29 Ekim 2013 Salı

Ermeni Malları, Gezi Aynasında Marksizm Sempozyumu ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi

Teori ve Politika dergisinin tertiplediği, Gezi Aynasında Marksizm Sempozyumu’nun Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde yapılması planlanmıştı. Bu satırların yazarı Demir Küçükaydın da bu Sempozyumun bir konuşmacısıydı. (Ancak sağlık sorunları nedeniyle başka bir yerde tedavi olduğundan, internet aracılığıyla ses ve görüntü ile katılabilecekti.)
Dün Sempozyum’u Tertipleyen arkadaşlardan bir elektronik posta (E-Mail) geldi. Bu mektupta aşağıdaki açıklama ve iki eki vardı. Eklerin biri yeni, yer ve katılımcı değişikliğini içeren Sempozyum afişi, diğeri Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin yer vermekten niye vaz geçtiklerini içeren mektubuydu. Önce e-maili aktaralım:
“Merhaba,
Öncelikle davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Sempozyum katılımcıları ve yeri konusunda ortaya çıkan değişiklikleri sizlerle paylaşmak istedik.
1) Metin Çulhaoğlu mail aracılığıyla, Sosyalistler Meclisi toplantısını gerekçe göstererek sempozyuma katılamayacağını,
2) Nazım Hikmet Kültür Merkezi ise ekte bulacağınız 25 Ekim 2013 tarihli kararlarıyla sempozyuma ev sahipliği yapamayacağını bildirdiler. Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin kararında işaret edilen sempozyum katılımcısının Demir Küçükaydın olduğu yine kendileri tarafından ifade edildi.

Sonuç olarak, ikinci oturumda konuşmak üzere Ertuğrul Kürkçü sempozyumda yer alacak ve sempozyum Sıraselviler Caddesi No: 5, Taksim adresindeki Taksim Hill otelde gerçekleştirilecektir. Afişin son hali ektedir.
Saygılar,
Teori ve Politika dergisi”
Yeni afişi ayrıca ekte sunuyoruz.
Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin ekteki mektubu ise şöyle:
“Değerli Teori ve Politika Dergisi Yöneticileri,
Derginiz tarafından Kültür Merkezi’mizin Ruhi Su Salonu’nda rüzenlenmek istenen ve daha önce kabul etmiş olduğumuz “Gezi Aynasında Marksizm” başlıklı sempozyum için yer veremeyeceğimizi bildirmek zorundayız.
Nazım Hikmek Kültür Merkezi’nin kapatılması yönünde çağrıları bulunan bir ismin etkinlik konuşmacıları arasında yer alacağını öğrenmiş bulunmaktayız. Bu çağrılar orta yerde dururken, söz konusu kişiyi konuşmacı sıfatıyla ağırlamak, binlerce kişinin emeği , katkısı ve alınteriyle kurulmuş ve usta şair, komünist Nazım Hikmet’in adıyla yaşatmaya çalıştığımız Kültür Merkezi’mizin emektarlarına ve dostlarına saygısızlık olacaktır. Bu nedenle sempozyuma etkinlik programımızda yer veremeyeceğimizi üzülerek bildiririz.
Çalışmalarınızda kolaylıklar dileriz.
Nazım Hikmet Kültür Merkezi Yönetim Kurulu Adına
Selen Kartay
(İmza)”
Burada kastedilen kişinin Demur Küçükaydın olduğunu ayrıca sözlü olarak doğrulamış olmalılar ki, tertip kurulundan gelen mektupta bu ayrıca belirtiliyor.
Bu durumda Sempozyum tertip ve katılımcılarına konuyu açıklığa kavuşturma borcum var.
Hem bu borcu ödeyelim, hem de bir devrimci olarak yapılanı eleştirme ve anlamını açıklama görevimi de yapayım.
Ama önce olgular ve belgeler.
Evet, ben 2009 yılının 7 Eylülünde “6-7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP’ye Bir öneri” diye o zaman aktif olan Köxüz sitesinde yayınlanan bir yazı yazdım ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi ile ilgili bir öneride bulundum.
Yazıyı olduğu gibi aşağı aktarıyorum:
“6 – 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri
TKP'nin her türlü demokratikleşme çizgisine karşı, nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşinin yanında yer alan çizgisi bu satırların yazarınca açıktır.
Ancak kişileri ve örgütleri hala onların kendileri hakkındaki nitelemeleriyle ele alan ve aslında böyle bir çizgiyle fazla sorunu da olmayanların çoğu TKP'yi sosyalist ya da muhalif bir çerçevede değerlendirmeye devam ediyorlar.
Bunun böyle olup olmadığını anlamak ve böyle düşünenlere gerçeği göstermek ve de TKP'ye ve benzerlerine böyle olmadıklarını kanıtlama ve bizim yanıldığımızı gösterme fırsatı vermek için aşağıdaki öneriyi yapıyoruz:
İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en güzel ve stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım Hikmet Kültür Merkezi, bir şekilde kitabına uydurularak, bu politik çizgiyi ödüllendirmek için bu devlet tarafından TKP'nin kullanımına verilmiştir.
Eğer TKP böyle olmadığını kanıtlamak istiyorsa, Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezini örneğin bir ""Hıristiyan Azınlıkların" Tasfiyesi Müzesi ve Kültür Merkezi" yapmak üzere sahiplerine vermelidir.
Bunun yapılmasının hukuki biçimi önemli değildir. Böyle yapılabilmesi için icabında mülkiyet hakkı kendilerinde bile kalabilir ama örneğin bu mağdurların seçecekleri bir kurul kullanımını vs. düzenleyebilir vs.. Bu niyetin samimi olarak açıklanması ve gereğinin yapılması önemlidir. Demokratik kamuoyu bunun en uygun biçiminin ne olacağına tartışarak karar verebilir.
Hatta "Hristiyan Azınlaklar"dan gaspedilerek alınmış bir yere adı verilerek bu gaspa alet edilen ve edı lekelenen Nazım Hikmet adı da kaldırılmalıdır ve buraya örneğin, Osmanlılarda ulusu Türklükle veya başka bir soy, dil, din (Rumluk, Ermenilik, Müslümanlık, Türklük, Ortodoksluk vs.) tanımlamayı reddeden ilk demokratların adı verilmelidir.
Örneğin Velensinli Rigas adı verilebilir.
Rigas, bir Rum olmasına rağmen bir Rum milliyetçisi değildi, bir Rum ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu. (Bugün her ne kadar bu Rum Ulusçuluğu tarafından içi boşaltılarak, Rum ulusçuluğunun kurucusuymuş gibi gösterilerek sahip çıkılıyorsa da o bu ulusçuların gaspından kurtarılmalı demokratların bayrağındaki yerini almalıdır.)
Örneğin Tigran Zaven Kültür Merkezi ve Müzesi adı verilebilir.
Zaven bir Ermeni Milliyetçisi değildi, Ermeni ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu, bir sosyalist ve demokrattı.
Hatta bir Tevfik Fikret adı verilebilir.
Fikret bir Türk Milliyetçisi değildi. O "Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık" diyen bir aydınlanmacıydı. Abdülhamit'e suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin patlamayan bombasına üzülen şiirler yazan bir aydınlanmacıydı. Türk milliyetçileri onu da gasp etmiş bulunuyorlar. O da Rigas gibi gerici milliyetçilerin gaspından kurtarılıp demokrasi mücadelesinin bayrağındaki gerçek yerini almalıdır.
Bunlar Osmanlı topraklarında bir Demokratik Cumhuriyet'i ve Fransız devrimi gibi bir devrimi savunuyorlardı.
Bu nedenle, resmi ve sol Türk tarihlerde anlatılanların aksine 1908 bir burjuva devrimi değil, bu programa ve özlemlere karşı bir Thermidor'du, bir karşı devrimdi. Ama tıpkı Thermidor gibi, devrimin bayrağıyla yapılmış bir karşı devrimdi.
Babı Ali Hükümet Darbesi ise, Napolyon'un İmparatorluğunu ilan ederek Devrimin tüm kalıntılarını tasfiyesinden başka bir anlama gelmiyordu.
Bu gün Türkiye'nin önünde hala 1789 bulunmaktadır. Dolayısıyla bu demokratik gelenekleri yaşatmanın hayati önemi vardır.
Daha sonra gelen sosyalistler, bu karşı devrimin tanımladığı ulusu, yani ulusun Türklükle tanımlanmış olmasını ve bu Türklükle tanımlanmış ulusu kendisine karşı mücadele edilecek bir şey değil, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi gördüklerinden, nesnel olarak bu aydınlanmacılardan daha geri ve gerici bir ulusçuluğu savunur durumdadırlar.
Bu bakımdan Mustafa Suphi ile Komünist hareketi başlatmak veya 1908'i ve Cumhuriyet'in ilanını bir burjuva devrimi gibi görmek; Bonapartist karşı devrimleri devrim diye yutturmaktır. Türk sosyalist hareketinin yaptığı da tamı tamına bu olmuştur.
Bu nedenle, böyle bir isim değiştirmesi aynı zamanda, sosyalist hareketin bundan sonra, gerici ulusçulukla arasına bir mesafe koyması, bunu eleştirmesi demokratik gelenekleri de benimsemesi anlamına gelecektir.
*
Türkiye'de katledilmiş, sürülmüş, korkutularak kaçırılmış "Hıristiyan Azınlıklar"ın malları (Ki Türk Devletinin azınlık tanımının dinsel olması Türk devletinin laik olmadığının bir kanıtıdır. Türklük hiçbir şekilde, kimi Türklerin sıkışınca iddia edildiği gibi ırksal, kültürel, dinsel göndermesi olmayan bir kavram değildir.) devletin çizgisini destekleyenlere bir şekilde kitabına uydurularak peşkeş çekilmekte ve böylece onlar el altından desteklenmektedirler.
Bizim iddiamız odur ki, eğer TKP askeri bürokratik oligarşinin konumu ve çıkarlarına zıt bir politika izliyor olsaydı, böyle bir yere sahip olamazdı.
Kadıköy'ün en stratejik yerinde böylesine güzel bir yerin adı "komünist" olan bir örgütün kontrolüne verilmesine bu devletin sessiz kalması düşünülemez.
Eğer bu komünist örgüt “ismiyle müsemma” olsaydı, yani aynı zamanda gerçekten demokrat olsaydı, böyle bir yeri hayalinde bile göremezdi.
Öyle anlaşılıyor ki Türkiye'de sadece Müslüman burjuvazi ilk sermaye birikimini katledilen ve sürülen Müslüman olmayan (Ermeni, Rum, Karamanlı, Süryani, İbrani, Keldani, Nasturi, Ezidi vs.) ahalinin malları ve servetlerinin gasp edilmesiyle yapmamıştır; Sosyalistler de şimdilerde bu mallardan nemalanmaya başlamışlardır Devlet'le açıktan veya zımnen uzlaştıkları ölçüde.
Bu ulusal (nasyonal) sosyalistler, sosyalistliğin alfabesinin ilk harflerini unutmuş bulunuyorlar.
Sosyalistliğin alfabesinin ilk harfi, her şeyden önce sosyalistliğin devlet, millet ve sermaye düşmanlığı olmasıdır.
Sosyalistliğin alfabesinin ikinci harfi, Sosyalistlerin önce "kendi" devletine, "kendi" sermayesine ve "kendi" milletine düşman olması gerektiğidir.
Nasıl hazreti Muhammet savaşların en kutsalı ve zoru kendi nefsine karşı savaş dediyse, yani o zamanın problematiği içinde bu "kendi" ailesine, aşiretine, soyuna karşı bir savaş anlamına geliyorduysa; ancak böyle bir savaş içinde Müslim olunabiliyorduysa; bir sosyalist için de benzer şekilde savaşların en kutsalı, “nefsine”, yani "kendi" devletine, milletine ve sermayesine karşı savaştır.
Marks'lar Engels'ler, Lenin'ler sosyalizmi hep böyle anladılar, böyle tanımladılar ve böyle uyguladılar.
Eğer TKP de sosyalizmi böyle anlıyor, tanımlıyor ve uyguluyorsa bu savaşa önce bu Kültür Merkezini, gerici Türk ulusçuluğunun bu ganimetini, demokratik gelenekleri yaşatmak için ve o gerici ulusçuluğun cinayetlerini ve gasplarını teşhir ve mahkum etmek için kullanır.
Haydi TKP, kanıtla Demokrat olduğunu.
Kızart yüzünü bu öneriyi yapanın.
Demir Küçükaydın
07 Eylül 2009 Pazartesi
Yazı bu.
Şimdi gelelim TKP’nin veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin yaptıklarına ve yapmadıklarına.
Önce benim yazımdaki iddianın (yani kültürn merkezinin Ermeni ve Rumlardan gaspedilmiş mallardan olduğu ve bir şekilde devletin tolerans ve desteğiyle, kendine sosyalist ve hatta komünist diyen bir örgütün kullanıma sunulduğu) olgusal düzeyde yanlış olduğu varsayımından hareket edelim. Yani bu olanaklar TKP’ye kitabına uydurulup aktrılmamıştır, onlar hakikaten önceden kimin olduğunu bilmeden, birtakım güzel rastlantılarla bu güzel yeri kullanmaktadırlar.
Bu durumda bir sosyalist, hele komünist (yani en hasından sosyalist) olduğu iddiasında olan nasıl davranır veya davranması gerekir? Ama bunları bir yana bırakalım, demokrat bir insan; hatta onu bir yana bırakalım, uygar bir insanın nasıl davranması gerekir?
Önce, ne kadar haksız ve temelsiz olursa olsun, bu iddialarda bunanan kişinin görüşlerini idari tedbirlerle, örneğin içinde yer aldığı bir toplantıya yer vermeme kararı alarak, engellemeye kalkmaz. Aksine, o kişiye, “buyrun gelin, size bir gün ve yer verelim bu iddialarınızı açıklayın, biz de kendi görüşlerimizi anlatalım. İnsanlar her ikisini de dinlesinler kendileri karar versenler” der.
Veya böyle bir şey yapma olanağı yoksa bile en azından benzerini yazılı olarak yapmaya çalışır.
Çünkü bir sosyalistin görevi her şeyden önce en karşı bilinen cepheden bile insanları fikri mücadeleyle; argümanlarla kazanmak olmalıdır. Sosyalistler fikirlerin kanunlarla, idari kısıtlamalarla, fiziki şiddetle, maddi olanaklarla vs. fikir dışı her hangi bir şekilde ifadesini ve yayılmasını engellemeye karşı mücadele ederler ve etmelidirler. Fikre karşı fikirle mücadele ve bunun koşullarının sağlınması sosyalistliğin ilk şartıdır.
Sosyalistler, bunun en barışçıl, en sancısız çözümler için olmazsa olmaz koşul olduğunu savunurlar. Bu nedenle kendi içlerinde de, ilişkilerinde de bu ilkeyi gözetirler ve gözetmelidirler.
Na yazık ki, bu devrimci gelenekler yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, neredeyse tümüyle unutulmuş bulunuyor.
*
İkincisi, bir sosyalist karşı görüşü eleştirirken halkımızın “söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun” dediği gibi, onu olgusal veya çıkarsama yanlışlarından ve ifade bozukluklarından arındırarak özünü ele alarak eleştirmelidir. Sosyalistler, yanlış ifadelere, olgusal yanılgılara bir zayıflık olarak mal bulmuşçasına sarılmamalıdır. Fiziki savaşla fikir savaşının iki farklı yönüdür bu. Fiziki savaşta düşmanın en van alıcı en yaralanabilir yerine güçlerin en irisini yığmak gerekir; ama sosyalistler fikir savaşında, insanların geri yanlarına hetap etmekten kaçınmaları gerektiği için karşı tarafın en güçlü yanlarına, on fikrin en güçlü savunuculrına yönelirler veya yönelmeleri gerekir.
Diyelim ki, benim önerimde bir sürü olgusal yanlışlar var. Ama önerimin özü nedir? Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin “Kapatılması” mıdır? Hayır. Demokratik bir program ve geleneğe bağlanılmasıdır. Bu katliamların unutulmasına karşı bir araç olmasıdır. Çünkü yazı 6-7 Eylül olayları vesilesiyle yazılmaktadır ve içeriğinde bu bağlantı çok açıktır. Önerim, “haydi onası sizde ve kültür merkezi olarak da kalsın, ama onun Ermenilerin gaspedilmiş bir malı olduğu; Ermenilerin yok edilmesi ve bunun karşı devrimci özüyle ilişkisini vurgulayan başka bir çözüm de olabilir” biçiminde de olabilirdi. Ve bu belki yazının ruhuna daha da uygun düşerdi. Yazıdaki öneri somut biçimiyle söylenmek ve yapılmak istenenin ruhunun vurgulanmasını engelliyor bile diyebiliriz.
Şimdi bir Komünist bu çekirdeği çıkarıp, öyle değerlendirmelidir bu yazıyı. Yani şöyle diyebilir ve demelidir bir komünist veya devrimci veya demokrat:
“Demir Küçükaydın, Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin bizim kullanımımıza kitabına uydurularak geçtiğini söylemektedir. Bizim olayımızda böyle bir durum olmamakla birlikte, bu küçük olgusal yanlışa takmıyoruz ve böyle bir yanılgıyı normal karşılıyoruz. Çünkü bu ülkede Rum ve Ermenilerin mallarının yağması bir gerçektir ve Türkiye’nin gerçekliği bu bilinip anlaşılmadan anlaşılamaz. Bizler bizim somutumuzda böyle olmamasının ardına sığınarak bu karşı devrimci ve gerici gerçekliği teşhir görev ve sorumluluğumuzdan kaçmıyoruz ve kaçmayız. Hatta bu arkadaşa bize bu görevimizi hatırlattığı için teşekkür ederiz. Evet, Nazım Hikmet Kültür Merkezi eskiden Ermenilere ait yerdi, Ermeniler katledilip malları vakıflarca ve diğer biçimlerde yağma edilmeseydi, müslüman ahaliye peşkeş çekilmeseydi, belki bugün burada ta Osmanlı’da ilk soslyalist hareketi başlatanlardan olan Ermeni veya kimbilir başka bir devrimcinin adı olabilirdi.
Nazım Hikmet adı, bu yerin bu olası tarihine hiçbir gördermede bulunmamaktadır. Bu durumu değiştirmek için, burasını, bu katliam ve gaspların unutulmasına karşı durmak; vicdanlarda mahkum edilmesine katkıda bulunmak için, öneride bulunulan üç ismin (Velensinli Rigas, Tigran Zaven, Tevfik Fikret) kültür merkezi (Veya başka somut bir biçim de olabilir, örneğin Anadolu’nun Katledilmiş ve Sürülmüş Hıristiyanları Kültür Merkezi gibi)  yapıyoruz.”
Ezilenlerin demokratik ve siyasi eğitimine değer veren bir hareket, bir teorisyen, bir komünist böyle davranır.
Peki, Nazım Hikmet Kültür Merkezi veya TKP ne yapıyor?
Kapatılmasını istemişim diyerek benim de içlerinde yer aldığım bir toplantıyı, sadece konuşmacılar arasında yer aldığm için orada yaptırmayacağını söylüyor.
*
Böyle, yukarıda önerildiği gibi davransa ne olur TKP veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi?
Orası hala ellerinde kalabilir miydi acaba?
Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz?
Çünkü böyle davranmıyor.
Oranın aslında Ermenilere ait bir yer olduğu gerçeğinin adını bile anmayarak, onun nasıl olup da şimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi olduğu gerçeği üzerine tam bir suskunluk oluşturarak, sorun sanki onunun kapanmasıymış da bu binlerce kişinin emeği ve katkısını hiçe saymakmış gibi konuyla ilgisiz şeyler söylüyor ve özünü tahrif ediyor.
*
Peki, olgusal düzeyde, bizim devletin bir şekilde böyle bir olanağa yol açtığı düşüncemiz yanlış mı?
(Bu vesileyle internete girip bir araştırma yaptığımızda İşçi Partisi’nin merkezine ilişkin olarak böyle bir durum olduğunu da gördük.)
Biz o yazıyı yazdığımızda genelden özele doğru bir çıkarsama yapmış ve özel olarak Nazım Hikmet Kültür Merkezi olarak kullanılan binanın durumunu incelememiştik.
Şimdi bu açıklamayı yaparken konuyu biraz internetten inceledik. Şimdi, esas olarak hiç de yanlış bir yargıda bulunmadığımız kanısına ulaştık. Neden ve nasıl?
Aşağıda alıntılarla bunu göstereceğiz. Ancak satırların arasını iyi okumak gerekiyor. Faşizmin sıradanlığı gibi. Olayın anlatılışının sıradanlığının ardında yatmaktadır bütün trajedi.
İnternetten alıntılar yapalım. Binanın tarihi ile ilgili şunlar okunuyor:
“Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Kadıköy randevularının nişan yeri olan boa heykelinden Bahariye’ye doğru kıvrıldığınızda sol kolun üzerindeki ilk sokağın -Ali Süavi Sokağı’nın-  üzerinde. Yenilerde bu sokağa Sanatçılar Sokağı da deniyor. Sokağın başında yüksek duvarlı Surp Levon Ermeni Kilisesi var. Parmaksızoğlu isimli bir Ermeni’nin Bahariye Caddesinden Hasırcıbaşı Sokağına kadar uzanan büyük bir bağ olan bu arsa 1890 da ölümünden sonra varisleri tarafından parsellenmiş bir parçası da kilise yapımı için kurulan “Ermeni Katolik Cemaati Vakfı”na verilmiş, cemaat 1911 de kiliseyi yaptırarak ibadete Surp Levon ismiyle açmış. Sokakta kültür merkezine doğru yürümeye devam ederken sağlı sollu cafeler, sanat atölyeleri, medikal malzeme satan dükkânlar ve bir de dişçi var.  Her ne kadar yüksek duvarlarından dolayı Kültür Merkezinin içerisi başta fazla görülemese de kilisenin mimarisiyle paralel olduğunu seziyor insan. Üç katlı taş bina kilise gibi yüksek avlu duvarıyla çepe çevre sarılmış. Binanın yola bakan yüzünde kuru sarmaşık dallarının hala izi var, alınlıklı muntazam pencerelerin simetrik olarak her kata yayılmış olmasından mı bilinmez bir zamanlar okul olduğu hissini uyandırıyor. Sonrasında da eski bir yatılı Ermeni İlk mektebi olduğunu öğrenmek doğrusu şaşırtmıyor insanı.”
Burada “yüksek duvarlar” gibi masum görünen bir söze kısaca dikkati çekelim. Neredeyse bütün Hıristiyan kurumları ve kiliseleri vs. hep görünmeyecek, dikkati çekmeyecek, şu “kahir ekseriyeti” (kahredici)  oluşturan Müslümanların aklına “deliye taşı andırmamak” babından arka cephelere, duvarların ardına, apartmanların arasına gizlenmişlerdir. Sürekli yaşanan terörün canlı şahididir bütün o duvarlar, o gözlerden kaçmalar, dikkati çekmemeler. “Sarmaşık dalları”nın izini gören gözler nedense duvarların izlerine karşı kördürler.
Hikayenin devamı başka bir kaynakta şöyle:
“1902 yılında, Kadıköy'de Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi'nin yakınında, Nihal Sokak'ta kurulan okulun tarihine dair bilgi sınırlıdır. 1961-64 yılları arasında 104 öğrencisi olduğu bilinen okul 1982'de kapatılmış, öğrencilerin bir kısmı Aramyan Uncuyan'a, bir kısmı ise diğer devlet okullarına geçmiştir. Halen vakfın tapulu mülkü olan okul binası, kültür merkezi olarak kullanılmak üzere kiraya verilmiştir. Binada halen Nazım Hikmet Kültür Merkezi faaliyet göstermektedir.”
İşte bütün bu masum satırlarda gizlidir bütün hikaye. Koca okul niçin öğrencisiz kalıyor? Niçin kapatılıyor? Niçin 20 yıl boyunca bomboş kalıyor? Niçin Kültür Merkezi olmak üzere kiraya veriliyor?
Adında “komünist” sıfatı olan bir partinin bütün bunların üzerine gitmesi gerekmez mi? Bunlar toplumun gündeminde değilse bile gündemine getirmek için uğraşması gerekmez mi? Bunların hiç biri yok.
*
İlk bakışta sanki herşey çok hakka hukuka uygun.
Vakıf kendine ait boş duran bir okulu, Kültür Merkezi olarak kullanılmak üzere kiraya vermiş. Böylece gelir elde edip diğer mallarını ve faaliyetlerini finanse etmek istemiş olabilir.
Ama biliyoruz ki, bu vakıflar mallarını kiraya da veremiyorlardı. Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin bazı kararları sonunda kiraya verilebilir oldular. Ama bu durumda bile İşçi Partisi’nin bunu tanımayıp resmen işgal ettiğine dair bilgiler İnternette yeterince var.
Peki, TKP ne yapmış? Kiralamış!.. En azından İşçi Partisi gibi resmen işgal etmemiş. Aferin diyelim.
Ne kadar ödüyor? Ne karşılığı acaba?
Devrimci bir örgütün bütün gelir ve giderlerini herkesin bilgisine sunması gerekir aslında ama bu gelenekler çoktan unutuldu. Böyle bir kaynak yok.
Fakat internette şöyle bir bilgiye ulaşıyoruz:
Nasıl kiralanmış?
“Ermeni okulu Nazım Hikmet Kültür Merkezi oldu
Bahariye Caddesi girişindeki ‘Sanat Sokağı’ olarak tanınan Ali Suavi Sokak’ta bulunan 3 katlı eski Ermeni İlköğretim Okulu’nun restore edilmesiyle oluşturulan Nazım Hikmet Kültür Merkezi, törenle açıldı.
Kadıköy
18 Ekim 2004 —  Kültür Merkezi yöneticisi Ali Mert, 102 yıllık bina olan Ermeni İlköğretim Okulu’nun 20 yıldır kullanılmadığını belirterek, Ermeni Okulları Vakfı’ndan, binanın restorasyonu karşılığında, kullanım hakkının alındığını söyledi.”
Yani bir “restorasyon” yapılmış ve muhtemelen ömrü billah kullanımı alınmış. Çünkü şu kadar yıllık bir kullanım diye bir sınırlama falan da yok. Olsaydı her halde belirtilirdi.
Anlaşılan bu Katoluk Ermeniler’in hiç kafası çalışmıyor. Çok harka bir yerde çok güzel gelir getirecek bir binayı neredeyse karşılıksız TKP’ye vermişler. Sözümona mülkiyetleri kendilerinde ama fiilen kullanımı TKP’de.
Peki, ben ne tahmin ediyordum yazımda:
“İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en güzel ve stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım Hikmet Kültür Merkezi bir şekilde kitabına uydurularak bu politik çizgiyi ödüllendirmek için bu devlet tarafından TKP'nin kullanımına verilmiştir.”
Bu satırları yazarken genelden hareketle bir çıkarsama yapmıştım. Ama şimdi olayı inceleyince bu çıkarmanın da pek yanlış olmadığı görülüyor.
Türkiye gibi bir devlette “iyi saatte olsunlar”ın bir şekilde onayı, desteği, yönlendirmesi olmadan, Ermeni Cemaati, Adı Komünist olan bir örgüte, neredeyse yok pahasına böyle bir binayı vermez, veremez. Verdiği takdirde Kızıl Komünistleri Ermeniler destekliyor gibi bir linç kampanyasına maruz kalmaktan korkar.
Tersinden de, gerçek bir komünist de, hem Ermenileri zor durumda bırakmamak, hem de bu gibi saldırıları başından kesmek için çok dikkatli davranır. Örneğin neredeyse böylesine bir yeri bedavaya kapatmaz. En azından normal ticari ilişki düzeyinde, hatta normal olarak Komünistlerin kiralık yer bulması zor olacağından, olağan fiyatinin üstünde para ödemesi gerekir ve böyle yapar.
Devrimcilik hayatımda gerek Dev-Genç’te gerek daha sonra birçok kez, Ermeni ve Hırıstiyan yoldaşlarımızın, yetenek ve bilgileri bizlerden çok ilerde olmalarına rağmen, benim “Hıristiyan veya Ermeni olmamı anti komünist histeri için kullanabilirler” diyerek, önde görünmekten ve resmen öyle görevler almaktan feragatleri hiç olmayan şeyler değildi.
Böyle bir ülkede, Ermeni Cemaati bir vakfını TKP gibi bir örgüte veya onun paralelindeki bir kuruma böylesine neredeyse bedavaya verecek.
Benim bildiğim normal olarak, bunca tecrübe yaşamış, nice badirelerden geçmiş, zaten küçücük kalmış ermeni ceamaatleri böyle bir şey yapmaktan korkar. Yapmadan önce, birtakim ilişkileri kullanarak ulu devletimizin iyi saatte olsunlarına sorarlar. Oralardan bir sinyalalmadan böyle bir şey yapamazlar.
Kaldı ki bunun tersi de doğrudur. Bu memlekette komünistlek yapmış biri, böyle bir imkanın Ermenilerden böylesine kolayca kendisine verilmesi karşyısında kendinden kuşku duyar veya duymalıdır. “Yahu biz nerede yanlış yaptık da böyle bir piyango çıktı” falan diye düşünmesi gerekir.
Özetle şimdi bir şekilde kitabına uydurulup ulusalcı bir çizgide olduğu için TKP’nin emrine amade kılındığına daha bir ikna olduk.
Peki o restorasyon nasıl bir işmiş?
Ola ki çok masraflı ve uzun bir iştir.
Onu da Ekşi Sözlük’ten okuyalım:
“nazim kulturevi nin "nazim in estetik duzeyine yarasir" profesyonel etkinlikler yapmak uzere kendini yenilemesiyle olusan kurumun ismi. isil ozgenturk soyle yaziyor merkezin acilisi hakkinda:
"okulu, ermeni ustalar 1902'de yapmışlar, en güzel karoları döşeyip en yüksek duvarları örmüşler. en aydınlık pencereleri açmışlar ve en üste de dünyanın en sıcak, en albenili, en baştan çıkarıcı tiyatro salonunu kondurmuşlar.
bir güzel okul olmuş. yıllar yılı çocuk sesleriyle daha da şenlenmiş. en güzel tiyatrolar oynanmış, en acılı aşk sohbetleri yapılmış, diplomalar alınmış ve yaşam pek çok insan için burada başlamış. sonra yıl 1987'ye gelmiş, çocuk sayısı azaldığından okul kapanmış ve yıllarca öyle mahzun, öyle boynu bükük beklemiş. vakıf malı olduğu için kimseler içeri girip bu güzelim binayı yeniden yaşar kılamamış. yıl 2004'e gelmiş, türkiye cumhuriyeti, avrupa birliği'ne uyum yasaları çerçevesinde azınlık mallarıyla ilgili yasayı değiştirince, iyi bir şey olmuş ve bina, bir kültür merkezi yapma hayali kuranlar tarafından kiralanıp ali usta ve ekibinin ellerine teslim edilmiş. onarılması ve kapısına nâzım hikmet kültür merkezi yazısı konması için.
ben kadıköy altıyol'daki bu ermeni ilkokulunu onarım başladığında gidip görmüştüm ve iki ay sonra açılışa gittiğimde gözlerime inanamadım; ali usta ve ekibi, gece-gündüz çalışarak okulu yeniden onarmışlar. ve kapısına nâzım hikmet kültür merkezi levhasını asmışlar. belki ki, bu iki aydaki mucize, parayla pulla elde edilmemiş; bu mucize, nâzım' ın mısralarını ezbere bilen, onu komünist olduğu için bir kat daha fazla seven ali usta ve ekibinin inanılmaz özverisi sayesinde olmuş. türkü söyler gibi bir çırpıda, en içten emeklerini koyarak binayı bitirmişler. (…)  (19 ekim 2004, cumhuriyet)
Yani topu topu iki aylık bir işmiş.
Yazının tarihi 2004. Yani şimdi dokuz yıl olmuş.
Özgentürk ne kadar da nesnel ve masum yazıyor. Ne kadar merhametli!
“Çocuk sayısı azaldığından okul kapanmış”
Bu tarafsız ve masum görünen satırlar ben olsaydım şöyle yazardım:
“Ermeniler katledildiği, sürekli terör altında yaşadığı için çocuk kalmamıştı.”
Özgentürk saf ve masum yazıyor:
“Vakıf malı olduğu için kimseler içeri girip bu güzelim binayı yeniden yaşar kılmamış”
Ben olsaydım şöyle yazardım örneğin:
Ermenilerin ve Hıristiyanların sistemli olarak imhasına ve yok edilmesine, mallarının yağmasına, bu sefer kanunlar ve mülkler üzerinden devam edildiği ve bu bağlamda vakıflar mallarını akar olarak da kullanamadığı için, bina boş kalmak zorundaydı.”
Özgentürk söyle yazıyor:
“bina, bir kültür merkezi yapma hayali kuranlar tarafından kiralanıp”
Ben olsaydım şöyle yazardım:
“Bina yok bahasına kapatılıp…”
Evet bunlar yok.
Nazım Hikmet var. Nazım Hikmet okuyucusu usta falan var. Ama bunlar yok.
Onların emeği “içten”miş.
Valla biz Marks’tan iş gücünün maddi veya manevi özelliklerinin, “içten” ya da dıştan olmasının onun ürettiği değer üzerinde hiçbir etkisi olmadığını öğrenmiştik.
Yani topu topu “içten” veya “dıştan” iki aylık işgücü karşılığında Kadıköy’ün en güzel yerinde, harika bir bina. Orada Komünizm, Nazım, Nazımı ezbere bilen ustalar falan var da,  yok edilenler yok.
29 Ekim 2013 Salı
Demir Küçükaydın


Hiç yorum yok: