Önsöz
Taksim’in devlet Güçlerince fethi üzerine Gezi Direnişi hareketi, “hattı müdafa yok sathı müdafa vardır” diyerek mücadele alanını yaydı ve bütün alanları ve parkları birer foruma (agoraya, meclise, camiye, ceme) çevirmeye başladı. Eğer bu yayılma sürer ve katılımlar giderek artarsa bir süre sonra hükümet, taksimi şiddetle boşalttığına pişman olacaktır. Önünde iki yol kalacaktır. Ya her parkı da taksim gibi ele geçirmek. Tüm ülke sathına Taksimleri ve Taksim direnişlerini yaymak. Ya da bütün pakları ve Taksimi harekete teslim edip geri adım atarak, hareketin bölünmesi ve içinden çürümesi için çalışmak ve beklemek.
Eğer o forumlarda bugünkü devlet cihazının karşısında yeni bir cihazın tohumları ve ilişki biçimleri koyulursa, bir diyarşi (ikili iktidar) ve eğer gerçekten doğru bir strateji ve program da uygulanırsa bir demokratik devrim bile gündeme gelebilir. Böyle bir devrim de bütün ortadoğuyu ve dünyayı alt üst eder.
Bu alternatif cihazın nasıl bir şey olması gerektiğine dair 19. Yüzyıl İşçi ve Sosyalist hareketinin deneyleri ve bilgi birikimi ne yazık ki bugünkü hareketi başlatmış 90’lı kuşaklarca bilinmiyor. Sadece bilinmiyor da değil, yıkılan bürokratik diktatörlükler ve fosilleşmiş küçük sosyalist örgütler veya bürokratik kitlesel örgütlerin olumsuzlukları Sosyalizm ve işçi hareketinin hesabına yazıldığından, ne merak ediliyor ne de bilinmek isteniyor.
Bu durum onları Amerika’yı yeniden keşfetmek durumunda bırakıyor ve bırakacaktır. Elbet devrimci kabarış dönemlerinde insanlar dev adımlarıyla yol alırlar. Ama zaman da hızlı akar, günlerin, haftaların da yıllar kadar önemi vardır. Amerika’yı yeniden keşif için harcanan zaman ve enerjiler en kritik anların kaçırılmasına yol açabilir.
Bunu engelleyebilmek için, şimdiye kadar yaptığımız gibi çırpınmaktan başka bir şey gelmez elimizden.
Bu günlerde parklarda demokrasi ve işleyiş üzerine tartışmalar sürüyor.
Bu tartışmalarda herkes demokrasinin ne olduğunu bildiği ve başkalarınca da bilindiği var sayımından hareket ediyor.
Biz bu yazıda demokrasinin bilinmediğinin bilinmesinin zorlukları ele alınmaktadır.
Bir şeyin bilinmediğini bilmek kadar zor bir iş yoktur. O şeyin ne olduğunu bilmediğiniz için bilmediğinizi bilmezsiniz. Bu bir fasit dairedir. Fasit daireler eksojen (dış) etkilerle kırılırlar. Bu yazı küçük de olsa bir dış etki olma çabasıdır bilinmediğinin bilinebilmesi için. Twitlerle anlaşan bir kuşağın okumayacağı, uzun olduğu söylenebilir. Ama teori başka türlü olmaz. Hele Almanların “Grundlagenforshung” (temel araştırmalar) dedikleri, en temel, en soyut kavramlarla ilgiliyse. Belki birileri merak edip okur ve demokrasinin ne olduğunu anlamadığını anlar.
20 Haziran 2013 Perşembe
Demir Küçükaydın
Giriş
Bu yazıda, Demokrasiyi SOSYOLOJİK OLARAK ele almaya; Demokrasinin sosyolojik bir teorisini oluşturmaya ve demokrasi ve sol ilişkisinin karmaşık karakterini sosyolojik olarak açıklamaya çalışacağız.
Olguları olmaları gerektiği gibi değil, olduğu gibi ele alıp, öncelikle niçin öyle olduklarını anlamaya çalışacağız.
O halde, ahlaki vaazların ve nasihatlerin bizim bu denememizde yeri yoktur.
Ama konunun niye hep ahlaki vaazlar ve nasihatler düzeyinde ele alındığı elbette konumuzdur da ve yeri geldikçe bunlar de ele alınmaya çalışılacaktır.
Bu nedenle öncelikle kavramların açıklamasıyla işe başlamamız gerekiyor.
Sosyolojik ve Politik Kavramlar
“Demokrasi ve Sol” konusu, her şeyden önce, Demokrasi ve Sol kavramlarının tanımlanmasını gerektiriyor.
“Sol”dan başlayalım.
Önce şu soruyu soralım: Sol nasıl bir kavramdır? Yani sosyolojik bir kavram mı, yoksa politik bir kavram mı?
Tabii burada hemen sosyolojik ve politik kavramların farkını ele almak gerekiyor.
Sosyolojik kavramlar, toplum denen var oluş tarzının analizinden soyutlamayla çıkan ve onun özüne daha fazla nüfuz etmeyi sağlayan kavramlardır, örneğin Üretici Güçler, Üretim İlişkileri, Sınıflar, Üstyapı, Politik, Ahlaki, Hukuki, Ekonomik, İdeolojik gibi kavramlar sosyolojik kavramlardır.
Politik, Hukuki ya da Ahlaki gibi kavramların kendileri toplumsal gerçeği analiz etmeye yarayan kavramlardır ama politik, hukuki ve ahlaki kavramlar toplumsal gerçeği anlamayı sağlamazlar, hatta anlamayı engelleyicidirler. Çünkü onlar değer yüklüdürler; toplulukların ilişkilerini düzenlerler veya tanımlarlar, normatif kavramlardır. Onlar toplulukların ilişkilerini düzenlerler ama toplumsal ilişkilerin özünü anlamayı sağlamazlar; açıklama aracı olamazlar, açıklamanın konusu olabilirler.
Örneğin Sol, Muhafazakar, Liberal gibi politik; Suç, Ceza, Adalet gibi hukuki; İyi, Kötü, Doğru gibi ahlaki; Güzel; Çirkin, Hoş gibi estetik kavramlar bu tür kavramlardır.
Sosyoloji bu kavramlarla gerçekliği açıklayamaz. Bu kavramların neden ve nasıl ortaya çıktığı; içeriklerinin nasıl tanımlandığı; bu içerikteki değişmeler; şu veya bu eylemin ya da şeyin niye öyle tanımlandığıdır sosyolojinin konusu.
Konuyu somutlamak için şöyle bir örnek verelim. Ahlaki kavramı sosyolojik bir kavramdır, ama ahlaklı kavramı ahlaki bir kavramdır. Sosyoloji ahlaklı kavramıyla iş göremez, ama şu veya bu davranışın niye ahlaki bir kategoriye dahil edildiği ve ahlaki olarak tanımlandığının analizi sosyolojinin konusudur. Bunu analiz etmek için ahlaki değil sosyolojik kavramlara ihtiyaç vardır.
Diğer bir ifadeyle, ahlaki kavramlar toplumsal birer fenomendirler topulumdaki ilişkileri düzenlerler; ahlaki gibi sosyolojik kavramlar ise toplumsal ilişkileri değil, o ilişkiler hakkındaki bilgimizi düzenlerler.
Toplumsal yaşamın sosyolojik yasalara göre düzenlendiği bir durumda ancak bu fark aşılabilir. Ve bizim tüm çabamız biraz da böyle bir toplumsal düzene ulaşmak için savaşmak olarak tanımlanabileceğinden, ahlakımız sosyolojik, sosyolojimiz ahlakidir.
Sol Kavramının Politik Karakteri ve Anlamı
Sol karamı sosyolojik bir kavram değil, politik bir kavramdır. Dolayısıyla normatif bir kavramdır. Yani sosyolojinin bir aracı değil, konusu olan bir kavramdır. Sol kavramı toplumsal gerçekliği açıklamayı sağlamaz, o gerçekliğin bir görünümüdür.
Ama tam da bu nedenle, bu normatif karakterinden dolayı, Sol’un ne olduğunu tanımlamak nispeten kolaydır.
Politik, kültürel veya politik kültüre has gelenekler ya da biz, “sol şunlara denir” demişsek; yani sol olmanın belli normlarını belirlemişsek, o normlara uyanlar sol kavramının içeriğine dahil olurlar. Elbette politik duruma ve görüşlere bağlı olarak da bu normlar değişebilirler. Ve elbet bu değişmeler de bizzat yine sosyolojinin konusudurlar.
Bugünkü dünyada[1] ve Türkiye’nin politik kültürü içinde[2] sol kavramı genel olarak fakir ve ezilen geniş yığınlardan veya sınıflardan yana olmak anlamında kullanılır[3].
Bir rastlantı[4] sonucu olarak ezilen ve yoksullardan yana olmak sol olarak tanımlanmaktadır, pekala sol ve sağ kavramları tamamen zıt anlamlara da sahip olabilirdi. Kavramın kelime anlamıyla içeriği arasında doğrudan hiç bir bağlantı bulunmamaktadır. Fransız devrimi günlerinde “üçüncü sınıf”tan (“Tiers etat”) olanlar mecliste sağa otursalardı bugün sağ ve solun içeriği yer değiştirmiş olurdu.[5]
Biliyoruz ki insanlığın neredeyse tamamı sınıflı toplumlarda yaşamaktadır. Bunun içinde de ezilen sınıf veya yığınlar esas büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Bu olgudan ve Sol kavramının anlamından şöyle bir sonuç kolayca çıkarılabilir: “Sol, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülenlerden yana olmaktır.”
Bu yazıda eğer kullanılırsa sol kavramı esas olarak bu anlamıyla ele alınacaktır.
Demokrasi Kavramının Farklı Kullanım ve Anlamları
Demokrasi’ye gelince.
Demokrasi’nin politik veya sosyolojik bir kavram mı olduğu “Sol”dan çok daha karışıktır. Çünkü hem sosyolojik, hem de politik anlamları vardır ve bu anlamlar farklı olduğu gibi çoğu kez de birbirine zıttır[6].
Demokrasi de elbette politik bir kavramdır. Normatif olarak, demokrasi şunları içerir dediğinizde, politik bir kavram olarak demokrasiyi tanımlamış olursunuz. Tabii politik bir kavram olduğundan, demokrasiye yüklenen anlamlar da bizzat politik ve ideolojik mücadelenin, yani aslında sınıflar mücadelesinin konusudurlar.
Ama demokrasinin bir de sosyolojik anlamı ve tanımı da vardır. Bu ikisi birbirinden çok farklıdırlar ve bu güne kadar üzerinde pek az durulmuş bir ayrımdır bu.
Ve işin ilginci, Demokrasi’nin politik ve sosyolojik anlamlarının karıştırılması nedeniyle Demokrasi konusu pek anlaşılamaz ve sık sık farklı kategorilerden olay ve kavramlar birbirine karıştırılır.
Bir bakıma, demokrasi ve sol’u ele alan bu incelemenin bütün konusu bu ayrımı yapmak ve netleştirmek olarak tanımlanabilir. Bu nedenle de yazının alt başlığı “Marksist Demokrasi Teorisine Giriş” olabilirdi. Bu alt başlık elbette tamamen aynı anlamda, “Demokrasi’nin Sosyolojisine Giriş” de olabilirdi.
Politik Bir Kavram Olarak Demokrasi ve Sol İlişkisi
Ama şimdilik biz, Demokrasi’yi bugünkü tanımıyla ve kazandığı anlamıyla ele alalım. Bu anlamda politik bir kavram olarak Demokrasi’nin “halkın kendi kendisini yönetmesi” olduğu yönünde bir genel kabul vardır[7].
Bu genel kabulü ve tanımı veri olarak aldığımızda sağlıklı insan düşüncesi veya mantığı ile şöyle bir çıkarsama kolaylıkla yapılabilir: “Demokrasi halkın kendini yönetmesi olduğuna ve insanlarının veya halkın büyük çoğunluğu da ezilenlerden veya sömürülenlerden oluştuğuna göre, ezilenlerin ve sömürülenlerin çıkarlarını ve eğilimlerin, dolayısıyla sol politika ve konumlarıi ifade etmek ve savunmak için en elverişli yönetim biçimi veya araç demokrasidir.”
Bugün, eski çağlardan farklı olarak, öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimse açıkça bir kişinin veya bir azınlığın insanların büyük çoğunluğunun çıkar ve eğilimlerini onlardan daha iyi savunabileceğini iddia etmiyor[8].
Bu durumda politik olarak bir demokratsanız, ezilenlerin çıkarlarını en iyi biçimde demokraside ifade edebilecekleri önermesinden hareketle demokratlara “ezilenlere gitmeliyiz, onları demokrasi hedefine ve mücadelesine kazanmalıyız ve kazanabiliriz” diyebilirsiniz.
Tersinden ezilen veya sömürülen biriyseniz, bu durumdan kurtulabilmek için en ideal aracın ya da yönetim biçiminin demokrasi olduğundan hareketle ve ezilenleri “demokrasi için mücadeleye ve demokrat olmaya” çağırabilirsiniz.
Sonuç olarak, demokrasi ile ezilenler ve onların politik ifadesi olan sol arasında kopmaz bir bağ vardır ya da öyle öyle kabul edilir bugünkü genel egemen politik kültür içinde.
Eğer bir solcuysanız aynı zamanda demokrat, eğer bir demokrat iseniz de solcu olmanız gerekir veya sağ duyuya ve yukarıdaki mantıki çıkarsamalara göre, böyle olması beklenir.
Demokrasi ve Sol İlişkisinin Çelişkileri
Eğer gerçek hayat da bu çıkarsamalar kadar sade, basit, çelişkisiz olsaydı, “Demokrasi ve Sol” konulu bu seminerdeki sunumu burada bitirmek gerekirdi.
Hatta o zaman dünya bugünkü gibi bir dünya olmayıp, ezilen ve sömürülen çoğunluklar çoktan demokratik ve eşitlikçi bir dünya kurmuş olacağından “Demokrasi ve Sol” gibi bir konu ve seminere de hiç bir gerek olmazdı. Çünkü dil ağrıyan dişi kurcalar. Tıpkı sağlık gibi, demokrasi ve sol da, ancak eksikliğinde ve bir arda olmadığında, konu olur.
Eğer çelişkiler olmasaydı, o zaman da böyle bir konuyu tartışmak ihtiyacını hissetmez, böyle güneşli ve berrak bir havada, bir cumartesi öğleden sonra, bu kapalı yerde toplanmaz; bizleri daha çok zenginleştirecek; maddi ve manevi olarak daha büyük bir tatmin sağlayacak işler yapıyor olurduk. Örneğin en kötüsünden Haliç veya Boğaz kenarında, bütün tahribata rağmen güzelliğini halen koruyan bu coğrafyada, Akdeniz ve Ortadoğu uygarlıklarının bu incisinde, parıl parıl bir güneşin sıcaklığını hissederek, denizin taze havasını soluyarak, güzel bir manzara eşliğinde bir yandan balık avlıyor bir yandan da güzel bir edebi eser okuyor veya bir dostumuzla hoşumuza giden bir konuda sohbet ediyor olabilirdik.
Ne var ki demokrasi ve sol, yani demokrasi ile ezilen ve sömürülen çoğunluğun çıkarları ve eğilimleri arasında böylesine ayrılmaz bir bağ varken, adeta demokrasinin ve solun, yani demokrasi ile ezilen ve sömürülen çoğunluğun kaderleri böylesine birbirine kopmazca bağlı iken, etrafımıza baktığımızda veya bizzat kendi günlük veya politik yaşamımızda, işlerin böyle olmadığını; şeylerin olmaları gerektiği gibi olmadıklarını ve davranmaları gerektiği gibi davranmadıklarını görüyoruz.
Yani teori ve kavramlar ile gerçek hayat arasında bir çelişki var ya da en azından öyle görünüyor. Tam da bunun için konumuz “Demokrasi ve Sol” ve bunu tartışmak için buradayız.
O halde bu çelişkileri açıkça koymak, gözleri kapamamak, nicin ve neden var olduklarını açıklamak, zerrece nasihatlere ve ahlaki vaazlara kaymadan bu ilişkiyi bütün karmaşıklığı ile açıklamak zorundayız.
Demokrasi ve Sol İlişkisindeki Çelişkilere Birkaç Örnek
Bu çelişkilerin bir kaçını sıralayalım.
Yakın zamana kadar[9] Dünyada, ABD hariç, gerçekten azçok demokrasi adına layık, bütün demokrasiler (ve halen çoğu) cumhuriyet değil, krallıktırlar, yani iktidarın kaynağı halk değil soy veya tanrıdır.
Buna karşılık cumhuriyet ve hele “demokratik cumhuriyet” adını almış rejimlerin, yani iktidarın kaynağını halkta bulduğunu iddia eden veya kendini “halk demokrasisi”[10] olarak tanımlayan rejimlerin hiç birinin ise demokrasi olduğu söylenemezdi ve bu gün de söylenemez.
Bu durumda Şeytan, insanın aklına şöyle bir soruyu sokuyor tabii: “Nasıl oluyor da iktidar gücünü tanrıdan ya da soydan alan Krallıklar gerçek iktidarın halkın elinde olmasına olanak sağlayan demokrasiler olabiliyor? Ve de tersi, niçin genellikle ezilenlerin kurduğu ve iktidarın kaynağını halkta bulduğunu iddia eden, cumhuriyetler, “Halk Demokrasileri” veya “Demokratik Cumhuriyet”lerin demokrasiyle bir ilişkileri yok?”
Konumuz da zaten bir bakıma bu çelişkiyi açıklamak ve çözmek.
Bir başka çelişki örneği. Dünyadaki ezilenler, oylarıyla temsilcilerini yönetim organlarına sokma imkanı bulduklarında, genellikle demokrat ya da sol partilere pek oy vermiyorlar ve demokratik olarak ezen ve sömürülen azınlıkları ve onların temsilcilerini seçiyorlar. Çok istisnai denebilecek ülke ve zamanlarda demokratik ve sol partiler ile ezilenlerin oylarının çakıştığı görülebiliyor.
Örneğin şimdi Türkiye’ye bakılsa kaba bir gözlemle şu görülür: Ezilenler ve emekçi sınıflar, kökleri neredeyse aşırı sağda sayılabilecek AKP’ye; daha üst ve hali vakti yerinde sınıflar, solda sayılan CHP’ye oy veriyorlar. CHP’yi sol saymasak da, ki bizce de değildir, en azından sol’un hası ve özü olan veya olması gereken sosyalistlere oy vermiyorlar.
Bu çelişkiyi ya da çelişki gibi görüneni, sadece egemen sınıfların propaganda ve manüplasyonlarıyla veya ezilenlerin cehaletiyle açıklamak mümkün olmadığı gibi; sınıflı toplum var olduğu sürece egemenlerin manüplasyonu ve ezilenlerin cehaleti hep olacağından, böyle bir “açıklama” aslında bir çıkışsızlık anlamına da gelir.
Bir başka örnek. Şöyle genel olarak dünyaya baktığımızda, Avrupa, Amerika, Kanada, Avustralya ve Japonya gibi zengin ve dünyaya egemen ülkelerde daha demokratik denebilecek rejimler varken, dünyadaki ezilen çoğunluğun olduğu ülkelerde genellikle diktatörlükler veya çok güçsüz ve zayıf demokrasiler olduğu, kağıt üzeri demokrasiler olduğu görülüyor. Halbuki tam tersi olması gerekmez mi?
Kaba bir gözlemle ezilenlerin ve yoksulların demokrasi diye pek bir sorunlarının olmadığı hatta demokrasi düşmanı olduğu bile söylenebilir.
Örneğin yirminci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran kurtuluş savaşlarında, sömürgeci İngiltere, Fransa, Belçika, ABD vs. birer demokrasiydiler. Ama bunlara karşı mücadele eden ezilen ve sömürülen ulusların direnişini yöneten örgütlerin demokrasi diye pek bir dertleri yoktu ve zaferden sonra kurdukları rejimlerin de olmadı. Bugün bile bu görülebilir. Örneğin İsraildeki rejim, kendisine karşı mücadele eden Hamas’tan çok daha demokratik olarak görülebilir. Ya da Afganistandaki Taliban hiç de Afganistan’ı işgal etmiş devletler kadar demokratik değildir. Taliban, demokrat olmamak bir yana demokrasi diye bir derdi olmadığı gibi, demokrasiyi reddeder ve ona düşmandır.
Durum örgütler bazında da farklı değildir. İşçileri ele alalım, yani modern dünyada neredeyse tüm maddi değerleri yaratan ve yaratırken sömürülen ve nicelikçe artamaya da devam eden, başlıca toplumsal sınıfı göz önüne getirelim..
Dünyanın neresine giderseniz gidin, işçi örgütlerinin hiç de demokratik bir işleyişlerinin olmadığını, bu örgütlerin neredeyse bir sendikacılar oligarşisinin elinde olduğunu; buna karşılık İşveren örgütlerine gitseniz, onların İşçi örgütleriyle kıyaslanamayacak kadar demokratik bir işleyişleri olduğunu görürsünüz. Örneğin Türkiye’de TÜSİAD’ın yöneticileri sık sık değişiyor. Hatta zamana uyup bir kadını bile başkan seçebiliyorlar. Ama bir sendikanın başkanı beyi koltuğundan genellikle neredeyse sadece ölüm ayırır veya ayırabilir.
Bu örnekler ve çelişkiler çoğaltılabilir.
Türkiye’de bütün bunlara tüy diken ekstra bir çelişki daha var son yıllarda. Solu sırf sosyalistler ile tanımladığımızda bile, solcular en azından demokrasi ve özgürlüklerden yana politikaları savunurlardı. Ama son yıllarda, sosyalistlerin önemli bir bölümü artık, demokratik talepleri ve politikaları pek savunmuyor hatta fiilen karşı bir pozisyon alıyorlar ve bunu da sözde ezilenlerden yana eşitlikçi ve anti emperyalist hedef ve sloganları öne çıkararak yapıyorlar. Yani solun temelinde bulunan eşitlikçilik ve sömürüye karşı olma ile demokrasi arasındaki bağ bizzat solun önemli bir kısmının gözünde bile kopmuş bulunuyor.
Burada en son zikretmemize rağmen, bugünün Türkiye politik mücadelelerinde bu durum büyük önem taşıyor ve muhtemelen bu konunun seçilmesinde ve buraya insanların dinleyici olarak gelmesinde bu çelişki en büyük öneme sahiptir.
Benim son on yılda yazdığım makale ve denemelerin büyük bölümü de bizzat bu çelişkiyi açıklamaya ve onunla mücadeleye yöneliktir.
Özetle, teorik olarak Demokrasi ile ezilenlerin veya sol politikaların bir arada olması gerekirken, durum hiç de öyle görünmemektedir. Ezilenler ile solun; solun hedeflerinin ya da örgütlerinin demokrasi ile çakıştığı durumlar kuraldan ziyade istisnadır.
Üstelik bu çelişik durum sadece şimdi de böyle değil, tarih boyunca da pek farklı olmamış. Eski çağlarda şimdiki kadar olsun, biçimsel olarak bile demokrasi savunulmamıştır ezilenlerce.
Örneğin eşitlikçi bir toplum idealini anlatan ütopyalar bir demokratik düzeni değil, bir bilgeler yönetimini yani bir oligarşiyi en ideal yönetim biçimi olarak savunurlar aynı zamanda. En tipik örnek Thomas Morus’un Ütopya’sıdır.
Gerçi tarihte ezilenlerin bir başarı sağlayıp bir devleti yıktıkları pek görülmez ama, bilinen ikisi, Irak’taki Karmıtlar ve Çin’deki Taipinglerdir. Taipingler demokratik bir düzen değil, yıktıkları gibi bir düzen kurmaktan, Taiping kırallığını kurmaktan başka bir şey yapamamışlardı.
Halbuki ne güzel olurdu, dünyadaki bütün ezilen ve sömürülenlerin demokrat olmaları ve bütün demokrasilerde de ezilen ve sömürülenlerin iktidarda olmaları, buna karşılık patronların ve bürokratların demokrasi karşıtı olmaları ve tabii buna bağlı olarak temsilde ve yönetimde de hep azınlıkta kalmaları.
Aslında durumun böyle olması gerekir. Mantık bunu gerektiriyor. Demokrasi çoğunluğun yönetimi ve çoğunluk da ezilen ve sömürülenler. Bu kadar basit aslında herşey.
Ama değil!
Neden?
*
Bu çelişkilere gözleri kapamadan bizzat bu çelişkileri açıklayacak bir kavramsal çerçeve çizmeye çalışmak bu denemenin amacı olacaktır.
Ama Demokrasi ve sol üzerine yazan ve konuşanlara bakılırsa, hemen her zaman ya bu çelişkilere gözlerin kapandığı ya da gözlerin kapatılmadığı yerlerde de bu çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelik ahlaki vaazlar verildiği görülür[11].
Bizim ahlaki vaazlarla işimiz yok. Biz gerçek ve derindeki nedenleri araştıracağız.
Bu nedenler “son duruşmada”; üretici güçlerin düzeyiyle; ekonomiyle, sınıflarla ilgilidir. Ama bu “son duruşma” ile karşımızdaki çelişkili durum arasında, birçok farklı soyutlama düzeyleri gerektiren karmakarışık ilişkiler ve süreçler vardır.
Elbette bu süreçleri ve ilişkileri hiç bir zaman tüm karmaşıklığı içinde kavramamız ve açıklamamız mümkün olmaz, ama en azından en belirleyici olanlarını; genel eğilimleri bir dereceye kadar olsun kavrayabilir ve açıklayabiliriz.
Bu nedenle, biz yukarıda açıklanan çelişkileri ve diğer birçok süreci sosyolojik olgular olarak ele alıp, anlamaya, neden öyle olduğunu çözümlemeye çalışacağız. Yani demokrasi ve ezilen sınıflar konusunu sosyolojik olarak ele alıp tartışmayı deneyeceğiz.
Dikkat edilirse burada Sol değil de Ezilen Sınıflar dedik. Böylece Politik olan sol kavramından, sosyolojik olan ezilen sınıflar kavramına geçtik. Aynı şekilde ileride Demokrasi de Politik olan anlamından Sosyolojik anlamına geçecek ve ondan sonra çok ilerde tekrar bu politik anlamlara dönülecektir.
Sosyoloji Nedir?
Peki ama Sosyoloji ne?
Bugün ezici bir çoğunluk için sosyoloji deyince, üniversitelerin sosyoloji bölümleri ve oralarda okutulan kitaplar veya kütüphanelerin ve kitapçıların “Sosyoloji” başlıklı raflarında bulunan kitaplar, o kitaplarda ifade edilen görüşler akla geliyor.
Bütün bu Comte, Durkheim, Weber kökenli sosyolojiler kelimenen gerçek anlamıyla, yani Toplum Bilim anlamıyla, sosyoloji değildir; sosyolojiye, yani Tarihsel Maddeciliğe veya daha kısa deyimiyle, Marksizme karşı mücadele için oluşturulmuş ideolojiler yığınıdır.
Bu nedenle, biz sosyolojik derken, herkesin sosyolojiden anladığını kast etmiyoruz. Yani biz sosyolojiyi de sosyolojik olarak tanımlıyoruz.
Sosyoloji deyimini, Toplumun Bilimi, Toplumsal Süreçlerin Bilimi anlamında, genel bir anlamda kullanıyoruz.
Bu genel ve gerçek toplum bilimi anlamıyla Sosyoloji, iki kez, İbni Haldun ve Karl Marks tarafından, birbirinden habersizce ve bağımsızca kurulmuştur.
Bunlar kurdukları bilime, bu bilim gerçek anlamıyla, yani toplumsal süreçlerin yasalarını inceleyen bilim anlamıyla, sosyoloji olmasına rağmen, Sosyoloji (Toplum Bilim) adını vermemişlerdir. Hatta doğru dürüst bir isim verme gereği bile duymamışlardır. Ama yeni bir bilim kurduklarının tamamen bilincindedirler. Marksizm veya Tarihsel Maddecilik isimleri yayılmıştır bu gerçek sosyolojinin adı olarak. İbni Haldun’unki ise daha ziyade bir toplum ve tarih felsefesi olarak görülmüştür. Bu da epey bir karmaşaya ve yanlış anlamalara yol açmaktadır.
Bu nedenle bu kısa açıklamayı yapma gereği duyuyoruz. Bizim Sosyolojiden (Toplum bilimden) anladığımız, yaygın adıyla, Tarihsel Maddecilik ya da kısa adıyla Marksizmdir.
Marksizm sözcüğünü de; birçoklarının yanlış olarak kullandığı veya anladığı gibi, bir “felsefe” veya bir “dünya görüşü” olarak değil; sosyoloji anlamıyla kullanırız, bizzat kurucularının da ifade ettiği ve anladığı gibi. Doğrusu da budur.
Ama sorun burada bitmiyor. İnsanlar, Marksizm denince, bugün yaygın olarak bilinen ve öğretilen Marksizmi veya Marksizm diye anlatılan ve bir yığın çöpten başka bir şey olmayan görüşleri anlıyor veya o anlamda kullanıyor.
Ne var ki bunlar da Marksizm değildir. Marksist terminolojili ideolojiler veya gerici “sosyolojiler”dir. Derinine inildiğinde, anatomileri incelendiğinde, bütün Marksist görünümlerine rağmen, bunların da son duruşmada, Marksizme karşı oluşturulmuş ve ortalığı kaplamış bulunan “sosyoloji”lerle aynı temel metodolojik yanlışları paylaştıkları görülür.
Bu nedenle, Marksizm’den (Sosyoloji ve/veya Tarihsel Maddecilikten) de anladığımız, genel olarak Marksizm diye yaygın olarak bilinenden çok farklı; tıpkı bir yer altı nehri gibi akan, gün yüzüne çok nadir çıkabilmiş, öyle kolay ulaşılamayan ve pek bilinmeyen bir Marksizmdir. Bu Marksizm el kitaplarında; bugün Marksizm diye bilinen binlerce kitapta anlatılan Marksizm değildir.
Bu Marksizm, Marks ve Engels’in otantik görüşlerine dayanır, onları içinde taşıyarak eleştirir ve aşar.
Üç ayrı damardan aktığı söylenebilir. Rosa, Lenin, Troçki, Mandel gibilerin adına bağlı otantik ve klasik damar; “Batı Marksizmi” denen Gramsci, Lefevbre, Benjamin ve Adorno’ların damarı; ne Türkiye’de ne de Dünyada hemen hemen hiç bilinmeyen İbni Haldun’la da bağlantılı Hikmet Kıvılcımlı’nın damarı.
Bütün bu damarlardan gelen öz suyu alan ve ama onu da içinde taşıyarak eleştiren (Aufhebung) bir başka Marksizmdir bu Marksizm ya da bu Sosyoloji.
Anlaşılır olabilmek ve yanlış anlamaları baştan engelleyebilmek için bu kısa açıklamaları yapmak gerekiyordu.
İşte bu birikimin geliştirdiği kavramlara dayanarak ve gerek tarihteki olgulara ilişkin yeni bilgilere ve gerek hızla değişen toplumdaki yeni olgulara da dayanarak, büyük harflerle bir “Marksist Demokrasi Teorisi” ya da “Demokrasinin Sosyolojisi”ni kurma denemesinde bulunacağız.
Tabii, eğer politik terimlerle ifade etmek gerekirse, Marksistler ezilenlerden yana olduklarına ve ezilenlerin çıkarlarını güden politikalara da sol denebileceğine göre, Solun demokrasiyle ilişkisini inceleyen, sol bir demokrasi teorisi olarak da adlandırılabilir aşağıdaki satırlarda yapmak istediğimiz.
Yöntem
Yukarıda Demokrasi konusunu sosyolojik olarak ele alacağımızı, sosyolojiden de “Tarihsel Maddecilik” veya “Diyalektik Sosyoloji” de denen Marksizmi, ama yaygın olarak bilinen değil, eski çağların “sapkın” denerek kovuşturulmuş, aslında öğretiyi otantik ve devrimci anlamıyla sürdüren tarikatleri gibi, resmi Marksizmler tarafından lanetlenmiş, sapkınlık olarak görülmüş ve kovuşturulmuş, sapkın ve zındık bir Marksizmi anladığımızı belirttik.
Ve bu Marksizm bir hazır formüller; her kapıyı açan anahtarlar destesi; şifalı ilaçlar reçtesi değil, bir yöntemdir.
Ve bu yöntem, her şeyden önce, evreni ve toplumu, bir şeyler toplamı değil; bir oluş, bir gidiş, bir süreçler karmaşası olarak görür.
Peki bu yöntem bizlere yöntem hakkında neler söyler?
Bu Marksizm, araştırma ve açıklama yönteminin farklı olduğunu ve olması gerektiğini söyler[12]. Açıklama yöntemi tümden gelmeli, araştırma yöntemi tüme varmalıdır.
Yine bu Marksizm, bir şeyin en “saf”, en “gelişmiş” veya en yüksek ölçüde soyutlanmış biçiminin, onun özünün, evriminin ve önceki biçimlerinin anahtarını bize verdiğini söyler[13].
Yine bu Marksizm, kavramların hareketinin, aslında bu tarihsel hareketin (evrimin) çarpılmalardan arınmış bir özeti olduğunu söyler[14].
Aslında dikkatli bakılınca farklı bağlamlarda ifade edilmiş bu ilkelerin hepsinin, aynı ilkenin farklı ifadeleri olduğu da görülür.
“ Çarpılmaları içindeki gerçek tarihsel hareket”, “araşırmada tümevarım”, “daha eski ve gelişmemiş biçimler” hep bilgi sürecinin olgular ayağını oluştururlar bir bakıma.
“Açıklamada Tümdengelim”, “kavramların mantıki hareketi” “en gelişmiş”, “saf”, “soyut” biçim ise bilgi sürecinin kavramlar ayağını oluşturur.
Elbette bilgi, tıpkı bir mekiğin gidiş gelişleriyle atkıyı çözgülerden geçirerek bir kumaşı milim milim dokuması gibi, olgular ve kavramlar arasındaki gidiş gelişleriyle yol alır.
Ama verili bir durumda, bir konuyu açıklamak için, kavramlardan, onların en saf ve soyut, en gelişmiş biçimlerinden yola çıkmak gerekmektedir.
Tıpkı Kapital’de Marks’ın yaptığı gibi. Tıpkı Mantık’ta Hegel’in yaptığı gibi.
Bu nedenle önce kavramsal bir temel oluşturmaya, en temel kavramların anlamlarını analiz etmeye girişmek gerekir. Bunu yaparken de Demokrasi tüm bozucu etkilerden arınmış özüyle, en saf ve aynı zamanda en gelişmiş biçimiyle ele alınmalıdır. Onun somuttaki daha az gelişmiş biçimleri, yani çelişkileri böyle anlaşılabilir. Sonra adım adım var olan o çelişkili gerçeği yeni baştan kurmayı denemelidir.
Okuyucuyu burada tekrar uyaralım. Biz Sosyolojik bir Demokrasi Teorisini taslaklaştırmaya çalışacağız; bunun için sosyolojik kavramlar gerekir; biyolojik, psikolojik, hukuki, ideolojik, ahlaki vs. kavramlarla bizim işimiz yok.
Anlayamamanın zorlukları
“Bir şeyi anlamanın en iyi yolu önce onu anlayamamakla işe başlamaktır” diye bir söz vardır.
Demokrasi konusuna da önce onu anlayamamakla, anlayamamaya çalışmakla başlanabilir.
Anlayamamak anlayabilmekten çok daha zordur. Çünkü bir şeyi anlayamadığımız için anlayamadığımızı anlayamayız; bilmediğimiz için bilmediğimizi bilmeyiz. İnsan ancak bilmediğini bildiğinde, anlamadığını anladığında anlamaya başlar.
Demokrasiyi anlayamadığımızı anlamak için en anlaşılır veya anladığımızdan şüphe etmediğimiz kavram ve tanımlardan başlayalım ve onları anlayamamaya çalışalım, anlayamamayı deneyelim.
Bunun için neredeyse doğruluğundan şüphelenmeyi kimsenin aklından geçirmediği en yaygın, en kabul görmüş ve bilinen tanımlardan başlanabilir.
Demokrasiyi Anlayamamaya Çalışmak
Demokrasinin en bilinen ve kabul görmüş tanımlarından biri, Abraham Lincoln’un meşhur, neredeyse bir vecize anlamı kazanmış tanımıdır. Buna tanıma göre: “Demokrasi, halkın, halk tarafından, halk için yönetimidir.”
İlk bakışta her şey ne kadar anlaşılır, doğru ve açık!..
Gerçekten öyle mi acaba?
Önce şu soruyu soralım:
Bu tanım nasıl bir tanımdır? Yani bu tanım sosyolojik bir tanım mıdır?
Yukarıda geçer ayak bunun aslında politik bir tanım olduğunu söylemiştik. Şimdi neden öyle olduğunu, biraz daha ayrıntılı ele alalım.
Bunun için tanımda kullanılan kavramlardan başlanabilir.
Bu tanımda temel kavram “Halk”tır.
“Halk” denirken ne kastedilmektedir?
Halk’tan elbette bir devletin toprakları içinde yaşayan tüm nüfus anlaşılabilir. Aslında, bu tanımda da tamamen bu anlamda kullanılmakta olduğu görülüyor.
Ama bu anlamda Halk, burada fiilen Ulusu ifade etmektedir.
Ama ulus denen şeyin kendisi bizzat normatif ve politik bir kavramdır. Yani ulusun ne olduğu ve nasıl tanımlandığı ulusların anayasalarında tanımlanır örneğin. Ulus sosyolojik bir analiz kavramı değil; sosyolojik olarak analiz edilmeyi bekleyen bir olgudur.
Ulus kavramını örneğin Sınıf gibi, bir analiz kavramı olarak ele alıp ve kullananlar bizzat ulusçulardır.
O halde, bir devletin topraklarında yaşayan tüm nüfus, yani ulus anlamında halk, sosyolojik bir demokrasi tanımı için hiçbir hareket noktası sağlamaz. Aksine açıklanması gereken şey, demokrasinin niçin ve nasıl bu şekilde tanımlandığıdır. Açıklanacak şeyin kendisi bir açıklama aracı olamaz.
Görüldüğü gibi, bu anlamda Halk kavramına dayanarak bir demokrasi tanımı demokrasinin sosyolojik olarak ne olduğunu anlamada bir araç olamaz, çünkü Halk, sosyolojik değil politik bir kavramdır.
Halk’a elbet birileri Türkiye’nin Politik Kültürü içinde[15]: “Halk bir ulusta, egemen sınıfların dışında kalan ezilen ve emekçi çoğunluğa denir” diye de cevap verebilir
Ama bu da sosyolojik bir cevap olmaz.
Bu da olsa olsa ulusçu bir cevap olur. Çünkü yine bu halk kavrayışına göre, ulus tanımı, ezen ve ezilen sınıfların tümünü; Halk kavramı ise ulus içindeki ezilenleri kapsar. (Hatta bu Halk kavramının kapsadıkları da devrim aşamasına göre değişir).
Dikkat edilirse bu açıklama ulusu veri kabul etmektedir, ama yine aynı sorun karşımıza çıkar, ulus sosyolojik bir kavram değil, sosyolojik olarak açıklanmayı bekleyen bir olgudur. Bu kavrama bağlı olara Halk tanımlandığından, ulus anlamındaki halk kavramıyla aynı türden bir yanlışı ifade eder.
Ayrıca Halk kavramının tarih boyunca çok değiştiğini de biliyoruz. Bir zamanlar Halk denince bundan sadece vergi veren erkekler anlaşılıyordu. Demokrasi Kavramının çıktığı eski Yunanistan’da da Halk yani “demos” aslında bir idari bölünmeydi, kenti oluşturan yurttaşlardan oluşan ve sadece kenti kuran soydan olanlarla sınırlıydı.
Görüldüğü gibi, hangi anlamda anlaşılırsa anlaşılsın, Halk kavramı aslında sosyolojik değil, hem normatif hem de politik bir kavramdır dolayısıyla Lincoln’ün tanımı, sosyolojik değil politik bir tanımdır. Bu tanım bize sosyolojik olarak demokrasinin ne olduğunu anlatmaz. En anlaşılır görünen tanım aslında en anlaşılamaz tanımdır.
Böylece anlayamama yolunda küçük de olsa bir adım atmış sayılabiliriz
*
Yaygın ve çok kullanılan başka bir tanıma bakalım.
Demokrasi sık sık, “toplumun” bir yönetim biçimi ya da devlet biçimi olarak, diğer yönetim biçimleriyle kıyaslama içinde de tanımlanır. Örneğin Monarşi, kişi yönetimi; Oligarşi, azınlık yönetimi (Tabii bu azınlık da soyla veya bilgelerle vs. tanımlanışına göre de kendi içinde değişiyor) ve Demokrasi, çoğunluk yönetimi. Lincoln’un tanımındaki Halk, çoğunluk anlamında alınırsa bu anlama da gelir.
Peki, bu anlamda sosyolojik bir tanım olabilir mi?
Ne yazık ki, bu tanım da sosyolojik bir tanım değildir.
Bu tanım, daha baştan birçok başka şeyin yanı sıra, örneğin sınıflı bir toplumu ve bir devleti varsayar. Çünkü azınlık ve bireyin bir karar alan olarak ortaya çıkması, sınıfları, nufusun büyük bölümü üzerinde o küçük azınlığın iradesini uygulama imkanı verecek olan şiddet aygıtını vs. varsayar ve bu varsayıma göre demokrasiyi tanımlamaya kalkar. Halbuki, sınıfların oluşmadığı, herkesin aynı silahlara ve araçlara sahip olduğu bir toplumda monarşi ve oligarşi mümkün değildir, dolayısıyla olmayan bir şeyle kıyaslanamayacağından, demokrasinin tanımı da mümkün olmaz.
Özetle tanım daha baştan verili kabul edilmiş devlet cihazına egemenliğin biçimleri üzerinden yapılmaktadır. Hâlbuki demokrasinin devlet ile ilişkisi zaten incelenmesi gereken bir sorundur. (Sadece burada geçer ayak belirtelim ki, demokrasi bu anlamda devletle bir arada bulunamaz ama aynı zamanda demokrasinin kendisi devlettir, hatta devletin özüdür bir anlamda. Bu çelişik gibi görünen tanımları ilerde konuyu sosyolojik olarak çözümlemeye çalışırken ele alacağız.)
Ayrıca bu tanım da bir kişi, azınlık ya da bir çoğunluğun, her hangi bir karar almasının mümkün ve gerekli olmadığı bir toplumsal var oluş olasılığını dışlar. İlerde görülecek ki, demokrasinin biricik sosyolojik tanımı bu düzlemde yapılabilir.
Görüldüğü gibi, demokrasiyi bir “yönetim biçimi” olarak tanımlamak, daha baştan yönetme diye bir sorunun varlığını; yönetilecekleri ve bir yönetim aygıtını varsaydığından, sosyolojik değil, politik ve ideolojik tanımdır.
Bu örnekler bize Demokrasinin ne olduğunu bildiğimizden biraz olsun şüphe etmemiz gerektiğini göstermiş olmalıdır.
Matematiksel Bir Tanım: Basit ve Cebirsel Toplamların Farkı
Demokrasi’nin sosyolojik bir tanımına ulaşmak için neyi tutarsak elimizde kalıyor. Şöyle üzerine basıp da daha sağlam bir zemine sıçrayabileceğimiz, hiç olmazsa geçici olarak kullanabileceğimiz bir tanım bile bulabilmiş değiliz.
Acaba Marks’ın dediği gibi son derece soyut, varsayımsal bir durumdan hareket etmek daha doğru olmaz mı? Örneğin Marks’ın kendisi, kapitalist toplumu incelemeye başlarken, feodal kalıntıların, devletin, diğer farklılıkların olmadığı varsayımsal bir durumdan, ideal bir kapitalist dünyadan hareket eder[16].
Yani öyle bir toplumsal durum var sayalım ki, orada sınıflar, devlet, farklılıklar vs. bulunmasın. Yani bizzat toplum denen şeyin özü, toplumun toplum olmayanla farkı bize bir tutamak noktası sağlayamaz mı acaba? Böyle bir durumdan demokrasinin özü yakalanamaz mı?
Demokrasinin nerede, hangi koşulda bir olanak veya zorunluluk olarak ortaya çıkabileceğini düşünelim.
Yani bir bakıma sorunu matematiksel ya da cebirsel bir formül gibi ele alabileceğimiz bir kavramsal soyutlama düzeyine bakalım.
Demokrasinin böyle matematiksel denebilecek bir tanımı da vardır: “Demokrasi Azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden yönetim biçimidir”. Bilindiği gibi Lenin de böyle bir tanımını yapar demokrasinin[17].
Bu tanım, “çoğunluğa uymak”tan söz ettiğine göre, kendi içinde karar ve yaptırım gibi iki ayrılmaz ön koşula sahiptir. Çünkü uyma zorunluluğu ortadan kalktığı an, yaptırım ve karar da olmaz. Bir yaptırım olmazsa karar almanın bir anlamı olmaz. Karar diye bir şey yoksa da yaptırım anlamsız olur. Neyin yaptırımı olacaktır yaptırım?
Peki, o zaman şu soruyu soralım: karar ve yaptırım hangi tür toplulukta ortaya çıkabilir?
Bir Sürüde karar ve yaptırım, yani azınlığın çoğunluğa uyması ilkesi geçerli olabilir mi?
Hayır olamaz. Sürüde bir karar ve yaptırım, azınlığın çoğunluğa uyması ilkesi, yani demokrasinin olmazsa olmaz koşulları var ise, sürü sürü olmaktan çıkar.
Çünkü sürü, tanımı gereği, ortak çıkarlar temelinde oluşur. Bir sürünün gücü, kendisini oluşturanların toplamından daha fazlaca bir şeydir ama bir sürüde karar alınmaz, bir arada bulunmak her bireyin çıkarına olduğu için bireyler oradadırlar, parça bütüne tabi değildir. Dolayısıyla da karar ve yaptırımın orada yeri yoktur.
O halde matematiksel olarak, şöyle bir ayrım yapıp demokrasinin var olmasının koşullarını tanımlayabiliriz. Basit bir matematiksel toplamdan oluşan topluluklarda (Sürülerde) karar, yaptırım ve uyma gibi temel parametreler var olamayacağından, demokrasi var olamaz; Demokrasi ancak, parçanın bütüne tabi olduğu, cebirsel bir toplam gibi topluluklarda (Ortaklıklarda) ortaya çıkabilir.
Sürü ve toplumu ayıran, bu parça ve bütün ilişkisidir. Matematiksel olarak ifade edersek, sürü basit bir toplama işlemi gibidir, toplum ise cebirsel bir işlem gibidir.
Basit matematikte eksiler eksi, artılar artıdır. Ama cebirsel bir işlemde, eksilerin eksilerle çarpımından artı sonuç elde edilebilir. Yani parçanın aleyhine olan bütünün çıkarına olabilir ve bütünün çıkarına olduğu için parçanın da lehine bir sonuç verebilir.
Doğa’da Basit ve Cebirsel Birlikler
Zaten Toplum’un var oluşu, cebirsel toplamın basit toplama üstünlüğüne dayanır. Parçanın bütüne tabi olduğu bir karmaşık birlik, parçaların toplamından oluşan basit bir birliğinkini çok aşan bir güç elde eder. Elbet bu gücün bir kefareti de vardır. Doğa da toplum gibi hiçbir şeyi karşılıksız vermez. Daha yaralanabilir ve yaraların daha öldürücü sonuçlara yol açtığı birliklerdir cebirsel birlikler. Bu nedenle doğa bazı durumlarda cebirsel birlikleri bazı durumlarda basit birlikleri (koloniler, sürüler) daha elverişli bulmuştur.
Evrim birbirinden bağımsızca birçok kez, sadece basit birlikleri, koloni ve sürüleri değil; karmaşık (cebirsel) birlikleri de keşfetmiştir.
Bizzat tek hücre dediğimiz, bütün canlıların yapı taşı, aslında çok daha basit canlıların[18] bir cebirsel birlikle bir araya gelip çok daha karmaşık, hücre dediğimiz yeni bir canlı türü oluşturmalarından başka bir şey değildir. Yeni canlı türüdür çünkü onu oluşturan parçalar ancak o bütün ile birlikte kendilerini yeniden üretebilir ve var olabilirler. Cebirsel birlik ile basit birliğin temel farkı aynı zamanda bu noktadadır.
Keza, morula (Koloni) safhasını aşmış neredeyse bütün çok hücreli canlılar da, bizzat kendileri de cebirsel birlikler olan hücrelerin başka hücrelerle daha da karmaşık yeni cebirsel birlikler, yani yeni canlı türleri oluşturmasından başka bir şey değildir. Yani bütün çok hücreli canlılar, aslında hücrelerin birer cebirsel birlik oluşturmalarından başka bir şey değildir.
Doğa bu keşfi de bitkiler, hayvanlar, mantarlarda vs. birbirinden bağımsızca ve birçok kez yapmıştır. Tek hücreli olmayan bütün canlılar cebirsel birliğin üstünlüğünün, birbirinden bağımsızca ve birçok defa keşfinin ürünüdürler.
Daha sonra, doğa çok hücreli canlılarda da, farklı zaman ve yerlerde bu keşfi birçok kez yapmıştır. Arılar, Karıncalar, Termitler[19] en bilinen örneklerdir. Ama sadece bilinen bu türlerde de değil, doğada bu cebirsel birlikler sanıldığından çok daha yaygındır. Memelilerde bile (İnsan’ı şimdilik paranteze alıyoruz) bile bu keşfi yapmıştır doğa. Doğu Afrika’da tıpkı Karıncalar veya Termitler gibi, yer altında yaşayan ve “devlet” oluşturan, bir kemirgen türü olan “Çıplak Köstebek” (Naktmull) vardır.
Karıncalar, Termitler, Arılar, Çıplak Köstebekler gibi çok bilinen bu canlıların oluşturduğu bu birlikleri de, nasıl hücreleri ve çok hücreli canlıları ayrı bir canlı türü olarak kabul ediyorsak, aynı şekilde ayrı bir canlı olarak kabul etmek gerekir. Yani karmaşık karınca, arı, termit “devletlerini” aslında bir tek canlı olarak ele almalı[20]. Bugün birçok bilim adamı da, bu hayvanların oluşturdukları birlikleri, tek bir canlı olarak tanımlamaktadır. Yani nasıl vücudumuzdaki hücreler değil biz ayrı bir canlı türü isek; arı, karınca, termit, çıplak köstebek cebirsel birlikleri de (ortaklıkları) aslında tek bir canlı olarak görülmelidir. Çünkü o canlıyı oluşturan bireyler, tıpkı vücudumuzdaki hücreler, ya da hücrelerin içindeki organeller gibi, bağımsızca varlıklarını sürdürüp kendilerini yeniden üretemezler.
Doğa bu cebirsel birlik oluşturma keşfini şimdiye kadar son bir kez daha insanda da yapmıştır denilebilir. İnsanda yaptığı cebirsel birlik keşfi ile diğer canlılardaki cebirsel birlik keşfinin temel farkı, farklı bir canlı türü yerine, biyolojik evrim yaslarına göre değişen bir canlı türü yerine, farklı bir hareket ve varoluş biçiminin ortaya çıkmasıdır. Tıpkı iki ürün birbiriyle değiştirildiğinde, yepyeni bir yasanın, değer yasasının ortaya çıkması gibidir bu. Tıpkı kendinin benzerini üreten ilk molekül oluştuğunda yepyeni bir var oluşun, sürecin ve yasaların ortaya çıkması gibidir bu.
Biyolojik ölçülerle bakıldığında, bu farklı hareket türü, farklı bir canlı türü olarak da tanımlanabilir. Yani birey olarak insan değil, insan toplumu da, biyolojik olarak, tıpkı hücrelerin meydana getirdiği bir çokhücreli ama yepyeni ve bambaşka bir canlı türü gibi, insanların meydana getirdiği yepyeni bir canlı türü gibi de düşünülebilir[21].
Aslında bütün metafizik sosyolojiler toplumu ve insanı böyle tanımlarlar ve özünde toplumu biyolojik olarak tanımlamış olurlar.
İki Cebirsel Birliğin Farkı
Dikkat edilirse canlılar âlemindeki bu cebirsel birliklerin hepsinin temelinde işbölümü ve uzmanlaşmanın sağladığı avantajlar bulunmaktadır. Dolayısıyla canlılar âlemindeki bütün cebirsel birlikler sıkı bir işbölümüne dayanırlar ve tek tek bireyler aslında yepyeni bir canlının organları olurlar, tıpkı hücrelerin çok hücreli hayvanların bileşenleri veya hücre içindeki organeller olması gibi.[22]
Ama bütün bu cebirsel birlikler, biyolojik yasaların geçerli olduğu birliklerdir. Yani kendileri biyolojik yasalar, (Darwin Yasaları da diyebiliriz) sonucu oluştukları gibi, yine kendileri de değişik bir canlı türünden başka bir şey olmadıkları için yine aynı yasalara tabidirler.
Ama sadece İnsan denen türün oluşturduğu cebirsel birlik, tıpkı kendini üreten moleküllerin ortaya çıkmasıyla birlikte bambaşka ve yepyeni yasalara bağlı olan, biyolojinin konusu olan, olguların ve hareket biçimlerinin ortaya çıkması gibi, sosyolojinin konusu olan olguların ve hareket biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır[23].
Bu nedenle ne kadar karmaşık olursa olsun, bütün diğer canlı ortaklıkları (“devletleri” ya da “toplumları”), sosyolojinin değil, biyolojinin konusunu oluştururlar. Onların evrimi sosyolojik değil, biyolojik yasalarla açıklanabilir. Dolayısıyla doğadaki hiçbir cebirsel birlik yeni bir hareket biçiminin ortaya çıkmasına yol açmamıştır, onlar sadece yeni canlı türlerinin ortaya çıkmasına yol açmışlardır.
Doğadaki bütün cebirsel birlikler (Toplum hariç) bir işbölümüne dayanırlar ve işbölümünün avantajları olarak ortaya çıkarlar. Eğer insan toplumu, işbölümünün avantajlarına dayanarak, bir yaşam stratejisi olarak ortaya çıkmış olsaydı, insan toplumunun diğer canlı “devletlerinden” farkı olmaz ve ortada demokrasi diye bir sorun da olamazdı.
O halde, insan türünün oluşturduğu cebirsel birliğin temel özelliği, iş bölümüne, dolayısıyla uzmanlaşmaya ve organik değişikliklere (örneğin işçi, erkek, kraliçe arılarda olduğu gibi) dayanmamasıdır. İşbölümü, toplumda çok sonraları ortaya çıkabilen bir olgudur ve toplumsal işbölümünün yasaları, sosyolojik yasalardır, biyolojik yasalara tabi değildirler.
Toplumda, birliğin karmaşıklığının artışının dinamizmini, işbölümü ve uzmanlaşma değil; temelinde alet ve alet sayesinde egemen olunan ateşin bulunduğu yaşam koşulları ve biçimindeki değişmeler belirlemiştir. Yani alet ve ateş, insan için doğadaki o zaman kadar hiçbir canlı için söz konusu olmayan yepyeni koşullar ve çok farklı bir seçim baskısı (seleksiyon bakısı) yaratmıştır. Bu seleksiyon baskısı iş bölümünü değil, iş birliğini zorlamıştır. Tam da bu nedenle, insan toplumu arı veya karıncalarınki gibi hiyerarşik ve uzmanlaşmış bir yapıyı ortaya çıkarmamış; aksine sürü halinde yaşayan canlıların çoğunda görüldüğü gibi zekanın ve iletişim (kominikasyon) organlarının gelişimine yol açmıştır. Buna bağlı olarak, toplum ortaya çıkıncaya kadar insan türünün cebirsel olmayan bir birlik, yani bir sürü olarak var olduğunu kabul etmek gerekir. Cebirsel bir birlik olsaydı uzmanlaşma, bireyler arasında biyolojik farklılıklar ortaya çıkardı.
Dolayısıyla Alet ve ateş, insan türünde sağladığı biyolojik evrim ile iş bölümüne dayanmayan bir cebirsel birliğin (yani toplumun) ortaya çıkışının koşullarını sağlamıştır. Alet ve Ateş toplumsal harekete yol açmamış; biyolojik harekete yeni bir doğrultu vermiştir. İnsan türü alet ve ateşin çocuğudur ama toplum değil. Bunlar ancak toplum olmanın koşullarını, (gelişmiş bir zeka ve kominikasyon araçları) sağlamışlardır. Bu nedenle, ilk insan toplumu, yani parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlik ortaya çıkana kadar, milyonlarca yıl boyunca, insanların sürü halinde, nitelik olarak cebirsel birlik (toplum) oluşturmadan biyolojik bir evrim geçirdiğini kabul etmek gerekir[24].
Yani demokrasinin, karar ve yaptırımın mümkün olmadığı sürüler biçiminde var olmuş olsa gerektir insan türü milyonlarca yıl boyunca.
Karıncalar, Arılar, Termitler, Çıplak Köstebekler gibi canlılarda, ortaya çıkanlar, cebirsel birlikler olmalarına rağmen, eşit durum ve işlevlere sahip bireyler olmadığından, onlarda da demokrasi diye bir olgu var olamaz. Genel’in çıkarı, parçanın bütün tabi olması “demokratik” denebilecek bir mekanizmayla belirlenemez[25].
İnsan türünde ise iş bölümü, Homo Sapiens’in ortaya çıkışından da çok sonra değişimin başlamasıyla ortaya çıkmış ve değişimi dolayısıyla değer yasasını ve ekonomi politiğin konusu olan hareket biçimini ortaya çıkarmış sosyolojik bir olgudur, biyolojik bir olgu değildir[26].
İnsan, denen tür, toplumsal bir varlık olarak İnsan olmasını, bir bakıma, işbölümü olmadan bir kaç milyon yıl yaşamasına borçludur. Ancak toplum denen var oluş veya hareket biçimi ortaya çıktıktan sonra, sosyal bir hayvan olan insanın, ondan çok sonra da iş bölümünün ve mübadelenin (değer yasasının, ekonomi politiğin konusu olan varoluş ve hareket biçiminin) başladığı düşünülebilir.
Zaten işbölümü biyolojik bir olgu olsaydı, insan türüyle birlikte çok eski dönemlerde ortaya çıkar ve insanlar, cebirsel birlik oluşturmuş en yakın akrabası çıplak köstebekler gibi, farklı işlevlerde uzmanlaşmış dolayısıyla organları da farklılaşmış bireylerden oluşan topluluklar oluştururlardı. Dolayısıyla yeni taş çağının kadın anası şişman “Venüs”ü gibi bir sadece doğuran bir “Kraliçe”; cinsiyetini yitirmiş, kısır “Harem Ağaları” veya “Kastrada”lar ya da Beygirler (Aygır’ın hayaları burulunca Beygir olur) ya da Öküzler gibi (Boğanın hayaları burulunca Öküz olur) işçiler ya da köleler; tek işlevleri “Kraliçe”yi döllemek olan, damızlık boğalar gibi, Don Juan ya da Kazanova “erkek”lerin oluşturduğu birlikler karşısında bulunurduk.
Tabii o zaman da bu canlı türü, İnsan olmaz, belki başka bir zamanda, başka yerden türeyecek insanlar tarafından incelenecek, “devlet” kurmuş, cebirsel bir birlik oluşturmuş değişik bir memeli türü olurdu.
Yani insan toplumu tam da, iş bölümüne dayanan ve onun tetiklediği bir cebirsel birlik olmadığından, birliği oluşturan insanlar biyolojik olarak da birbirilerinden değişik özellikler göstermezler. İnsan iş bölümünün bir zorlaması olmadan, cebirsel birlik oluşturabilmiş bir canlıdır[27].
İnsanın oluşturduğu cebirsel birliğin diğer canlıların oluşturduğu gebirsel birliklerden farkı, bu birlikte evrimin, organların ya da bireylerin değil, üretim araçlarının değişimiyle gerçekleşmesidir.
Dolayısıyla, kendisini oluşturan bireylerin organik olarak farklılaşmadığı, ama üretim ilişkilerinin ve üretim biçimlerinin farklılaştığı, dolayısıyla toplumların farklılaştığı apayrı bir var oluş, bir hareket biçimi ortaya çıkar. Yani toplum ve sosyolojinin konusu.
Aslında Ruh, Tanrı, Totem vs. hep bu gücün, sürüden öte toplum oluşun; basit toplamdan öte cebirsel toplam oluşun kazandırdığı bu gücün, insanların zihnindeki yansımalarıdırlar ve bizzat kendileri de bu gücü yaratan araçlardırlar.
O halde toplumsal var oluş ile parçanın bütüne tabi olması, dolayısıyla bütün adına bir karar alma ve yaptırım, birbirinden ayrılmaz olarak ele alınabilir görünmektedir. Eğer böyle bir durum yoksa, ortada toplum değil sürü vardır diye kabul etmek gerekir çıkarsaması kolaylıkla yapılabilir.
Demokrasinin Var Oluş Koşulu
Bu durumda demokrasiyi, organik olarak farklılaşmamış, işbölümü nedeniyle oluşmamış bir cebirsel birliğin; yani toplumsal olanın, karar alma ve uygulamadaki bir biçimi olarak kabul etmek belki bir hareket noktası sağlayabilir gibi görünüyor.
Yani demokrasinin var oluş koşulunu, aynı biyolojik özelliklerdeki bireylerin oluşturduğu, işbölümüne dayanmayan ama parçanın bütüne tabi olduğu bir cebirsel birlik olarak tanımlayabiliriz.
Tabii burada ele aldığımız son derece soyut toplum. Bu toplum hiçbir farklılık bulundurmadığından, bir azınlık ya da kişinin kararları alması ve bütün çoğunluğa rağmen yaptırım uygulaması gibi bir durum söz konusu olamaz.
O halde, bu son derece soyut biçim altında demokrasi ile toplum arasında bir fark olmaz. Yani parçanın bütüne tabi olduğu bir canlıların birliği, bu bütünü oluşturan parçaların her hangi biri diğerine üstün veya ondan farklı olmayacağından, fiilen demokrasi olur. Yani parçayı bütüne tabi kılışın, toplum oluşun bir biçimi gibi görünen demokrasi, aslında toplumsal var oluşun biricik olası biçim olarak ortaya çıkar. Böylece Toplum ve Demokrasi, karar ve yaptırımı tanımı gereği dışlayan sürü karşısında, aynı öz olarak görünürler.
Dikkat edilirse, burada artık demokrasi toplumsal varoluşun olmazsa olmaz bir biçimi gibi ortaya çıkmaktadır.
Ne var ki, bu tanım da bizi sosyolojik olarak bir yere götürmez. Böyle bir tanımdan hareketle belki sosyolojinin konusunu, demokrasinin ortaya çıkışının veya var oluşunun koşullarını tanımlayabiliriz ama demokrasinin sosyolojik bir tanımına ulaşamayız.
Çünkü bu tanım da sosyolojik bir tanım değil, özünde biyolojik bir tanımdır.
Örneğin, insan sosyal bir hayvandır dediğimizde biz sosyolojik bir tanım yapmış olmayız. Onu diğer hayvanlardan ayıran özelliği ifade etmiş oluruz, bir hayvan türünü diğer hayvan türlerinden ayırmış oluruz. Diğer bir ifadeyle, tanımımız sosyolojik değil, biyolojik bir tanımdır. İnsanın sosyolojik olarak ne olduğu, hayvanlarla kıyas içinde anlaşılamaz. İnsanın biyolojik olarak ne olduğu, hayvanlarla kıyas içinde anlaşılabilir ama sosyolojik olarak ne olduğu değil.
Aynı şekilde, toplum, iş bölümüne dayanmadan, parçanın bütüne tabi olduğu bir topluluktur dediğimizde de sosyolojik değil, biyolojik bir tamın alanındayızdır hala. Çünkü bir çok canlı, koloniler, sürüler hatta çok daha karmaşık toplu yaşam biçimleri geliştirmiştir. Toplum kavramı, diğer birlikte yaşam biçimlerinden farkı ifade etmektedir. Ama bu fark son duruşmada, o canlının birlikteliğinin diğer canlıların birlikteliğinden farkını ifade etmektedir. İnsan toplumu sürüden cebirsel bir birlik olmasıyla ayrılır dediğimizde, bir biyolojik var oluş tarzını diğerinden ayırmış oluruz. Toplum ve sürü farkını ele alan bir tanım tıpkı “sosyal hayvan” veya “düşünen hayvan” gibi bir tanımdır. Bu nedenle henüz sosyolojik bir tanım değil, biyolojik bir tanımdır. Bu tanımdan hareketle de demokrasinin sosyolojik bir tanımına ulaşmış olmayız.
Görüldüğü gibi sosyolojik bir demokrasi tanımına ulaşabilmemiz için gerekli temeli bize ne politik olarak yerleşmiş tanımlar ne de biyolojik tanımlar verebildi.
Sosyolojik bir tanıma ancak, sosyolojik kavramsal araçlarla ulaşabiliriz.
Toplum’un Var Oluşu, Somut Biçimi ve Din
Nasıl canlı diye bir şey yoksa ve somut canlılar varsa, soyut olarak toplum diye de bir şey yoktur. Toplum somut topluluklar biçiminde var olur.
Toplumun yani onun somut varoluş biçiminin, toplulukların ortaya çıkabilmesi için ise, o toplulukların sınırları olması gerekir. Yani bir bölme işlemi olmadan bir birlik dolayısıyla da toplumsal var oluşun somut biçimleri ve toplumsal varoluşun kendisi mümkün olamaz.
Bölmek ise ancak yasakların olduğu noktada ortaya çıkabilir. Bu sınırlar dini ve dolayısıyla tüm toplumun üst yapısını oluşturur.
Toplum dinin ortaya çıktığı yerde çıkar. Din ile ilk kez bir ortaklığın sınırlarını, yasakları belirlemek mümkün olur. Nasıl hayat, canlılık, somut bir molekül veya hücre biçiminde var olabilirse; toplum da ancak somut bir topluluk veya ortaklık biçiminde var olur. Topluluk ve ortaklığın sınırları olmadan var olamaz, sınırları belirleyen ise dinden başka bir şey değildir. Ama din sadece sınırları değil, topluluğun var oluşunu ve devamını sağlayan tüm ilişkileri de belirler. Bütün bunları da üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin o günkü düzeyi.
Bu nedenle, din toplumun tüm üstyapısının somut var oluş tarzıdır. Bütün diğer üstyapı bileşenleri (sanat, ahlak, hukuk vs.) dinle ve dinin çerçevesinde var olabilirler.
Bu bakımdan, İnsan’ın ortaya çıkışında, üretici güçlerin esas gelişimini tetikleyen, toplumun üst yapısıdır bir bakıma. Hepsi aynı üretici güçler düzeyinde olan binlerce homo sapiens topluluğu içinde, ilk kez şu veya bu şekilde, bir yasak koyarak bir topluluk tanımı yapan, yani ilk kez dini ve toplumu keşfeden popülasyon ya da grup, bütün arkeolojik ve antropolojik araştırmaların gösterdiği gibi adeta patlarcasına bir ilerlemeyi tetiklemiştir. Bundan sonra ok, yay, kano, sanat vs. ortaya çıkmaktadır peş peşe[28].
Bu anlamda toplumu ya da insanı Allah yaratmıştır denebilir. Allah ilk yasaklar veya din anlamında kullanılırsa.
Karar ve Yaptırım Olmayan Bir Toplumsal Var Oluş Mümkün mü?
Demokrasinin tanımında şöyle bir zorlukla karşılaşıyoruz. Demokrasi, demokrasi olmayanla kıyas içinde tanımlanabilir. Karar ve yaptırım olmazsa bu sürü olur demiştik. Peki hem karar ve yaptırıma gerek duymayan hem de sürü olmaya dönmeyen veya sürü olmayan bir toplumsal var oluş mümkün müdür?
Eğer bu mümkün ise ancak, toplumsal var oluşun kendisi olarak değil, toplumsal var oluşun bir biçimi olarak, yani sosyolojik olarak demokrasiyi tanımlayabiliriz.
Demokrasi, demokrasi olmayana göre tanımlanabilir. Tabii burada hemen, monarşı, oligarşi gibi kavramlar akla gelir ama henüz bizim toplum kavramımız henüz sınıfları, iş bölümünü vs. içermiyor. Saf ve soyut bir toplum kavramımız var. Dolayısıyla herkesin eşit olduğu böyle bir toplumda monarşi ya da oligarşi olamaz. Birileri silahlı birileri silahsız olmadığından; birileri zengin birileri fakir olmadığından; geneli ifade eden karar ve yaptırım ancak çoğunluğun onayını alırsa ve gönüllü olarak benimsenirse uygulanabilir. Dolayısıyla bu soyutlama düzeyinde, demokrasiyi demokrasi olmayandan ayırırken Oligarşi, Monarşi, Diktatörlük gibi kavramlar (ki aslında hepsi de politik kavramlardır) hiç bir işimize yaramazlar.
Özetle şöyle bir paradoks söz konusudur, toplum bizzat doğa karşısında var oluşu sürdürebilmek için, parcanın bütüne tabi olduğu bir birlik iken, doğuşunda bu varken ve bu güne kadarki bütün toplumlar da böyle iken, parçanın bütüne tabi olmayacağı, ama yine de toplum olan fakat sürü olmayan bir var oluş mümkün müdür?
Demokrasi, sosyolojik olarak ancak böyle bir topluma göre tanımlanabilir.
Karar almanın ve yaptırımın, dolayısıyla zorun mümkün ve gerekli olmadığı, diğer bir ifadeyle demokrasinin mümkün ve gerekli olmadığı bir toplum olabilir mi?
Ancak bu sorunun cevabı bizi demokrasiyi demokrasi olmayandan ayırma, demokrasinin sosyolojik bir tanımına ulaşma olanağı sağlayabilir.
İşte bundan 150 yıl önce Karl Marks, demokrasinin tanımını tam da böyle yapmıştır. Ve bu tanım demokrasinin sosyolojik tanımıdır. Marks’ın tanımına göre: Demokrasi Zorunluluklar alemini var sayar, zorunluluklar aleminin ötesinde, yani özgürlükler aleminde ise yaptırım ve karar, dolayısıyla demokrasi hem mümkün hem de gerekli olmaktan çıkar.
Burada yıllar önce yazdığımız bu konu ile ilgili bölümü olduğu gibi aktaralım:
“Demokrasi ve Zor
En olağan ve biçimsel anlamıyla Demokrasi, azınlığın çoğunluğa uymasını prensip olarak kabul eden sistemdir[29]. Bu en biçimsel demokrasi tanımı ister istemez demokrasinin olmazsa olmaz iki koşulunu ifade edilmemiş bir var sayım olarak içerir: zor ve özgürlükler.
Zor, yaptırım demokrasinin ayrılmaz bir koşuludur.
Tanım, azınlığın çoğunluğa uymasından söz ediyor.
Burada hemen şu soru akla gelir: "Ya azınlık çoğunluğa uymazsa?".
O zaman da uydurulması gerekir.
Nasıl?
Yaptırımlarla, zorla.
Zaten çoğunluk, çoğunluk olduğu için daha büyük bir güç, dolayısıyla da bir yaptırım yeteneği demektir, bırakalım silahı ya da hapishaneleri bir yana. Yaygın kanaatin aksine, demokrasi ve zor birbirlerine zıt kavramlar değildir, zor olmadan demokrasi olmaz.
Demokrasinin özü, azınlığın çoğunluğa uyması ve eğer uymuyorsa uydurulması olduğundan, Marksizm, özgürlükler aleminin zorunluluklar aleminin, yani demokrasinin, yaptırımların ÖTESİNDE sonsuz bolluğun bir alemi olabileceğini vurgular.
Marks, Sosyalizmin ilkesi olan "çalışmayana ekmek yok", "herkese emeğine göre" gibi prensiplerin, demokrasiyi ve zoru gerekli kıldığını vurgular ve özgürlük ve demokrasiyi birbirine zıt kavramlar olarak konumlandırır.
Bu kullanımda özgürlük, demokratik bir sistemin ayrılmaz parçası olan fikir, örgütlenme özgürlükleri gibi haklar değil, demokrasi gibi bir sistem anlamına sahiptir ve onun yani demokrasinin ötesinde var olabilir.
Ancak ekmeğin çalışma koşuluna bağlı olmadığı, "herkese ihtiyacına göre ve herkesten yeteneğine" göre ilkesinin geçerli olabildiği bir sistemde artık demokrasi yoktur. Çünkü azınlığın çoğunluğa uyma ve uydurulma mecburiyeti yoktur. Ve bu nedenle de zor yoktur.
Bunun nasıl bir şey olduğunu tasavvur edebilmemizi bize dil sağlar. Her hangi bir dili konuşurken, sözcükleri herkes ihtiyacına göre ve yeteneği kadar kullanabilir. Dilin kelimelerini kullanımda, özgürlükler alemi vardır. Belli bir kelimeyi kullanmak için belli bir emek miktarına gerek yoktur.
Ama insanların hayatları boyunca kelimeleri diyelim ki sadece onar defa kullanma hakları olsaydı, on defadan fazla kullanımları tespit etmek, kullananları cezalandırmak için bir zora gerek olurdu. Yani dil, özgürlükler aleminden, zorunluluklar alemine geri düşerdi. Ya da belli sözcükleri kullanmak belli bir ücrete tabi olsaydı, dil de demokrasi alemine, zorunluluklar ve yaptırımlar alemine düşmüş olurdu.
Bu, dildeki kelimelerin kullanımının sınırlanması veya ücrete tabi olması gibi, ilk bakışta okuyucunun "olur mu öyle şey?" diyebileceği saçma bir durumu gözlerimizin önünde sanal uzayda (“cyberspace”, daha bilinen deyimiyle İnternet) yaşıyoruz.
Sanal Uzayda her hangi bir bilgiyi, bir yazıyı, bir müziği, bir resmi, yani dijitalize edilebilen her şeyi, yani görme ve işitme duyularıyla kavranabilen her şeyi (belki ilerde dokunma da simulasyonlarla bu kategoriye girebilir) (bir bilgisayarı olup internete fazla telefon masrafı kaygısı olmadan girebilen gelişmiş ülkelerin orta gelirli bir yurttaşı için olanaklı bir durumdur bu), pratik olarak ihmal edilebilir bir emekle, yani bilgisayarınızın tuşuna basıp kopyala emrini vermekle, yine pratik olarak ihtiyacınız ölçüsünde çoğaltıp kullanabilirsiniz. Sanal Uzay, en azından belli bir toplumsal kesim için, digitalize edilebilir nesneler alanında, zorunluluklar aleminin ötesindeki özgürlükler alemidir teorik olarak.
Ama gözlerimizin önünde, sanal uzayın, tıpkı dildeki kelimelerin kullanımının ücrete tabi olması gibi, özgürlükler aleminden bir zorunluluklar ve yaptırımlar alemine çekilişini yaşıyoruz.
Burjuvazinin bütün çabaları bu emeksiz çoğaltma ve kullanma olanağını, ekonomi dışı cebir aracılığıyla ortadan kaldırmaya, sanal uzayı, özgürlükler aleminden zorunluluklar alemine düşürmeye yöneliktir. Tıpkı dildeki kelimelerin kullanımını bir defayla sınırlamak, ya da belli bir ücrete tabi kılmak ve bir emek karşılığı yapmak gibi.
Kapitalizmin dokunulmaz kutsal özel kişi mülkiyetiyle özgürlükler alemi bir arada yaşayamaz. Bir müziğin isteyence istenildiği kadar kopyalanıp dinlenebilmesi ve bunun yaratacağı toplumsal ruhsal zenginlik, o müziği yapanın bireysel maddi zenginliğine feda edilmektedir. Bu nedenle tıpkı bir kelimeyi kullanımın ücrete tabi kılınması gibi, kopyalamayı olanaksızlaştıran teknikler araştırılmakta, sanal uzay dışı zor aracılığıyla cezalandırmalarla, hükümetlerin kontrol çabalarıyla orası bir zorunluluklar alemi haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Bu durum, bu gün kullandığımız dildeki kelimeleri üretenlerin, ürettikleri kelimelerin başkaları tarafından kullanılmasını yasaklamalarına benzer. İnsanlık binlerce yıl böyle bir şeyi düşünmemiştir bile. Ama şimdi, bir çok firma kendi adının kullanımını patente bağlayarak böyle bir durum yaratmaktadır. Örneğin, yukarıda, "ekonomi dışı zor" kavramından esinlenerek, "sanal uzay dışı zor" diye bir kavram kullandık. Muhtemelen bu kavramı ilk kullananız. Bunun patentini alıp başkaları tarafından kullanılmasını yasakladığımız ve kullanmak isteyenin bize belli bir meblağ ödemesi gerektiği bir durum düşünelim. Tam böyle bir duruma denk düşmektedir bu gün gözlerimizin önünde oturtulmaya çalışılan sistem.
(Buna karşı söz yerindeyse, şifreleri kıran, kontrolleri engelleyen programlar yazan (PGP); paralı programların yapabildiklerini yapabilen ama pratik olarak bedava olarak isteyenin kullanımına sunan, tıpkı bir dil gibi kollektif bir ürün olan programlar yazan (Linux) sanal uzay devrimcilerinin çabalarıyla bir gerilla savaşı verilerek, insanlık için bu alan bir özgürlükler alemi olarak korunulmaya çalışılmaktadır. Bu eşitsiz güçler savaşı ne kadar sürdürülebilir? Bilinmez. Ama bu öncülerin tüm insanlık adına bir savaş verdikleri unutulmamalıdır.)
Konumuz sanal uzayın ekonomi politiği olmamakla birlikte, demokrasinin özgürlükler aleminin berisinde, zoru zorunlu kılan bir alem olduğunu göze batırabilmek için; demokrasinin bir bolluk aleminde kullanılmaya kalkmasının ne kadar irrasyonel ve yoksullaştırıcı olduğunu göze batırabilmek için sanal uzayı ve dili bir örnek olarak aldık.
(…)
Özgürlük kavramı, Klasik Alman felsefesinde, "zorunluluğun bilince çıkması" olarak tanımlanır. Bu anlayışın kökleri, doğa bilimlerindeki ilerlemenin yarattığı iyimserlikten kaynaklanır ve aydınlanmacı burjuva karakterdedir. Daha önce Bacon tarafından formüle edilen, "doğayı itaat altına almak istiyorsanız ona itaat ediniz", yani doğa ancak doğa kanunları bulunup onlara uyularak kontrol altına alınabilir tarzındaki İngiliz ampirizminin bu formülasyonu, Alman felsefe geleneğinde daha sofistike bir ifadeye kavuşmuştur: “doğaya itaat etmek”, bir “zorunluluğu bilince çıkarmak” değil midir? İnsan doğaya itaat ederek onu itaat ettirebildikçe doğaya bağımlılığı artıp ondan özgürleşmemiş midir? O halde, “özgürlük zorunluluğun bilince çıkmasıdır!”
Marks, klasik Alman felsefe geleneğinden gelen bir düşünür olarak, zorunluluk ve özgürlüğün bu ilişkisi anlayışından beslenmiş ama onu aşmış ve onların ilişkisini felsefi değil sosyolojik bir kavram olarak tanımlamıştır: bu anlamıyla özgürlük, artık zorunluluğun bilince çıkması değil, zorunluluklar aleminin ötesidir: yani zenginliklerin gürül gürül aktığı; emeğin ortadan kalktığı; çalışmanın bir zorunluluk değil, ruhsal ve bedensel bir ihtiyaç, bir oyun olduğu bir dünyanın; diğer bir ifadeyle, "komünist toplumun üst aşaması" denen toplumsal sistemin özünün tanımıdır.
Özgürlüğün burjuva ufku içindeki kavranışında, özgürlük zorunlulukla bir arada, onun bilince çıkması olarak tanımlanırken, tarihsel maddecilikte özgürlük, zorunluluklar aleminin ötesindedir, ve onunla bir arada olamaz.
Burjuva ufkundaki özgürlük kavramı felsefi olduğu kadar tarih ve toplum dışıdır, Marksist özgürlük kavramı ise tarihsel ve toplumsaldır. Burjuva özgürlük kavramı felsefi bir kavramdır; Marksist özgürlük kavramı ise Sosyolojik bir kavramdır yani Tarihsel Maddeciliğin bir kavramıdır.”
Geleceğin Işığında Zorunluluklar Alemi
Yukarıdaki tanımdaki farkı yaratan toplum geçmişte hiç var olmadığından, demokrasinin tanımı ancak bir zihinsel deneyle, mantıki olarak, gelecekteki bir olanaktan hareketle yapılabilir. Diğer bir ifadeyle, tarihteki başka biçimlerle kıyaslama içinde demokrasi tanımı, ancak gelecekte, demokrasi olmayana geçildiğinde, demokrasi artık bir sorun olmaktan çıktığında yapılabilir. Yani demokrasinin tarihsel bir olgu olarak tanımı yapılabilir hale geldiğinde, insanların demokrasi tanımı yapma gerekleri kalmayacaktır. Ne demek bütün bunlar?
Biz sosyolojiden (Marksizmden) biliyoruz ki, son duruşmada, üretici güçler ve üretim ilişkileri toplum biçimlerini belirler. O halde, demokrasinin, yani kararın, yani yaptırımın, yani zorun mümkün ve gerekli olduğu ve olmadığı koşulları toplumun bu temelinde aramalıyız.
Bugüne kadar tarihteki bütün toplumlarda yaşam ve üretim araçları emekle üretilirler.
Ama emek üretkenliğinin öylesine yüksek bir düzeyini var sayabiliriz ki, orada emek yok olur ve insanlar bir zorunluluktan ya da ihtiyaçtan dolayı değil, kendilerini gerçekleştirmek için gerçek zenginlikleri üretebilirler. Yani bir bakıma bir Cennet veya Yunan tanrılarının yaşadığı Olimpos gibi bir dünya var sayalım.
Böyle bir dünyada fiilen emek yok olur. Ama emek yok olunca, demokrasi de bir imkan ve zorunluluk olmaktan çıkar. Yani karar ve yaptırım da zor da ortadan kalkar. Zorunluluklar aleminin ötesinde özgürlükler alemine girilmiş olur.
Bu güne kadar yaşadığımız toplumların hemen hiç biri böyle değildir ama böyle olmaması bunun olanaklı olmadığı anlamına gelmez. Toplum denen varoluş ve hareket biçimi, şunun şurası yetmiş bin yıldır var, Bunun altmış bini, kıtlık içinde avcılık ve toplayıcılıkla geçti. On bin yıldır, başka yerlerde daha da kısa zamandan beri, bitki ve hayvanlar ehlileştirildi, ilk köyler ve yerleşiklik ortaya çıktı. Beş bin yıldır sınıflar ve uygarlık ve devlet var. Beş yüz yıldır da kapitalizm.
Aslında bu son derece kısa bir tarihtir. Bir an için insan türünün kapitalizmi yok ettiğini ve böylece birkaç yüz yıl içinde bir çevre felaketi veya bir nüklear savaş felaketinden kurtulduğunu, planlı bir ekonomiye geçtiğini var sayalım.
Bu durumda birkaç yüz yıl içinde insanlık emeğin artık yok olduğu, dolayısıyla zorunluluklar aleminin ötesindeki özgürlükler alemine geçmiş olur.
Bu şu demektir: eğer kozmik (Bir göktaşı çarpması) veya Jeolojik (Bir süper volkan patlaması) gibi bir felaket olmazsa, toplum denen varoluş tarzının daha yüz binlerce veya milyonlarca yıl yaşayacağını (ve bu kadar yaşadıkça başka gezegenlere de yerleşebileceğinden ve bu kozmik felaketleri de bir ölçüde aşabileceğinden dolayı) var sayabiliriz.
Örneğin beş yüz bin yıl sonra, şimdiye kadarki bütün tarih aslında insanlık tarihinin bir tarih öncesi ve kısa bir dönem olarak görülebilir. O halde, geleceğin özgürlükler aleminin toplumunda yaşayan insanlar için demokrasi, tıpkı bizler için, kıtlıkta “yamyamlığın” veya çocuk kurban edilmesinin çok eskilerde kalmış artık hatırlanmak bile istenmeyen bir aşama olarak görülmesi gibi görülecektir.
Toplumsal yaşam, zorunluluklar ve özgürlükler alemi diye birbirinden temelden farklı iki ayrı döneme ayrılabilir. Özgürlükler aleminde, demokrasi bir imkan ve gereklilik olmaktan çıkar. Demokrasi ancak zorunluluklar aleminde var olur.
İşte Marks, demokrasiyi sosyolojik olarak tam da böyle tanımlar.
Marks, toplumun tarihini zorunluluklar ve özgürlükler alemi olarak iki birbirinden temelden farklı döneme ayırır. Ve bu dönemlerin farkını, birbirinden ayrılığını belirleyen son duruşmada üretici güçlerin gelişme düzeyi ve üretim ilişkileridir.
Marks, emek üretkenliğinin henüz yeterince gelişkin olmadığı; kafa ve kol emeği gibi işbölümünün henüz var olduğu; insanların toplumdan emekleri ölçüsünde pay aldığı, dolayısıyla çalışmayana ekmek yok ilkesinin geçerli olduğu sınıfsız ve eşitlikçi ama henüz zorunluluklar alemindeki toplum ile; emek üretkenliğinin çok yüksek olduğu, fiilen emeğin yok olduğu, zenginliklerin gürül gürül aktığı, emeğin kadar alıp vermediğin, ihtiyacın kadar alıp yeteneklerin kadar verdiğin, dolayısıyla zorunlukular aleminin ötesindeki özgürlükler alemini birbirinden ayırır.
Özgürlükler aleminde karar ve yaptırım ortadan kalkar, ama buna rağmen artık tekrar sürü durumuna dönülmüş değildir. Bu toplumun, toplumsal var oluşun değişik ve yeni bir aşamasıdır.
Sürü de, sürü karşısındaki karmaşık birlik olarak toplum da, zorunluluklar alemindedir.
Ama özgürlükler alemi, zorunluluklar aleminin ötesindedir. Demokrasi olmayan zorunluluklar aleminde, sürü olmaya karşılık düşer.
Demokrasinin olanaksız ve gereksiz olduğu özgürlükler alemi ise, insanların adeta Cennet’deki gibi bir yaşama geçişi anlamına gelir.
Yani yine Marks ve Engels’in deyişiyle özgürlükler alemine geçiş, hayvanlığın son aşamasından, tarih öncesinden çıkıştır.
Demokrasinin Somut Toplumu
Toplumda demokrasi, yani karar alma parçayı bütüne tabi kılma olamaz, çünkü toplum bir soyutlamadır.
Karar, dolayısıyla demokrasi, ancak sınırları belirli topluluklarda olur.
Toplumun somut biçimi veya topluluk ise, yaşamını sürdürmek için gerekli üretim araçları ve tekniklerine (yani Üretici güçler ve ilişkilere) bağlı olarak değişir.
Örneğin avcı ve toplayıcılıkta, topluluk somut kabileler olarak var olur. Neolitik devrim ve yerleşme ile birlikte köyler veya bunların oluşturduğu başka birlikler ortaya çıkar vs..
O halde, genel çıkar, soyut bir toplumun değil, somut toplulukların genel çıkarıdır. Karar alma ya da demokrasinin sınırları toplulukların sınırlarıdır. O halde en demokratik kararlar bile, başka topluluklar karşısında bir tehdittir.
Dolayısıyla toplum ölçeğinde bir demokrasi olmaz. Toplum ancak bir tek topluluktan ibaret olduğunda, ancak toplum ve toplumun somut var oluş tarzının çakıştığı koşulda, örneğin bir yeryüzü cumhuriyetinde, toplumda demokrasi olduğundan söz edilebilir.
Bunun haricinde, bütün demokrasiler, somut tarihte böyle olup olmadığı ayrı bir konudur, ancak bir topluluk içinde var olabilir. Dolayısıyla, bu topluluklar arasındaki ilişkilerde demokrasi olmaz. Tabii bu topluluklar ancak daha büyük bir toplulukta parçanın bütüne tabi olması ilkesiyle birleştiğinde bunlar arasında bir demokrasi olabilir ama bu sefer de bu birleşmiş toplulukların dışındaki topluluklarla bu birleşmiş topluluk arasındaki ilişkide demokrasi olmaz.
O halde, demokratik bir toplum olamaz, olmasının biricik koşulu, yeryüzündeki tüm insanları kapsayan, toplum kavramıyla özdeşleşmiş bir topluluktur.
Bunun haricinde demokrasi, o topluluğun dışındakilere karşı bir zor, bir tehdit, bir baskı ve sömürü olasılığı anlamına gelir. Bir topluluğun son derece demokratik olarak aldığı kararlar başka bir topluluğun varlığını yok edebilir.
*
Tabii buraya kadar ne mülkiyet ve sınıfları, ne devleti ve bürokrasiyi, ne temsilcilik mekanizmalarını vs. analizimize dahil etmiş değiliz. Son derece soyut düzeyde, eşit, ırksal, cinsel, sınıfsal farkların olmadığı varsayımsal bir durum üzerinden çözümlemelerimizi yapmaya çalışıyoruz. Tıpkı Marks’ın metayı analizi gibi bir yöntem izlemeye çalışıyoruz.
Burada demokrasinin bir sürüde olmayacağı gibi bir sonuca ulaştık, demokrasinin ortaya çıkış koşullarını incelerken.
Yine demokrasinin bütün insanlar için aynı anlama gelme koşulunun toplum ile toplumun somut var oluş biçiminin çakışması hali olduğunu, bunun dışında toplum kavramıyla demokrasi kavramının bir arada anılmasının ciddi yanılgılara ve yanlış anlamalara yol açabileceğini gördük.
Yani tüm dünyada var olan bireylerin, eşit haklı olarak o tüm insanları kapsayan topluluğun genel çıkarının ne olduğu üzerine söz ve oy hakları olduğunda bir demokrasiden söz edilebilir. Bu şöyle de tanımlanabilir. Tür olarak insan ile, topluluğu oluşturan bireyler olarak insanın çakışması koşullarında ancak toplumda demokrasi var olabilir. Bunun haricinde, demokrasi sadece toplulukların içinde olabilir ama toplumda olamaz.
O halde Demokrasi ancak yok oluşunun, özgürlükler aleminin arifesinde var olabilir.
Demokrasi uluslara ve her türlü başka sınır çekme çabalarına karşı var olabilir.
Aksi ırkçılıkla sonuçlanır.
Yani demokrasi ancak bir dünya cumhuriyeti biçiminde var olabilir.
Ama eğer iktisadi ilişkiler olarak tanımlarsak, demokrasi ancak sosyalizmde, herkese emeği kadar ilkesinin geçerli olduğu, burjuva hakkını sağlayan toplumda var olabilir.
O halde, demokrasi sosyalizmin siyasi biçimidir.
Demokrasi Devlettir. Ama artık devlet olmayan devlettir.
Demokrasi için mücadele her şeyden önce uluslara karşı bir dünya cumhuriyeti için mücadele olmak zorundadır.
Demir Küçükaydın
8.02.2012
[1] “Bugünkü dünyada” diyoruz, çünkü Sol kavramı ilk çıkışında, yani Fransız Devrimi sırasında bugünkü eşitlikçi ve sosyalizan vurgusundan ziyade cumhuriyetçi bir anlama sahipti.
[2] “Türkiye’nin Politik Kültürü” diyoruz, çünkü, örneğin Fransa’nın politik kültürü içinde sanırım sol kavramının aşırı gibi bir anlamı var.
[3] Elbette kişilerin, örgütlerin veya akımların kendilerini sol olarak tanımlamalarıyla gerçekten sol olup olmadıkları ayrı bir konudur. Sınıf mücadelesinde egemen sınıflar, ezilen ve sömürülen çoğunluğa karşı politika ve stratejileri sol olarak göstermeye çalışırlar ve göstermeyi de başarırlar çoğu kez. Bunun sonucu, üst sınıfların bu “sola” kaymasına karşılık, ezilenler de onlara duydukları tepkiyle onun zıddına, yani sağa yönelebilirler, yani gerçekte sol ve sağ kendi zıttı biçiminde de görünebilir. Zaten politika ve sınıf mücadelesini zorlaştıran ve karmaşıklaştıran da tam bu öz ve görümün yer değiştirmeleridir. Ama henüz buradaki soyutlama düzeyinde bunu bir yana bırakıyoruz. Yoksa bütün bu yazının konusu bir bakıma tam da bu öz ve görünüm arasındaki zıtlığı açıklamak ve aşmaktır.
[4] Benzeri bir rastlantı ama bu sefer tam tersi sonuçla Bolşevik-Menşevik (Çoğunluk-Azınlık anlamlarına gelirler) ayrımında gerçekleşmiştir. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin İkinci Kongresinde, “Menşevikler” (tırnak içinde yazıyoruz o ana kadar Menşevik diye bir şey, hatta bölünmeye yol açan ayrılık bile yoktur) aslında çoğunlukturlar, ama bir oylamada başka bölünmeler nedeniyle azınlık olurlar, “Bolşevikler” bu rastlantısal çoğunluk olma durumunu kendi fraksiyonlarını tanımlamakta kullanırlar ve böylece bir bakıma psikolojik bir üstünlük de sağlamış olurlar
[5] “Sol” genellikle olumsuz bir anlama ve değere sahip olduğundan, ezilenlerden yana politikalara sol denmesinin elbette psikolojik olumsuz etkileri olmuştur. İnsanların büyük çoğunluğu sağlak olduğundan, birçok kültürde sağ daha olumlu ve kutsaldır. Birçok dilde, sağ sözcüğü başka bir çok olumlu anlama da sahiptir. Örneğin İndo-Germen dillerin çoğunda, “doğru”, “hak” gibi anlamları da vardır. Bir bakıma bu nedenle, sağın değerli ve kutsal olması nedeniyle “asiller” sağda, “Yurttaşlar” solda oturuyordu, yani o zamanın egemen yargılarına göre, daha az “kutsal”, daha az “şerefli” ve daha “aşağı” olanlar Meclis’in solundaydı. Bu nedenle tam bir rastlantıdan söz edilemeyebilir de.
[6] İlerde daha ayrıntılarıyla ele alınacaktır ama burada Demokrasi’nin sosyolojik ve Politik anlamlarının zıtlıklarına birkaç örmek verelim: Demokrasi sosyolojik olarak diktatörlüktür, Politik olarak Demokrasi diktatörlükle bir arada bulunamaz. Sosyolojik olarak, Özgürlükler alemi Demokrasinin ötesindedir, Demokrasi ve Özgürlükler alemi bir arada bulunamaz; Politik olarak Demokrasi Özgürlükler olmadan olmaz.
Biz yıllar önce yazdığımız ve bu seminerden önce parçalar halinde mail grubuna yolladığımız “Marksist Demokrasi Teorisi” adlı derlememizde tam da bu zıtlıklar üzerinden demokrasi konusuna bir yaklaşım sağlamaya çalışıyorduk.
[7] Örneğin İnternete girilse ve “demokrasi nedir” sorusu sorulsa hemen hemen hep bu anlamda tanımlarla karşılaşılır. İstatistiksel olarak biliniyor ki, insanların çoğu arama motorlarıyla bir kavrama baktıklarında, sadece ilk sayfaya ve onun da en üstteki sonuçlarına bakmaktadırlar.
Bugün itibariyle (10 Aralık 2010) Google arama motoruyla “Demokrasi Nedir?” diye sorulsa ve ilk üç sonuca bakılsa şunlar ile karşılaşılır:
“Demokrasi, bir yönetim biçimidir. Bir kurum, kuruluş ya da topluluktaki ve genellikle bir ülkedeki tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir.”
“Nedir Demokrasi? En kısa tabiriyle “Halkın İktidarı” demek. Yunanca “Demos”(Halk) ve “Kratos” (İktidar) sözcüklerinden oluşan Demokrasi halkın iktidarı anlamına geliyor.”
“Demokrasi, tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir.”
Tabii burada Abraham Lincoln’un vecize olmuş sözü de zikredilebilir: “Halkın, halk tarafından ve halk için yönetimi”
[8] Aslında bugün artık tartışılmaz bir aksiyom gibi görülen demokrasi ve çoğunluk kavramlarının olumlu bir anlam kazanması, oldukça yeni kabul görmüştür. 19. Yüzyılda liberaller bile Demokrasi ile aralarına mesafe koymak için “Temsili Demokrasi” kavramını koyuyorlardı. ABD’nin “Kurucu Babaları” da Demokrasi sözcüğünden nefret ediyorlardı ve bu nedenle “Demokrasi” sözcüğünü Amerikan Anayasasına koymaktan kaçınmışlardı. Bugünkü “Demokratik” ve “Aydınlanmış” “Batı Uygarlığı”nın kökenindeki düşünürler olarak görülen klasik Yunan düşünürlerinin hiç biri demokrasiyi savunmuyordu ve açıkça karşıydılar. Büyük “Ütopyacılar” da farklı değildir. Genellikle bir bilgeler veya filozoflar yönetiminin çoğunluk yönetiminden daha iyi olacağı savunulmuştur. Şimdi ise artık diktatörlüklerin veya demokrasiyle en ufak bir ilgisi olmayan rejimlerin bile kendilerini “Demokratik” olarak tanımladıkları bir dünyada yaşıyoruz. Sosyolojinin konusu işte bütün bu anlamlar, değişmeleri ve nedenleridir. Bu yazı da bir ölçüde bunu yapmaya çalışacaktır.
[9] Yani ikinci Dünya Harbi sonrası döneme kadar diyebiliriz. O zaman demokrasilerin neredeyse hepsi krallıktı. (İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika. Avrupa’daki krallık olmayan Cumhuriyetler ise Faşist diktatörlükler veya diğer demokratik olmayan rejimler altındaydı. Ancak ilk önce savaş sonrasında Alman, İtalyan faşizmlerinin; sonra da 1970’lerde batı Avrupa’da, Yunanistan, Portekiz, İspanya’daki diktatörlüklerin yıkılmasından sonra Demokrasi ve Cumhuriyet bir parça çakışabilir oldu.
[10] Demokrasi “Halk Egemenliği” demek olduğuna göre, “Halk Demokrasisi” de “Halkın Halk Egemenliği” gibi bir kendini tekrar ya da totoloji oluyor. Bugün de hala dünyada adında böyle “Demokratik” ya da “Halk” vurguları olan devletlerin ve rejimlerin hiç biri demokratik değildir.
[11] Demokrasi ve Sol üzerine yazan ve konuşanların çoğunluğu, gerçek hayattaki bu çelişkiyi görmezden gelirler ve tarihin çok istisnai denebilecek, demokratların solcu ve ezilen ve sömürülen çoğunluğun da demokrat olduğu dönemleri üzerinde yoğunlaşırlar ve gerçek hayattaki çelişkiyi son duruşmada bir takım kötü ve yanlış fikirler veya kötü niyetli kişilerle açıklarlar.
[12] “Kuşkusuz, sunuş yönteminin, biçim yönünden, araştırma yönteminden farklı olması gerekir. Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağıntıların esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan sonra, gerçek hareket yeterince anlatılabilir. Eğer bu başarıyla yapılırsa, eğer ele alınan konunun yaşamı tıpkı bir aynada olduğu gibi ideal bir biçimde yansıtılırsa, karşımızda salt a priori bir yapı varmış gibi gelebilir.” (Karl Marks, Almanca İkinci Baskıya Önsöz)
[13] “Fizikçi, fiziksel olguları, ya en, tipik biçimde oldukları, bozucu etkilerden en uzak bulundukları yerlerde gözlemler, ya da olanaklıysa, olayın en normal biçimde geçmesini sağlayacak koşullar altında deneyler yapar. Ben, bu yapıtta, kapitalist üretim tarzını ve bu tarza tekabül eden üretim ve değişim koşullarını inceleyeceğim. Bugüne kadar, İngiltere, bunların klasik yurdu olmuştur. Teorik düşüncelerimin gelişmesi içinde, İngiltere'nin başlıca örnek olarak gösterilmesinin nedeni işte budur.”(Karl Marks, Almanca Birinci Baskıya Önsöz)
[14] “Demek ki, ekonominin eleştirisini incelemede biricik elverişli tarz, mantıki tarzdır. Ama bu tarz, gerçekte, yalnızca tarihsel seyrin soyut ve teorik bakımdan tutarlı bir biçimde biçimden ve tersi raslantılardan arındırılmış tarihsel tarzdan başka bir şey değildir. Fikirler zinciri, sözkonusu tarihin başladığı şeyle başlamalıdır, ve bunun sonraki gelişmesi, tarihsel seyrin soyut ve teorik bakımından tutarlı bir biçimde yansımasından başka bir şey olmayacaktır; bu, düzeltilmiş bir yansıma olacaktır, ama her anın gelişmesinin tam olgunluğa vardığı noktadan, klasik saflığı içinde müşahede edilebilmesiyle, bizzat tarihin gerçek seyrinin sunduğu yasalar gereğince düzeltilmiş bir yansıma olacaktır.” (F. Engels, Karl Marks’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”)
[15] “Türkiye’nin politik kültürü” diyorum, çünkü Halk sözcüğü Türkiye’nin politik kültürü içinde olumlu bir anlama sahiptir. Hâlbuki Almanya’daki politik kültür içinde, genellikle faşistlerin kullandığı bir kavram olduğundan solcuların hiç kullanmadığı bir kavramdır. Alman politik kültüründe Halk sözcüğü, aslında kana dayanan Ulus anlamında, ırkçı bir ulus tanımı yaparken kullanılmaktadır. Örneğin Demokratik Almanya’daki ayaklanmalarda, başlangıçta “Biz Halkız” (“Wir sind das Volk”), diye Bürokrasiye karşı bir vurgu varken, yani “Halk” kavramı burada, biraz Türkiye’nin politik kültüründeki gibi bir anlama sahipken, bir harfi tarih değişimi ile (“Wir sind ein Volk”), “Biz bir Halkız!” denerek, “biz aynı, bir tek ulusuz” denmiş ve Bürokrasiye karşı demokratik vurgulu bir devrim, kapitalizmden yana, kana dayanan bir ulusçuluğa dayalı bir birleşme çabasına dönüşmüş ve Federal Almanya ile birleşilmiştir. Bu bile Halk sözcüğünün sosyolojik bir kavram olmadığını, sadece politik ve ideolojik değil, aynı zamanda anlamı politik kültüre ve o anki duruma göre de değişen bir kavram olduğunu, dolayısıyla Demokrasi’yi anlamak için hiç de uygun bir kavramsal araç olmadığını gösterir.
[16] Sanılanın aksine İngiltere’den hareket etmez. İngiltere o dönemde, en gelişmiş, en kapitalist ülke olduğu için, örnekleri vermeye en uygun yer olduğu için çok zikredilir.
[17] “Demokrasi, azınlığın çoğunluğa boyun eğmesini kabul eden, tanıyan bir devlettir” (Lenin) buradaki devlet sözü yanıltıcı olmasın. Bu devlet başka bir devlettir. Ona sonra geleceğiz.
[18] Örneğin muhtemelen hücrelerin içindeki enerji santrali işlevini gören mitokondriler başlangıçta ayrı bir canlı türüydüler ve sonradan diğer benzeri canlılarla birleşip, cebirsel bir birlik oluşturup başka bir canlı türünün organik bir bileşenine dönüştüler. Mitokondri DNA’sının ayrı bir çizgi izlemesi bunun en güçlü kanıtlarındandır. Zaten bu özellik sayesinde Mitokondriyal DNA ile ana tarafından soy ağacı izlenebilmektedir. Bu da birçoklarının yanı sıra, insanların ve dillerin yeryüzüne dağılışının ne zamanlar ve nasıl gerçekleştiğini görmek gibi heyecan verici sonuçlara ulaşmayı sağlamaktadır.
[19] Termitlerle karıncalar genellikle karıştırılmaktadır. Karıncalar arılarla ortak bir atadan türemiştir ve zamanla kanatlarını yitirmiştir. Termitler ise arı ya da karıncalarla değil Hamamböcekleriyle akrabadırlar. Yani doğanın “devlet”leri birbirinden bağımsızca ayrı ayrı keşifleri söz konusudur.
[20] Elbette örneğin karıncaların farklı derecelerde karmaşık birlikler oluşturduğu bilinmektedir. Aslında bugünkü bu farklılıklar, basit bir birlikten karmaşık bir birliğe gidişin çeşitli aşamalarına da karşılık düşerler. Bu nedenle aynı zamanda hem evrimin izlediği yolu incelemek için bir veri temeli oluştururlar hem de basit birlikler ile cebirsel birlikler arasında birçok geçiş biçimi bulunduğu da gösterirler.
[21] Aslında bu güne kadarki bütün sosyoloji, toplumu insanlardan meydana gelmiş bir bütün olarak ele alır. Her hangi bir sosyoloji kitabını alın ve sosyolojinin konusu ile ilgili tanımlara bakın, insanlardan ve insan topluluklarından söz ettikleri görülür. Yani aslında daha en başta temel bir yanlış yapılmakta, sosyolojiye biyolojinin kavramlarıyla, (insan kavramı biyolojiktir çünkü bu tanımlarda, farklı bir canlı türünü tanımlar) başlanmaktadır.
[22] Bu organlaşmanın iki farklı yol izlediği görülüyor, farklı canlıların simbiyoz yaşamının bir tek canlının organları haline gelmesi gibi (örneğin mitokondrinin hücredeki durumu) veya aynı canlının bireylerinin işbölümüne bağlı olarak özelleşmesi gibi (çok hücreli canlılardaki hücreler, karıncalar vs.). Yani doğa sadece aynı keşfi birçok kez yapmış değil, farklı noktalardan yola çıkarak da aynı keşfi yapmış. Yani verili bir uzmanlaşmanın bir canlının organları haline dönüşmesi ile uzmanlaşma sonucu aynı noktaya varma.
[23] Sosyologların insan toplumunu incelemeye, biyolojik insan kavramıyla başlamaları gibi, biyologlar da karınca, arı ya da termitlere, sosyolojik kavramlarla (devlet, kölelik vs.) yaklaşırken benzer yanlışı tersinden yaparlar. Yani ters noktalardan yola çıkarak aynı metodolojik hatada buluşurlar: başka bir varoluş ve hareket biçiminin kavramlarıyla başka bir varoluş ya da hareket biçimini anlamaya çalışmak!..
[24] Muhtemelen, ilk toplum, 75.000 bin yıl önce ortaya çıkmış olmalıdır. Bu cebirsel birliğin sağladığı üstünlük, sürüden topluma ilk geçen insan türünün ve popülasyonun diğer bütün insan türlerini ve popülasyonları yok etmesiyle sonuçlanmış olmalıdır.
[25] Bütün gerici sözde sosyolojilerin böyle hayvanlar arasındaki iş bölümü ile sınıflar arasındaki sınıf bölümleri üzerinden paralellikler kurması rastlantı değildir ve aslında son derece temel bir karışıklıktan yola çıkarlar: toplumsal süreçleri biyolojik yasalarla açıklamak!..
[26] Kadın ve Erkek arasında, kökleri erkek ve kadın cinslerinin üremedeki farklı işlev ve yapılarından kaynaklanan bir işbölümü vardır ama bu da kesin sınırlı değildir, üreme dışındaki bütün faaliyetleri her iki cins de yapabilir.
[27] Ne konumuz ne de bizim branşımız ama İnsanın insan oluş serüveniyle ilgili olarak burada otomatikman şöyle bir varsayımda bulunmak mümkün görünüyor. İnsan türü, çok yakın zamanlara kadar sürü olarak yaşamış olmalıdır. Yani basit toplama gibi bir birlik. Aksi takdirde karmaşıklaşmayla birlikte, sürü içindeki işlevlere bağlı olarak biyolojik farklılıklar da oluşurdu.
Muhtemelen daha önceki Homo Sapiensler ve Neandertaller de genetik ya da biyolojik olarak bu değişimi yapacak alt yapıya sahip olmalarına rağmen; sürü olarak yaşayıp bir toplum oluşturamadıkları için yok olmuşlardır. Sanatın ortaya çıkışı ile Neanderthal’in yok oluşu arasındaki (30.000 yıl önce) çakışma bir rastlantı olmasa gerektir. Aslında Ortaklığın Sürü’ye Cebirsel birliğin basit birliğe, üstünlüğü’dür bu. Bu üstünlük çok hızlı bir çoğalma ve yaygınlaşma sağlamış olmalıdır. Bunun yol açtığı yok oluş hızı belki biraz daha yavaş olsaydı, Neanderthal belki taklit aracılığıyla Homo Sapiens’in yaptığı gibi sürüyü topluma çevirebilir ve belki varlığını sürdürebilirdi. Neolitik devrim’de de benzeri olur. Neolitik devrimi yapamamış insanlar, Neolitik devrimin ortaya çıkardığı nüfusun yayılma hızı nedeniyle daha taklit edip öğrenme fırsatı bulamadan yok olmuşlardır. Ancak yeterince zaman bulanlar veya coğrafi nedenlerle Neolitik devrimin hızının kesildiği veya yayılamadığı yerlerdeki insanlar, taklit ve öğrenme aracıyla neolitiğin kazançlarını alıp varlıkların sürdürebilmişlerdir. Muhtemelen Basklılar, Kafkaslar, Hindistan’daki Drawit dillerini konuşanlar ve Avustralyalı Aboreginlerle akraba olan, Yeni Gine, Hindistan, Seylan’daki bazı halklar böyle varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
Ayrıca ilk kez sürüden topluma geçen Homo Sapiens popülasyonu, aynı mekanizmayla, sadece Neanderthal’in değil, bu sıçramayı yapamamış bütün diğer Homo Sapiens popülasyonlarının da yok olmasına yol açmış olmalıdır. Bugün mitokondriyal DNA analiziyle insanların aşağı yukarı 70.000 yıl önceki bin kişi civarındaki bir popülasyondan (gen havuzu da denebilir) türediği kesinleşmiş gibi.
Homo Sapiens, tür olarak en az 200.000 yıldır var olduğuna ve bu arada dünyaya yayıldığına göre, diğerleri ne oldu? Bunu şimdilik, Endenozya’da 70.000 yıl önce patlamış süper bir volkan, bu volkanının homo sapiens türünü yok oluşun eşiğine getirmesi ve bin kişilik bir popülasyonun bundan kurtulması ile açıklayan teoriler var. Sanırım taplumsal bir olayı, jeolojik olgularla açıklamaya çalışıyorlar. Esas neden, muhtemelen 70.000 yıl önce Afrika’da bir yerlerde, bir topluluğun, ilk kez ilk yasağı koyarak, sürüden topluma geçmesi, basit birlikten karmaşık birliğe sıçramasıdır. Esas patlama budur. Bu patlamayı yapan homo sapiens popülasyonu, bunu yapamayan homo sapiensleri ve diğer insan türlerini, yok etmiş olmalıdır. Bu ona öyle bir emek üretkenliği, örgütlenme ve nüfus artışı yaratmış olmalıdır ki, gerek öldürme, gerek yaşam alanlarını yok etme aracılığıyla, bütün diğer Homo Sapiens toplulukları da tıpkı Neanderthal toplulukları gibi yok olmuş olabilirler. Tam da bu nedenle hepimiz yetmiş bin yıl önceki bu küçük popülasyondan geliyor olabiliriz. 50.000 yıl önce Avustralya’ya gittiğine ve bu gidenler de o bin kişilik popülasyondan geldiğine ve de dinleri, sanatları vs. olduğuna göre, 70.00 yıl önce ilk kez bu mitokondriyal DNA’sını taşadığımız popülasyon’un ilk yasağı koyup, ilk cebirsel birliği, yani toplumu oluşturduğunu varsayabiliriz. Uzun yıllar boyunca Neanderthal ile bir arada bulunan Homo Sapiens toplulukları, muhtemelen, henüz dünyanın dört bir yanında yaşayan, dini ve toplum olmayı keşfetmemiş, Neanderthal ile aynı kaderi paylaşacak olan Homo Sapiens toplulukları olmalıdır.
Peki sürü topluma nasıl dönüşmüştür? Yasaklar ile. Totem ile. Bir şeyleri birleştirmek için ayırmak gerekir. Ya da ayırmak için birleştirmek. Ama ayırma veya birleştirme de bir ayrım, yani yasak demektir. Şu veya bu şekilde bir yasak. Bu da muhtemelen bir cinsel ilişki yasağı olmalıdır. Kuşaklar ya da kardeşler arası bir yasak ilk yasak olabilir. Bu otomatikman bir akrabalık sistemi ve topluluk tanımı yani din demektir. Bu topluluğu tanımlamak için, insanlar biyolojik olarak birbirinden farklı olmadığından, işaretler, boyalar, dövmeler vs. peşpeşe ortaya çıkmış olmalıdır. Yasak, “süper ego”, “toplum”, din ile birlikte, bilinç altı, süblimasyon, sanat. Kanımızca Kıvılcımlı’nın ele alıp açıklamaya çalıştığı süreç böylece başlamış olmalıdır. Bu aynı zamanda bizim Din’e ilişkin teorimizle de çakışıyor. İnsan Dini olan hayvandır. Dinin esas işlevi de, Aydınlanma dininin bize söylediği gibi “inanç” değil, zaten inanç diye bir sosyolojik kategori de yoktur, topluluğu tanımlamaktır. Aydınlanma da dine inanç diyerek bir topluluk tanımı yapar aslında ve tam da bu nedenle bir dindir.
[28] Bunun elli bin yıldan daha önce gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Çünkü Avustralya’ya Aborjinlerin gitmesi hem bunları gerektirir, hem de 50 bin yıllık izolasyonlarına rağmen, bütün dünyanın diğer yerlerindeki insanlar totemleri, tabuları, sanatları vs. olan bir toplumdurlar. Tabii bir başka olasılıktan da söz edilebilir. Onların bağımsızca dini, yasakları ve toplumu keşfetmiş olmaları. Ancak, bu takdirde, muhtemelen Avustralya’ya gidecek kanoları yapacak durumda olamayacaklardı. Yani neolitik devrimin farklı yerlerdeki insanlarca tekrar tekrar birbirinden bağımsızca yapılması gibi bir durum muhtemelen söz konusu değildir.
Homo Sapiens’in ilk göçü, 50.000 yıl öncelerinde dünya bir buzul döneminde olduğundan, buzullar muhtemelen epeyce güneye iniyordu ve dünyadaki suyun büyük bir bölümünü tutuyorlardı. Bu nedenle de denizlerin seviyesi 150 metre kadar aşağıdaydı.
Bu nedenle, mitokonrriyal Havva’nın torunları, Eritre Yemen üzerinden Asya’ya geçip, sahilleri izleyerek güneydoğu Asya’ya varmış ve oradan, O zamanlar bir büyük kıta olan Yeni Gine ve Avustralya’ya geçmeleri mümkün olmuştur.
Ancak buzların çekilişiyle birlikte, Havva’nın çocukları kuzeye doğru Avrupa’ya doğru bir yayılım göstermişlerdir. Ama bu denizlerin yükselişi aynı zamanda, Asya Kıyılarından Avustralya’ya inen Havva’nın çocuklarının esas yoğun olarak yaşadıkları yerlerin sular altında kalmasına yol açmıştır. Bu nedenle, bu döneme ilişkin çok az veri bulunmaktadır.
[29] “azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare tarzı” (Lenin)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder