Teori ve Politika
dergisinin tertiplediği, Gezi Aynasında
Marksizm Sempozyumu’nun Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde yapılması
planlanmıştı. Bu satırların yazarı Demir Küçükaydın da bu Sempozyumun bir
konuşmacısıydı. (Ancak sağlık sorunları nedeniyle başka bir yerde tedavi
olduğundan, internet aracılığıyla ses ve görüntü ile katılabilecekti.)
Dün Sempozyum’u Tertipleyen arkadaşlardan bir elektronik
posta (E-Mail) geldi. Bu mektupta aşağıdaki açıklama ve iki eki vardı. Eklerin
biri yeni, yer ve katılımcı değişikliğini içeren Sempozyum afişi, diğeri Nazım
Hikmet Kültür Merkezi’nin yer vermekten niye vaz geçtiklerini içeren mektubuydu.
Önce e-maili aktaralım:
“Merhaba,
Öncelikle davetimizi
kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Sempozyum
katılımcıları ve yeri konusunda ortaya çıkan değişiklikleri sizlerle paylaşmak
istedik.
1) Metin Çulhaoğlu mail aracılığıyla, Sosyalistler Meclisi toplantısını gerekçe göstererek sempozyuma katılamayacağını,
1) Metin Çulhaoğlu mail aracılığıyla, Sosyalistler Meclisi toplantısını gerekçe göstererek sempozyuma katılamayacağını,
2) Nazım Hikmet Kültür
Merkezi ise ekte bulacağınız 25 Ekim 2013 tarihli kararlarıyla sempozyuma ev
sahipliği yapamayacağını bildirdiler. Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin kararında
işaret edilen sempozyum katılımcısının Demir Küçükaydın olduğu yine kendileri
tarafından ifade edildi.
Sonuç olarak, ikinci
oturumda konuşmak üzere Ertuğrul Kürkçü sempozyumda yer alacak ve sempozyum
Sıraselviler Caddesi No: 5, Taksim adresindeki Taksim Hill
otelde gerçekleştirilecektir. Afişin son hali ektedir.
Saygılar,
Teori ve Politika
dergisi”
Yeni afişi ayrıca ekte sunuyoruz.
Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin ekteki mektubu ise şöyle:
“Değerli Teori ve
Politika Dergisi Yöneticileri,
Derginiz tarafından Kültür
Merkezi’mizin Ruhi Su Salonu’nda rüzenlenmek istenen ve daha önce kabul etmiş
olduğumuz “Gezi Aynasında Marksizm” başlıklı sempozyum için yer
veremeyeceğimizi bildirmek zorundayız.
Nazım Hikmek Kültür
Merkezi’nin kapatılması yönünde çağrıları bulunan bir ismin etkinlik
konuşmacıları arasında yer alacağını öğrenmiş bulunmaktayız. Bu çağrılar orta
yerde dururken, söz konusu kişiyi konuşmacı sıfatıyla ağırlamak, binlerce
kişinin emeği , katkısı ve alınteriyle kurulmuş ve usta şair, komünist Nazım
Hikmet’in adıyla yaşatmaya çalıştığımız Kültür Merkezi’mizin emektarlarına ve
dostlarına saygısızlık olacaktır. Bu nedenle sempozyuma etkinlik programımızda
yer veremeyeceğimizi üzülerek bildiririz.
Çalışmalarınızda
kolaylıklar dileriz.
Nazım Hikmet Kültür
Merkezi Yönetim Kurulu Adına
Selen Kartay
(İmza)”
Burada kastedilen kişinin Demur Küçükaydın olduğunu ayrıca
sözlü olarak doğrulamış olmalılar ki, tertip kurulundan gelen mektupta bu
ayrıca belirtiliyor.
Bu durumda Sempozyum tertip ve katılımcılarına konuyu açıklığa
kavuşturma borcum var.
Hem bu borcu ödeyelim, hem de bir devrimci olarak yapılanı
eleştirme ve anlamını açıklama görevimi de yapayım.
Ama önce olgular ve belgeler.
Evet, ben 2009 yılının 7 Eylülünde “6-7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP’ye Bir öneri” diye o zaman aktif
olan Köxüz sitesinde yayınlanan bir yazı yazdım ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi
ile ilgili bir öneride bulundum.
Yazıyı olduğu gibi aşağı aktarıyorum:
“6
– 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri
TKP'nin her türlü demokratikleşme
çizgisine karşı, nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşinin yanında yer alan
çizgisi bu satırların yazarınca açıktır.
Ancak kişileri ve örgütleri hala
onların kendileri hakkındaki nitelemeleriyle ele alan ve aslında böyle bir
çizgiyle fazla sorunu da olmayanların çoğu TKP'yi sosyalist ya da muhalif bir
çerçevede değerlendirmeye devam ediyorlar.
Bunun böyle olup olmadığını
anlamak ve böyle düşünenlere gerçeği göstermek ve de TKP'ye ve benzerlerine
böyle olmadıklarını kanıtlama ve bizim yanıldığımızı gösterme fırsatı vermek
için aşağıdaki öneriyi yapıyoruz:
İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en
güzel ve stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım Hikmet Kültür Merkezi, bir
şekilde kitabına uydurularak, bu politik çizgiyi ödüllendirmek için bu devlet
tarafından TKP'nin kullanımına verilmiştir.
Eğer TKP böyle olmadığını
kanıtlamak istiyorsa, Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezini örneğin bir
""Hıristiyan Azınlıkların" Tasfiyesi Müzesi ve Kültür Merkezi"
yapmak üzere sahiplerine vermelidir.
Bunun yapılmasının hukuki biçimi
önemli değildir. Böyle yapılabilmesi için icabında mülkiyet hakkı kendilerinde
bile kalabilir ama örneğin bu mağdurların seçecekleri bir kurul kullanımını vs.
düzenleyebilir vs.. Bu niyetin samimi olarak açıklanması ve gereğinin yapılması
önemlidir. Demokratik kamuoyu bunun en uygun biçiminin ne olacağına tartışarak
karar verebilir.
Hatta "Hristiyan
Azınlaklar"dan gaspedilerek alınmış bir yere adı verilerek bu gaspa alet
edilen ve edı lekelenen Nazım Hikmet adı da kaldırılmalıdır ve buraya örneğin,
Osmanlılarda ulusu Türklükle veya başka bir soy, dil, din (Rumluk, Ermenilik,
Müslümanlık, Türklük, Ortodoksluk vs.) tanımlamayı reddeden ilk demokratların
adı verilmelidir.
Örneğin Velensinli Rigas adı verilebilir.
Rigas, bir Rum olmasına rağmen
bir Rum milliyetçisi değildi, bir Rum ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu. (Bugün
her ne kadar bu Rum Ulusçuluğu tarafından içi boşaltılarak, Rum ulusçuluğunun
kurucusuymuş gibi gösterilerek sahip çıkılıyorsa da o bu ulusçuların gaspından
kurtarılmalı demokratların bayrağındaki yerini almalıdır.)
Örneğin Tigran Zaven Kültür Merkezi ve Müzesi adı verilebilir.
Zaven bir Ermeni Milliyetçisi
değildi, Ermeni ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu, bir sosyalist ve demokrattı.
Hatta bir Tevfik Fikret adı verilebilir.
Fikret bir Türk Milliyetçisi
değildi. O "Vatanım Yeryüzü Milletim
İnsanlık" diyen bir aydınlanmacıydı. Abdülhamit'e suikast düzenleyen
Ermeni devrimcinin patlamayan bombasına üzülen şiirler yazan bir
aydınlanmacıydı. Türk milliyetçileri onu da gasp etmiş bulunuyorlar. O da Rigas
gibi gerici milliyetçilerin gaspından kurtarılıp demokrasi mücadelesinin
bayrağındaki gerçek yerini almalıdır.
Bunlar Osmanlı topraklarında bir
Demokratik Cumhuriyet'i ve Fransız devrimi gibi bir devrimi savunuyorlardı.
Bu nedenle, resmi ve sol Türk
tarihlerde anlatılanların aksine 1908 bir burjuva devrimi değil, bu programa ve
özlemlere karşı bir Thermidor'du, bir
karşı devrimdi. Ama tıpkı Thermidor
gibi, devrimin bayrağıyla yapılmış bir karşı devrimdi.
Babı Ali Hükümet Darbesi ise,
Napolyon'un İmparatorluğunu ilan ederek Devrimin tüm kalıntılarını
tasfiyesinden başka bir anlama gelmiyordu.
Bu gün Türkiye'nin önünde hala
1789 bulunmaktadır. Dolayısıyla bu demokratik gelenekleri yaşatmanın hayati
önemi vardır.
Daha sonra gelen sosyalistler, bu
karşı devrimin tanımladığı ulusu, yani ulusun Türklükle tanımlanmış olmasını ve
bu Türklükle tanımlanmış ulusu kendisine
karşı mücadele edilecek bir şey değil, içinde
mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi gördüklerinden, nesnel olarak bu
aydınlanmacılardan daha geri ve gerici bir ulusçuluğu savunur durumdadırlar.
Bu bakımdan Mustafa Suphi ile
Komünist hareketi başlatmak veya 1908'i ve Cumhuriyet'in ilanını bir burjuva
devrimi gibi görmek; Bonapartist karşı devrimleri devrim diye yutturmaktır.
Türk sosyalist hareketinin yaptığı da tamı tamına bu olmuştur.
Bu nedenle, böyle bir isim
değiştirmesi aynı zamanda, sosyalist hareketin bundan sonra, gerici ulusçulukla
arasına bir mesafe koyması, bunu eleştirmesi demokratik gelenekleri de
benimsemesi anlamına gelecektir.
*
Türkiye'de katledilmiş, sürülmüş,
korkutularak kaçırılmış "Hıristiyan
Azınlıklar"ın malları (Ki Türk Devletinin azınlık tanımının dinsel
olması Türk devletinin laik olmadığının bir kanıtıdır. Türklük hiçbir şekilde,
kimi Türklerin sıkışınca iddia edildiği gibi ırksal, kültürel, dinsel
göndermesi olmayan bir kavram değildir.) devletin çizgisini destekleyenlere bir
şekilde kitabına uydurularak peşkeş çekilmekte ve böylece onlar el altından
desteklenmektedirler.
Bizim iddiamız odur ki, eğer TKP
askeri bürokratik oligarşinin konumu ve çıkarlarına zıt bir politika izliyor
olsaydı, böyle bir yere sahip olamazdı.
Kadıköy'ün en stratejik yerinde
böylesine güzel bir yerin adı "komünist" olan bir örgütün kontrolüne
verilmesine bu devletin sessiz kalması düşünülemez.
Eğer bu komünist örgüt “ismiyle müsemma” olsaydı, yani aynı
zamanda gerçekten demokrat olsaydı, böyle bir yeri hayalinde bile göremezdi.
Öyle anlaşılıyor ki Türkiye'de
sadece Müslüman burjuvazi ilk sermaye birikimini katledilen ve sürülen Müslüman
olmayan (Ermeni, Rum, Karamanlı, Süryani, İbrani, Keldani, Nasturi, Ezidi vs.)
ahalinin malları ve servetlerinin gasp edilmesiyle yapmamıştır; Sosyalistler de
şimdilerde bu mallardan nemalanmaya başlamışlardır Devlet'le açıktan veya
zımnen uzlaştıkları ölçüde.
Bu ulusal (nasyonal) sosyalistler,
sosyalistliğin alfabesinin ilk harflerini unutmuş bulunuyorlar.
Sosyalistliğin alfabesinin ilk
harfi, her şeyden önce sosyalistliğin devlet, millet ve sermaye düşmanlığı
olmasıdır.
Sosyalistliğin alfabesinin ikinci
harfi, Sosyalistlerin önce "kendi" devletine, "kendi"
sermayesine ve "kendi" milletine düşman olması gerektiğidir.
Nasıl hazreti Muhammet savaşların
en kutsalı ve zoru kendi nefsine karşı savaş dediyse, yani o zamanın
problematiği içinde bu "kendi" ailesine, aşiretine, soyuna karşı bir
savaş anlamına geliyorduysa; ancak böyle bir savaş içinde Müslim
olunabiliyorduysa; bir sosyalist için de benzer şekilde savaşların en kutsalı, “nefsine”, yani "kendi"
devletine, milletine ve sermayesine karşı savaştır.
Marks'lar Engels'ler, Lenin'ler
sosyalizmi hep böyle anladılar, böyle tanımladılar ve böyle uyguladılar.
Eğer TKP de sosyalizmi böyle
anlıyor, tanımlıyor ve uyguluyorsa bu savaşa önce bu Kültür Merkezini, gerici
Türk ulusçuluğunun bu ganimetini, demokratik gelenekleri yaşatmak için ve o
gerici ulusçuluğun cinayetlerini ve gasplarını teşhir ve mahkum etmek için
kullanır.
Haydi TKP, kanıtla Demokrat
olduğunu.
Kızart yüzünü bu öneriyi yapanın.
Demir Küçükaydın
07 Eylül 2009 Pazartesi
Yazı bu.
Şimdi gelelim TKP’nin veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin
yaptıklarına ve yapmadıklarına.
Önce benim yazımdaki iddianın (yani kültürn merkezinin
Ermeni ve Rumlardan gaspedilmiş mallardan olduğu ve bir şekilde devletin
tolerans ve desteğiyle, kendine sosyalist ve hatta komünist diyen bir örgütün
kullanıma sunulduğu) olgusal düzeyde yanlış olduğu varsayımından hareket
edelim. Yani bu olanaklar TKP’ye kitabına uydurulup aktrılmamıştır, onlar
hakikaten önceden kimin olduğunu bilmeden, birtakım güzel rastlantılarla bu
güzel yeri kullanmaktadırlar.
Bu durumda bir sosyalist, hele komünist (yani en hasından
sosyalist) olduğu iddiasında olan nasıl davranır veya davranması gerekir? Ama
bunları bir yana bırakalım, demokrat bir insan; hatta onu bir yana bırakalım,
uygar bir insanın nasıl davranması gerekir?
Önce, ne kadar haksız ve temelsiz olursa olsun, bu iddialarda
bunanan kişinin görüşlerini idari tedbirlerle, örneğin içinde yer aldığı bir
toplantıya yer vermeme kararı alarak, engellemeye kalkmaz. Aksine, o kişiye, “buyrun gelin, size bir gün ve yer verelim bu
iddialarınızı açıklayın, biz de kendi görüşlerimizi anlatalım. İnsanlar her
ikisini de dinlesinler kendileri karar versenler” der.
Veya böyle bir şey yapma olanağı yoksa bile en azından
benzerini yazılı olarak yapmaya çalışır.
Çünkü bir sosyalistin görevi her şeyden önce en karşı
bilinen cepheden bile insanları fikri mücadeleyle; argümanlarla kazanmak
olmalıdır. Sosyalistler fikirlerin kanunlarla, idari kısıtlamalarla, fiziki
şiddetle, maddi olanaklarla vs. fikir dışı her hangi bir şekilde ifadesini ve
yayılmasını engellemeye karşı mücadele ederler ve etmelidirler. Fikre karşı
fikirle mücadele ve bunun koşullarının sağlınması sosyalistliğin ilk şartıdır.
Sosyalistler, bunun en barışçıl, en sancısız çözümler için
olmazsa olmaz koşul olduğunu savunurlar. Bu nedenle kendi içlerinde de, ilişkilerinde
de bu ilkeyi gözetirler ve gözetmelidirler.
Na yazık ki, bu devrimci gelenekler yirminci yüzyılın ilk
çeyreğinden sonra, neredeyse tümüyle unutulmuş bulunuyor.
*
İkincisi, bir sosyalist karşı görüşü eleştirirken halkımızın
“söyleyen arif değilse dinleyen arif
olsun” dediği gibi, onu olgusal veya çıkarsama yanlışlarından ve ifade
bozukluklarından arındırarak özünü ele alarak eleştirmelidir. Sosyalistler, yanlış
ifadelere, olgusal yanılgılara bir zayıflık olarak mal bulmuşçasına
sarılmamalıdır. Fiziki savaşla fikir savaşının iki farklı yönüdür bu. Fiziki
savaşta düşmanın en van alıcı en yaralanabilir yerine güçlerin en irisini
yığmak gerekir; ama sosyalistler fikir savaşında, insanların geri yanlarına
hetap etmekten kaçınmaları gerektiği için karşı tarafın en güçlü yanlarına, on
fikrin en güçlü savunuculrına yönelirler veya yönelmeleri gerekir.
Diyelim ki, benim önerimde bir sürü olgusal yanlışlar var.
Ama önerimin özü nedir? Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin “Kapatılması” mıdır? Hayır. Demokratik bir program ve geleneğe
bağlanılmasıdır. Bu katliamların unutulmasına karşı bir araç olmasıdır. Çünkü
yazı 6-7 Eylül olayları vesilesiyle yazılmaktadır ve içeriğinde bu bağlantı çok
açıktır. Önerim, “haydi onası sizde ve kültür merkezi olarak da kalsın, ama
onun Ermenilerin gaspedilmiş bir malı olduğu; Ermenilerin yok edilmesi ve bunun
karşı devrimci özüyle ilişkisini vurgulayan başka bir çözüm de olabilir”
biçiminde de olabilirdi. Ve bu belki yazının ruhuna daha da uygun düşerdi. Yazıdaki
öneri somut biçimiyle söylenmek ve yapılmak istenenin ruhunun vurgulanmasını
engelliyor bile diyebiliriz.
Şimdi bir Komünist bu çekirdeği çıkarıp, öyle
değerlendirmelidir bu yazıyı. Yani şöyle diyebilir ve demelidir bir komünist
veya devrimci veya demokrat:
“Demir Küçükaydın, Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin bizim
kullanımımıza kitabına uydurularak geçtiğini söylemektedir. Bizim olayımızda
böyle bir durum olmamakla birlikte, bu küçük olgusal yanlışa takmıyoruz ve böyle
bir yanılgıyı normal karşılıyoruz. Çünkü bu ülkede Rum ve Ermenilerin
mallarının yağması bir gerçektir ve Türkiye’nin gerçekliği bu bilinip
anlaşılmadan anlaşılamaz. Bizler bizim somutumuzda böyle olmamasının ardına
sığınarak bu karşı devrimci ve gerici gerçekliği teşhir görev ve
sorumluluğumuzdan kaçmıyoruz ve kaçmayız. Hatta bu arkadaşa bize bu görevimizi
hatırlattığı için teşekkür ederiz. Evet, Nazım Hikmet Kültür Merkezi eskiden
Ermenilere ait yerdi, Ermeniler katledilip malları vakıflarca ve diğer
biçimlerde yağma edilmeseydi, müslüman ahaliye peşkeş çekilmeseydi, belki bugün
burada ta Osmanlı’da ilk soslyalist hareketi başlatanlardan olan Ermeni veya
kimbilir başka bir devrimcinin adı olabilirdi.
Nazım Hikmet adı, bu yerin bu olası tarihine hiçbir
gördermede bulunmamaktadır. Bu durumu değiştirmek için, burasını, bu katliam ve
gaspların unutulmasına karşı durmak; vicdanlarda mahkum edilmesine katkıda
bulunmak için, öneride bulunulan üç ismin (Velensinli Rigas, Tigran Zaven,
Tevfik Fikret) kültür merkezi (Veya başka somut bir biçim de olabilir, örneğin
Anadolu’nun Katledilmiş ve Sürülmüş Hıristiyanları Kültür Merkezi gibi) yapıyoruz.”
Ezilenlerin demokratik ve siyasi eğitimine değer veren bir
hareket, bir teorisyen, bir komünist böyle davranır.
Peki, Nazım Hikmet Kültür Merkezi veya TKP ne yapıyor?
Kapatılmasını istemişim diyerek benim de içlerinde yer
aldığım bir toplantıyı, sadece konuşmacılar arasında yer aldığm için orada
yaptırmayacağını söylüyor.
*
Böyle, yukarıda önerildiği gibi davransa ne olur TKP veya
Nazım Hikmet Kültür Merkezi?
Orası hala ellerinde kalabilir miydi acaba?
Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz?
Çünkü böyle davranmıyor.
Oranın aslında Ermenilere ait bir yer olduğu gerçeğinin
adını bile anmayarak, onun nasıl olup da şimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi
olduğu gerçeği üzerine tam bir suskunluk oluşturarak, sorun sanki onunun
kapanmasıymış da bu binlerce kişinin emeği ve katkısını hiçe saymakmış gibi
konuyla ilgisiz şeyler söylüyor ve özünü tahrif ediyor.
*
Peki, olgusal düzeyde, bizim devletin bir şekilde böyle bir
olanağa yol açtığı düşüncemiz yanlış mı?
(Bu vesileyle internete girip bir araştırma yaptığımızda
İşçi Partisi’nin merkezine ilişkin olarak böyle bir durum olduğunu da gördük.)
Biz o yazıyı yazdığımızda genelden özele doğru bir çıkarsama yapmış ve özel olarak Nazım
Hikmet Kültür Merkezi olarak kullanılan binanın durumunu incelememiştik.
Şimdi bu açıklamayı yaparken konuyu biraz internetten
inceledik. Şimdi, esas olarak hiç de yanlış bir yargıda bulunmadığımız kanısına
ulaştık. Neden ve nasıl?
Aşağıda alıntılarla bunu göstereceğiz. Ancak satırların
arasını iyi okumak gerekiyor. Faşizmin sıradanlığı gibi. Olayın anlatılışının
sıradanlığının ardında yatmaktadır bütün trajedi.
İnternetten alıntılar yapalım. Binanın tarihi ile ilgili
şunlar okunuyor:
“Nazım Hikmet Kültür
Merkezi, Kadıköy randevularının nişan yeri olan boa heykelinden Bahariye’ye
doğru kıvrıldığınızda sol kolun üzerindeki ilk sokağın -Ali Süavi
Sokağı’nın- üzerinde. Yenilerde bu
sokağa Sanatçılar Sokağı da deniyor. Sokağın başında yüksek duvarlı Surp Levon
Ermeni Kilisesi var. Parmaksızoğlu isimli bir Ermeni’nin Bahariye Caddesinden
Hasırcıbaşı Sokağına kadar uzanan büyük bir bağ olan bu arsa 1890 da ölümünden
sonra varisleri tarafından parsellenmiş bir parçası da kilise yapımı için
kurulan “Ermeni Katolik Cemaati Vakfı”na verilmiş, cemaat 1911 de kiliseyi
yaptırarak ibadete Surp Levon ismiyle açmış. Sokakta kültür merkezine doğru
yürümeye devam ederken sağlı sollu cafeler, sanat atölyeleri, medikal malzeme
satan dükkânlar ve bir de dişçi var. Her
ne kadar yüksek duvarlarından dolayı Kültür Merkezinin içerisi başta fazla
görülemese de kilisenin mimarisiyle paralel olduğunu seziyor insan. Üç katlı
taş bina kilise gibi yüksek avlu duvarıyla çepe çevre sarılmış. Binanın yola
bakan yüzünde kuru sarmaşık dallarının hala izi var, alınlıklı muntazam
pencerelerin simetrik olarak her kata yayılmış olmasından mı bilinmez bir
zamanlar okul olduğu hissini uyandırıyor. Sonrasında da eski bir yatılı Ermeni
İlk mektebi olduğunu öğrenmek doğrusu şaşırtmıyor insanı.”
Burada “yüksek
duvarlar” gibi masum görünen bir söze kısaca dikkati çekelim. Neredeyse
bütün Hıristiyan kurumları ve kiliseleri vs. hep görünmeyecek, dikkati
çekmeyecek, şu “kahir ekseriyeti”
(kahredici) oluşturan Müslümanların
aklına “deliye taşı andırmamak” babından arka cephelere, duvarların ardına,
apartmanların arasına gizlenmişlerdir. Sürekli yaşanan terörün canlı şahididir
bütün o duvarlar, o gözlerden kaçmalar, dikkati çekmemeler. “Sarmaşık dalları”nın izini gören gözler
nedense duvarların izlerine karşı kördürler.
Hikayenin devamı başka bir kaynakta şöyle:
“1902 yılında,
Kadıköy'de Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi'nin yakınında, Nihal Sokak'ta
kurulan okulun tarihine dair bilgi sınırlıdır. 1961-64 yılları arasında 104
öğrencisi olduğu bilinen okul 1982'de kapatılmış, öğrencilerin bir kısmı
Aramyan Uncuyan'a, bir kısmı ise diğer devlet okullarına geçmiştir. Halen
vakfın tapulu mülkü olan okul binası, kültür merkezi olarak kullanılmak üzere
kiraya verilmiştir. Binada halen Nazım Hikmet Kültür Merkezi faaliyet
göstermektedir.”
İşte bütün bu masum satırlarda gizlidir bütün hikaye. Koca
okul niçin öğrencisiz kalıyor? Niçin kapatılıyor? Niçin 20 yıl boyunca bomboş
kalıyor? Niçin Kültür Merkezi olmak üzere kiraya veriliyor?
Adında “komünist” sıfatı olan bir partinin bütün bunların
üzerine gitmesi gerekmez mi? Bunlar toplumun gündeminde değilse bile gündemine
getirmek için uğraşması gerekmez mi? Bunların hiç biri yok.
*
İlk bakışta sanki herşey çok hakka hukuka uygun.
Vakıf kendine ait boş duran bir okulu, Kültür Merkezi olarak
kullanılmak üzere kiraya vermiş. Böylece gelir elde edip diğer mallarını ve
faaliyetlerini finanse etmek istemiş olabilir.
Ama biliyoruz ki, bu vakıflar mallarını kiraya da
veremiyorlardı. Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin bazı kararları sonunda kiraya
verilebilir oldular. Ama bu durumda bile İşçi Partisi’nin bunu tanımayıp resmen
işgal ettiğine dair bilgiler İnternette yeterince var.
Peki, TKP ne yapmış? Kiralamış!.. En azından İşçi Partisi
gibi resmen işgal etmemiş. Aferin diyelim.
Ne kadar ödüyor? Ne karşılığı acaba?
Devrimci bir örgütün bütün gelir ve giderlerini herkesin
bilgisine sunması gerekir aslında ama bu gelenekler çoktan unutuldu. Böyle bir
kaynak yok.
Fakat internette şöyle bir bilgiye ulaşıyoruz:
Nasıl kiralanmış?
“Ermeni okulu Nazım
Hikmet Kültür Merkezi oldu
Bahariye Caddesi
girişindeki ‘Sanat Sokağı’ olarak tanınan Ali Suavi Sokak’ta bulunan 3 katlı
eski Ermeni İlköğretim Okulu’nun restore edilmesiyle oluşturulan Nazım Hikmet
Kültür Merkezi, törenle açıldı.
Kadıköy
18 Ekim 2004 — Kültür Merkezi yöneticisi Ali Mert, 102 yıllık
bina olan Ermeni İlköğretim Okulu’nun 20 yıldır kullanılmadığını belirterek,
Ermeni Okulları Vakfı’ndan, binanın restorasyonu karşılığında, kullanım
hakkının alındığını söyledi.”
Yani bir “restorasyon”
yapılmış ve muhtemelen ömrü billah kullanımı alınmış. Çünkü şu kadar yıllık bir
kullanım diye bir sınırlama falan da yok. Olsaydı her halde belirtilirdi.
Anlaşılan bu Katoluk Ermeniler’in hiç kafası çalışmıyor. Çok
harka bir yerde çok güzel gelir getirecek bir binayı neredeyse karşılıksız
TKP’ye vermişler. Sözümona mülkiyetleri kendilerinde ama fiilen kullanımı
TKP’de.
Peki, ben ne tahmin ediyordum yazımda:
“İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en güzel ve
stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım Hikmet Kültür Merkezi bir şekilde
kitabına uydurularak bu politik çizgiyi ödüllendirmek için bu devlet tarafından
TKP'nin kullanımına verilmiştir.”
Bu satırları yazarken genelden hareketle bir çıkarsama
yapmıştım. Ama şimdi olayı inceleyince bu çıkarmanın da pek yanlış olmadığı
görülüyor.
Türkiye gibi bir devlette “iyi saatte olsunlar”ın bir
şekilde onayı, desteği, yönlendirmesi olmadan, Ermeni Cemaati, Adı Komünist
olan bir örgüte, neredeyse yok pahasına böyle bir binayı vermez, veremez. Verdiği
takdirde Kızıl Komünistleri Ermeniler destekliyor gibi bir linç kampanyasına
maruz kalmaktan korkar.
Tersinden de, gerçek bir komünist de, hem Ermenileri zor
durumda bırakmamak, hem de bu gibi saldırıları başından kesmek için çok
dikkatli davranır. Örneğin neredeyse böylesine bir yeri bedavaya kapatmaz. En
azından normal ticari ilişki düzeyinde, hatta normal olarak Komünistlerin
kiralık yer bulması zor olacağından, olağan fiyatinin üstünde para ödemesi
gerekir ve böyle yapar.
Devrimcilik hayatımda gerek Dev-Genç’te gerek daha sonra birçok
kez, Ermeni ve Hırıstiyan yoldaşlarımızın, yetenek ve bilgileri bizlerden çok
ilerde olmalarına rağmen, benim “Hıristiyan veya Ermeni olmamı anti komünist
histeri için kullanabilirler” diyerek, önde görünmekten ve resmen öyle görevler
almaktan feragatleri hiç olmayan şeyler değildi.
Böyle bir ülkede, Ermeni Cemaati bir vakfını TKP gibi bir
örgüte veya onun paralelindeki bir kuruma böylesine neredeyse bedavaya verecek.
Benim bildiğim normal olarak, bunca tecrübe yaşamış, nice
badirelerden geçmiş, zaten küçücük kalmış ermeni ceamaatleri böyle bir şey
yapmaktan korkar. Yapmadan önce, birtakim ilişkileri kullanarak ulu
devletimizin iyi saatte olsunlarına sorarlar. Oralardan bir sinyalalmadan böyle
bir şey yapamazlar.
Kaldı ki bunun tersi de doğrudur. Bu memlekette komünistlek
yapmış biri, böyle bir imkanın Ermenilerden böylesine kolayca kendisine
verilmesi karşyısında kendinden kuşku duyar veya duymalıdır. “Yahu biz nerede
yanlış yaptık da böyle bir piyango çıktı” falan diye düşünmesi gerekir.
Özetle şimdi bir şekilde kitabına uydurulup ulusalcı bir
çizgide olduğu için TKP’nin emrine amade kılındığına daha bir ikna olduk.
Peki o restorasyon nasıl bir işmiş?
Ola ki çok masraflı ve uzun bir iştir.
Onu da Ekşi Sözlük’ten
okuyalım:
“nazim kulturevi nin
"nazim in estetik duzeyine yarasir" profesyonel etkinlikler yapmak
uzere kendini yenilemesiyle olusan kurumun ismi. isil ozgenturk soyle yaziyor
merkezin acilisi hakkinda:
"okulu, ermeni
ustalar 1902'de yapmışlar, en güzel karoları döşeyip en yüksek duvarları
örmüşler. en aydınlık pencereleri açmışlar ve en üste de dünyanın en sıcak, en
albenili, en baştan çıkarıcı tiyatro salonunu kondurmuşlar.
bir güzel okul olmuş.
yıllar yılı çocuk sesleriyle daha da şenlenmiş. en güzel tiyatrolar oynanmış,
en acılı aşk sohbetleri yapılmış, diplomalar alınmış ve yaşam pek çok insan
için burada başlamış. sonra yıl 1987'ye gelmiş, çocuk sayısı azaldığından okul
kapanmış ve yıllarca öyle mahzun, öyle boynu bükük beklemiş. vakıf malı olduğu
için kimseler içeri girip bu güzelim binayı yeniden yaşar kılamamış. yıl 2004'e
gelmiş, türkiye cumhuriyeti, avrupa birliği'ne uyum yasaları çerçevesinde
azınlık mallarıyla ilgili yasayı değiştirince, iyi bir şey olmuş ve bina, bir
kültür merkezi yapma hayali kuranlar tarafından kiralanıp ali usta ve ekibinin
ellerine teslim edilmiş. onarılması ve kapısına nâzım hikmet kültür merkezi
yazısı konması için.
ben kadıköy
altıyol'daki bu ermeni ilkokulunu onarım başladığında gidip görmüştüm ve iki ay
sonra açılışa gittiğimde gözlerime inanamadım; ali usta ve ekibi, gece-gündüz
çalışarak okulu yeniden onarmışlar. ve kapısına nâzım hikmet kültür merkezi
levhasını asmışlar. belki ki, bu iki aydaki mucize, parayla pulla elde
edilmemiş; bu mucize, nâzım' ın mısralarını ezbere bilen, onu komünist olduğu
için bir kat daha fazla seven ali usta ve ekibinin inanılmaz özverisi sayesinde
olmuş. türkü söyler gibi bir çırpıda, en içten emeklerini koyarak binayı
bitirmişler. (…) (19 ekim 2004,
cumhuriyet)”
Yani topu topu iki aylık bir işmiş.
Yazının tarihi 2004. Yani şimdi dokuz yıl olmuş.
Özgentürk ne kadar da nesnel ve masum yazıyor. Ne kadar
merhametli!
“Çocuk sayısı
azaldığından okul kapanmış”
Bu tarafsız ve masum görünen satırlar ben olsaydım şöyle
yazardım:
“Ermeniler
katledildiği, sürekli terör altında yaşadığı için çocuk kalmamıştı.”
Özgentürk saf ve masum yazıyor:
“Vakıf malı olduğu
için kimseler içeri girip bu güzelim binayı yeniden yaşar kılmamış”
Ben olsaydım şöyle yazardım örneğin:
“Ermenilerin ve
Hıristiyanların sistemli olarak imhasına ve yok edilmesine, mallarının
yağmasına, bu sefer kanunlar ve mülkler üzerinden devam edildiği ve bu bağlamda
vakıflar mallarını akar olarak da kullanamadığı için, bina boş kalmak
zorundaydı.”
Özgentürk söyle yazıyor:
“bina, bir kültür
merkezi yapma hayali kuranlar tarafından kiralanıp”
Ben olsaydım şöyle yazardım:
“Bina yok bahasına
kapatılıp…”
Evet bunlar yok.
Nazım Hikmet var. Nazım Hikmet okuyucusu usta falan var. Ama
bunlar yok.
Onların emeği “içten”miş.
Valla biz Marks’tan iş gücünün maddi veya manevi
özelliklerinin, “içten” ya da dıştan olmasının onun ürettiği değer üzerinde
hiçbir etkisi olmadığını öğrenmiştik.
Yani topu topu “içten” veya “dıştan” iki aylık işgücü
karşılığında Kadıköy’ün en güzel yerinde, harika bir bina. Orada Komünizm,
Nazım, Nazımı ezbere bilen ustalar falan var da, yok edilenler yok.
29 Ekim 2013 Salı
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder