Teori ve Devrim, özellikle “teorinin teorisi” de denebilecek olan Metodolojinin Devrim ile ilişkisi sanılanın aksine çok yakın, iç
içe geçmiş bir ilişkidir. Devrim Teorinin, Teori de Devrimin gerçekleşmesidir.
Teoride “gerçek olan akli” olur;
devrimde ise “akli olan gerçek”.
Metodoloji, temel kavramların nasıl tanımlanması gerektiği üzerine
konuşur. Ama temel kavramları tanımlayacak temel kavramların neler olacağı ise,
eskisine sığmayan yepyeni bir sıçrama momenti, bir yepyeni din gerektirir.
Ama o din, eski kuşakların geleneği yenilerin üzerine bir kâbus
gibi çöktüğü için, bulutsuz gökte çakan bir şimşek gibi ortaya çıkmaz. Eskinin,
var olanın içinden, onun biçim ve anlam değişimiyle çıkar. Gerçek olan akli
olur.
Evrenin varoluşunu, Kaos, Kozmos, Kronos, Zeus, Apollon vs.
ile açıklayan bir tarihten ve kavram sisteminden, dolayısıyla bir toplum
düzeninden; Cennet, Cehennem, Allah, Şeytan ile açıklayan bir tarihe, kavram sistemine
ve toplum düzenine nasıl geçilebilir?
Tarihi ve evreni Allah’la, Cennet’le, Adem ve Nuh’la
açıklandığı bir Tarih, kavram sistemi ve toplum düzeninden, Klasik Yunan ve
Roma Uygarlığı, Karanlık Ortaçağ ve nihayet klasik uygarlıkla yeniden buluşma
tarzdaki bir tarihe, kavram sistemine ve toplum düzenine nasıl geçilebilir?
İşte teolojik ya da felsefi denen metodolojik tartışmalar önce
bu geçişi yaparlar özünde; sonra o kavramlar yavaş yavaş zihinlerde toplum
hayatında zaten var olan binbir ilişki aracılığıyla yayılır. Kaldı ki bu o
zihinlerdeki değişim bizzat bu ilişkilerdeki değişimin sonucu olarak ortaya
çıkmıştır.
Sonra bir noktaya gelir ve eski sisteme sığmaz olur her şey,
bir devrim çağı başlar. Yepyeni bir üstyapı, yani yeni bir dinin egemenliği
gerçekleşir. Mitolojiler de, Destanlar da, felsefe tarihleri de, peygamberler
tarihleri de hep bu devrimlerin hikâyeleridirler. Hepsi böyle bir tarih
bakışıyla deşifde edilmeyi beklemektedir. Bu deşifrenin kendisi de yeni bir
tarih, dolayısıyla kavram sistemi ve toplumsal düzen, yani din demektir.
Klasik İyonya filozofları, evreni yaratan ana maddeyi şu
veya bu olarak tanımlarken aslında bir ana neden fikrini, yani Allah
tasavvurunun ardındaki gizli varsayımı oluşturuyorlardı. Bütün
materyalistlikleri Allah’ı yaratmaya çalışıyordu onlar bunun bilincinde
olmasalar bile. Hepsi Miletos veya civarındandı neredeyse, bütün peygamberlerin
Urfa-Mekke arasından, Mezopotamya veya Orta Doğulu olması gibi, zamanının en önemli ticaret yolu ve düğümünün
bulunduğu yerde yaşıyorlardı.
Sonraki klasik filozoflar, “doğru, iyi, güzel nedir”in
cevabını ararken de aslında Allah’ın kuracağı düzenin varsayımlarını ve
kavramlarını oluşturuyorlardı. Sokrates, Aristo, Platon’lar, sofistler, yeni Plâtoncular
vs. farkında değildiler ama Peygamber habercileriydiler; İslam’ın
terminolojisiyle Hıristiyanlığın Hanifleriydiler bir bakıma.
Büyüyen Akdeniz ticareti ve o ticaret yolları üzerinden
çıkan Filozoflar olmasaydı, Allah, birkaç Filistin aşiretini birleştiren, bazen
kızan ve bazen Abraham’la pazarlıklar yapan, Oğuzhan (“Öküzhan”) gibi bir
kabileler federasyonu sembolü olmaktan öteye gidemezdi.
Ön Asya’nın Bizans öncesi uygarlıklarının Hıristiyan
rahiplerinin (Süryani, Sabi, Nesturi, Ermeni, Kopt kiliseleri rahiplerinin
(Rahip Bahira) vs.) “teolojik” tartışmaları,
olmasaydı, Hz. Muhammet ve İslam ortaya çıkamaz, çıksa da bu dinlerin yaygın
olduğu yerlerdeki halklar bir saman Alevi gibi hızla Müslüman olamazdı.
Benzer şekilde Descartes’dan Kant’a kadar modern filozoflar,
modern dünyanın dini olan Aydınlanma’nın teolojisini yapıyorlardı kendileri
teolojinin düşmanı olsalar da. Aydınlanma devrimi aslında o filozofların
kitaplarında hazırlanmıştı. Paris’in donsuzları, bilmeden o teorinin
uygulayıcılarıydılar.
Marks, Tarihsel Maddeciliği 1845’te formüle ederken, 1848
devrimin teorik hazırlığını yapıyordu.
Lenin Avrupa savaş ateşleri içindeyken Kütüphanelerde
Hegel’in Mantığının en soyut bölümlerinde; Varlık, Hiçlik, Oluş kavramlarında dolaşırken
ve “Hegel’in en devrimci yerleri en soyut gibi görünen yerleri” diye notlar
düşerken yaptığını, Ekim devrimini gerçekleştiren İşçi ve köylüler ayaklarıyla
yapıyordu.
Bgün Marksizmde yapı ve özne çelişkisi ve çözümü, din ve
ulus teorileri; yeni sosyal hareketleri tek bir kavram sisteminde toplama
çabaları gibi bütün teorik katkılar, aslında bu devrimin hazırlıklarıydı.
Ama bu hazırlıklar bu devrimin hazırlayıcısı fikirler
olmadı. Bunun acısını çekeçcektir bu devrim. Bu devrim bu fikirlerle ancak
başka bir mecrada, başka fikirlerin kuluçkasında geliştikten sonra
buluşabilecektir.
*
Bu devrim her şeyden önce Post Modernizmin son yirmi otuz
yılda geliştirdiği kavramlara dayanmaktadır. Çoğulculuk, hiyerarşik olmama,
farklılıklar, ötekileştirmeme, çevre ve doğaya ilgi vs..
Kimse Marks’ın adını anmıyor ama örneğin Foucault’a
göndermelere sık sık rastlanabiliyor.
Bu gezi hareketini yaratanların düşünce dünyasını, kavramlarını,
denebilir ki bu son yirmi otuz yılın post modern dünyası belirledi.
Ama postmodernite nedir?
Post modernite, karşı devrimler dizisiyle, aslında önce pozitivizm ve uluslarca, daha
sonra da Stalinist ulusalcı ve bürokratik karşı devrime uğramış ve unutulmuş Aydınlanmanın
ideallerini el yordamıyla bulma çabası olarak görülebilir.
Ama bu çaba, aşırı kendine güven ve bir sürü yanlış
anlamayla maluldür. Örneğin Pozitivizmi, Aydınlanma içinde bir karşı devrim;
Ulusları ve Ulusçuluğu, Aydınlanma hümanizmi ve kozmopolitizminin inkârı bir
karşı devrim olarak değil; onun devamı ve mantıki sonucu olarak görür. Stalinizmi
de Marksizm'in örneğin.
Bir karşı devrime reaksiyon, bu karşı devrimin insanlığı
boğuşuna karşı bir isyandır.
Ama devrimci gelenek ve köklerinden yoksundur bu
yanılsamaları nedeniyle, kendini aydınlanmanın ve Marksizmcin devrimciliğinin
bir mirasçısı ve geliştiricisi olarak görmez. Öyle de değildir zaten. Bu da onu
sınırlar.
Bu nedenle tarih bilincinden yoksundur, hatta içinden
çıktığı yapısalcılığın tarihsizliği ile maluldür. Tutarsızdır, bunu, iç
tutarlılık ve sistematik olmak; “büyük
anlatılar öldü” denerek olumlanır; yüzeysellik derinlik olarak yüceltilir.
Bu durum onu aynı zamanda bu karşı devrim içinde oluşmuş
düzenin bir düzelticisi, reformisti yapar. Ulusçuluğa karşıdır, ama onu yeniden
üretip payandalar; merkezileşmeye, hiyerarşiye karşıdır, şu an Park
forumlarında görüleceği gibi, Fellini’nin orkestrası gibi, en kötü merkezileşme
ve hiyerarşiyle sonuçlanması mukadder bir saçmalığa düşer; Büyük anlatıların
bittiğine dair önermenin kendisin de bir büyük anlatı olduğunu göremez. “Mutlak
doğruya inanç diktatörlüğe yol açar” der; karşı devrimleri gerçek toplumsal
güçlerle değil, düşüncelerle açıklamaya kalktığı için gerçeği anlayamaz ve aynı
zamanda mutlak doğrulara inanmayı yasaklayarak başka bir yasakçılığın ve mutlak
doğrunun savunucusu olur.
Bütün eski uygarlıklar gibidir. Tarihi ve takvimi kendisiyle
başlaştır. Ve bütün eski uygarlıklar gibi, aştığını sandığı sorunlar, o eski
uygarlıkları çarpan sorunlar onu da çarpacaktır.
O nedenle, postmodern bir dünyanın hareketi olan, Gezi Hareketi
bağlamında, Teori ve Devrimlerin ilişkisinden söz etmek epey anakronik
kaçmaktadır. Ama onun bu teoriyle ilişkisizliğinin kendisidir teoriyle olan
ilişkisi.
Bu hareket de post modernite gibi, bir atom savaşından sonra
bir bakıma bütün canlıların neredeyse yok olduğu bir dünyada hayatın yeniden
ortaya çıkması gibidir. Aydınlanmanın ve Marksizm’in çöküşü bu entelektüel atom
felaketiydi.
*
Ama bu kuşağın devrimcileri de, tıpkı “Maymunlar Cehennemi”ndekiler gibi, “kayıp halka”yı aramaya ve yıkıntıların altında onu bulmaya
yazgılıdırlar.
Çünkü bu hareket sürdükçe ve ilerledikçe gerilere
dönecektir. Döndüğünde de bir yerlerde tekrar Marksizm’le karşılaşacaktır.
Hareketin hazırlıksızlığından söz ederken bunu kastediyoruz.
Bu hareket pek ala arada geçen zamanda durmayıp gelişmiş bir Marksist bir teori
arka planıyla ve iyi bir zihinsel hazırlıkla da bu yükselişi yaşayabilirdi. O
zaman Amerika’yı yeniden keşfederce muazzam güç ve zaman israflarıyla bulmak zorunda
kalmazdı. Örneğin Rus devrimcileri, Avrupa’da gelişmiş en ileri teori ve örgüt
biçimlerine; Rus romancıları, Don Kişot’tan beri geliştirilmiş roman tekniğine
dayanarak, geç gelmenin faziletlerini yaşıyorlardı. Bu hareketin böyle bir
avantajı yok. Her şeyi yeniden keşfetmek zorunda.
Bunun için uzayan bir devrim olması, kendini eğitecek zaman
bulması gerekiyor. Zamana ihtiyacı var bu devrimin, ne kadar yavaş bir tempoyla
ilerlerse o kadar iyi. O kadar hazmetmiş olarak daha ileri görevlere kendini
hazırlayabilir.
Focault’nun eğer Frankfurt Okulu veya Eleştirel teoriden (yani
gelişmiş Marksizm'den) haberim olsaydı, otuz yıl boşuna zaman ve enerji
yitirmezdim dediği söylenir.
Bu hareket de gün gelecek bunları söyleyecek.
Bu hareket şimdilik yıkıntılar artında, tozlarla örtülmüş,
ama tozlarından biraz temizlense pırıl pırıl parlayacak bir pırlanta gibi olan teoriye
ilgi gösteremeyecek kadar kendinden emin ve kendini beğenmiştir.
Ama ilk öğreneceği, ilerlemek için geriye gitmez zorunda
olduğu olacaktır. Oku ne kadar ileri atmak istiyorsa yayı o keder germek; ne
kadar ileri sıçramak istiyorsa o kadar gerilip hız almak gerektiğini
görecektir. Her seferinde daha geriye gitmek zorunda kalacaktır.
İlerlemenin (Pratik) gerileme (teori) olmadan olamayacağını
gördüğünde ve artık gerileyemeyecek duruma geldiğinde gerçek ileri atılışını
yapabilecektir.
Marks şöyle yazmıştı:
“proletarya
devrimleri, (…) durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi
akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş
gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile
zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan
yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine
meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu
karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi
olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
İşte Rodos, haydi
Atla!”
Demir Küçükaydın
18 Temmuz 2013 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder