetlerini kurmalarını sağlayacağız” diye tanımlar.
Nasıl Ermenilerin tehcir ve katlinde, cezaevlerinden çıkarılan lümpenler kullanıldılarsa; aynı şekilde köpeklerin toplanıp adaya yollanmasında da İstanbul’un lümpenleri kullanılır[3].
Her şey en küçük ayrıntısına kadar nasıl paralellikler gösteriyordu?
Halkın davranışları bile. Ancak çok küçük bir azınlık gizlice bazı köpekleri korur ve gizlerken çoğunluk büyük bir kayıtsızlık içindeydiler. Ermeniler söz konusu olduğunda ise, kayıtsızlıktan öte sürülenlerin mallarına konma beklentisi, köpeklere gösterilen merhametten bile bile yoksun bırakıyordu Ermenileri.
Şimdi nasıl İstanbul’un Sokak köpekleri son demlerini yaşıyorlarsa, İstanbul’daki Rumlar, Ermeniler ve Museviler de son demlerini yaşıyorlardı.
Ve belki İstanbul’un Sokak köpekleri tükendiği gün, son Ermeni, son Rum ve son Musevi de gitmiş olacaktı.
*
Ancak sokak köpeklerinin kaderi ile Ermenilerin (veya “azınlıkların”) kaderi arasındaki paralellikler sadece dünde kalmış değildi. Biraz düşününce paralelliklerin bugün de sürdüğü görülüyordu.
Ve tam da bu paralelliklerin sürmesi nedeniyle olumlu gibi görünen kimi gelişmelerden bile kuşkulanmak gerektiği ortaya çıkıyordu.
Şimdi aydınlar nasıl Köpeklere, çevreye ilgi gösteriyorsa; “azınlıklara”, “çok kültürlülüğe” de aynı şekilde ilgiliydiler.
Dün köpekleri ve Ermenileri süren modernist ve milliyetçi kapı kulları, şimdi köpek ve Ermeni dostu olarak post modernist ve “ulus devlete” ve “tekçiliğe” karşı olarak aynı konum ve çıkarlarını koruyor olamazlar mıydı? Aynı öz kendi zıttı biçiminde görünüyor olmasındı?
Bir değişim var mıydı, yoksa değişen çağ ve koşullarda aynı öz değişik biçimlerde mi ortaya çıkıyordu?
Artan sokak köpeği ve “azınlık” sevgisi, şu kapıkulu aydınların toplumsal konum ve çıkarlarında gerçekten bir tektonik yer değiştirmenin; bir değişmenin ve buna bağlı olarak programatik ve politik bir demokratikleşmenin mi; yoksa tıpkı Osmanlı’da modernleşmeci ve pozitivist olmak gibi, toplumsal konumunu korumak isteyen kapıkullarının yeni koşullara uygun yeni bir stratejisi mi?
Dün Ermenileri ve Köpekleri katletmek bu konumu ve çıkarı korumanın bir aracıyken; bugün onlara sahip çıkmak aynı konum ve çıkarı korumanın bir aracı olamaz mıydı?
Bundan kuşkulanmak için yeterince neden ve uzun bir tarih vardı.
Garp (Batı) demek, nasıl aynı zamanda modern kapitalizm veya Sermaye demekse, Şark demek aynı zamanda Devlet demektir. Batı’da Kapital nasıl geliştikçe, soyutlaşmış bireysel kapitalistlerden bağımsızlaşmış, dolgun maaşlı “manager”lerin bir işi haline gelmişse; Devlet da Şark’ta devletleştikçe soyutlaşmış kişilerden azade bir varlığa dönüşmüştür.
Klasik yaklaşımda ve mantıksal olarak, Devlet egemen sınıfın bir baskı aracı olduğuna göre devletin ortaya çıkması için önce sınıfların ortaya çıkması gerektiği düşünülür. Tıpkı, insanın yerleşik hayata geçebilmesi için, önce hayvan ve bitkileri ehlileştirmesi gerektiği düşünüldüğü gibi. Ya da tıpkı önce sanayi üretime oradan kapitalizme geçiş düşünüldüğü gibi. Ama bu sıçrayışlar tam da tersi mekanizmalarla gerçekleşir. Önce kapitalizme geçilir sonra sanayi devrimi olur. Önce yerleşilir sonra bitki ve hayvanlar ehlileştirilir. Önce devlet ortaya çıkar sonra sınıflar; hatta egemen sınıf soyutlaşmış devletin ta kendisidir.
Göbeklitepe kazıları gösterdi ki insanlar, çok özel koşullarda önce yerleşikliğe geçtiler, onun temelinde neolitik devrimi yapabildiler. Benzer sonuca, yerleşikliğe geçebilmenin zorluklarını ele alan Jarred Diamond’da ulaşmıştı.
Benzer şekilde, Kıvılcımlı da çok daha önce, sınıfların devleti değil, devletin sınıfları yarattığını; daha modern tekniğin kapitalizmi değil; kapitalizmin daha modern tekniği yarattığını göstermişti.
Şark’ta ilk devletle egemen aynı zamanda tanrı olur. Henüz egemenlik son derece somut ve kişiseldir. Rahip ve Kral, Tanrı ve Kral henüz birbirinden ayrılmamıştır. Ama devlet devletleştikçe, toplumun üzerinde bir ur gibi büyüdükçe, topluluk adına üretimi düzenleme işlevi giderek, artı ürüne zorla el koymanın ve bunu meşrulaştırmanın bir aracına dönüştükçe, devletin kişilerden bağımsızlaşıp soyutlaşması başlar.
Sanılanın aksine kölecilik diye bir üretim biçimi yoktur. Köleler var oldukları sınırlı yer ve zamanlarda, bir sınıf değil, bir üretim aracıdırlar. Ve köleler bir üretim aracı olarak kullanılmadıkları yerde, esas olarak bir egemen sınıftırlar. Soyut devlet, somutta başında bir sultanın bulunduğu, kölelerden (kapıkullarından) oluşan bir egemen sınıftır.
Şark’ta köleler (kapıkulları) Osmanlı’nın Yeniçerilerinden veya Enderun’unda yetişenlerinden, Kölemenlere kadar egemen sınıfı oluştururlar. Devletin henüz yeterince devletleşemediği veya komünlerin akınları sonucu parçalanıp fetih edildiği zamanlarda kölelerin (kapı kullarının) etkisi ve gücü azalır veya kaybolur. Mutlak kral veya sultanın yerini eşitler arasında birinci beyler, gaziler, şövalyeler alır. Ama bunlar da medeniyet merkezlerini ele geçirip saraylara yerleştikten sonra, en kısa zamanda, kölelere (kapıkullarına) dayanarak; bir süre sonra bütün diğer eşitlerini temizleyerek; gerçek bir şark despotuna dönüşürler. Fetih edenler fetih edilmişlerdir.
Şark’ın devleti ve devletçiliği bunu sürekli yaratır ve gerçek “ölümden sonraki dirilişi” (Basübadelmevt, Reenkarnasyon) her zaman Şark devleti ve devletçiliği yaşar.
Şark devleti ve devletçiliği sanıldığından çok daha esnektir ve zamana uyma yeteneği gösterir.
Halkın elinden artı ürünü zorla almak ve egemenliği elinde tutmak için her türlü esnekliği gösterir. Sümer rahipleri, bin yıl sonra Mecusi rahipleri, birkaç bin yıl sonra da Ayetullahlar oligarşisi olarak en modern kapitalizm çağında bile egemenliklerini sürdürürler.
Roma komününü gömen, antik Bonapartlar olan Sezar’lar, egemenliklerini korumak için, Hıristiyanları aslanlara attıkları gibi gereğinde Hıristiyan olmayı da bilirler. Yeter ki devlet yaşasın. Aynı Hıristiyan Romalılar (Bizans), İslam ve Oğuz aşılarıyla bir yeniden doğuş yaşayan Pers uygarlığı karşısında, Osmanlı ile Müslüman olur. Osmanlı Bizans’ı fetih ettiğinde aslında Osmanlı’yı feth eden Bizans’tır; Şark’ın devleti kendini yenilemiş ömrünü yine uzatmıştır.
Aynı egemen “Sünuf-u Devlet” Tanzimat veya meşrutiyet ilan etmekte, en modern usullerle eğitim yapan okullar açmakta hiçbir tereddüt etmez. Padişahlıkla egemenliğini sürdüremeyeceğini görünce Cumhuriyet ilan eder. Dünya dengelerine bakar, Çok Partililiğe ve parlamentarizme geçer; Şimdi de Türklüğü terk edip, Türk-Kürtlüğe veya “Çok Kültürlülüğe” geçiş yaparak, hatta gereğinde Ermenilerden özür dileyerek,  değişerek aynı kalmanın hazırlıklarını yapıyor. Yeter ki elinde ipler bulunsun, halk örgütsüz ve dağınık kalsın, o “sünufu devlet” “şeytan da olur Bolşevik de”, Birinci Büyük Millet Meclisinde veya “Üçüncü Meşrutiyet”te dedikleri gibi.
“Aydınlanmacı Monark”lar aslında modernleşen şark Firavunları veya Nemrutlarından başka nedir ki? Onları yıkanlar da onların yapmak istediklerini daha radikal yöntemlerle yapmak; o devleti ve devletçiliği yaşatmak için yıkarlar. Batı’da şark monarklarını yıkışın bayrağı olan, hürriyet, adalet, müsavat Şark’ta devlet sınıflarının yükseltip devleti ve devletçiliği yenilemesinin bayrağı olur.
Bugün, “çok kültürlülüğün” veya “ötekileştirmemenin” bin yıllık Şark devletçiliğinin günün koşullarına uygun yeni bayrağı olmadığını kim söyleyebilir?
Bunun için, köpek katliamını sadece “tekçilik”, “modernizm” ve “pozitivizmle” açıklamalar post moderniteye uyarlanmış bir “aynı kalmak için değişmek”çabasından başka bir şey olmayabilir.
Bu, kişilerin öznel niyetlerinin ötesinde öyledir. 1968’liler kapitalizmi yıkmak istiyorlardı ama onun kendini yenilemesinin araçlarıydılar. Marks’ın dediği gibi hiçbir dönem kendisi hakkındaki yargılarla yargılanamazdı.
*
Çok kültürlülük”ten söz ediyorlar. Çok kültürlülükten söz etmenin aslında kültürü politika dışıyla tanımlayan bir kültünün egemenliği olduğu gerçeğini gizlemiş oluyorlar. “Benim kültürümde devlet yok, vergi yok, polis yok” dendiği an bunların kültür olmadığını, politikaya dâhil olduğunu söyleyerek size kendi kültür kavramlarının diktatörlüğünü zorla dayatacaklardır.
Ötekileştirmemek”ten söz ediyorlar. Ötekileştirmemenin mümkün olmadığını; sorunun neyin ötekileştirildiğinde bulunduğunu gizliyorlar. Aslında ötekileştirmemenin mümkün olmadığını; ötekileştirmemekten söz ederken; ötekiyi bir dille, dinle, tarihle tanımlamanın ötekileştirilmesi gerektiğini; ötekileştirmeyi din, dil, tarih ile yapanları ötekileştirmek isteyen demokratları ötekileştirdiklerini gizliyorlar. Şimdiden paternalist bir gericiliğin tohumlarını atıyorlar.
Parlak sözlerin cilası kazınınca bir şeylerin değişmediği görülüyor.
Egemenlerin binlerce yıllık stratejisi değil midir ezilenlerin bayraklarını alıp içini boşaltarak kendi bayrakları yapmaları? Şimdi olan farklı mıdır? Binlerce yıllık tecrübeli Şark devleti ve devletçiliği, değişen dünya koşullarına uydurmuyor mu konumlanışını?
Köpekler ve “azınlıklar”ın bu kader ortaklığının derin nedenleri bugünkü görünümleri vs. üzerine düşünmeye devam etmeliydi.
Bir zamanların köpek katliamı, Ermeni katliamının provası değilse bile, her iki olayda da Şark devletinin ve devletçiliğinin tüm nitelikleri aynı biçimlerde ortaya çıkıyordu.
Ermeni ve Rum katliamları ve sürgünleri anlaşılmadan Türkiye’nin toplumsal yapısı; sınıf ilişkileri, korkunç geriliği ve gericiliği; hâsılı hiçbir şeyi anlaşılamazdı.
Görmezden gelinemeyecek paralellikler ve özdeşlikler ışığında şu da söylenemez miydi acaba: İstanbul köpeklerinin kaderi anlaşılmadan Türkiye’nin toplumsal yapısı anlaşılamaz!..
*
Kurt’tan gelen Köpek, İnsan türünün ilk ehli hayvandır. Hatta köpeğin 10.000 yıl önce bitki ve hayvanların ehlileştirilmesine ve dolayısıyla yerleşik hayata geçişten muhtemelen 3000 veya 5000 yıl daha önce ehlileşmeye başladığını göz önüne alan bilim insanları[4], insanların henüz yerleşik bir yaşama geçmediği; avcılık ve toplayıcılıkla yaşadığı dönemlerde, köpeğin insanla simbiyoz (ortak) bir yaşama girerek kendisini ehlileştirdiğini söylemektedirler.
İnsan (Homo) türü en az iki milyon yıldır; Homo Sapiens en azından 200.000 yıldır var. Köpeğin kendini ehlileştirmesi için, hayvansal gıda tüketiminde belli bir yükseliş; bunun için de avcılık tekniklerinde büyük bir sıçrama gerekirdi ki köpeklerin ilgi duyabileceği sürekli bir artık ortaya çıksın. Av aletlerindeki bu hızlı değişim 70.000 yıl önce başladığına göre yayılıp derinleşmesi, köpeklerin simbiyoz yaşama girmelerine yol açacak kadar bir artığın az çok düzenli elde edilmesi, 20-30 bin yıl önce gerçekleşmiş olmalı. Yani Avustralya’ya gidişten (50.000) sonra, Amerika’ya gidişten önce (12.000) gerçekleşmiş olmalı.
Bir bakıma, köpeğin, bazı hayvanların ehlileştirilebilirliğini insanlara öğrettiği; insanlık tarihindeki en büyük devrimin, Neolitik Devrimin yol açıcısı olduğu söylenebilir.
İnsanlar henüz bitki ve hayvanları ehlileştiremediği, avcı, balıkçı ve toplayıcı olarak sürekli kıtlık içinde yaşadıkları dönemde kendilerini doğanın basit bir parçası olarak görüyorlardı. Doğa ve toplum henüz ayrılmamıştı. Dolayısıyla toplumun, yani parçanın bütüne tabi olmasının kazandırdığı gücün bilinçte bir yansıması olan ruh veya ruhların, tüm doğada da olduğunu düşünüyorlardı. Doğa ve toplum ayrılmadığından her şey kutsaldı, yani toplumsaldı. Hayvanlar da insanlardan ayrı değillerdi. Diğer kabilelerdeki insanlar da hayvanlardan farksızdılar. Dolayısıyla onlar başka kabileden bir insanı öldürdüklerinde veya yediklerinde insan yemiyorlar, başka canlıları yiyorlardı; ama birileri örneğin onların totemini yediğinde veya öldürdüğünde, insan yemiş, onların atasını veya kardeşini yemiş veya öldürmüş oluyordu.
İnsan ve hayvanın, doğa ve toplumun bilinçlerde ayrılmaya başlaması muhtemelen Neolitik Devrim’den sonra, insanların hayvanları ehlileştirmesiyle birlikte başlamış olmalıdır. Ama insanlar hayvanları ve bitkileri ehlileştirip sürekli kıtlıktan kurtuldukları ölçüde, kendilerini kıtlıktan kurtaran bu canlıları birer tanrı yapmaya başlamışlardır. Bir bakıma Hayvanlar ehlileşip insanın egemenliği altına girdikçe, insanlar tanrılaştırdıkları o hayvanların egemenliği altına girmeye başlamışlardır denebilir. Bereketin ve zenginliğin kaynağı olan bu canlılar kutsandı ve hatta tanrılaştırıldı. Hayvanlar tanrılar olup insanları bile yönetmeye başladılar tıpkı Güneş, Ay ve Yıldızlar gibi.
Daha sonra bu kutsallık ve tabular tek tanrılı dinlerin içinde bile varlığını sürdürmeye devam etti. Örneğin İslam, hayvanların da ümmetleri olduğunu söyleyerek, bir bakıma onları insanlarla eşitledi ve haklarını da tanıdı.
Modern kapitalizm doğuncaya kadar binlerce yıl boyunca, insanlığın büyük bölümü kapalı köy ekonomilerinde, neolitik köy komünlerinde yaşamaya devam etti. Derine işlemeyen ticaret merkezleri, artı ürünün gönüllü veya zorla toplandığı yerler, bu neolitik köy komünleri denizinde küçük okyanus adaları gibi kaldı binlerce yıl boyunca. İnsanların ezici çoğunluğu için gerçek evrim, artık okul kitaplarına geçmiş, ilke-köleci-feodal-kapitalist gibi bir sıralamayı değil, aynı neolitik köy komününün farklı üretici güçler seviyesine ve ona uygun yeni ilişkilere geçişi anlamını taşıyordu. Yani obsidyen taşından başlayarak, bakıra, tunca, demire dayanan araçlarla yapılan üretime dayalı neolitik köy komünlerinin yeni biçimlerine geçiş anlamına geliyordu.
Amerikan yerlileri Beyaz adamdan atları ve tüfekleri ele geçirip kullanmaya başladıklarında nasıl Kapitalizme geçmiyorlar; tüfek ve at kullanan, ama bunlarla Bizon avlayan, göçebe ve/veya köy komünleri olarak kalmaya devam ediyorlardıysa öyleydi gerçek tarih ve evrim insanlığın ezici çoğunluğu için.
Bunlara başka yerlerde ehlileştirilmiş hayvanların ve bitkilerin, geliştirilmiş tekniklerin yayılışı ve bu şekildeki üretici güçlerin gelişmesi de ekleniyordu. Örneğin Amerika’da ehlileştirilmiş Patates ve Mısır gibi, Asya’da ehlileştirilmiş Manda veya çöl ve bozkırlarda ehlileştirilmiş Deve pek ala Anadolu’nun köylerinde de bir üretim aracı olabiliyordu.
Elbet uygarlığın veya başka yerlerdeki neolitik devrimlerin manevi araçları da maddi araçları gibi alınıyordu, ama bütün bu değişmeler, bir üretim biçiminden diğer üretim biçimine, yani köleciliğe veya medeniyete geçiş anlamına gelmiyor; bizzat köy komününün çerçevesinde; onun giderek daha karmaşık bir organizmaya dönüşmesi ama yine de köy komünü olarak kalması biçiminde gerçekleşiyordu.
Gerçek evrim çizgisi, bugün insanlığın büyük ve ezici çoğunluğu için, Komün’den ve Kapitalizm’e geçişten ibarettir.
Bu nedenle neolitik köy komünü, binlerce yıl ötesinde kalmış bir düzen değil, tüm antik tarih boyunca bile egemen olmuş ve şu son yüzyılda Kapitalizmin dünyayı ele geçirişine kadar yaşamış en egemen üretim biçimiydi.
Hatta bu neolitik köy komünü şehirlerin ve kasabaların dünyasına bile damgasını vururdu. Daha yarım yüzyıl öncesine kadar kasaba ve şehirlerde bile, “mahalle” denen, bir veya birkaç sokağın sakinlerinden oluşan bir toplumsal birim vardı.
Bu “mahalle”, şehir hayatına adapte olmuş, belli bir mekânla sınırlı bir neolitik köy komününden başka bir şey değildi.
Mahalleler, genellikle yetişkin erkeklerin dışarıda tutulduğu, birbirleriyle dayanışan, birçok şeyi ortaklaşa yapan kadınların ve ergenliğe ermemiş çocukların adeta bir komün hayatı yaşadığı bu birkaç yakın sokağı kaplayan bu topluluklardı. Benim bile çocukluğum böyle bir mahallede geçmişti. 1950’lerin Türkiyesi’nde bile çok yaygındı bu yaşam.
Bu topluluk aynı zamanda kedileri ve köpekleri diğer bazı evcil hayvanları da kapsardı. O hayvanların bu komün yaşamı, bu mahalle hayatı içinde bir işlevleri ve yeri vardı. Köpekler bir bakıma o mahallenin insanlarıyla birlikte yaşayan, yemek artıklarını temizleyen, bekçilik eden, mahalleye bir yabancı geldiğinde havlayarak haber veren, hatta çocuklara göz kulak olan onlarla oynayan mahalle halkına dâhil canlılardı.
Bunun son kalıntılarını bugün bile kimi taşra kasabalarında veya İstanbul’un biraz kenarda kalmış noktalarında görmek mümkündür.
*
Önce filme ilham veren, Catherine Pinguet’in “İstanbul'un Köpekleri[5] kitabını aldım. Konu daha ayrıntılı ele alınıyordu. Filme ilhamı bu kitap vermişti.[6]
Sonra, filmin rejisörü, Serge Avedikian’ın adı da dikkatimi çekti. Adı rastlantısal olarak mı bir Ermeni adıydı acaba? Acaba Ermeni katliamı ile Köpek katliamı ilişkisi olabileceğini düşünmüş müydü, bunun farkında mıydı?
İnternette biraz arama yapınca ortada bir rastlantı olmadığı ortaya çıkıyordu.
Serge Avadikian daha önce köpeklerin bu sürülüşünü ele alan bir animasyon filmi yapmıştı[7]. Onun Ermeni kökleriyle, Köpeklerin bu katline duyduğu ilgi arasında hiç de rastlantısal olmayan bir bağ olmalıydı. Filmi böyle bir niyetle yapmamış olsa da iki katliam arasındaki paralellik çok açıktı ve seyredende hemen bağlantıyı kurduruyordu[8].
Elbette insanın katliama uğrayanların çocukları ve torunlarından olmayınca, bu paralellikleri görecek duyarlıkları geliştirmesi olanaksız değilse bile çok zordur.
*
Ama her yerde yine o kolaycı açıklamalar karşımıza çıkıyordu: Pozitivizm ve modernleşmecilik.
Örneğin şöyle diyor bir söyleşide Avadikian:
“Benim için filmdeki en önemli şey Jön Türk yönetiminin pozitivist bir zihniyetle kitlesel bir imhayı nasıl gerçekleştirebileceği hakkında Avrupa’ya bir çağrıda bulunmak.”
Benzeri sözler Pinguet’te de okunuyor, örneğin:
“Bununla birlikte Jön Türklerin başlattığı pozitivist politikanın izinden giden Kemalist devrim”(s.104)
Gerçek toplumsal ilişkilerin ve güçlerin yerini, fikirler, anlayışlar alıyor ve onlarla açıklanıyor toplumsal olaylar. Burada çok temel bir yanlış var. Varlığı belirleyen düşünce gibi ele alınıyor. Hâlbuki düşünceyi belirleyen varlıktır. Modern ilişkiler ortaya çıkıp yayıldığı için, modernleşmeci ve pozitivist fikirler bunların aracı olmuşlardır.
Denklem kurulmuş durumda: Pozitivizm=Modernleşme=İttihat Terakki=Kemalizm. Burada bütün olumsuzluklarla Pozitivizm arasında bir eşitlik de kolayca kurularak örneğin, tekçi düşünce, ötekileştirmek de pozitivizmin bir özelliği olarak tanımlanarak günlük politik mücadelenin sürdürülmesinin her kapıyı açan, her derde deva ebegümeci gibi bir ideolojik maymuncuk oluşturuluyor. Aslında tam da bu açıklamaların kendileri de pozitivist. Pozitivizme has yüzeysellik, mekaniklik bu pozitivizm açıklamalarının da ortak karakteri. Ve bizzat bu açıklamaların kendisi de yepyeni post modern diyebileceğimiz ilişkilerin dünyasının ihtiyaçlarına uygun yeni bir düzenlemenin araçları.
Bu açıklamanın ne kadar sorunlu olduğunu ve nasıl çelişkileri içinde barındırdığını iki zıt örnekle görülebilir.
Örneğin AKP iktidarı sigarayı kapalı yerlerde yasakladı, aslında köpeklerin katli doğrudan modernizmin veya pozitivizmin bir tezahürüyse, Sigaranın yasaklanması ve sigara içmeye karşı önlemleri de öyle değerlendirmek gerekir. İkisi de aynı nedenle ortaya çıktığına göre birini destekleyip diğerine karşı çıkmak bir tutarsızlık olmaz mı?
Modern demek Kapitalizm demektir. Kapitalizmde artı değerin kaynağı iş gücüdür, İş gücünün yeniden üretiminde sosyal masrafların azalması aynı zamanda artı değer oranının yükselmesini sağlar. Yani insanların sigara içerek daha erken ve sık artı değer üretiminin (“çalışma hayatı”) dışına düşmelerini engellemek için sigara içmeyi yasaklamak ile veya kitle sporlarını teşvik etmek ile İttihatçıların sağlıklı ve temiz şehir sokakları için köpekleri itlaf etmesi veya Abdülhamit’in Pasteur Enstitüsü açması arasında hiçbir fark yoktur ve hepsi son duruşmada kapitalist ilişkilerin yerleşmesi için farklı koşul ve zamanlardaki ama aynı özdeki tedbirler olarak görülebilirler. Hepsi hastalıkları azaltarak işgücünün yeniden üretiminin sosyal masraflarını kısmanın araçlarıdırlar. Burada İttihatçıların köpek itlafını modernizm veya pozitivizm diye mahkûm etmek öte yandan AKP’nin sigara yasağını veya Abdülhamit’in Pasteur Enstitüsü kurmasını övmek, sorunun özündeki özdeşliği gizler.
Ve bütün bu değişimler, mutlak devletin egemen olduğu bir ülkede yapıldıklarında, devletçiliğin değişerek aynı kalmasının; egemenliğini sürdürmesinin birer aracı olurlar.
Elbette kapitalizmin ve modern şehir yaşamının ortaya çıkmasıyla birlikte, her şey gibi mahalleler ve o mahallelerin organik bir bileşeni olan köpekler de bir “fazlalık”, bir “engel”, bir “yük” haline gelirler; sorun burada bu “engel”in, bu “yük”ün, bu “fazlalığın” nasıl bertaraf edildiğindedir.
Mutlak Şark devletçiliğinde başkadır; az çok halkın örgütlü olduğu bir toplumda başka olur. Saf ve gelişmiş modern kapitalizmde başka. Şark devletinin az çok peygamberlerce sınırlanmış, Allah’ın (halk muhalefetinin) sınırlamalarına uğramış mutlakıyetinde başkadır; İttihat terakki’de olduğu gibi, tüm bu sınırlamalardan da kurtulmuş, (“Allah öldü”) biçiminde başkadır.
Bu “Pozitivizm” veya “ilerlemecilik” ile sınıfları, dolayısıyla esas egemen sınıf olan Devlet’ti, Şarkın “feodal bey”ini es geçen bir açıklama, ilk elde çelişkilere düşer.
Eğer köpek katliamı ve Ermeni katliamı pozitivizm veya ilerlemeciliğin sonucu ise şu çelişki nasıl izah edilecektir: örneğin Ermenilerin katli antik devletin modern ilişkileri ve sınıfları yok edişidir. Öte yandan, katledilenler de katledenlerden daha az “pozitivist” veya modernleşmeci değillerdi.
Pozitivizm sadece basit bir araçtı o devletçilik için. Tüm araçlar ve silahlar gibi, kimin tarafından ve ne için kullanıldığına bağlıydı onun işlevi ve anlamı.
Ama soruna ilişkilerin modernleşmesi ve buna bağlı olarak devletin kendini modern zamanlara (ve şimdi post modern zamanlara) uyarlaması olarak bakılınca her şey kolayca açıklanabilir olur.
Modern ilişkilerin şehre, İstanbul’a girişiyle birlikte mahalleler gibi Köpekler de işlevsizleşmiş, bir fazlalık olmaya başlamıştır. Öte yandan, artık Devlet’i yönetenler de Kuran’ın veya Tarikat ve cemaatlerin sınırlamaları altındaki Padişahlar değil, binlerce yıl öncesinin, peygamberler öncesinin Nemrut ve Firavunları gibi, her türlü sınırlamadan boşanmış bir devlet gücünün sahipleridirler. Dolayısıyla böylesine kanlı bir eylemleri rahatlıkla gerçekleştirebilmektedirler. Aynı rahatlıkla Köpekler ve Ermeniler katledilebilmektedir. Paralellikleri yaratan budur. Ama eğer köpek itlafını açıklamakta kullanılan, modernizm veya pozitivizm geçerli ise, fikirler davranışları belirliyorduysa, en modern ilişkileri yaşayan ve yaşatan Ermenilerin, değil yok edilmesi yaşatılmaları ve teşvik edilmeleri gerekirdi.
Devlet’in Şark’ta esas egemen sınıf olduğunu görmeyen ve bu sınıfın kendi varlığını korumak için modernleşebileceği hatta post modernleşebileceği gerçeğini görmeyen her çaba, aslında bu sınıfın egemenliğini sürdürmesinin bir aracı olmakla sonuçlanır.
*
Bu arada Toplumsal Tarih Mecmuası’nda İrvin Cemil Schick’in “Büyük Köpek İtlafı” üzerine bir yazısı olduğunu görmüştüm. Ancak dergi’yi bulamamıştım.
Sonra bulup da okuyunca İrvin Cemil Schick’in de Pozitivizm veya Çağdaşlaşma ile açıklamaların yüzeyselliğinden söz ettiğini gördüm. Benzer bir yaklaşım gördüğüm için sevindim. Örneğin şöyle diyordu:
“Son birkaç yıl içinde Türkiye’de bu konu üzerine birkaç kitap ve makale yayınlandı. İstanbul’un sokak köpeklerinin günümüzde bu kadar ilgi çekmesi acaba nedendir? Sanırım bunun en azından bir sebebi, son yirmi otuz yıl içinde (yani portmodernizm akımı serpileli beri) günlük yaşamımızı artan bir şekilde etkisi altına alan çağdaşlaşmacılık karşıtlığıdır. İstanbul’un Sokak köpekleri bir çeşit nostaljiye ve romantizme ilham kaynağı olmaktadır. (…)
“İstanbul köpeklerine bugünlerde yaygın olan bu romantik yaklaşımın bir sonucu, köpeklerin yok oluşunun genellikle çağdaşlaşmacılıkla ilişkilendirilmesidir. İstanbul’un Sokak köpeklerinin helak edilmesinin suçunu doğrudan geç Osmanlı Batıcılığı ile çağdaşlaşmacılığına atmak artık neredeyse gelenek haline gelmiştir. İlk bakışta veriler bu görüşü destekler niteliktedir gerçi, ancak bu da hakikatten ziyade hayal ürünüdür. Burada izah etmeye çalışacağım gibi, gerek 1910’da vuku bulan büyük köpek itlafının, gerekse ondan önce gerçekleşmiş olan (ve günümüzde araştırmacıların her nedense önemsemediği) benzer kıyımların ardında çağdaşlaşmacılık değil, bizatihi çağdaşlık yatmaktadır.”(s.23)
Kanımızca bu satırlar sorunu nihayet ayakları üzerine koymaktadır. Fikirler değil, gerçek ilişkilerde aranmalıdır açıklama.
Yazar, modern toplumsal ilişkilerin yayılmasına bağlı olarak köpeklerin bir tür “kir” haline gelmeleri ile açıklıyordu köpek katliamını.
Yazar yine bizim peygamberlerin ve Allah’ın sınırlamalarından kurtulmuşluk olarak tanımladığımız durumu şöyle açıklıyordu:
“1910’u daha önceki girişimlerden farklı kılan, o anda iktidarda olan hükümetin niteliğiydi. . Genelde padişahların, her istekleri kanun olan mutlak despotlar oldukları düşünülür, ama aslında hareketleri büyük ölçüde siyasal gereklilikler, dini denetim ve de kamuoyu tarafından sınırlandırılmıştı. 1826 yılında yeniçeri ocaklarını topa tutan, hayatta kalanları da ağaçlarda sallandıran Sultan II. Mahmut bile köpeklerin sürgün edilmesine dair buyruğunu halkın muhalefeti karşısında feshetmeye zorlanmıştı. İttihat ve terakki hükümetine gelince, durum çok farklıydı. (…) Ama meşruiyetlerinin kaynağı ilahi değil, dünyevi idi. Padişahlar gibi bir ahlaki sözleşmeye tabi değillerdi. Askeri güç ile iktidara geldiklerinden, kendilerinden başka kimseye hesap vermeleri gerekmiyordu. (…) Ve ne vatandaşlarının duygularını dikkate aldıklarından, ne de merhamete kapıldıklarından, dehşet verici bir şekilde başarıya ulaştılar.” (s.31)
Ancak bu açıklamalar bütün olumluluğuna rağmen asıl açıklanması gerekeni açıklanmış veya açıklama olarak kabul etmesi tam da bizim sorunumuzu oluşturuyordu.
Niçin ve nasıl modern toplumda bu sınırlama ortadan kalkmaktadır? Niçin ve nasıl, Osmanlı’da vatandaşlar eğilimlerini yansıtamamaktadır? Niçin ve nasıl örneğin bir batı ülkelerinde olduğu ölçüde olsun, halkın örgütü yoktu. Niçin ve nasıl askeri güç ile iktidara gelebiliyorlardı?
Neolitik köy komününün veya Şark devletinin, antik uygarlığın devletinin kendi içindeki evrimi gibi bir metodolojik yaklaşım olmadan, yapılacak bütün açıklamalar, açıklanması gereken şeyin kendisini açıklama gibi koyarlar.
Şark devletinin geçmişte kalmış modern devletle yer değiştirmiş bir şey olarak değil de modern araçlarla donanmış antik bir devlet olduğu; şark toplumunun geçmişin kamburuna bir de modern toplumun kamburunu yüklediği yaklaşımı olmadan; bunun batıdaki devletten farkı görülmeden, tüm açıklamalar yarım ve çelişkili olur.
Köpek katliamını Şark devletinin modern araçlarla donanması modern topluma ayak uydurması olmadan modernleşmecilik olarak açıklamak Ermeni katliamını açıklayacak kavram bulamaz. Ermeniler de köpekler gibi modernleşme için katledildi sonucuna ulaşır. Ama Ermenilerin sürgün ve katli tam tersine modern olan her şeyin kazınmasıydı toplumdan.
*
 “Bir insanı öldürmek ahlaki bir sorundur, ama milyonlarca insanı gaz odalarında öldürmek iş ahlakıyla ilgili bir sorundur”
İttihat ve Terakki, yani tüm sınırlamalarından kurtulmuş Şark devleti ve devletçiliği, köpekleri ve Ermenileri tam şark usulü, tüm zincirlerinden boşanmış bir vahşilikle katletti.
Ama ne kadar vahşi olursa olsun bu tipik şark vahşiliği idi. Ahlaki zincirleri yoktu ama “iş ahlakı” da yoktu. Modern ve sanayileşmiş, Nazilerin Yahudileri katlinde zirvesine varan vahşetin zıddıydı.
Şark devletini görmemek, geçmişi idealizasyonla ve genellikle gerici bir ulusçulukla ve ulus tarihi yaratma çabasıyla sonuçlanır. Modernleşmeyi bir ilerleme olarak görmek, insanı modern biçimlerde yapılmış katliamları onaylama sonucuna bile götürebilir.
Hem Şark devletini ve devletçiliğini görmemek; hem de modernleşmeyi bir ilerleme olarak görmek ise en gerici ve kanlı sonuçlara yol hazırlığı olur. Şark despotluğunun şiddetiyle silahlanmış bir modern hesaplılık veya modern örgütlenmeyle birleşmiş bir şark mutlaklığı.
Köpek ve Ermeni katliamları henüz şark devletinin keyfiliği ve zincirinden boşanmışlığıdır ama modern kapitalizmin örgütlenme becerisi yoktur onda. Ona henüz bağışıklıklıdır. Ama Kemalizm’in de Politik İslam’ın da ortak noktası budur. İkisi de Şark devletini de Kapitalizmi (modernliği) de olumlar ve sahiplenir. Gelecekte uğrayacağımız katliamlar sadece şark devletinin sinsi ve kaba şiddetini değil; modern kapitalizmin planlı ve örgütlülüğünü de kapsayacak çok daha kıyıcı ve delici olacaklardır.
Köpek katliamı sadece Ermeni Katliamı’nın, şark despotluğunun vahşetinin, modern ilişkileri yok edişinin habercisi değildir; aynı zamanda Yahudilerin gaz odalarında yok edilmesinin, modern kapitalizmin vahşetinin de tohum halinde bir habercisidir.
Bu yan tam da ortadaki bir Şark devleti olduğu için gelişemeden, bir tohum olarak kalmıştır.
Köpekler için bir Alman bilim adamının hazırladığı proje, aslında Yahudilerin modern sanayiin örgütlenmesinin yöntemleriyle yok edilmesinin bir taslağı gibidir.
Katliamdan önce, bir “Aydınlanmacı Monark” olan Abdülhamit’in kurduğu Pasteur Enstitüsü’nün başındaki Alman Doktor Remlinger, köpeklerin nasıl itlaf edileceğine dair bir proje sunar Osmanlı Devleti’ne. Bu proje tıpkı tıpkısına Yahudilerin modern endüstriyel yöntemlerle mekanik, “verimli” ve “rasyonel” imhasının bir taslağı gibidir ve her şey parayla ölçülmektedir:
“Derisi, kılları, kemikleri, yağı, kasları, genel olarak albüminli maddeleri hatta bağırsaklarıyla bir sokak köpeğinin maddi değeri 3 ila 4 franktır. Şehirde 60.000 ila 80.000 köpek bulunmaktadır; bu da 200-300.000 franklık bir değere tekabül eder. Köpekleri itlaf işinin bir ihaleyle bir vekile havale edilmesi, onun da şehrin dışındaki çeşitli noktalara deri, et ve yağın ekonomik olarak işleneceği yerler kurması kabil değil midir? Bu yerlerde hava geçirmez bir oda olur, oda bir gaz borusuna ve hayvanın kullanılabilir ürünlerini işlemek için donatılmış bir parçalama atölyesine bağlanır. Hayvanlar geceleri gizlice yakalanıp Avrupa’dakilere benzeyen kafesli arabalarla hemen nakledilebilir. On merkez kurulsa, her biri günde yüz köpeği işleyebilir. İki ay içinde itlaf biter, bu operasyon şehre de hayır işlerinde kullanılacak bir kar bırakır.” (s.15)
Filmin rejisörü olan Avadikian Remningen’in yöntemi için şunları söylüyor:
“1900’den beri İstanbul’a yerleşmiş olan Remningen adında Alman bilim adamı, (…) köpekleri de çok seviyordu. Bu konu hakkında fikir geliştirip İttihatçılara sunmuştu.
Remningen’in çalışmaları köpekleri yeni metotlarla, mesela gazla hayvanların canını çok acıtmadan yok etmenin, onların derisinden yününden faydalanmanın, hatta para kazanmanın usullerini arıyordu.
Ancak İttihatçılar bu usulleri kabul etmiyordu çünkü bu mekanizmaları kurmak için çok zaman ve para harcamak gerekiyordu. Bu yüzden Remningen’i reddetmiş oldular. Önerilen yöntemleri bir kenara bırakıp kendi bildikleri gibi halletmeye karar verdiler ve filmde gördüğünüz yöntemi kullandılar ki bu yöntem daha önce II. Mahmut tarafından da denenmişti.”
Nazilerin Yahudilerin katlinin ilhamını Ermenilerin katlinden aldığı söylenir. Bunun nasıl yapılacağının projesi ise aslında Köpeklerin katli için bir Alman Doktar tarafından hayret verici bir benzerlik içinde taslaklaştırılıyordu.
Köpek katli sadece gerçekleşmiş biçimiyle Ermeni Katliamının bir provası değil; gerçekleşmemiş bir proje olarak aynı zamanda Holacoust’un Şark devletinin ilgisini çekecek düzeye gelmemiş bir provası olarak görülebilir.
*
Tekrar önceki soruyu soralım.
Dün devleti yaşatmak için köpekleri ve Ermenileri katledenler aynı devleti yaşatmak ve zamana uydurmak için köpekleri ve “çok renkliliği” savunuyor olmasınlar?
Dünün modernleşmeciliği gibi bugünün post modernleşmeciliği aynı gücün varlığını ve egemenliğini sürdürmesinin aracı olmasın?
Her parlayan şey altın değildir ve de öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu.
Açın bakın bugünkü Türkiye’de muhaliflerin programlarına, HDP’den en keskin sol görünen gruplara kadar, hiçbiri en baş ve acil görev olarak ulusu bir tarihe, dile, dine etniye göre tanımlamaya karşı tanımlamayı; bu devlet mekanizmasını baştan aşağı yıkıp merkezi olmayan bir devlet kurmayı koymuyorlar. Ama hepsi çok kültürlülükten, çevrecilikten vs. yana.
Bu, istenen ve uğruna mücadele edilen değişmelerin bu devleti ve devletçiliği yaşatmak için olduğu anlamına gelir.
Devleti yaşatmak isteyenler onun özür dilemesini, diğer kültürleri tanımasını vs. isterler.
Onu yıkmak diye bir derdi olanların ise yıkmak istedikleri devlet için ve onun adına özür dilemek diye bir sorunları olmaz.
Dikkat edin hepsi de örneğin Ermenilerden devletin özür dilemesini hayal ediyorlar.
Ama bunun ardında gizli bir varsayım vardır. Özrü suçu işleyen diler. Birinin bir suçu için başkasının özür dilemesi veya ceza çekmesi anlamsızdır.
Gizli bir varsayım olarak bu devletin varlığını ve bekasını bunun için özür dilemesini savunmuş olmuyorlar mı?
Bir devrimci demokrat ise, katliamı ve onu yaratan nedenleri mahkûm eder.
Katliamın nedeni şark devletçiliği ve ulusun bir dille, dinle tanımlanmasına dayanan gerici milliyetçiliktir.
Nedeni yok etmeden suç (katliamlar) ortadan kaldırılamaz.
17 Ocak 2014 Cuma
Demir Küçükaydın




[1] "Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor. Bir kısmı kıyıya yayılmış, güneşin yakıcı sıcağından kurtulmak için ve biraz serinlemek için kendilerini suya atmışlar. diğer bir kısmı tepelere tırmanmış adeta tiyatrolardaki panıramaları andıran acıklı bir tablo vücuda getirmiş. yaklaştıkça durum ve görünüşler daha belirleniyor. dürbüne ihtiyaç duymaksızın gözlerimizle her şeyi, bu zavallı hayvanın çaresiz çırpınışlarını elemle görüyor ve izliyorduk.
Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi
Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler...etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. hiçbirşeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük. arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. hayırsız ada'nın aç sakinlerine istanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. biz uzaklaştık. marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk.”
[2] Abdülhamit’in doktoru, Osmanlı’da Modern tıbbın kurucularından, İstanbul’un sokak köpekleri hakkında bir araştırma kitabı da yazan Spiridon Mavroyeni Paşa da zamanında benzer konulara kafa yormuş, İstanbul’da pek kuduz vakası görülmemesini,  köpeklerin “serbest çiftleşme”sine bağlıyor. Bunun bir tür “doğal aşı” yerine geçtiğini söylüyor.
[3] Kürtlere karşı özel savaş döneminde yapılanlar da aynıdır.  O “devletin sürekliliği”nin sürdüğünün en açık kanıtıdır. Mafia çetelerine yaptırılır bütün pis işler.
[4] Bazı araştırmalar göre Köpeğin ehlileşmesi 130 bin yıl önceye kadar gidiyor. Ancak, 50.000 yıl önce Avustralya’ya giden Homo Sapiens’ler yanlarında köpek götürmediklerine, (Keseli hayvanlar kıtası Avustralya’da beyaz adamın gelişinden önceki tek memeli Dingo’lar çok sonra, son birkaç bin yıl içinde güneydoğu Asya kökenlilerle Avustralya’ya geliyorlar) ama 10 veya 12 bin yıl önce Amerika’ya gidenler köpek götürdüklerine göre, köpeğin ehlileşmesinin veya insanla simbiyoz bir yaşama girmesinin, neolitik devrimden epey önce önce ama Avustarlaya gidişten (50.000 yıl) sonraki bir dönemde gerçekleşmiş olmasını doğrular görünmektedir. Son araştırmalara göre 15-30 bin yılları öncesinde olmalı.
[5] Catherine Pinguet, “İstanbul’un Köpekleri”, Çeviren: Saadet Özen, YKY
[6] Ümit Sinan Topçuoğlu da Catherine Pinguet’ten önce “İstanbul ve Sokak Köpekleri” isimli bir kitap yazıyor, ancak kitap basımda sırasını beklerken, yazar hastanede kaptığı iltihap nedeniyle vefat ediyor. Bu nedenle kitabı Pinguet’in kitabından bir sene sonra çıkabilmiş. Ümit Sinan’ın da Modernleşme ve köpek katliamları arasındaki ilgiye dikkati çektiği görülüyor. Ümit Sinan gerçekten çok ilginç ve önemli bir insan. Bir tür adsız kahraman.  “Davası olan” bir  insan. Küçük de olsa direniş ocakları ve ateşleri yakmaya çalıştığı görülüyor. Yaptıkları ve yaşamıyla insana verilen değer ile hayvana verilen değer arasındaki ilişkiyi somut olarak kanıtlıyor. Köpekleri korumaya çalıştığı gibi, fast food’a da; vasıtalara göre yapılanmış yollara ve şehre de karşı girişimler örgütlenme ocakları ve bir bilinç oluşturmaya çalışıyor. Ancak Ü. S. Topçuoğlu da Türk milliyetçiliğin bakış açısı da derinden hissetdiliyor. Köpeklerin Fatih’in ordularıyla İstanbul’a gelmesi; İstanbul’un işgal yıllarında İngiliz askerlerine direnmesi gibi, Türk tarihi yazma ve yaratma girişimleri vardır. Türk tarihi ile köpekleri ilişkilendirerek Türklerde köpeklere bir sempati uyandırmaya çalışıyor gibi.
[7] Serge Avedikian’ın ödül alan bu animasyon filmi şu adreslerde izlenebilir: http://shortsbay.com/film/chienne-dhistoire veya http://www.dailymotion.com/video/xh9w5m_cdh_shortfilms?start=833#from=embed
[8] Serge Avedikian’ın kendisi de bu ilişkiyi açıklıyor. Örneğin bir söyleşisinde: “Cannes’da ödül kazanan “Chienne d’Histoire” filmi için İstanbul’a geldiğimde gazetelere, televizyonlara röportaj vermiştim. Bu filmim bir Türk televizyon kanalında da yayınlandı. Açıkçası bu beni çok şaşırtmıştı, çünkü köpeklerin adaya sürülmesiyle 1915 olayları arasındaki benzerliği görmemeye imkân yok. O zamanlar, Jön Türkler’in fikriydi köpekleri adaya sürerek İstanbul’un sokaklarını Avrupa sokakları gibi köpeksiz hale getirmek. Böylece daha temiz, daha bakımlı, daha “batılı” olunacaktı. Ama köpekler sürülünce ölümleri de kaçınılmazdı elbette...” diyor. (http://seblakutsal.com/Home/GeneralArchive/6 )
Yine aynı toplantıdaki  şu konuşma:
“Dinleyici: Adım Sarkis. Ben insanlık tarihiyle ilgili bir bağlantıya gitmek istiyorum. Mesela 1915 ya
da Nazilerin zamanındaki olayları birbirleriyle bağlantılı olarak görüyorum. İnsanlar devamlı
birbirlerini öldürmek istiyorlar, ben böyle algılıyorum, bilmiyorum belki de yanlış algılıyorum. Bu
filmi izlerken direk aklıma 1915 geldi…
Serge Avedikian: Böyle düşündüyseniz bilmiyorum ama ben özellikle bunu vurgulamak için
yapmadım. Çünkü tarih ordaydı, yaşanmış bir olaydı. Bunu kafamdan icat etmedim ama film ve
animasyon sanat size bunu düşündürüyorsa buna muktedir olduğu içindir, güçlü olduğu içindir.”

Hiç yorum yok: