29 Ekim 2013 Salı

Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı

Başörtüsünde (Türban) sembolize olan kıyafet kavgası niçin bu kadar önemlidir? Benzeri kavga ne nüfusunun çoğu Müslüman olan diğer ülkelerde, ne de başka ülkelerde görülmektedir. Niçin Türkiye’ye has bir görüngüdür ve bunca önemlidir?
Başörtüsüne (Türban) karşı çıkanlar da, onu örtmek isteyenler de aynı neden ve kaygılarla bunca zıt gibi görünen konumlardadırlar, bu zıtlık onların temeldeki özdeşliğinden kaynaklanır.
Aynı ilkenin tamamen zıt sonuçlara yol açabileceğinin iyi bir örneklerden biri, İngiltere, onun eski kolonileri ve Japonya’da Trafiğin soldan; Fransa ve sonradan Fransız devriminin etkisiyle bütün dünyada sağdan olmasının, yani bu iki zıt ilkenin aynı nedenden kaynaklanması olabilir.
İkisinin de temelinde insanların büyük çoğunluğunun solak değil de sağlak olması vardır. Soldan ve sağdan gibi, birbirine zıt bu trafik ilkelerini yaratan aynı sağlaklıktır.
Çoğunluk sağ kolunu kullandığı için, atı ve kalkanını sol; kılıcını veya silahını sağ elle tuttuğu ve soldan gidildiği takdirde sağ kolla dahi iyi savunma ve saldırı yapılabileceği için eskiden karada soldan gidiş yaygındır.
İnsanlar bir sandala bindiklerinde küreği sağ ellerinin gücünü kullanacak şekilde tutmaları nedeniyle, suda sağdan gitme daha rahat hareket ve özellikle iskelelere yanaşmalarda daha geniş bir manevra ve daha yüksek bir isabet olanağı sağladığı için su trafiği sağdan çalışır.
İngiliz sistemi kara trafiğine, Fransız sistemi de su trafiğine dayandığı için biri sağdan, diğeri soldan olmuştur. Aynı neden, farklı koşullarda birbirine zıt biçimlerde sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
Gerçi şöyle bir soru da sorulabilir.: İngiltere ve Japonya birer adadır ve bunlar denizci uluslardır, niye oralarda su trafiğinin ilkesi olmamıştır da aksine karada su trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur?
Bu ilk başta çelişki gibi görünen durumun da sırrı yine onların ada olmasıyla ilgilidir. İngiltere ve Japonya uygarlıkların kenarlarında kalmış adalar olduğu, uygarlıkla çok geç buluştuğu, her ikisinde de Komünün gelenekleri ve şövalyelik (Japonya’da Samuraylık) daha uzun süre yaşadığı ve etkili olduğu; buna karşılık kara Avrupa’sında Uygarlık daha önce yayıldığı; uygarlık ise ticaret demek olduğu; ticaret de her şeyden önce su yolları boyunca yayıldığı için Kıtada Su trafiğinin; adada Kara trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Diğer bir deyişle, Kapitalizme ilk geçiş, medeniyetten değil, “İlkel Sosyalizm”den olduğu için, Kapitalizme ilk geçen ülkede, Trafik soldan olmuştur.
Neyse konumuz bu değil, ama Kıyafet meselesinde de, benzer bir durum söz konusudur. Aynı neden, farklı koşullarda başka ilkelerin öne çıkarılmasına yol açmaktadır.
Matematik problemleri çözülürken, önce problemle ilgisizmiş gibi görünen temel başka önermelere gitmek gerekir. Benzer şekilde, biz de bu kıyafet kavgasını anlamak için, önce çok temel ama konuyla ilgisiz gibi görünen başka önermelerden başlamalıyız.
Kapitalizm ve kapitalizm öncesinde sınıf mücadeleleri arasında temel bir fark vardır. Kapitalizm öncesinde, egemen sınıflar, zümreler, kastlar, giyinişleri, davranışları, mekanları dilleri ve hatta kavimleriyle diğer sınıflardan ayrılırlar. Sadece egemen sınıflar değil, bu ayrım bütün toplum için geçerlidir. Her mesleğin, her sınıfın, her cemaatin kendine has giyinişleri; mekanları; hatta dilleri ve “ulusları” bile vardır. Her şey çok açık ve kesin olarak belirlidir. Bu nedenle kapitalizm öncesi toplumlar sistematik bir kastlaşma eğilimi gösterirler. Eğer “barbar” denen kavimlerin akınları sık sık o kapitalizm öncesi uygarlıkları alt üst etmeseler bütün antika uygarlıkları bu türden, Hindistan’daki gibi bir kastlaşma beklerdi.
Kapitalizmde ise, durum tam tersinedir. Zaten ulusun ve ulusçuluğun nedeni de budur. Geniş yeniden üretim strandartlaşma gerektirir. Ulus da bu standartlaşmanın bulunmuş en son biçimidir.
Ama kapitalizmde, kapitalizm öncesinden daha farklı bir durum daha vardır. Kapitalizm öncesinde, silah taşıyanlar zaten aynı zamanda egemen sınıftırlar. Kapitalizmde ise, bütün ulus gereğinde silahlandırılır. Hem diğer uluslara; hem de Fransız devriminden sonra olduğu gibi, bütün Kapitalizm öncesi dünyaya meydan okuyabilmek, onun tehditlerine karşı koyabilmek için de bu zorunludur. Ama bu çok riskli bir durumdur. Egemen sınıf, yani burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emekçiler çok büyük çoğunluk.
Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm öncesinin tamamen tersi bir savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam alanı gibi farklılıkları ortadan kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu gizleyip egemenliğini sürdürebilir. Bu, ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır.
Bunu anlamak için modern toplumdaki sınıflar savaşı ve ordular savaşının zıtlığını göz önüne getirelim. Ordular savaşında her ordunun ayrı bayrakları, ayrı siperleri, ayrı kıyafet ve parolaları vardır. Her şey kesin olarak ayrıdır. Modern sınıflar savaşında böyle olsaydı, burjuvazi bir saniye bile iktidarını sürdüremezdi. Bu ancak bin bir parçaya bölünmüş kapitalizm öncesi uygarlıklarda mümkündü. O halde burjuvazinin, egemeni olduğu ulusun; sömürdüğü işçilerden biçimsel özellikler bakımından (giyim, dil, yaşam tarzı, yaşam yerleri vs.) farklı olmamasının, onun egemenliğini sürdürmesi için hayati bir önemi vardır.
Burada Türkiye’nin özgüllüğüne geliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu, Bizans adlı Doğu Roma’yı fethetmiş Oğuz boylarından çıkmıştır. Eğer bu boylar, uygarlıkla ilk ilişkilerini, Karadeniz üzerinden gelen Oğuz boyları, veya yeterince uygarlığa bulaşmamış, Osmanlı ve Selçuklu’nun “Cahil Türkler” dediği Karamanlılar gibi, Bizans aracılığıyla kursalardı; feth ettikleri Hıristiyan Bizans uygarlığı tarafından feth edilirler, onun dinine geçerlerdi.
Ama Oğuz boyları, Müslümanlaşmış Pers ve İslam uygarlıkları aracılığıyla daha önce uygarlığın gerektirdiği kavram sistemi ile zırhlandıklarından Hıristiyanlaşmadılar. Bizans’ı Feth ettiklerinde, müziğinden yemeğine, vücut diline kadar bu uygarlıkça feth edildiler ama, bu fetih din alanına işlemedi. İşlemediği için de dilleri, Pers ve İslam Uygarlıklarının dili oldu, Bizans’ın dili değil.
Böylece nüfusunun çoğu binlerce yıldır uygarlaşmış Hıristiyan’lara egemen, onları Pers ve İslam uygarlıklarının kendine kazandırdığı kurumsal ve kavramsal araçlarla yöneten batılıların “Türk” dediği Müslüman bir kast oluştu. İşin ilginci, bu Kast kastlaştıkça, yani devletleştikçe, uygarlaştıkça, silahlı eşit Oğuz boylarının eşitleri içinde birinci olmaktan çıkmak, onları silahsızlandırmak ve kendine bağlı silahlı özel birlikler oluşturmak zorunda kalmıştır. Muaviyelerin, Stalinlerin yaptığını yapmıştır. Yani giderek devşirmelerden oluşan, Müslümanlaştırılmış Hıristiyan çocuklarından oluşan bir devlet kastıdır bu. Yani batılının Türk dediği egemen Müslüman kastın, Oğuzluk veya “Türklük”le de hiç ilgisi de yoktur.
Anadolu’nun Bizans’tan önce (Ermeni, Süryani vs. kiliselerinin ayrılığı bu önceliği ifade eder), Balkanlar’ın Bizans aracılığıyla (Balkan Ortodoksluğu Bizans aracılığıyla uygarlaşmanın sonucudur) Osmanlı’dan önce uygarlaşmış kavimleri, zanaat ve ticaret hayatına egemendiler. Müslüman ahali ise, ya Ticaret ve sanayi ile ilgisiz, bunu “haşa min huzur Tüccar taifesinden” diye aşağı ve hor gören devlet kastından, ya göçebelerden, ya da tehdit görüldükleri için zorla yerleştirilmiş Müslüman veya Alevi yoksul köylülerden oluşuyordu. Ama esas olarak Müslümanlaşmış üreticilerden oluşuyordu. Dolayısıyla Müslüman ahali veya egemen yönetici kast içinden bir burjuvazi çıkması söz konusu olamazdı.
Rolayısıyla burjuvazi önce Hıristiyanlar arasından çıktı. Bu ortaya çıkan burjuvazilerin her birinin iyi kötü dilini konuşan bir nüfusu da bulunuyordu. Balkan ulusları böyle oluştu. Balkan’lardan Osmanlı’nın atılışı, bir bakıma, oralarda burjuva devrimleri anlamına gelir. Balkan ülkelerinin bu gün bulunduğu geri durum kimseyi yanıltmamalıdır. Onların bu günkü geri durumlarının nedeni, Yirminci Yüzyılın ikinci yarısını, Osmanlı benzeri, Ekim devriminin tasfiyesi üzerine oturmuş Rus Bürokratik kastının egemenliği altında yaşamalarıdır. Eğer İkinci dünya savaşından sonra, Yunanistan gibi bunun dışında kalsalardı, bu gün, Yunanistan, İspanya, Portekiz’in bulunduğu refah ve gelişmişlik düzeyinde bulunurlardı.
Eğer Kıta Avrupa’sı ve İngiltere gelişim zıtlıkları arasında bir paralellik kurulursa, İngiltere’de Püritenlik, ilkel sosyalizm geleneklerinin gücü sayesinde, Roma’nın “ruh ül habis”i Katolikliği Britanya adalarından sürerek, kapitalist gelişimin yolunu açarken, Kıta Avrupa’sında, O “ruh ül habis”, ilkel sosyalizm geleneklerinden güç alan Protestanları, Sen Barthelmi katliamlarıyla bire kadar kılıçtan geçiriyor ve kıta Avrupa’sında burjuva gelişimi bir asır geciktiriyordu.
Balkanlar Anadolu gelişim zıtlıkları kıta Avrupası İngiltere zıtlıklarına benzer. Osmanlı’nın Balkanlardan sürülüşü, Katolikliğin İngiltere’den sürülüşüne, Püriten devrimine benzer. Ama Anadolu’da ermeni ahalinin katli ve sürülmesi ile Rumların sürülüşü ve Mübadelesi, Kıta Avrupa’sının Sen Barthelmi katliamlarına benzer, Anadolu’nun gelişimini yüz yıl geciktirmiştir.
Türklerin; burjuva devrimi olarak gördükleri, ikinci ve üçüncü meşrutiyetler, aslında Anadolu’daki burjuvaziye karşı, burjuvaziyi tasfiye eden, tefeci bezirganlığı ve derebeyliği pekiştiren bir karşı devrimdir. Osmanlı’ya egemen Müslüman devlet kastı, egemenliğini korumak için, burjuvaziyle birlikte o Ermeni ve Rum burjuvazisinin dayanacağı kitleyi de tasfiye etmiştir. Burjuvazinin evleri Derebey konakları veya devlet dairelerine dönüşmüştür. Müslüman ahalinin içinde ilk sermaye birikimi de bir bakıma, bu katliamların ve sürgünlerin sonunda ele geçirilmiş zenginliklere dayanır. Eğer bu gün gelişmiş Taşra burjuvazisinin ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynakları araştırılırsa, ardında hep Ermeni veya Rum malları veya onların kaçarken bıraktıkları servetlerin bulunuşları vardır. Kapitalizm dünyanın her yerinde ilk sermaye birikimini, korsanlık, katliam, gasp aracılığıyla yapmıştır.
Ama hikayenin buraya kadar olan kısmı şu kıyafet meselesini açıklamaz, onun ortaya çıkış koşulları hakkında bir fikir vermek için bunlara değinmek gerekti. Osmanlı devlet sınıfları, modernleşme ihtiyacıyla, bir sürü kıyafet değişiklikleri yapmışlardır. Cumhuriyet’in “Şapka Devrimleri” bunun devamı olarak görülür ama değildir ve onlardan köklü bir fark gösterir. Diğerleri, bütünüyle, modern savaş ve idare veya üretim tekniğinin getirdiği zorunluluklardır ve bunların uygulanması sadece o görevi yapanlarla sınırlıdır. Yani sarık atılıp fes koyulduğunda bu bütün ahaliye zorlama değil, sadece devlet memurlarına has kalmıştır. Bir tür üniforma değişikliğidir bunlar. Ama Atatürk’ün “Kıyafet Devrim”i bunlardan temelden farklıdır: o bütün toplumu kıyafetini değiştirmek zorunda bırakır; burada yeni bir üniforma değil, çok başka derin bir farklılık vardır. Bu kıyafet meselesinin bunca önemli olmasının nedeni de budur aslında. Ama bunun için Tekrar Osmanlı’daki burjuvaziye dönelim.
Osmanlı’da egemen Müslüman bir devlet kastı, Müslüman ve yoksul bir ahali vardır. Bunların burjuvazisi yoktur. Hıristiyan ulusların burjuvazileri ve “halkları” vardır. Ama bir de “halksız” bir burjuvazi vardır: Yahudiler ve Sabetaycılar.
Antik uygarlıklarda ticaret daima belli kavimlerin iş olagelmiştir. Akdeniz uygarlığı bölgesinde, İtalyanlar (Romalılar), Rumlar (Yunanlılar) gibi ve onlardan çok daha eskilere giden ve köklü Yahudiler de bir ticaret kastı olarak yaşayagelmişlerdir. Osmanlı’nın, İspanya’daki engizisyondan kaçan Yahudilere sığınma ve ticaret ayrıcalıkları sunması, aslında Venedik ve İspanya gibilerin rekabetine karşı yapılmış girişimler olsa da, belli bir yakınlaşma da yaratmıştı.
Yahudiler ve Sabetaycılar da, İzmir, İstanbul, Selanik gibi büyük ticaret ve liman şehirlerinde bulunuyorlardı. Onlar da modern kapitalist ilişkilerle ilişkiye geçtikçe burjuvalaşıyorlar, aydınlanmanın fikirleriyle silahlanıyorlardı. Ancak bu oluşan modern Yahudi burjuvazisinin, Rum, Ermeni veya diğer Balkan ülkeleri burjuvazilerinden temel bir farkı vardı. Kendi dili ve diniyle ortak bir nüfusu yoktu. Ayrıca bu burjuvazi, Rum ve Ermeni burjuvazisiyle ciddi bir rekabet içinde bulunuyordu.
Bu Yahudi burjuvazinin kendi egemenliğini koyacağı ve bir ulus yaratabileceği aynı dili ve/veya dini olan bir kitle yok; öte yandan burjuvazisi olmayan Müslüman bir kitle ve egemen devlet kastı var. Ermeni ve Rum burjuvazisinin girişimleri zaten bu Devlet kastının egemenliğini ve varlığını tehdit ediyor. Bu durumda bir ulusu, ya da ulus hammaddesi olabilecek bir kitlesi olmayan Yahudi burjuvazisinin çıkarları ile; bir burjuvazisi olmayan devlet sınıflarının çıkarları çakışır. İkisi de, farklı gerekçelerle de olsa, Ermeni ve Rum’ları tasfiye etmek ve Müslüman ahaliden bir ulus yaratmak zorundadırlar.
Böylece tencere yuvarlanır ve kapağını bulur. Sabetaycılar zaten görünüşte Müslüman’dırlar da. Bu nedenle en büyük Türk milliyetçileri Yahudiler arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin’den Tekin Alp’e kadar bir çok örnek sayılabilir. İttihat terakki de bizzat bu Yahudi Burjuvazisinin güçlü damgasını taşır.
Ama en sembolik kişilik ve zaten Türklerin babası adını alan ve Türk ulusunu yaratan Atatük’tür. Hem Müslüman devlet sınıflarındandır. Hem Selanik’teki Aydınlanmacı Yahudi cemaatinin okulunda okumuştur. Müslüman Devlet’e egemen kast ile Yahudi burjuvazisinin sentezidir, kesişme noktasıdır. Zaten, onu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu yapan da bu özelliğidir.
Ne var ki, bu Levant’ın liman şehirlerinde yerleşmiş Yahudi burjuvazisi, giyimi, yaşamı, dili, şivesi, adetleriyle Müslüman ahaliye hiç benzememektedir. Tipik bir Avrupalı veya Hıristiyan gibidir. Halbuki modern toplumda, kapitalizmde egemen sınıfın ayrı bir kast özellikleri taşıması olacak iş değildir. Daha baştan yenilgi demektir.
O zaman bir tek yol kalır, bütün ulusu kendisi gibi giydirirse, kimin Müslüman kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılmaz, bütün dünyanın diğer burjuvaları gibi, bir süre devlet sınıflarının koruması altında palazlandıktan sonra, siyasi iktidarı da doğrudan ellerine alabilirlerdi.
Kıyafet inkılaplarının ve laikliğin anlamı, Burjuvazi ile halkın arasında giyim; yaşam tarzı, din vs. bakımdan olaşabilecek ve sınıf ayrılıklarına tekabül edebilecek farklılıkları giderme kaygısında gizlidir. Müslüman’ın fes, gayrı Müslim’in şapka giydiği bir toplumda, kıyafet bir sınıfsal aidiyeti de belirler. Ama herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılmaz olur.
Hasılı Atatürk’ün kıyafet devrimi, İkinci Mahmut’unki gibi resmi görevlilerin bir üniforma değişimi değil; burjuvazinin zeytinyağı gibi açıkta kalmasını engellemek için tüm toplumu onun gibi giydirme girişimidir.
Ama bu Yahudi burjuvazisinin de küçümsenmeyecek teşviki ile Rum ve Ermeni burjuvazi ve ahalinin tasfiyesi, Anadolu’da tefeciliği, derebeyliği iyice güçlendirdi. Bu güçlenen gericilik, Hıristiyanların tasfiyesiyle güçlendiği; onların mallarına konduğu için, Müslümanlık burjuvaziye karşı oluşun bayrağı da oldu. Çünkü burjuvazi ve kapitalizmi bir bakıma Hıristiyanlık sembolize ediyordu. Ama bu bezirgan ağa ve derebeyi Müslümanlığın egemenliği demek, şehirlerin Yahudi burjuvazisinin zeytinyağı gibi açıkta kalması ve tasfiyesi anlamına gelirdi. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’ne egemen Devlet kastı ve egemen Liman şehirleri burjuvazisi, buna karşı en sert tedbirleri almaktan başka bir şey yapamazlardı.
Eğer cumhuriyet burjuvazisi, belli bir refah sağlasa ve bu refahın sağladığı güvenle belli ölçüde bir demokrasiye geçebilseydi, kimse kıyafeti veya laikliği sorun etmezdi. Ama ne refah ne de demokrasi olmayınca, herkes zorla aynı kıyafeti giyse de, yaşantısı, zevkleri hatta tipiyle kendinden farklı olanların aynı zamanda üsttekiler olduğu bütün ezilen Müslüman ahali tarafından görülebiliyordu. Bu memnuniyetsizlik her zaman olduğu gibi, egemen sınıfı ve onun yaşam tarzının sembollerine yöneliyordu. Tabii bu memnuniyetsizliği aynı zamanda taşra bezirganlığı ve derebeylik de kendince kullanıyordu.
Ne var ki, kapitalist ilişkiler geliştikçe, tefecilerin, ağaların, beylerin çocukları okuyor, yabancı şirketlere acentalıkla da olsa giderek modern burjuvalar haline dönüşüyorlardı. İlk kuşak, yani Erbakanlar kuşağı, hem geçmişteki Hıristiyan katliamlarıyla müthiş yükselmiş, Müslüman tefeci bezirgan ve ağa gericiliğinin geleneklerine dayanıyorlardı; hem de büyük ölçüde, petrol zengini Arap ülkelerinin pazarının cazibesinden etkileniyorlardı. Bu iki nedenle, onların kıyafeti sorun yapmalarının, pre-kapitalist Müslümanlığın, kapitalist Hıristiyanlığa karşı düşmanlığının sembolleriyle ortaklığı, ayrılığının görülmesini engellemiştir.
Tefeci bezirganlıktaki şapka düşmanlığı, kapitalizm düşmanlığının bir ifadesidir. O modernliği reddeder. Onun girişinin kendisinin sonu olacağını bilir. Radyo, futbol, hasılı her şey gavur icadıdır der ve kullanılmasını reddeder. Gavur icadı, kapitalizm icadı olarak okunabilir. Ama onların artık burjuva olmuş çocuk ve torunlarının başörtüsünü bunca sorun etmesi tamamen farklıdır. Bu torunlar modern tekniği ve araçları en iyi şekilde kullanmaktadırlar onları reddetmek bir yana. Aynı şekilde, kıyafete bunca önem vermesinin de nedeni bambaşkadır. İşin ilginci tam da, Yahudi burjuvazinin herkese şapka giydirmesinin nedenidir. Egemeni olacağı halkın içinde zeytin yağı gibi açıkta kalmamak.
Büyük şehirlerde yaşayan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Finans-Kapital’e dönüşen bu burjuvazi, herkese şapka giydirerek açıkta kalmaktan kurtulurken, taşrada gelişmiş Müslüman burjuvazi, Cumhuriyet burjuvazisine tepki duyan halk gibi giyinerek, onun gibi yaşayarak açıkta kalmaktan kurtulunabileceğini söylüyor. Hem de böyle yaparak, ezilen halkın, devlete egemen bürokrasiye ve büyük şehirler burjuvazisine ve duyduğu tepkiyi onların sembollerine karşı çıkarak kendi arkasına alabiliyor.
Bu açıdan, bir taşla iki kuş vuruyor Müslüman taşra burjuvazisi. Hem Büyük şehirlerin burjuvazisine ve Devlet sınıflarına karşı egemenlik mücadelesinde, ezilenleri kendi yedeğine alıyor, hem de diğer burjuva zümrelere karşı kendi stratejisinin doğruluğunu kanıtlamış oluyor. Diğer strateji kimseye refah getirmediği için iflas etmiş ve devlet sınıfları ve şehir orta sınıfları hariç tüm desteğini yitirmiş bulunuyor. Bu onun, burjuvazinin diğer kanadının da temsilcisi olması olanağını yaratıyor.
Tabii bu arada köprülerin altından çok sular geçti ve burjuvazinin bu iki kanadı birbirine daha da çok yaklaştı.
Birincisi, son yirmi yıldır Kürdistan’da yürütülen savaşın saçmalığı, Batının büyük şehirlerinin burjuvazisinin bile devlet sınıfları ile arasının bozulmasına yol açtı. Bu burjuvazi, yeni kuşak modern Müslüman burjuvazi ile Devlet sınıflarının keyfiliğine karşı iş birliği yapmaya yanaşıyor. ANAP’tan AKP’ye geçişler bunun tipik bir örneğidir.
Öte yandan, Müslüman burjuvazi de eskisi gibi retorikle meşgul olmaktansa, fiili kazanımlara ağırlık veren bir stratejinin daha geniş güçleri bir araya getireceğini görmüş bulunuyor. Herkese başörtüsü taktırmaya kalkmak, hem orduyu, hem şehir orta sınıflarını hem de batılı burjuvaziyi karşıda bir cephe oluşturmaya itiyordu. Halbuki, artık, post modern çağdayız. İsteyen açar, isteyen kapar, açan da kapayan da zenginliktir dediniz mi, bütün bu kıyafet sorunları bir anda olaylarca aşılmış olur.
Gerek batının batıcı burjuvazisi, gerek taşranın Müslüman burjuvazisi bu adımı atmış bulunuyor. Aslında, burjuvazinin bu iki farklı kesimi arasındaki bu sorun, olaylarca ve dünyadaki gelişmelerce aşılmış bulunuyor. Şimdi bunun hala sorun olması, devlet kastının, elindeki iktidarı koruma çabasıyla ilgilidir.
27.12.2002
(Tabii bu yazıda Türban’ın Müslüman Erkeği kendi oyununa getiren müslüman kadının evden çıkış ve modern şehir hayatına geçişi sağlayan bir “kurşun geçinmez hamaylısı” olduğu konusunu başka yazılarımızda ele aldığımızdan türbanın kadınlar ve ezilen sınıflar açısından özgül anlamları üzrinde ayrıca durmadık. Bunun için yazının başlığı “ilk anlamı”dır. 29 Ekim 2013 Salı)



Hiç yorum yok: