18 Temmuz 2013 Perşembe

Gezi Hareketi, Teori ve Devrim

Teori ve Devrim, özellikle “teorinin teorisi” de denebilecek olan Metodolojinin Devrim ile ilişkisi sanılanın aksine çok yakın, iç içe geçmiş bir ilişkidir. Devrim Teorinin, Teori de Devrimin gerçekleşmesidir. Teoride “gerçek olan akli” olur; devrimde ise “akli olan gerçek”.
Metodoloji, temel kavramların nasıl tanımlanması gerektiği üzerine konuşur. Ama temel kavramları tanımlayacak temel kavramların neler olacağı ise, eskisine sığmayan yepyeni bir sıçrama momenti, bir yepyeni din gerektirir.
Ama o din, eski kuşakların geleneği yenilerin üzerine bir kâbus gibi çöktüğü için, bulutsuz gökte çakan bir şimşek gibi ortaya çıkmaz. Eskinin, var olanın içinden, onun biçim ve anlam değişimiyle çıkar. Gerçek olan akli olur.
Evrenin varoluşunu, Kaos, Kozmos, Kronos, Zeus, Apollon vs. ile açıklayan bir tarihten ve kavram sisteminden, dolayısıyla bir toplum düzeninden; Cennet, Cehennem, Allah, Şeytan ile açıklayan bir tarihe, kavram sistemine ve toplum düzenine nasıl geçilebilir?
Tarihi ve evreni Allah’la, Cennet’le, Adem ve Nuh’la açıklandığı bir Tarih, kavram sistemi ve toplum düzeninden, Klasik Yunan ve Roma Uygarlığı, Karanlık Ortaçağ ve nihayet klasik uygarlıkla yeniden buluşma tarzdaki bir tarihe, kavram sistemine ve toplum düzenine nasıl geçilebilir?
İşte teolojik ya da felsefi denen metodolojik tartışmalar önce bu geçişi yaparlar özünde; sonra o kavramlar yavaş yavaş zihinlerde toplum hayatında zaten var olan binbir ilişki aracılığıyla yayılır. Kaldı ki bu o zihinlerdeki değişim bizzat bu ilişkilerdeki değişimin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Sonra bir noktaya gelir ve eski sisteme sığmaz olur her şey, bir devrim çağı başlar. Yepyeni bir üstyapı, yani yeni bir dinin egemenliği gerçekleşir. Mitolojiler de, Destanlar da, felsefe tarihleri de, peygamberler tarihleri de hep bu devrimlerin hikâyeleridirler. Hepsi böyle bir tarih bakışıyla deşifde edilmeyi beklemektedir. Bu deşifrenin kendisi de yeni bir tarih, dolayısıyla kavram sistemi ve toplumsal düzen, yani din demektir.
Klasik İyonya filozofları, evreni yaratan ana maddeyi şu veya bu olarak tanımlarken aslında bir ana neden fikrini, yani Allah tasavvurunun ardındaki gizli varsayımı oluşturuyorlardı. Bütün materyalistlikleri Allah’ı yaratmaya çalışıyordu onlar bunun bilincinde olmasalar bile. Hepsi Miletos veya civarındandı neredeyse, bütün peygamberlerin Urfa-Mekke arasından, Mezopotamya veya Orta Doğulu olması gibi,  zamanının en önemli ticaret yolu ve düğümünün bulunduğu yerde yaşıyorlardı.
Sonraki klasik filozoflar, “doğru, iyi, güzel nedir”in cevabını ararken de aslında Allah’ın kuracağı düzenin varsayımlarını ve kavramlarını oluşturuyorlardı. Sokrates, Aristo, Platon’lar, sofistler, yeni Plâtoncular vs. farkında değildiler ama Peygamber habercileriydiler; İslam’ın terminolojisiyle Hıristiyanlığın Hanifleriydiler bir bakıma.
Büyüyen Akdeniz ticareti ve o ticaret yolları üzerinden çıkan Filozoflar olmasaydı, Allah, birkaç Filistin aşiretini birleştiren, bazen kızan ve bazen Abraham’la pazarlıklar yapan, Oğuzhan (“Öküzhan”) gibi bir kabileler federasyonu sembolü olmaktan öteye gidemezdi.
Ön Asya’nın Bizans öncesi uygarlıklarının Hıristiyan rahiplerinin (Süryani, Sabi, Nesturi, Ermeni, Kopt kiliseleri rahiplerinin (Rahip Bahira) vs.)  “teolojik” tartışmaları, olmasaydı, Hz. Muhammet ve İslam ortaya çıkamaz, çıksa da bu dinlerin yaygın olduğu yerlerdeki halklar bir saman Alevi gibi hızla Müslüman olamazdı.
Benzer şekilde Descartes’dan Kant’a kadar modern filozoflar, modern dünyanın dini olan Aydınlanma’nın teolojisini yapıyorlardı kendileri teolojinin düşmanı olsalar da. Aydınlanma devrimi aslında o filozofların kitaplarında hazırlanmıştı. Paris’in donsuzları, bilmeden o teorinin uygulayıcılarıydılar.
Marks, Tarihsel Maddeciliği 1845’te formüle ederken, 1848 devrimin teorik hazırlığını yapıyordu.
Lenin Avrupa savaş ateşleri içindeyken Kütüphanelerde Hegel’in Mantığının en soyut bölümlerinde; Varlık, Hiçlik, Oluş kavramlarında dolaşırken ve “Hegel’in en devrimci yerleri en soyut gibi görünen yerleri” diye notlar düşerken yaptığını, Ekim devrimini gerçekleştiren İşçi ve köylüler ayaklarıyla yapıyordu.
Bgün Marksizmde yapı ve özne çelişkisi ve çözümü, din ve ulus teorileri; yeni sosyal hareketleri tek bir kavram sisteminde toplama çabaları gibi bütün teorik katkılar, aslında bu devrimin hazırlıklarıydı.
Ama bu hazırlıklar bu devrimin hazırlayıcısı fikirler olmadı. Bunun acısını çekeçcektir bu devrim. Bu devrim bu fikirlerle ancak başka bir mecrada, başka fikirlerin kuluçkasında geliştikten sonra buluşabilecektir.
*
Bu devrim her şeyden önce Post Modernizmin son yirmi otuz yılda geliştirdiği kavramlara dayanmaktadır. Çoğulculuk, hiyerarşik olmama, farklılıklar, ötekileştirmeme, çevre ve doğaya ilgi vs..
Kimse Marks’ın adını anmıyor ama örneğin Foucault’a göndermelere sık sık rastlanabiliyor.
Bu gezi hareketini yaratanların düşünce dünyasını, kavramlarını, denebilir ki bu son yirmi otuz yılın post modern dünyası belirledi.
Ama postmodernite nedir?
Post modernite, karşı devrimler dizisiyle,  aslında önce pozitivizm ve uluslarca, daha sonra da Stalinist ulusalcı ve bürokratik karşı devrime uğramış ve unutulmuş Aydınlanmanın ideallerini el yordamıyla bulma çabası olarak görülebilir.
Ama bu çaba, aşırı kendine güven ve bir sürü yanlış anlamayla maluldür. Örneğin Pozitivizmi, Aydınlanma içinde bir karşı devrim; Ulusları ve Ulusçuluğu, Aydınlanma hümanizmi ve kozmopolitizminin inkârı bir karşı devrim olarak değil; onun devamı ve mantıki sonucu olarak görür. Stalinizmi de Marksizm'in örneğin.
Bir karşı devrime reaksiyon, bu karşı devrimin insanlığı boğuşuna karşı bir isyandır.
Ama devrimci gelenek ve köklerinden yoksundur bu yanılsamaları nedeniyle, kendini aydınlanmanın ve Marksizmcin devrimciliğinin bir mirasçısı ve geliştiricisi olarak görmez. Öyle de değildir zaten. Bu da onu sınırlar.
Bu nedenle tarih bilincinden yoksundur, hatta içinden çıktığı yapısalcılığın tarihsizliği ile maluldür. Tutarsızdır, bunu, iç tutarlılık ve sistematik olmak; “büyük anlatılar öldü” denerek olumlanır; yüzeysellik derinlik olarak yüceltilir.
Bu durum onu aynı zamanda bu karşı devrim içinde oluşmuş düzenin bir düzelticisi, reformisti yapar. Ulusçuluğa karşıdır, ama onu yeniden üretip payandalar; merkezileşmeye, hiyerarşiye karşıdır, şu an Park forumlarında görüleceği gibi, Fellini’nin orkestrası gibi, en kötü merkezileşme ve hiyerarşiyle sonuçlanması mukadder bir saçmalığa düşer; Büyük anlatıların bittiğine dair önermenin kendisin de bir büyük anlatı olduğunu göremez. “Mutlak doğruya inanç diktatörlüğe yol açar” der; karşı devrimleri gerçek toplumsal güçlerle değil, düşüncelerle açıklamaya kalktığı için gerçeği anlayamaz ve aynı zamanda mutlak doğrulara inanmayı yasaklayarak başka bir yasakçılığın ve mutlak doğrunun savunucusu olur.
Bütün eski uygarlıklar gibidir. Tarihi ve takvimi kendisiyle başlaştır. Ve bütün eski uygarlıklar gibi, aştığını sandığı sorunlar, o eski uygarlıkları çarpan sorunlar onu da çarpacaktır.
O nedenle, postmodern bir dünyanın hareketi olan, Gezi Hareketi bağlamında, Teori ve Devrimlerin ilişkisinden söz etmek epey anakronik kaçmaktadır. Ama onun bu teoriyle ilişkisizliğinin kendisidir teoriyle olan ilişkisi.
Bu hareket de post modernite gibi, bir atom savaşından sonra bir bakıma bütün canlıların neredeyse yok olduğu bir dünyada hayatın yeniden ortaya çıkması gibidir. Aydınlanmanın ve Marksizm’in çöküşü bu entelektüel atom felaketiydi.
*
Ama bu kuşağın devrimcileri de, tıpkı “Maymunlar Cehennemi”ndekiler gibi, “kayıp halka”yı aramaya ve yıkıntıların altında onu bulmaya yazgılıdırlar.
Çünkü bu hareket sürdükçe ve ilerledikçe gerilere dönecektir. Döndüğünde de bir yerlerde tekrar Marksizm’le karşılaşacaktır.
Hareketin hazırlıksızlığından söz ederken bunu kastediyoruz. Bu hareket pek ala arada geçen zamanda durmayıp gelişmiş bir Marksist bir teori arka planıyla ve iyi bir zihinsel hazırlıkla da bu yükselişi yaşayabilirdi. O zaman Amerika’yı yeniden keşfederce muazzam güç ve zaman israflarıyla bulmak zorunda kalmazdı. Örneğin Rus devrimcileri, Avrupa’da gelişmiş en ileri teori ve örgüt biçimlerine; Rus romancıları, Don Kişot’tan beri geliştirilmiş roman tekniğine dayanarak, geç gelmenin faziletlerini yaşıyorlardı. Bu hareketin böyle bir avantajı yok. Her şeyi yeniden keşfetmek zorunda.
Bunun için uzayan bir devrim olması, kendini eğitecek zaman bulması gerekiyor. Zamana ihtiyacı var bu devrimin, ne kadar yavaş bir tempoyla ilerlerse o kadar iyi. O kadar hazmetmiş olarak daha ileri görevlere kendini hazırlayabilir.
Focault’nun eğer Frankfurt Okulu veya Eleştirel teoriden (yani gelişmiş Marksizm'den) haberim olsaydı, otuz yıl boşuna zaman ve enerji yitirmezdim dediği söylenir.
Bu hareket de gün gelecek bunları söyleyecek.
Bu hareket şimdilik yıkıntılar artında, tozlarla örtülmüş, ama tozlarından biraz temizlense pırıl pırıl parlayacak bir pırlanta gibi olan teoriye ilgi gösteremeyecek kadar kendinden emin ve kendini beğenmiştir.
Ama ilk öğreneceği, ilerlemek için geriye gitmez zorunda olduğu olacaktır. Oku ne kadar ileri atmak istiyorsa yayı o keder germek; ne kadar ileri sıçramak istiyorsa o kadar gerilip hız almak gerektiğini görecektir. Her seferinde daha geriye gitmek zorunda kalacaktır.
İlerlemenin (Pratik) gerileme (teori) olmadan olamayacağını gördüğünde ve artık gerileyemeyecek duruma geldiğinde gerçek ileri atılışını yapabilecektir.
Marks şöyle yazmıştı:
“proletarya devrimleri, (…) durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
İşte Rodos, haydi Atla!”
Demir Küçükaydın
18 Temmuz 2013 Perşembe

Hiç yorum yok: