"Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve
iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet
olmasınlar" (el-En'âm, 6/38)
Yüzyılın başında, İstanbul’un Sokak köpeklerinin Hayırsız
Ada’ya sürüldüklerini; orada açlık ve susuzluk içinde inleyerek; birbirlerini
yiyerek öldüklerini, yanlış hatırlamıyorsam, ilk kez, çocukluğumda her hafta
evimize giren Hayat mecmuasında
okumuştum.
Çırılçıplak bir kayadan ibaret hayırsız adadan, susuzluk ve
açlık içinde, çaresizce İstanbul’un siületine bakan yüzlerce köpeğin imgesi[1],
çocukluk yıllarımda kâbusum olmuş; aklıma geldikçe, kabuk bağlayamayan bir yara
gibi, kanamıştı. Köpeklerin durumunu ve sonunu düşündükçe boğuluyor gibi
olurdum.
Köpeklerle ilgili hep acılı ve korkunç imgeler kalmış
aklımda. En acılı ve gariplerinden biri de çocukluğumun geçtiği Ege kasabası Soma’nın
köpekleri ve büyük köpek katliamıydı.
Çocukluğumun ellili yıllarında, Bakırçayı vadisinde,
dağlarında linyit çıkarılan, artık bir madenci kasabasına dönüşmüş Soma’ya,
Fransızlar bir elektrik santrali yapmaya gelmişlerdi. Santralın inşaatında
çalışan Fransız mühendis, teknisyen ve işçiler ve onların aileleri, ekonomik
güçleri ve yarattıkları taleple, birden bire bu kasabanın hayatında alt üst edici
değişikliklere yol açmışlardı. Fırınlarda Fransız usulü baston ekmekler yapılıyor;
o zamanların meşhur İtalyan yıldızı Acı
Pirinç’in Silvana Mangano’sunun adından ilhamla Silvana adını taşıyan tuhafiyeciler açılıyor; oralarda en son moda
eşarplar, parfümler satılıyordu.
Artık biz çocukların kaplumbağa, saksağan falan besleyen Fransız
arkadaşları vardı ve oynarken onlar Türkçe bizler Fransızca öğreniyorduk.
Bütün bunlarla birlikte, Fransız aileler kasabanın sokak
köpeklerinin içinden hoşlarına gidenleri alıp, boyunlarına pahalı ve güzel bir
tasma geçirip kendi köpekleri yapmışlardı. Şık Fransız bayanlar, yine şık bir
tasma takılmış Soma’nın sokak köpekleriyle dolaşırlardı. Şanslı köpeklerin bu
“sınıf atlaması” Somalıların o tatlı Ege şivesiyle “uyuz köpeklerin” artık “gıymatlı”
olduğu yollu espriler yapmalarına yol açardı.
Bir Fransız aile tarafından sahiplenilme şansına sahip olan
köpekler de böylece birkaç yıl boyunca bir tür cennet hayatı yaşadılar.
Sonra elektrik santralının yapımı bitti ve Fransız işçi ve teknisyenler
aileleriyle birlikte geldikleri gibi birdenbire gittiler. Ama o gurbetlik yıllarında
kendilerine arkadaşlık etmiş köpekleri Soma’nın sokaklarında bıraktılar.
Arada elbet kasabanın sokaklarındaki olağan köpek nüfusu da,
bileşik kaplardaki su gibi, eksilenlerini tamamlayarak var olmaya devam etmişti.
Ama şimdi birden bire, Fransızların baktıkları köpekler de sokağa düşünce,
sınırlı yiyecek kaynakları köpekler arasında ciddi rekabete yol açmaya
başlamıştı. Bu da çeteler olarak örgütlenmiş köpekler arasında sert kavgalara
ve zaman zaman da insanlara saldırılarına yol açıyordu.
Kasabanın köpekleri geleneksel olarak, şehrin kenarında Kırkağaç
yolu üzerinde, garaj ve mezarlıklara yakın, salhaneden gelen işe yaramaz iç
organların falan atıldığı bir çöplükte toplanırlardı ve sabırsızlıkla
beklerlerdi salhanenin çöp arabasını.
Belediye birgün bu köpeklerin hepsini zehirledi. Onlarca
köpek ağzından köpükler saçarak inleyerek acılar içinde öldü. Halk sarımsaklı
yoğurtla falan birkaç köpeği kurtardı. Sonra o kurtulanlardan birkaç yıl içinde
yine kasabanın sokaklarını şenlendiren, çeteler halinde mahallelerde dolaşan
yeni kuşak sokak köpekleri oluştu.
Sokaklardaki köpeklere, büyüdüğüm kasabadan alışık olduğum
için, belki bu nedenle hiç yadırgamamıştım İstanbul’da sokaklarda köpek
olduğunu. Hatta dikkatimi bile çekmemiş; üzerine hiç düşünmemiştim. Nasıl
evler, yollar, elektrik direkleri, kanalizasyon ızgaraları bir şehrin olağan
bileşenleriyse ve onlar üzerine hiç kafa yormazsak; köpekler de öyleydi
kafamda. Başka türlüsünü görmemiştim, tasavvur edemezdim.
Belki de bu yüzden, sonraki uzun hapislik ve sürgün
yıllarında İstanbul sokaklarında köpekler yaşadığını bile unuttum.
*
Avrupa’da sürgünlük yaşamımda ilk dikkatimi çeken, sokak köpeklerinin
yokluğu ama sahipli köpeklerin çokluğu idi. Sahipsiz köpek yoktu. Bir de evde
yaşıyorlardı sokakta değil.
Galiba ilk kez derine işlemiş ve yaygın ırkçılığın da
farkına yine bir köpek aracılığıyla varmıştım. Almanya’ya yeni gelmiştim. Bir
belediye otobüsüne köpeğiyle yaşlı bir adam biniyordu; ama köpek bir biniyor,
bir iniyor, sonra tekrar biniyor ve oynuyordu. Sahibi onu tatlı dille içeri
almaya çalışıyordu. Bu nedenle otobüs gecikiyordu. Almanya’da otobüsler, çoğu
kez, yetişmek için koşan birini almak için bile bir saniye beklemezler.
Otobüsteki neredeyse tamamı yaşlı olan Almanlar gülerek ve hiç bir sabırsızlık
alameti göstermeden köpeğin oyunlarını izliyorlardı. Hatta köpek bahanesiyle birbirleriyle
konuşmaya bile başlamışlardı. Köpek bir şekilde binip sahibiyle bir yere
geçtikten sonra tam otobüs kalkacakken, biri kucağında, birini elinden tuttuğu
iki küçük çocuğuyla genç bir Türkiyeli kadıncağız binmek istedi otobüse. Tabii
çocuklarla binmek, eller doluyken parayı çıkarmak vs. biraz zaman alıyordu.
Çocuğun biri de ağlamaya başlamıştı tam o sıra. Birden şoförden yolculara kadar
herkes sabırsızlık ve şikâyet sesleri çıkarmaya başlamıştı. Az önce köpeğe
gösterilen anlayış bu çocuklu yabancı kadından esirgenmiş ve onun yerini bir
aşağılama almıştı. Köpeğe dostça ve anlayışla bakan gözlerin yerinde şimdi
düşmanlık ve aşağılama vardı. İlk kez orada o ana kadar anlamadığım ve bir
anlam veremediğim bir sürü davranışın bu yaygın ve derine işlemiş sıradan
ırkçılık olduğunu fark etmiştim. Bereket otobüsteki bir Alman genç de bu duruma
tepki göstermiş az önce köpeğe gösterdiğiniz anlayışı bu çocuklu karına
göstermiyorsunuz diyerek, hepsinin ırkçı, faşist olduğunu ve ağzına geleni söyleyerek
ineceği bir sonraki durağa kadar hepsini fırçalamış ve kimse de ağzını açıp bir
tek kelime bile edememiş, sadece önlerine bakmışlardı. Bu olaydan sonra
ırkçılık hassasiyetim gelişmeye başlamıştı.
Almanya’da özellikle yaşlı ve yalnız insanların köpek
düşkünlüğü dikkatimi çekmişti. Türkiye’den gelen diğer sürgünlerin aksine bunu
bir “yozlaşma” olarak görmüyordum. Bunun yalnızlıkla ilgili olduğu, yalnızlığın
ise özellikle ilişkilerinin metalaşması ve yabancılaşmayla ilgili olduğunu
düşünüyordum. Ayrıca artık çalışma yaşını geçmiş, yani işgücü satın alınarak
sömürülemez duruma gelmişlerin, kapitalizm için bir yük olmasıyla ve duvarları
görülmez bir yaşlılar gettosuna kapatılmalarıyla da ilgiliydi.
Bu gibi nedenlerle evde köpek beslemenin ve köpeklerle
dostluğun bir “yozlaşma” değil, kapitalizme bireysel düzeyde bilinçsiz bir
direniş ve isyan olduğu, daha çok kafa yorduğum konulardı bu yıllarda. Ernst
Bloch’un “Umut İlkesi”nde gösterdiği
gibi, en sıradan ve anlamsız görünen düşünce ve davranışların ardında, baskıya,
eşitsizliklere, yabancılaşmaya karşı derin bir tepki ve direnç vardı. Bu
anlamda hayatın her yerinden “sosyalizm
fışkırıyor”du. Ama gören gözler için.
*
Köpeklerle biraz rastlantısal ve sanal bambaşka bir ilişkim
de olmuştu sonraki yıllarda.
İnternetin hükümet, üniversiteler vs. ile sınırlı olduğu; tarayıcılara
temel oluşturacak teknik gelişmelerin henüz CERN’de keşfedilmediği zamanlarda,
bilgisayar meraklılarının haberleşmede kullandığı ağlar, BBS’ler veya
Mailbox’lar vardı. Bunlardan bağlandığım ikisinin de adı, birer köpek adıydı.
Almanya’daki solcuların ağının adı (Sol ve komünikasyon
sözcüklerinden türetilmiş) Comlink’ti
ama ilk kökenindeki programın adından dolayı Zerberus Net de denirdi. Zerberus
eski Grek mitolojisinde yer altındaki ölüler ülkesinin kapısını bekleyen üç
başlı köpeğin adıydı.
Diğer ağın adı da FidoNet
idi. Bu ağı ilk kuranlardan birinin köpeğinin adı imiş. Türkiye’deki kimi
meraklılar da onunla uyumlu HitNet
diye bir ağ kurmuşlardı. Oraya İnsan Hakları Derneği’nin bir bildirisini ve “Kürt Ulusal hareketi ve PKK” adlı yazımı
yollayınca, Hürriyet gazetesi, “PKK
internete de el attı” diye cadı avı başlatmış; yarattığı terörle henüz yeni
şekillenen genç bilgisayar meraklılarını korkutup, özel savaş dairesinin zafer
arabasına bağlamış ve muhalefetin biraz taze hava alabileceği, küçük bir bilgi akışı
deliğini bile kapatmıştı.
*
Çeyrek yüzyıl sonra İstanbul’a gelince sokaklardaki
köpekleri gördüm. Onları ve varlıklarını unuttuğum için utandım, bir suçluluk
duygusu kapladı içini.
Şair “bir kedim bile
yok” demiş.
Odysseus yıllar
sonra döndüğünde onu tanıyacak, sevincinden işeyerek ölecek artık yaşlanmış sadık
köpeği Argos vardı. Ama çeyrek yüzyıl
sonra İstanbul’a döndüğümde, hatırlayacak “bir
köpek bile yok”tu. Köpekler ortalama 15 yıl yaşarlar. En az iki köpek kuşağının
ömrü kadar uzaklarda kalmıştık.
Kıtmir adlı
köpekleriyle yıllarca uyuyan Eshabı Kehf
(“Mağara Yaranı”, “Yedi Uyurlar”) gibi bambaşka bir çağda
uyanmıştık; girişinde Zerberus’un
beklediği ölüler ülkesinden geri dönmüş gibiydik. Bilip kullandığımız değerler
tedavülden kalkmıştı.
Neyzen Tevfik’in adını sevgili köpeğine verdiği, onlarca yıl
önce tedavülden kalkmış parayla birşeyler almaya giden Mernuş’tan farklı değildik.
Artık pek az tanıdığımız kalmış, kalanların çoğuyla da
politik ve teorik olarak çok ayrı dünyalarda olduğumuz bu şehirde köpekler,
uzun yıllar varlığını unuttuğumuz, biricik eski tanıdıktılar.
Düşünmek için yürürüm, yürürken düşünürüm. O nedenle pek
etrafıma bakmam. Ama bir köpek görünce eski bir tanıdığa rastlamış gibi
oluyordum. Onları inceliyordum. Normal olarak köpeklerin vücutları kalçalarına
doğru incelir, omuz bölgesi geniştir. İstanbul’un köpeklerinin ise vücutları
biraz silindir gibiydi. Acaba bu yüzlerce yıldır şehirde yaşama sonucu oluşmuş,
doğal seleksiyonla ortaya çıkan genetik özellik miydi; yoksa kötü beslenme ve
sınırlı hareket olanağının yarattığı bir deformasyon mu? Acaba binlerce yıldır şehirlerde
insanlarla iç içe yaşayan köpeklerin genlerinde ve kültüründe ne gibi
değişmeler olmuştu? Kim bilir belki bu köpekler çok geniş bir seçme olanağı
nedeniyle hastalıklara karşı belki daha dayanıklıydılar[2].
Bunları incelemek gerekirdi.
Köpekler de sınıf sınıftı. Moda’daki köpeklerin çoğu cins
köpeklerin izlerini taşıyorlardı genlerinde. Vücutları diğerlerininki kadar
silindir değildi. Tabii biraz daha iyi de besleniyorlardı galiba.
Ama en çok şaşırtan bu köpeklerin mahzun bakışlarıydı. Acaba
ben mi bu mahzunluğu onlara yakıştırıyordum yoksa onlar mı mahzundu? Daha sonra
Mark Twain’in de uzun yıllar önce İstanbul’u ziyaretinde, “Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri
görmedim.” diye yazdığını okuyacaktım.
*
Acaba bir film yapılamaz mıydı “Bir İstanbul Köpeği” diye? Örneğin bir İstanbul köpeğinin bir
gününü; hatta bir köpeğin gözünden şehri ve insanları, Türkiye’nin toplumsal
yapısını ve tarihini anlatan bir film yapılamaz mıydı? Bir köpeğin gözünden bir
toplumu anlatan bir film yapılmış mıdır?
Korkunç bir hızla ve gürültüyle geçen, yolları doldurmuş
vasıtalar; hayvanlar bir yana, insanları bile vasıtalara kurban etmiş bir
şehircilik ve yapılaşma; insanların karşıya geçmesini olanaksızlaştıran yollar;
sulara sızacak delik bırakmamış betonlar; sıçramadan çıkılamayan kaldırımlar…
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bu keyfiliğin ve karın şekillendirdiği beton cangılında,
bırakalım köpekleri, insanlara bile insanca davranmayı unutmuş; köylülüğün
binlerce yılda biriktirdiği kültürü unutmuş ama şehir hayatının binlerce yılda geliştirdiği
kültürü de alamamış, selam bile vermeyi bilmeyen, mutsuz ve asık suratlı insanlar.
Ve nihayet diğer köpekler ve hayvanların rekabetine karşı insanlar,
vasıtalar, apartmanlar ve betonlar cangılında var olabilmek, her gün, hiçbir
canlı türünün karşılaşmadığı türden bir yaşam savaşını sürdürmek zorundaki bir İstanbul
sokak köpeğinin bir günü.
Bu köpeğin yaşam savaşından hareketle ve bu köpeğin
gözünden, İstanbul’un ve insanların kaderi; aynı zamanda buna karşı bireysel ve
zaman zaman umutsuz direnişi anlatılamaz mıydı?
Paul Auster’in bir hikâyesinden alınan, New York’ta,
Brooklyn’da geçen Smoke ve devamı
olan Blue in the face, filmlerindeki
gibi; dünya metropolünün göbeğinde, bir küçük dükkân ve çevresinde, hala bir
parça insani ilişkiler sürdürmeye çalışanların metalaşmaya ve yabancılaşmaya
kendiliğinden ve umutsuz direnişinin anlatılması gibi; hala bir kenara bir
kabın içine su koyarak; bir köşede havanlara yemek artıkları veya yiyecek
vererek; bu merkezi, baskıcı devletin keyfiliğini geçmişin bir kamburunu olarak
sırtında taşıyan: aynı zamanda metalaşmış ve yabancılaşmış ilişkilerden oluşan
bugünün ve geleceğin, kapitalist uygarlığın her şeyi metalaştırmasını da çift
hörgüçlü bir deve gibi ikinci bir kambur olarak onun üzerinde taşıyan ve
bunlara umutsuz ve soylu bir direniş sürdüren, “onların da canı var; onları da Allah yarattı” diyen sıradan İstanbullular;
son Mohikanlar, bir köpeğin gözünden anlatılamaz mıydı?
Ama bizler bütün zaman ve enerjimizi bu kahrolası politikaya
vermeye yazgılıydık. Kültür ve sanata ayıracak zaman yoktu; elimizden de
başkası gelmezdi zaten.
*
İstanbul Film Festivali’nde oynayan filmlerin listesini
gözden geçirirken “İstanbul Sokak
Köpekleri” adını görünce heyecanlandım. Aklın yolu bir değil miydi? Demek
ki birileri bunu düşünmüş ve yapmıştı. Bu filmi muhakkak görmeliydi.
Beyoğlu’nda bir sinemadaydı. Film İstanbul’da yaşayan bir
Fransız’ın, Catherine Pinguet, yazdığı
bir kitaba dayanıyordu. Yazar da gelmişti. Sinemadakilerin çoğu, son yıllarda feminist
ve ekoloji hareketleriyle birlikte ortaya çıkmış, entelektüel ve modern hayvan
ve köpek dostlarıydı.
Eski dönemlerde, aydınlar pozitivist ve ilerlemeci olur
sokaklardaki Köpekleri gericiliğin bir simgesi olarak görürken; sıradan,
“gerici”, Müslüman halk köpekleri “onlar da Allah yaratığıdır” diye korur ve
beslerken; şimdi roller tersine bir değişim geçiriyordu. Halkın köpeklere
ilgisi azalırken; aydınlar “dünya yalnız
bizim değil” diyerek onlar için mücadeleye başlıyorlardı. Müslüman Halk tabiri
caizse “pozitivist”leşir, modernleşirken; mahalleli olmaktan çıkıp
apartmanların somurtuk ve asansörde bile selam vermez modern insanlarına
dönüşürken; aydınlar post modernleşiyorlardı. Post Modernleşen aydınlar da modernite
öncesi halka özlemlerini dile getiriyorlardı. Film’de halktan pek kimse yoktu ama
film artık giderek azalan o eski halka bir güzellemeydi aynı zamanda.
Film “mevzulu”
değil; “belgesel”di; bir köpeğin gözünden
değil; bir İnsanın, hatta bir Fransız’ın gözündendi. Köpekler kadar ve köpeklerden ziyade
İstanbul’daki insanların köpeklerle ilişkisini anlatıyordu.
Tabii film içinde konunun tarihçesi ile ilgili kısımlarında,
o İstanbul’un sokak köpeklerinin yüzyılın başında topluca Hayırsız Ada’ya
sürülmeleri ve toplu katliamı da söz konusu ediliyordu. Bunun İttihat
Terakki’nin iktidara gelişi ve modernleşmeci ve pozitivist ideoloji ile
ilişkisine de konu ediliyor ve olay öyle açıklanıyordu.
*
Daha önce bunu hiç düşünmemiş, böyle bir bağlantı olabileceği
hiç aklıma takılmamıştı. Hatta köpek katliamı ile İttihat Terakki ve politika
arasında bir ilişki olacağını bile düşünmemiştim. Bunu, çocukluğumdan beri
gördüğüm ve alıştığım, belediyelerin rutin köpek zehirleme işlerinden biri; ama
daha büyük kapsamlısı olarak algılamıştım hep.
Politika ile köpeklerin katli ve İttihat Terakki ilişkisini
öğrenince birden aklıma Ermeni katliamı geldi. Acaba bu köpek katliamı ile
Ermeni Katliamı arasında bir ilişki var mıydı?
Köpeklerin “itlaf”ı
ile Ermenilerin “tehcir”i arasındaki
korkunç paralellikler görmezden gelinemeyecek kadar belirgindi.
O, hem bir çiçeğe, hem de boyna takılan prangaya da “lale” adını verebilen binlerce yıllık Şark
Nemrutluğu ve Firavunluğu; yüz binlerce Ermeni’nin fiili ölüm fermanına, İslamiyet’in
doğuşu sayılan Hicret kökünden bir
kelimeyle “Tehcir” adını veren Talat;
aynı sinizmle (kelbilik, köpeksilik), köpeklerin vahşice, açlık ve susuzluk
içinde birbirilerini yiyerek öldürülmeleri karanını, “sokaklarda çok köpek var onları toplayıp bir adaya götüreceğiz ve orda
kendi özgür cumhuriyetlerini kurmalarını sağlayacağız” diye tanımlar.
Nasıl Ermenilerin tehcir ve katlinde, cezaevlerinden çıkarılan
lümpenler kullanıldılarsa; aynı şekilde köpeklerin toplanıp adaya yollanmasında
da İstanbul’un lümpenleri kullanılır[3].
Her şey en küçük ayrıntısına kadar nasıl paralellikler
gösteriyordu?
Halkın davranışları bile. Ancak çok küçük bir azınlık
gizlice bazı köpekleri korur ve gizlerken çoğunluk büyük bir kayıtsızlık
içindeydiler. Ermeniler söz konusu olduğunda ise, kayıtsızlıktan öte
sürülenlerin mallarına konma beklentisi, köpeklere gösterilen merhametten bile bile
yoksun bırakıyordu Ermenileri.
Şimdi nasıl İstanbul’un Sokak köpekleri son demlerini
yaşıyorlarsa, İstanbul’daki Rumlar, Ermeniler ve Museviler de son demlerini
yaşıyorlardı.
Ve belki İstanbul’un Sokak köpekleri tükendiği gün, son
Ermeni, son Rum ve son Musevi de gitmiş olacaktı.
*
Ancak sokak köpeklerinin kaderi ile Ermenilerin (veya
“azınlıkların”) kaderi arasındaki paralellikler sadece dünde kalmış değildi.
Biraz düşününce paralelliklerin bugün de sürdüğü görülüyordu.
Ve tam da bu paralelliklerin sürmesi nedeniyle olumlu gibi
görünen kimi gelişmelerden bile kuşkulanmak gerektiği ortaya çıkıyordu.
Şimdi aydınlar nasıl Köpeklere, çevreye ilgi gösteriyorsa;
“azınlıklara”, “çok kültürlülüğe” de aynı şekilde ilgiliydiler.
Dün köpekleri ve Ermenileri süren modernist ve milliyetçi
kapı kulları, şimdi köpek ve Ermeni dostu olarak post modernist ve “ulus
devlete” ve “tekçiliğe” karşı olarak aynı konum ve çıkarlarını koruyor
olamazlar mıydı? Aynı öz kendi zıttı biçiminde görünüyor olmasındı?
Bir değişim var mıydı, yoksa değişen çağ ve koşullarda aynı
öz değişik biçimlerde mi ortaya çıkıyordu?
Artan sokak köpeği ve “azınlık” sevgisi, şu kapıkulu
aydınların toplumsal konum ve çıkarlarında gerçekten bir tektonik yer
değiştirmenin; bir değişmenin ve buna bağlı olarak programatik ve politik bir
demokratikleşmenin mi; yoksa tıpkı Osmanlı’da modernleşmeci ve pozitivist olmak
gibi, toplumsal konumunu korumak isteyen kapıkullarının yeni koşullara uygun
yeni bir stratejisi mi?
Dün Ermenileri ve Köpekleri katletmek bu konumu ve çıkarı
korumanın bir aracıyken; bugün onlara sahip çıkmak aynı konum ve çıkarı
korumanın bir aracı olamaz mıydı?
Bundan kuşkulanmak için yeterince neden ve uzun bir tarih
vardı.
Garp (Batı) demek, nasıl aynı zamanda modern kapitalizm veya
Sermaye demekse, Şark demek aynı zamanda Devlet demektir. Batı’da Kapital nasıl
geliştikçe, soyutlaşmış bireysel kapitalistlerden bağımsızlaşmış, dolgun maaşlı
“manager”lerin bir işi haline gelmişse; Devlet da Şark’ta devletleştikçe
soyutlaşmış kişilerden azade bir varlığa dönüşmüştür.
Klasik yaklaşımda ve mantıksal olarak, Devlet egemen sınıfın
bir baskı aracı olduğuna göre devletin ortaya çıkması için önce sınıfların
ortaya çıkması gerektiği düşünülür. Tıpkı, insanın yerleşik hayata geçebilmesi
için, önce hayvan ve bitkileri ehlileştirmesi gerektiği düşünüldüğü gibi. Ya da
tıpkı önce sanayi üretime oradan kapitalizme geçiş düşünüldüğü gibi. Ama bu
sıçrayışlar tam da tersi mekanizmalarla gerçekleşir. Önce kapitalizme geçilir
sonra sanayi devrimi olur. Önce yerleşilir sonra bitki ve hayvanlar
ehlileştirilir. Önce devlet ortaya çıkar sonra sınıflar; hatta egemen sınıf
soyutlaşmış devletin ta kendisidir.
Göbeklitepe kazıları gösterdi ki insanlar, çok özel
koşullarda önce yerleşikliğe geçtiler, onun temelinde neolitik devrimi
yapabildiler. Benzer sonuca, yerleşikliğe geçebilmenin zorluklarını ele alan
Jarred Diamond’da ulaşmıştı.
Benzer şekilde, Kıvılcımlı da çok daha önce, sınıfların
devleti değil, devletin sınıfları yarattığını; daha modern tekniğin kapitalizmi
değil; kapitalizmin daha modern tekniği yarattığını göstermişti.
Şark’ta ilk devletle egemen aynı zamanda tanrı olur. Henüz
egemenlik son derece somut ve kişiseldir. Rahip ve Kral, Tanrı ve Kral henüz
birbirinden ayrılmamıştır. Ama devlet devletleştikçe, toplumun üzerinde bir ur
gibi büyüdükçe, topluluk adına üretimi düzenleme işlevi giderek, artı ürüne
zorla el koymanın ve bunu meşrulaştırmanın bir aracına dönüştükçe, devletin
kişilerden bağımsızlaşıp soyutlaşması başlar.
Sanılanın aksine kölecilik diye bir üretim biçimi yoktur. Köleler
var oldukları sınırlı yer ve zamanlarda, bir sınıf değil, bir üretim
aracıdırlar. Ve köleler bir üretim
aracı olarak kullanılmadıkları yerde, esas olarak bir egemen sınıftırlar. Soyut devlet, somutta başında bir sultanın
bulunduğu, kölelerden (kapıkullarından) oluşan bir egemen sınıftır.
Şark’ta köleler (kapıkulları) Osmanlı’nın Yeniçerilerinden
veya Enderun’unda yetişenlerinden, Kölemenlere kadar egemen sınıfı
oluştururlar. Devletin henüz yeterince devletleşemediği veya komünlerin
akınları sonucu parçalanıp fetih edildiği zamanlarda kölelerin (kapı
kullarının) etkisi ve gücü azalır veya kaybolur. Mutlak kral veya sultanın
yerini eşitler arasında birinci beyler, gaziler, şövalyeler alır. Ama bunlar da
medeniyet merkezlerini ele geçirip saraylara yerleştikten sonra, en kısa zamanda,
kölelere (kapıkullarına) dayanarak; bir süre sonra bütün diğer eşitlerini
temizleyerek; gerçek bir şark despotuna dönüşürler. Fetih edenler fetih
edilmişlerdir.
Şark’ın devleti ve devletçiliği bunu sürekli yaratır ve
gerçek “ölümden sonraki dirilişi” (Basübadelmevt, Reenkarnasyon) her zaman Şark
devleti ve devletçiliği yaşar.
Şark devleti ve devletçiliği sanıldığından çok daha esnektir
ve zamana uyma yeteneği gösterir.
Halkın elinden artı ürünü zorla almak ve egemenliği elinde
tutmak için her türlü esnekliği gösterir. Sümer rahipleri, bin yıl sonra Mecusi
rahipleri, birkaç bin yıl sonra da Ayetullahlar oligarşisi olarak en modern
kapitalizm çağında bile egemenliklerini sürdürürler.
Roma komününü gömen, antik Bonapartlar olan Sezar’lar,
egemenliklerini korumak için, Hıristiyanları aslanlara attıkları gibi gereğinde
Hıristiyan olmayı da bilirler. Yeter ki devlet yaşasın. Aynı Hıristiyan
Romalılar (Bizans), İslam ve Oğuz aşılarıyla bir yeniden doğuş yaşayan Pers
uygarlığı karşısında, Osmanlı ile Müslüman olur. Osmanlı Bizans’ı fetih
ettiğinde aslında Osmanlı’yı feth eden Bizans’tır; Şark’ın devleti kendini
yenilemiş ömrünü yine uzatmıştır.
Aynı egemen “Sünuf-u
Devlet” Tanzimat veya meşrutiyet ilan etmekte, en modern usullerle eğitim
yapan okullar açmakta hiçbir tereddüt etmez. Padişahlıkla egemenliğini sürdüremeyeceğini
görünce Cumhuriyet ilan eder. Dünya dengelerine bakar, Çok Partililiğe ve
parlamentarizme geçer; Şimdi de Türklüğü terk edip, Türk-Kürtlüğe veya “Çok
Kültürlülüğe” geçiş yaparak, hatta gereğinde Ermenilerden özür dileyerek, değişerek
aynı kalmanın hazırlıklarını yapıyor. Yeter ki elinde ipler bulunsun, halk
örgütsüz ve dağınık kalsın, o “sünufu devlet” “şeytan da olur Bolşevik de”,
Birinci Büyük Millet Meclisinde veya “Üçüncü
Meşrutiyet”te dedikleri gibi.
“Aydınlanmacı Monark”lar aslında modernleşen şark
Firavunları veya Nemrutlarından başka nedir ki? Onları yıkanlar da onların
yapmak istediklerini daha radikal yöntemlerle yapmak; o devleti ve devletçiliği
yaşatmak için yıkarlar. Batı’da şark monarklarını yıkışın bayrağı olan,
hürriyet, adalet, müsavat Şark’ta devlet sınıflarının yükseltip devleti ve
devletçiliği yenilemesinin bayrağı olur.
Bugün, “çok kültürlülüğün” veya “ötekileştirmemenin” bin
yıllık Şark devletçiliğinin günün koşullarına uygun yeni bayrağı olmadığını kim
söyleyebilir?
Bunun için, köpek katliamını sadece “tekçilik”, “modernizm” ve
“pozitivizmle” açıklamalar post
moderniteye uyarlanmış bir “aynı kalmak
için değişmek”çabasından başka bir şey olmayabilir.
Bu, kişilerin öznel niyetlerinin ötesinde öyledir.
1968’liler kapitalizmi yıkmak istiyorlardı ama onun kendini yenilemesinin
araçlarıydılar. Marks’ın dediği gibi hiçbir dönem kendisi hakkındaki yargılarla
yargılanamazdı.
*
“Çok kültürlülük”ten
söz ediyorlar. Çok kültürlülükten söz etmenin aslında kültürü politika dışıyla
tanımlayan bir kültünün egemenliği olduğu gerçeğini gizlemiş oluyorlar. “Benim
kültürümde devlet yok, vergi yok, polis yok” dendiği an bunların kültür
olmadığını, politikaya dâhil olduğunu söyleyerek size kendi kültür
kavramlarının diktatörlüğünü zorla dayatacaklardır.
“Ötekileştirmemek”ten
söz ediyorlar. Ötekileştirmemenin mümkün olmadığını; sorunun neyin ötekileştirildiğinde
bulunduğunu gizliyorlar. Aslında ötekileştirmemenin mümkün olmadığını;
ötekileştirmemekten söz ederken; ötekiyi bir dille, dinle, tarihle tanımlamanın
ötekileştirilmesi gerektiğini; ötekileştirmeyi din, dil, tarih ile yapanları
ötekileştirmek isteyen demokratları ötekileştirdiklerini gizliyorlar. Şimdiden paternalist
bir gericiliğin tohumlarını atıyorlar.
Parlak sözlerin cilası kazınınca bir şeylerin değişmediği
görülüyor.
Egemenlerin binlerce yıllık stratejisi değil midir
ezilenlerin bayraklarını alıp içini boşaltarak kendi bayrakları yapmaları?
Şimdi olan farklı mıdır? Binlerce yıllık tecrübeli Şark devleti ve
devletçiliği, değişen dünya koşullarına uydurmuyor mu konumlanışını?
Köpekler ve “azınlıklar”ın bu kader ortaklığının derin
nedenleri bugünkü görünümleri vs. üzerine düşünmeye devam etmeliydi.
Bir zamanların köpek katliamı, Ermeni katliamının provası
değilse bile, her iki olayda da Şark devletinin ve devletçiliğinin tüm
nitelikleri aynı biçimlerde ortaya çıkıyordu.
Ermeni ve Rum katliamları ve sürgünleri anlaşılmadan Türkiye’nin
toplumsal yapısı; sınıf ilişkileri, korkunç geriliği ve gericiliği; hâsılı
hiçbir şeyi anlaşılamazdı.
Görmezden gelinemeyecek paralellikler ve özdeşlikler
ışığında şu da söylenemez miydi acaba: İstanbul köpeklerinin kaderi
anlaşılmadan Türkiye’nin toplumsal yapısı anlaşılamaz!..
*
Kurt’tan gelen Köpek, İnsan türünün ilk ehli hayvandır.
Hatta köpeğin 10.000 yıl önce bitki ve hayvanların ehlileştirilmesine ve
dolayısıyla yerleşik hayata geçişten muhtemelen 3000 veya 5000 yıl daha önce
ehlileşmeye başladığını göz önüne alan bilim insanları[4],
insanların henüz yerleşik bir yaşama geçmediği; avcılık ve toplayıcılıkla
yaşadığı dönemlerde, köpeğin insanla simbiyoz (ortak) bir yaşama girerek kendisini ehlileştirdiğini
söylemektedirler.
İnsan (Homo) türü en az iki milyon yıldır; Homo Sapiens en azından 200.000 yıldır
var. Köpeğin kendini ehlileştirmesi için, hayvansal gıda tüketiminde belli bir
yükseliş; bunun için de avcılık tekniklerinde büyük bir sıçrama gerekirdi ki
köpeklerin ilgi duyabileceği sürekli bir artık ortaya çıksın. Av aletlerindeki
bu hızlı değişim 70.000 yıl önce başladığına göre yayılıp derinleşmesi, köpeklerin
simbiyoz yaşama girmelerine yol açacak kadar bir artığın az çok düzenli elde
edilmesi, 20-30 bin yıl önce gerçekleşmiş olmalı. Yani Avustralya’ya gidişten
(50.000) sonra, Amerika’ya gidişten önce (12.000) gerçekleşmiş olmalı.
Bir bakıma, köpeğin, bazı hayvanların
ehlileştirilebilirliğini insanlara öğrettiği; insanlık tarihindeki en büyük
devrimin, Neolitik Devrimin yol açıcısı olduğu söylenebilir.
İnsanlar henüz bitki ve hayvanları ehlileştiremediği, avcı,
balıkçı ve toplayıcı olarak sürekli kıtlık içinde yaşadıkları dönemde
kendilerini doğanın basit bir parçası olarak görüyorlardı. Doğa ve toplum henüz
ayrılmamıştı. Dolayısıyla toplumun, yani parçanın bütüne tabi olmasının
kazandırdığı gücün bilinçte bir yansıması olan ruh veya ruhların, tüm doğada da
olduğunu düşünüyorlardı. Doğa ve toplum ayrılmadığından her şey kutsaldı, yani
toplumsaldı. Hayvanlar da insanlardan ayrı değillerdi. Diğer kabilelerdeki
insanlar da hayvanlardan farksızdılar. Dolayısıyla onlar başka kabileden bir
insanı öldürdüklerinde veya yediklerinde insan yemiyorlar, başka canlıları
yiyorlardı; ama birileri örneğin onların totemini yediğinde veya öldürdüğünde,
insan yemiş, onların atasını veya kardeşini yemiş veya öldürmüş oluyordu.
İnsan ve hayvanın, doğa ve toplumun bilinçlerde ayrılmaya
başlaması muhtemelen Neolitik Devrim’den sonra, insanların hayvanları
ehlileştirmesiyle birlikte başlamış olmalıdır. Ama insanlar hayvanları ve
bitkileri ehlileştirip sürekli kıtlıktan kurtuldukları ölçüde, kendilerini
kıtlıktan kurtaran bu canlıları birer tanrı yapmaya başlamışlardır. Bir bakıma
Hayvanlar ehlileşip insanın egemenliği altına girdikçe, insanlar
tanrılaştırdıkları o hayvanların egemenliği altına girmeye başlamışlardır
denebilir. Bereketin ve zenginliğin kaynağı olan bu canlılar kutsandı ve hatta
tanrılaştırıldı. Hayvanlar tanrılar olup insanları bile yönetmeye başladılar
tıpkı Güneş, Ay ve Yıldızlar gibi.
Daha sonra bu kutsallık ve tabular tek tanrılı dinlerin
içinde bile varlığını sürdürmeye devam etti. Örneğin İslam, hayvanların da
ümmetleri olduğunu söyleyerek, bir bakıma onları insanlarla eşitledi ve
haklarını da tanıdı.
Modern kapitalizm doğuncaya kadar binlerce yıl boyunca,
insanlığın büyük bölümü kapalı köy ekonomilerinde, neolitik köy komünlerinde
yaşamaya devam etti. Derine işlemeyen ticaret merkezleri, artı ürünün gönüllü
veya zorla toplandığı yerler, bu neolitik köy komünleri denizinde küçük okyanus
adaları gibi kaldı binlerce yıl boyunca. İnsanların ezici çoğunluğu için gerçek
evrim, artık okul kitaplarına geçmiş, ilke-köleci-feodal-kapitalist gibi bir
sıralamayı değil, aynı neolitik köy komününün farklı üretici güçler seviyesine
ve ona uygun yeni ilişkilere geçişi anlamını taşıyordu. Yani obsidyen taşından
başlayarak, bakıra, tunca, demire dayanan araçlarla yapılan üretime dayalı
neolitik köy komünlerinin yeni biçimlerine geçiş anlamına geliyordu.
Amerikan yerlileri Beyaz adamdan atları ve tüfekleri ele
geçirip kullanmaya başladıklarında nasıl Kapitalizme geçmiyorlar; tüfek ve at
kullanan, ama bunlarla Bizon avlayan, göçebe ve/veya köy komünleri olarak
kalmaya devam ediyorlardıysa öyleydi gerçek tarih ve evrim insanlığın ezici
çoğunluğu için.
Bunlara başka yerlerde ehlileştirilmiş hayvanların ve
bitkilerin, geliştirilmiş tekniklerin yayılışı ve bu şekildeki üretici güçlerin
gelişmesi de ekleniyordu. Örneğin Amerika’da ehlileştirilmiş Patates ve Mısır
gibi, Asya’da ehlileştirilmiş Manda veya çöl ve bozkırlarda ehlileştirilmiş Deve
pek ala Anadolu’nun köylerinde de bir üretim aracı olabiliyordu.
Elbet uygarlığın veya başka yerlerdeki neolitik devrimlerin
manevi araçları da maddi araçları gibi alınıyordu, ama bütün bu değişmeler, bir
üretim biçiminden diğer üretim biçimine, yani köleciliğe veya medeniyete geçiş
anlamına gelmiyor; bizzat köy komününün çerçevesinde; onun giderek daha
karmaşık bir organizmaya dönüşmesi ama yine de köy komünü olarak kalması
biçiminde gerçekleşiyordu.
Gerçek evrim çizgisi, bugün insanlığın büyük ve ezici
çoğunluğu için, Komün’den ve Kapitalizm’e geçişten ibarettir.
Bu nedenle neolitik köy komünü, binlerce yıl ötesinde kalmış
bir düzen değil, tüm antik tarih boyunca bile egemen olmuş ve şu son yüzyılda
Kapitalizmin dünyayı ele geçirişine kadar yaşamış en egemen üretim biçimiydi.
Hatta bu neolitik köy komünü şehirlerin ve kasabaların
dünyasına bile damgasını vururdu. Daha yarım yüzyıl öncesine kadar kasaba ve
şehirlerde bile, “mahalle” denen, bir
veya birkaç sokağın sakinlerinden oluşan bir toplumsal birim vardı.
Bu “mahalle”, şehir hayatına adapte olmuş, belli bir mekânla
sınırlı bir neolitik köy komününden başka bir şey değildi.
Mahalleler, genellikle yetişkin erkeklerin dışarıda
tutulduğu, birbirleriyle dayanışan, birçok şeyi ortaklaşa yapan kadınların ve
ergenliğe ermemiş çocukların adeta bir komün hayatı yaşadığı bu birkaç yakın
sokağı kaplayan bu topluluklardı. Benim bile çocukluğum böyle bir mahallede
geçmişti. 1950’lerin Türkiyesi’nde bile çok yaygındı bu yaşam.
Bu topluluk aynı zamanda kedileri ve köpekleri diğer bazı
evcil hayvanları da kapsardı. O hayvanların bu komün yaşamı, bu mahalle hayatı
içinde bir işlevleri ve yeri vardı. Köpekler bir bakıma o mahallenin
insanlarıyla birlikte yaşayan, yemek artıklarını temizleyen, bekçilik eden,
mahalleye bir yabancı geldiğinde havlayarak haber veren, hatta çocuklara göz
kulak olan onlarla oynayan mahalle halkına dâhil canlılardı.
Bunun son kalıntılarını bugün bile kimi taşra kasabalarında
veya İstanbul’un biraz kenarda kalmış noktalarında görmek mümkündür.
*
Önce filme ilham veren, Catherine Pinguet’in “İstanbul'un Köpekleri”[5]
kitabını aldım. Konu daha ayrıntılı ele alınıyordu. Filme ilhamı bu kitap
vermişti.[6]
Sonra, filmin rejisörü, Serge Avedikian’ın adı da dikkatimi
çekti. Adı rastlantısal olarak mı bir Ermeni adıydı acaba? Acaba Ermeni
katliamı ile Köpek katliamı ilişkisi olabileceğini düşünmüş müydü, bunun
farkında mıydı?
İnternette biraz arama yapınca ortada bir rastlantı olmadığı
ortaya çıkıyordu.
Serge Avadikian daha önce köpeklerin bu sürülüşünü ele alan
bir animasyon filmi yapmıştı[7].
Onun Ermeni kökleriyle, Köpeklerin bu katline duyduğu ilgi arasında hiç de
rastlantısal olmayan bir bağ olmalıydı. Filmi böyle bir niyetle yapmamış olsa da
iki katliam arasındaki paralellik çok açıktı ve seyredende hemen bağlantıyı
kurduruyordu[8].
Elbette insanın katliama uğrayanların çocukları ve torunlarından
olmayınca, bu paralellikleri görecek duyarlıkları geliştirmesi olanaksız
değilse bile çok zordur.
*
Ama her yerde yine o kolaycı açıklamalar karşımıza
çıkıyordu: Pozitivizm ve modernleşmecilik.
Örneğin şöyle diyor bir söyleşide Avadikian:
“Benim için filmdeki
en önemli şey Jön Türk yönetiminin pozitivist bir zihniyetle kitlesel bir
imhayı nasıl gerçekleştirebileceği hakkında Avrupa’ya bir çağrıda bulunmak.”
Benzeri sözler Pinguet’te de okunuyor, örneğin:
“Bununla birlikte Jön
Türklerin başlattığı pozitivist politikanın izinden giden Kemalist
devrim”(s.104)
Gerçek toplumsal ilişkilerin ve güçlerin yerini, fikirler,
anlayışlar alıyor ve onlarla açıklanıyor toplumsal olaylar. Burada çok temel
bir yanlış var. Varlığı belirleyen düşünce gibi ele alınıyor. Hâlbuki düşünceyi
belirleyen varlıktır. Modern ilişkiler ortaya çıkıp yayıldığı için,
modernleşmeci ve pozitivist fikirler bunların aracı olmuşlardır.
Denklem kurulmuş durumda: Pozitivizm=Modernleşme=İttihat
Terakki=Kemalizm. Burada bütün olumsuzluklarla Pozitivizm arasında bir eşitlik
de kolayca kurularak örneğin, tekçi düşünce, ötekileştirmek de pozitivizmin bir
özelliği olarak tanımlanarak günlük politik mücadelenin sürdürülmesinin her
kapıyı açan, her derde deva ebegümeci gibi bir ideolojik maymuncuk oluşturuluyor.
Aslında tam da bu açıklamaların kendileri de pozitivist. Pozitivizme has
yüzeysellik, mekaniklik bu pozitivizm açıklamalarının da ortak karakteri. Ve
bizzat bu açıklamaların kendisi de yepyeni post modern diyebileceğimiz
ilişkilerin dünyasının ihtiyaçlarına uygun yeni bir düzenlemenin araçları.
Bu açıklamanın ne kadar sorunlu olduğunu ve nasıl
çelişkileri içinde barındırdığını iki zıt örnekle görülebilir.
Örneğin AKP iktidarı sigarayı kapalı yerlerde yasakladı,
aslında köpeklerin katli doğrudan modernizmin veya pozitivizmin bir
tezahürüyse, Sigaranın yasaklanması ve sigara içmeye karşı önlemleri de öyle
değerlendirmek gerekir. İkisi de aynı nedenle ortaya çıktığına göre birini
destekleyip diğerine karşı çıkmak bir tutarsızlık olmaz mı?
Modern demek Kapitalizm demektir. Kapitalizmde artı değerin
kaynağı iş gücüdür, İş gücünün yeniden üretiminde sosyal masrafların azalması
aynı zamanda artı değer oranının yükselmesini sağlar. Yani insanların sigara
içerek daha erken ve sık artı değer üretiminin (“çalışma hayatı”) dışına
düşmelerini engellemek için sigara içmeyi yasaklamak ile veya kitle sporlarını
teşvik etmek ile İttihatçıların sağlıklı ve temiz şehir sokakları için
köpekleri itlaf etmesi veya Abdülhamit’in Pasteur Enstitüsü açması arasında
hiçbir fark yoktur ve hepsi son duruşmada kapitalist ilişkilerin yerleşmesi
için farklı koşul ve zamanlardaki ama aynı özdeki tedbirler olarak
görülebilirler. Hepsi hastalıkları azaltarak işgücünün yeniden üretiminin
sosyal masraflarını kısmanın araçlarıdırlar. Burada İttihatçıların köpek
itlafını modernizm veya pozitivizm diye mahkûm etmek öte yandan AKP’nin sigara
yasağını veya Abdülhamit’in Pasteur Enstitüsü kurmasını övmek, sorunun özündeki
özdeşliği gizler.
Ve bütün bu değişimler, mutlak devletin egemen olduğu bir
ülkede yapıldıklarında, devletçiliğin değişerek aynı kalmasının; egemenliğini
sürdürmesinin birer aracı olurlar.
Elbette kapitalizmin ve modern şehir yaşamının ortaya
çıkmasıyla birlikte, her şey gibi mahalleler ve o mahallelerin organik bir
bileşeni olan köpekler de bir “fazlalık”, bir “engel”, bir “yük” haline
gelirler; sorun burada bu “engel”in, bu “yük”ün, bu “fazlalığın” nasıl bertaraf
edildiğindedir.
Mutlak Şark devletçiliğinde başkadır; az çok halkın örgütlü
olduğu bir toplumda başka olur. Saf ve gelişmiş modern kapitalizmde başka. Şark
devletinin az çok peygamberlerce sınırlanmış, Allah’ın (halk muhalefetinin)
sınırlamalarına uğramış mutlakıyetinde başkadır; İttihat terakki’de olduğu
gibi, tüm bu sınırlamalardan da kurtulmuş, (“Allah öldü”) biçiminde başkadır.
Bu “Pozitivizm” veya “ilerlemecilik” ile sınıfları,
dolayısıyla esas egemen sınıf olan Devlet’ti, Şarkın “feodal bey”ini es geçen
bir açıklama, ilk elde çelişkilere düşer.
Eğer köpek katliamı ve Ermeni katliamı pozitivizm veya
ilerlemeciliğin sonucu ise şu çelişki nasıl izah edilecektir: örneğin
Ermenilerin katli antik devletin modern ilişkileri ve sınıfları yok edişidir. Öte
yandan, katledilenler de katledenlerden daha az “pozitivist” veya modernleşmeci
değillerdi.
Pozitivizm sadece basit bir araçtı o devletçilik için. Tüm
araçlar ve silahlar gibi, kimin tarafından ve ne için kullanıldığına bağlıydı
onun işlevi ve anlamı.
Ama soruna ilişkilerin modernleşmesi ve buna bağlı olarak
devletin kendini modern zamanlara (ve şimdi post modern zamanlara) uyarlaması
olarak bakılınca her şey kolayca açıklanabilir olur.
Modern ilişkilerin şehre, İstanbul’a girişiyle birlikte
mahalleler gibi Köpekler de işlevsizleşmiş, bir fazlalık olmaya başlamıştır. Öte
yandan, artık Devlet’i yönetenler de Kuran’ın veya Tarikat ve cemaatlerin
sınırlamaları altındaki Padişahlar değil, binlerce yıl öncesinin, peygamberler
öncesinin Nemrut ve Firavunları gibi, her türlü sınırlamadan boşanmış bir
devlet gücünün sahipleridirler. Dolayısıyla böylesine kanlı bir eylemleri rahatlıkla
gerçekleştirebilmektedirler. Aynı rahatlıkla Köpekler ve Ermeniler katledilebilmektedir.
Paralellikleri yaratan budur. Ama eğer köpek itlafını açıklamakta kullanılan,
modernizm veya pozitivizm geçerli ise, fikirler davranışları belirliyorduysa,
en modern ilişkileri yaşayan ve yaşatan Ermenilerin, değil yok edilmesi
yaşatılmaları ve teşvik edilmeleri gerekirdi.
Devlet’in Şark’ta esas egemen sınıf olduğunu görmeyen ve bu
sınıfın kendi varlığını korumak için modernleşebileceği hatta post
modernleşebileceği gerçeğini görmeyen her çaba, aslında bu sınıfın egemenliğini
sürdürmesinin bir aracı olmakla sonuçlanır.
*
Bu arada Toplumsal Tarih Mecmuası’nda İrvin Cemil Schick’in
“Büyük Köpek İtlafı” üzerine bir yazısı
olduğunu görmüştüm. Ancak dergi’yi bulamamıştım.
Sonra bulup da okuyunca İrvin Cemil Schick’in de Pozitivizm
veya Çağdaşlaşma ile açıklamaların yüzeyselliğinden söz ettiğini gördüm. Benzer
bir yaklaşım gördüğüm için sevindim. Örneğin şöyle diyordu:
“Son birkaç yıl içinde
Türkiye’de bu konu üzerine birkaç kitap ve makale yayınlandı. İstanbul’un sokak
köpeklerinin günümüzde bu kadar ilgi çekmesi acaba nedendir? Sanırım bunun en
azından bir sebebi, son yirmi otuz yıl içinde (yani portmodernizm akımı
serpileli beri) günlük yaşamımızı artan bir şekilde etkisi altına alan
çağdaşlaşmacılık karşıtlığıdır. İstanbul’un Sokak köpekleri bir çeşit
nostaljiye ve romantizme ilham kaynağı olmaktadır. (…)
“İstanbul köpeklerine
bugünlerde yaygın olan bu romantik yaklaşımın bir sonucu, köpeklerin yok oluşunun
genellikle çağdaşlaşmacılıkla ilişkilendirilmesidir. İstanbul’un Sokak köpeklerinin
helak edilmesinin suçunu doğrudan geç Osmanlı Batıcılığı ile
çağdaşlaşmacılığına atmak artık neredeyse gelenek haline gelmiştir. İlk bakışta
veriler bu görüşü destekler niteliktedir gerçi, ancak bu da hakikatten ziyade
hayal ürünüdür. Burada izah etmeye çalışacağım gibi, gerek 1910’da vuku bulan
büyük köpek itlafının, gerekse ondan önce gerçekleşmiş olan (ve günümüzde
araştırmacıların her nedense önemsemediği) benzer kıyımların ardında çağdaşlaşmacılık değil, bizatihi çağdaşlık yatmaktadır.”(s.23)
Kanımızca bu satırlar sorunu nihayet ayakları üzerine
koymaktadır. Fikirler değil, gerçek ilişkilerde aranmalıdır açıklama.
Yazar, modern toplumsal ilişkilerin yayılmasına bağlı olarak
köpeklerin bir tür “kir” haline gelmeleri ile açıklıyordu köpek katliamını.
Yazar yine bizim peygamberlerin ve Allah’ın
sınırlamalarından kurtulmuşluk olarak tanımladığımız durumu şöyle açıklıyordu:
“1910’u daha önceki
girişimlerden farklı kılan, o anda iktidarda olan hükümetin niteliğiydi. .
Genelde padişahların, her istekleri kanun olan mutlak despotlar oldukları
düşünülür, ama aslında hareketleri büyük ölçüde siyasal gereklilikler, dini
denetim ve de kamuoyu tarafından sınırlandırılmıştı. 1826 yılında yeniçeri ocaklarını
topa tutan, hayatta kalanları da ağaçlarda sallandıran Sultan II. Mahmut bile
köpeklerin sürgün edilmesine dair buyruğunu halkın muhalefeti karşısında
feshetmeye zorlanmıştı. İttihat ve terakki hükümetine gelince, durum çok
farklıydı. (…) Ama meşruiyetlerinin kaynağı ilahi değil, dünyevi idi.
Padişahlar gibi bir ahlaki sözleşmeye tabi değillerdi. Askeri güç ile iktidara
geldiklerinden, kendilerinden başka kimseye hesap vermeleri gerekmiyordu. (…)
Ve ne vatandaşlarının duygularını dikkate aldıklarından, ne de merhamete kapıldıklarından,
dehşet verici bir şekilde başarıya ulaştılar.” (s.31)
Ancak bu açıklamalar bütün olumluluğuna rağmen asıl
açıklanması gerekeni açıklanmış veya açıklama olarak kabul etmesi tam da bizim
sorunumuzu oluşturuyordu.
Niçin ve nasıl modern toplumda bu sınırlama ortadan
kalkmaktadır? Niçin ve nasıl, Osmanlı’da vatandaşlar eğilimlerini
yansıtamamaktadır? Niçin ve nasıl örneğin bir batı ülkelerinde olduğu ölçüde
olsun, halkın örgütü yoktu. Niçin ve nasıl askeri güç ile iktidara
gelebiliyorlardı?
Neolitik köy komününün veya Şark devletinin, antik
uygarlığın devletinin kendi içindeki evrimi gibi bir metodolojik yaklaşım
olmadan, yapılacak bütün açıklamalar, açıklanması gereken şeyin kendisini açıklama
gibi koyarlar.
Şark devletinin geçmişte kalmış modern devletle yer
değiştirmiş bir şey olarak değil de modern araçlarla donanmış antik bir devlet
olduğu; şark toplumunun geçmişin kamburuna bir de modern toplumun kamburunu
yüklediği yaklaşımı olmadan; bunun batıdaki devletten farkı görülmeden, tüm
açıklamalar yarım ve çelişkili olur.
Köpek katliamını Şark devletinin modern araçlarla donanması
modern topluma ayak uydurması olmadan modernleşmecilik olarak açıklamak Ermeni
katliamını açıklayacak kavram bulamaz. Ermeniler de köpekler gibi modernleşme
için katledildi sonucuna ulaşır. Ama Ermenilerin sürgün ve katli tam tersine modern
olan her şeyin kazınmasıydı toplumdan.
*
“Bir
insanı öldürmek ahlaki bir sorundur, ama milyonlarca insanı gaz odalarında öldürmek
iş ahlakıyla ilgili bir sorundur”
İttihat ve Terakki, yani tüm sınırlamalarından kurtulmuş
Şark devleti ve devletçiliği, köpekleri ve Ermenileri tam şark usulü, tüm
zincirlerinden boşanmış bir vahşilikle katletti.
Ama ne kadar vahşi olursa olsun bu tipik şark vahşiliği idi.
Ahlaki zincirleri yoktu ama “iş ahlakı” da yoktu. Modern ve sanayileşmiş,
Nazilerin Yahudileri katlinde zirvesine varan vahşetin zıddıydı.
Şark devletini görmemek, geçmişi idealizasyonla ve
genellikle gerici bir ulusçulukla ve ulus tarihi yaratma çabasıyla sonuçlanır. Modernleşmeyi
bir ilerleme olarak görmek, insanı modern biçimlerde yapılmış katliamları
onaylama sonucuna bile götürebilir.
Hem Şark devletini ve devletçiliğini görmemek; hem de
modernleşmeyi bir ilerleme olarak görmek ise en gerici ve kanlı sonuçlara yol
hazırlığı olur. Şark despotluğunun şiddetiyle silahlanmış bir modern hesaplılık
veya modern örgütlenmeyle birleşmiş bir şark mutlaklığı.
Köpek ve Ermeni katliamları henüz şark devletinin keyfiliği
ve zincirinden boşanmışlığıdır ama modern kapitalizmin örgütlenme becerisi
yoktur onda. Ona henüz bağışıklıklıdır. Ama Kemalizm’in de Politik İslam’ın da
ortak noktası budur. İkisi de Şark devletini de Kapitalizmi (modernliği) de
olumlar ve sahiplenir. Gelecekte uğrayacağımız katliamlar sadece şark
devletinin sinsi ve kaba şiddetini değil; modern kapitalizmin planlı ve
örgütlülüğünü de kapsayacak çok daha kıyıcı ve delici olacaklardır.
Köpek katliamı sadece Ermeni Katliamı’nın, şark
despotluğunun vahşetinin, modern ilişkileri yok edişinin habercisi değildir;
aynı zamanda Yahudilerin gaz odalarında yok edilmesinin, modern kapitalizmin
vahşetinin de tohum halinde bir
habercisidir.
Bu yan tam da ortadaki bir Şark devleti olduğu için
gelişemeden, bir tohum olarak kalmıştır.
Köpekler için bir Alman bilim adamının hazırladığı proje,
aslında Yahudilerin modern sanayiin örgütlenmesinin yöntemleriyle yok
edilmesinin bir taslağı gibidir.
Katliamdan önce, bir “Aydınlanmacı
Monark” olan Abdülhamit’in kurduğu Pasteur Enstitüsü’nün başındaki Alman Doktor
Remlinger, köpeklerin nasıl itlaf edileceğine dair bir proje sunar Osmanlı
Devleti’ne. Bu proje tıpkı tıpkısına Yahudilerin modern endüstriyel yöntemlerle
mekanik, “verimli” ve “rasyonel” imhasının bir taslağı gibidir ve her şey
parayla ölçülmektedir:
“Derisi, kılları, kemikleri,
yağı, kasları, genel olarak albüminli maddeleri hatta bağırsaklarıyla bir sokak
köpeğinin maddi değeri 3 ila 4 franktır. Şehirde 60.000 ila 80.000 köpek
bulunmaktadır; bu da 200-300.000 franklık bir değere tekabül eder. Köpekleri
itlaf işinin bir ihaleyle bir vekile havale edilmesi, onun da şehrin dışındaki
çeşitli noktalara deri, et ve yağın ekonomik olarak işleneceği yerler kurması
kabil değil midir? Bu yerlerde hava geçirmez bir oda olur, oda bir gaz borusuna
ve hayvanın kullanılabilir ürünlerini işlemek için donatılmış bir parçalama
atölyesine bağlanır. Hayvanlar geceleri gizlice yakalanıp Avrupa’dakilere
benzeyen kafesli arabalarla hemen nakledilebilir. On merkez kurulsa, her biri
günde yüz köpeği işleyebilir. İki ay içinde itlaf biter, bu operasyon şehre de
hayır işlerinde kullanılacak bir kar bırakır.” (s.15)
Filmin rejisörü olan Avadikian Remningen’in yöntemi için
şunları söylüyor:
“1900’den beri
İstanbul’a yerleşmiş olan Remningen adında Alman bilim adamı, (…) köpekleri de
çok seviyordu. Bu konu hakkında fikir geliştirip İttihatçılara sunmuştu.
Remningen’in
çalışmaları köpekleri yeni metotlarla, mesela gazla hayvanların canını çok
acıtmadan yok etmenin, onların derisinden yününden faydalanmanın, hatta para
kazanmanın usullerini arıyordu.
Ancak İttihatçılar bu
usulleri kabul etmiyordu çünkü bu mekanizmaları kurmak için çok zaman ve para
harcamak gerekiyordu. Bu yüzden Remningen’i reddetmiş oldular. Önerilen
yöntemleri bir kenara bırakıp kendi bildikleri gibi halletmeye karar verdiler
ve filmde gördüğünüz yöntemi kullandılar ki bu yöntem daha önce II. Mahmut
tarafından da denenmişti.”
Nazilerin Yahudilerin katlinin ilhamını Ermenilerin
katlinden aldığı söylenir. Bunun nasıl yapılacağının projesi ise aslında
Köpeklerin katli için bir Alman Doktar tarafından hayret verici bir benzerlik
içinde taslaklaştırılıyordu.
Köpek katli sadece gerçekleşmiş biçimiyle Ermeni Katliamının
bir provası değil; gerçekleşmemiş bir proje olarak aynı zamanda Holacoust’un Şark
devletinin ilgisini çekecek düzeye gelmemiş bir provası olarak görülebilir.
*
Tekrar önceki soruyu soralım.
Dün devleti yaşatmak için köpekleri ve Ermenileri
katledenler aynı devleti yaşatmak ve zamana uydurmak için köpekleri ve “çok
renkliliği” savunuyor olmasınlar?
Dünün modernleşmeciliği gibi bugünün post modernleşmeciliği
aynı gücün varlığını ve egemenliğini sürdürmesinin aracı olmasın?
Her parlayan şey altın değildir ve de öz ve görünüm aynı
olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu.
Açın bakın bugünkü Türkiye’de muhaliflerin programlarına, HDP’den
en keskin sol görünen gruplara kadar, hiçbiri en baş ve acil görev olarak ulusu
bir tarihe, dile, dine etniye göre tanımlamaya karşı tanımlamayı; bu devlet
mekanizmasını baştan aşağı yıkıp merkezi olmayan bir devlet kurmayı
koymuyorlar. Ama hepsi çok kültürlülükten, çevrecilikten vs. yana.
Bu, istenen ve uğruna mücadele edilen değişmelerin bu
devleti ve devletçiliği yaşatmak için olduğu anlamına gelir.
Devleti yaşatmak isteyenler onun özür dilemesini, diğer
kültürleri tanımasını vs. isterler.
Onu yıkmak diye bir derdi olanların ise yıkmak istedikleri
devlet için ve onun adına özür dilemek diye bir sorunları olmaz.
Dikkat edin hepsi de örneğin Ermenilerden devletin özür
dilemesini hayal ediyorlar.
Ama bunun ardında gizli bir varsayım vardır. Özrü suçu işleyen
diler. Birinin bir suçu için başkasının özür dilemesi veya ceza çekmesi
anlamsızdır.
Gizli bir varsayım olarak bu devletin varlığını ve bekasını
bunun için özür dilemesini savunmuş olmuyorlar mı?
Bir devrimci demokrat ise, katliamı ve onu yaratan nedenleri
mahkûm eder.
Katliamın nedeni şark devletçiliği ve ulusun bir dille,
dinle tanımlanmasına dayanan gerici milliyetçiliktir.
Nedeni yok etmeden suç (katliamlar) ortadan kaldırılamaz.
17 Ocak 2014 Cuma
17 Ocak 2014 Cuma
Demir Küçükaydın
[1] "Yalçın kayanın üstünde köpekler
karınca gibi kaynıyor. Bir kısmı kıyıya yayılmış, güneşin yakıcı sıcağından
kurtulmak için ve biraz serinlemek için kendilerini suya atmışlar. diğer bir
kısmı tepelere tırmanmış adeta tiyatrolardaki panıramaları andıran acıklı bir
tablo vücuda getirmiş. yaklaştıkça durum ve görünüşler daha belirleniyor.
dürbüne ihtiyaç duymaksızın gözlerimizle her şeyi, bu zavallı hayvanın çaresiz
çırpınışlarını elemle görüyor ve izliyorduk.
Köpeklerin
en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. pek çokları
güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar,
son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. ötede beride görülen cesetlerin
etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar...
karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak
üzere delik, deşik arıyorlar... diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya
buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... seslerini şimdi tam
olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan
feryadı idi
Kaptan
geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi
heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini
size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? feryat ve inilti saçan
bir yalçın kaya. bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler
saçıyor. bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık
köpekler...etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler
oluşturuyor. vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile
takibe çalışarak çırpınıyorlar. hiçbirşeyden habersiz geminin dalgaları onları
büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. ne karada ne denizde ölümden başka
onlara el uzatan yoktu. uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük.
arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. hayırsız ada'nın
aç sakinlerine istanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. biz uzaklaştık.
marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı
adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk.”
[2] Abdülhamit’in doktoru, Osmanlı’da
Modern tıbbın kurucularından, İstanbul’un sokak köpekleri hakkında bir
araştırma kitabı da yazan Spiridon Mavroyeni Paşa da zamanında benzer konulara
kafa yormuş, İstanbul’da pek kuduz vakası görülmemesini, köpeklerin “serbest çiftleşme”sine bağlıyor.
Bunun bir tür “doğal aşı” yerine geçtiğini söylüyor.
[3]
Kürtlere karşı özel savaş döneminde yapılanlar da aynıdır. O “devletin sürekliliği”nin sürdüğünün en
açık kanıtıdır. Mafia çetelerine yaptırılır bütün pis işler.
[4] Bazı araştırmalar göre Köpeğin
ehlileşmesi 130 bin yıl önceye kadar gidiyor. Ancak, 50.000 yıl önce
Avustralya’ya giden Homo Sapiens’ler yanlarında köpek götürmediklerine, (Keseli
hayvanlar kıtası Avustralya’da beyaz adamın gelişinden önceki tek memeli
Dingo’lar çok sonra, son birkaç bin yıl içinde güneydoğu Asya kökenlilerle
Avustralya’ya geliyorlar) ama 10 veya 12 bin yıl önce Amerika’ya gidenler köpek
götürdüklerine göre, köpeğin ehlileşmesinin veya insanla simbiyoz bir yaşama
girmesinin, neolitik devrimden epey önce önce ama Avustarlaya gidişten (50.000
yıl) sonraki bir dönemde gerçekleşmiş olmasını doğrular görünmektedir. Son
araştırmalara göre 15-30 bin yılları öncesinde olmalı.
[5] Catherine Pinguet, “İstanbul’un Köpekleri”, Çeviren: Saadet
Özen, YKY
[6] Ümit Sinan Topçuoğlu da Catherine
Pinguet’ten önce “İstanbul ve Sokak
Köpekleri” isimli bir kitap yazıyor, ancak kitap basımda sırasını
beklerken, yazar hastanede kaptığı iltihap nedeniyle vefat ediyor. Bu nedenle
kitabı Pinguet’in kitabından bir sene sonra çıkabilmiş. Ümit Sinan’ın da
Modernleşme ve köpek katliamları arasındaki ilgiye dikkati çektiği görülüyor.
Ümit Sinan gerçekten çok ilginç ve önemli bir insan. Bir tür adsız
kahraman. “Davası olan” bir insan. Küçük de olsa direniş ocakları ve
ateşleri yakmaya çalıştığı görülüyor. Yaptıkları ve yaşamıyla insana verilen
değer ile hayvana verilen değer arasındaki ilişkiyi somut olarak kanıtlıyor.
Köpekleri korumaya çalıştığı gibi, fast food’a da; vasıtalara göre yapılanmış
yollara ve şehre de karşı girişimler örgütlenme ocakları ve bir bilinç
oluşturmaya çalışıyor. Ancak Ü. S. Topçuoğlu da Türk milliyetçiliğin bakış
açısı da derinden hissetdiliyor. Köpeklerin Fatih’in ordularıyla İstanbul’a
gelmesi; İstanbul’un işgal yıllarında İngiliz askerlerine direnmesi gibi, Türk
tarihi yazma ve yaratma girişimleri vardır. Türk tarihi ile köpekleri
ilişkilendirerek Türklerde köpeklere bir sempati uyandırmaya çalışıyor gibi.
[7] Serge Avedikian’ın ödül alan bu
animasyon filmi şu adreslerde izlenebilir: http://shortsbay.com/film/chienne-dhistoire veya http://www.dailymotion.com/video/xh9w5m_cdh_shortfilms?start=833#from=embed
[8] Serge Avedikian’ın kendisi de bu
ilişkiyi açıklıyor. Örneğin bir söyleşisinde: “Cannes’da ödül kazanan “Chienne d’Histoire” filmi için İstanbul’a
geldiğimde gazetelere, televizyonlara röportaj vermiştim. Bu filmim bir Türk
televizyon kanalında da yayınlandı. Açıkçası bu beni çok şaşırtmıştı, çünkü köpeklerin adaya sürülmesiyle 1915
olayları arasındaki benzerliği görmemeye imkân yok. O zamanlar, Jön
Türkler’in fikriydi köpekleri adaya sürerek İstanbul’un sokaklarını Avrupa
sokakları gibi köpeksiz hale getirmek. Böylece daha temiz, daha bakımlı, daha
“batılı” olunacaktı. Ama köpekler sürülünce ölümleri de kaçınılmazdı elbette...”
diyor. (http://seblakutsal.com/Home/GeneralArchive/6
)
Yine
aynı toplantıdaki şu konuşma:
“Dinleyici: Adım Sarkis. Ben insanlık
tarihiyle ilgili bir bağlantıya gitmek istiyorum. Mesela 1915 ya
da Nazilerin zamanındaki olayları
birbirleriyle bağlantılı olarak görüyorum. İnsanlar devamlı
birbirlerini öldürmek istiyorlar, ben
böyle algılıyorum, bilmiyorum belki de yanlış algılıyorum. Bu
filmi izlerken direk aklıma 1915
geldi…
Serge Avedikian: Böyle düşündüyseniz
bilmiyorum ama ben özellikle bunu vurgulamak için
yapmadım. Çünkü tarih ordaydı,
yaşanmış bir olaydı. Bunu kafamdan icat etmedim ama film ve
animasyon sanat size bunu
düşündürüyorsa buna muktedir olduğu içindir, güçlü olduğu içindir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder