Bu hareketin nasıl bir evrim geçireceği henüz ortada. Bu kendi yetenekleri kadar, hükümetin nasıl davranacağına da bağlı. Eğer ulusalcı renklerle arasına bir sınır çekip bir demokrasi bayrağı yükseltebilirse, Müslümanların demokratik özlemlilerini (ki esas olarak işçilerdir), Kürtlerin demokratlarını yanına çekebilirse (ki esas olarak kadınlar, yoksul gençler ve Apoculardır) Erdoğan’a karşı cepheyi genişletip ilerleyebilmek için taze bir güç bulabilir.
Bunun için de ilk elde hiçbir dile, dine, siyasi görüşe gönderme yapmayan bir bayrağa ve herkesin birey olarak katılıp herkese ulaşma ve kazanma şansına sahip olacağı bir kitlesel örgütlenmeye (her ikisine de somut öneriler yaptık) ihtiyacı var.
Bunları yapamaz ve kendine hayranlık içinde mahalli park toplantıları içinde gücünü ve kıymetli zamanları tüketirse çürür. Coşkunun yerini hayal kırıklığı alır.
Zaman kayıp da olabilir, hızla öğrenmenin bir aracı da. Bunlar birçok faktöre bağlı.
Örneğin bu gün saat 19.00’da karanfillerle Taksim’de “kayıpları anmak”, “talepleri tekrar hatırlatmak”, “şiddeti kınamak” için buluşma çağrısı var. Bu çağrıya yüz binler gelirse başka yöne gelişir; birkaç on bin gelirse başka yöne; gelenleri hükümet görmezden gelirse, üzerine şiddetle gitmezse başka yöne gelişir; yine saldırırsa başka. Yüz binler geldiğinde saldırırsa başka, birkaç bin veya on bin geldiğinde saldırırsa başka.
Olağanüstü değişmeler olmazsa, hareket kararsızlık ve gerileme; Erdoğan kararlılık ve ilerleme fazına geçmiş durumda. Ancak hareket kendi içine kapandığından olaya Türkiye çapında bakmadığından, kendine hayranlık içinde durumun ve tehlikenin bilincine varmış olmaktan uzak.
Bu kısa bekleme molasında hareketin kendisi üzerine düşünmenin zamanıdır.
*
Aynı kavramı kullanıyor olmak, o kavramla aynı şeylerin kastedildiği anlamına gelmez.
“İşçi Hareketi” diyenlerin kafasında, genellikle ekmek veya ücret derdinden çıkmış; fabrika işçilerinin esas gövdesini oluşturduğu, esas olarak gelir ve yoksullukla ilgili talepleri olan hareket anlaşılmaktadır.
Bütün sosyalistlerin şu son yirmi yılda yaptıkları politik propaganda ve ajitasyon çalışmaları hep bu imgeye dayanıyordu[1]. Ama sadece sosyalistler mi? Bütün burjuvalar ve antikomünistler de sosyalistlerle aynı anlayış ve imgeyi paylaşıyordu. Hemen tazesinden bir örnek verelim. Örneğin Mümtazer Türköne, “Sınıf Farkları ve Statü Arayışı” adlı yazısında[2] tam da böyle bir işçi sınıfı imgesi ve kavrayışından hareketle “Sınıf bize, bir sofrada ortak bir kaptan kaşık sallayarak karnını doyuran bir çocuğun, annesini elindeki kaşıkla peşinden koşturan bir çocuktan ileride neden farklı bir siyasî tutum takınacağını bütünüyle açıklamaz. Ama Kazlıçeşme ile Taksim arasındaki farka dair önemli ipuçları verebilir. Üç haftaya yayılan Taksim eylemlerinin hiçbir safhasında işçi sınıfı yer almadı. Öbür tarafta, iyi eğitim sahibi, önleri açık ve fırsatlarla dolu olanlar” diye yazmaktadır. Türköne’nin anlayışı ile ortalığı doldurmuş sosyalistlerin anlayışı özünde farklı değildir[3]. Bu açıdan baktığımızda Erdoğan’ı Kazlıçeşme’de destekleyenler esas olarak işçilerdir.
*
“Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı tüm bilim gereksiz bir şey olurdu” der Marks. Bilim görünmeyenle, derinden işleyenle uğraşır. Bilimsel kavramların gerçek hayatta karşılıkları yoktur. Ama onlar gerçekten daha gerçektiler. Tıpkı güzel imgeler gibi. Bu nedenle, günlük hayata bakıp, Marks yanılmış, hani sınıf nerede diyenler, bilim ve Marksizm hakkında tam bir kavrayışsızlığı yansıtırlar.
Sınıflar görülmez. Çünkü onlar analitik kavramlardır. Etrafınıza bakın örneğin Türkleri veya Kürtleri görebilirsiniz, Beşiktaş taraftarlarını, Müslümanları vs. görebilirsiniz. Ama sınıflar yoktur. Ama o görünmeyen şeyin eğilimleri belirler toplumun genel gidişini, Müslümanlar, Türkler ya da bir takımın taraftarları değil. Hatta Beşiktaşlılığı, Türklüğü veya Müslümanlığı ve böyle görünürlüğü de o görünmeyen sınıflar ve eğilimleri belirler. Ama bu belirleme çok dolaylı ve karmaşık yollar izler.
O halde, Gezi Hareketi’ne bakıp da sınıf görmek isteyenler göremeyeceklerdir; hem bilim ve Marksizm hakkındaki kavrayışları hem de sınıf hakkındaki kavrayışları yanlış olduğu için.
*
Her şey tecrübelerden çıkar, tecrübelerden hiçbir şey çıkmaz. Bilim olgularla uğraşır, onun ham maddesi olgulardır. Bilim olgularla uğraşmaz kavramlarla uğraşır.
Bilim sınıfla değil, sınıf kavramıyla uğraşır. Eskiler “alet işler el övünür” derlerdi. Bilimde de kavramlar işler akıl övünür. Bilimin ham maddesi olgulardır, olgular kavramlarla işlenir.
Gezi Hareketi’ne “galatı meşhur” olarak biz de sık sık bir “orta sınıf hareketi” dedik ve diyoruz. Konuyu dağıtmamak için, yanlışlığını bile ile bir kavramı kullanmak başka bir şeydir. Bu yanlışlığı benimseyip bir analiz aracı olarak kullanmak başka bir şeydir.
Elbette gelir ve yaşam düzeylerine bakarak Gezi Hareketi’ni bir orta sınıf hareketi olarak tanımlamak mümkündür. Görünüm öyledir.
Görünümlerle uğraşılıyorsa, uzun açıklamalar yerine ekonomi sağlıyorsa sorun yoktur.
Ama sınıf kavramı gelir düzeyiyle tanımlanmaz. Sınıf kavramı üretim ilişkileri[4] içindeki konum ve çıkarlara göre belirlenirler.
Yani “orta sınıf” diye bir sınıf kavramı olmaz. Bir “gelir düzeyi” olabilir. Ama gelir düzeyi bir sınıftan olup olmamayı belirlemez. Amerikan sosyolojisinin ve Marksizm’e karşı ideolojik mücadele için çıkarılmış metafizik sosyolojilerin sınıf ı gelir düzeyi üzerinden tanımlarlar. (Kendilerini tavizsiz Marksist olarak gören ve yoksulluk ve sınıf kavramlarını dillerinden düşürmeyen sosyalistler de fiilen sınıfı gelir düzeyi üzerinden tanımlayıp kavradıkları için, iddiaların aksine anti Marksist sosyolojilerin bilinçsiz birer taraftarı ve uygulayıcısıdırlar ve Türköne gibilerle aynı sınıf kavramını paylaşırlar.)
O halde işçi sınıfı nedir? İşgücü denen metaı satarak yaşayan, bir üretim aracına sahip olmayan insandır işçi.
Yani Hindistan’da Banglore’de kümese benzer tahta perdeciklerle ayrılmış odalarda ABD’deki yazılım firmaları için program yazanlar da, Körfez ülkelerinde temizlik ve bilumum işlerde köle gibi çalışanlar da; uzay laboratuarında deney yapan veya bir peykin ömrünü doldurmuş parçalarını değiştirenler de; hastanelerde doktor olarak çalışanlar da; apartmanların kapıcıları da işçidir.
Bugün, muhtemelen son birkaç on yılda, ilk kez işçi sınıfı insanlığın büyük bölümünü oluşturmaktadır.
Evet, bunların hepsi işçidir ama işçi sınıfı değildir.
İşçi sınıfı tüm bunların hepsini kapsar. Ama bunlardan herhangi birini işçi sınıfı karşılığı olarak kullanmak yanlıştır.
Sınıf kavramı üretim ilişkisi ile ilgilidir. Kapitalizm dünya çapında bir sistemdir. Onun var olması için başka üretim biçimlerinin var olması gerekmez. Yani devletler, uluslar, kapitalizm öncesi kalıntılar, kadın erkek ayrımları, ırkçılıklar vs. bunların hiç biri kapitalizmin olmazsa olmazı değildir. Aksine bunların hepsi, Kapitalizmin bozulmasını, çarpılmasını ifade ederler. Yani sınıf ancak dünya ölçeğinde var olabilir; cinsi, ırkı, ulusu vs. yoktur.
Zaman zaman “Türkiye İşçi Sınıfı” veya “Kürdistan Proletaryası” gibi kavramları kullanırız, bunlar kullanılabilir herhangi bir konuyu anlaşılır bir dille anlatabilmek için, ama yanlışlığını bir an için bile akıldan çıkarmadan ve bilimsel hiçbir anlam vermeden, çünkü bu kavramların hepsi yanlıştır.
“Türkiye İşçi Sınıfı” olmaz, bu işçi sınıfı kavramının kendisinin inkârı anlamına gelir. Çünkü evrensellik ve dünya çapında var oluş, İşçi Sınıfı kavramının olmazsa olmazıdır.
“Türkiye İşçi Sınıfı” yanlıştır, doğrusu İşçi Sınıfı’nın “Türkiyeli İşçiler Zümresi”dir. “Kürdistan Proletaryası” yanlıştır. Doğrusu, dünya işçi sınıfının “Kürdistanlı işçiler zümresi”dir.
Türkiye veya Kürdistanlı veya Alman işçilerin çıkarı için mücadele etmek, işçi sınıfı için mücadele etmek değildir. İşçi sınıfının bir zümresi için mücadele etmektir, bir zümresinin çıkarını savunmaktır. Zümre çıkarını sınıf çıkarının önüne almak ise oportünizmdir Marksist terminolojiye göre. Yani Türkiye işçi sınıfının çıkarları için mücadele edenler oportünistler olabilir ancak. Marksistler ya da sosyalistler, genel işçi hareketi içinde, dünya işçilerinin, yani işçi sınıfının, genel ve uzun vadeli, nihai çıkarlarını savunanlardır.
*
Görüldüğü gibi bu otantik Marksist kavramlarla baktığımızda, dünyada ne işçi sınıfı hareketi vardır ne de Marksist. Ama işçi hareketleri, işçi zümrelerinin hareketleri vardır.
Sanılanın aksına sınıflar yekpare bir bütün oluşturmazlar. İçlerinde çok farklı zümreleri barındırırlar. Bu zümreler de sadece gelir durumlarına veya ulusal devletlere göre de ayrılmazlar. Hukuki durum, köken, kültür vs. gibi birçok ayrım çizgilerine dayanan birçok birbiri içine geçen bölünmeler biçiminde zümreler vardır.
Diyelim ki, Hindistan’da Banglore’de bilgisayar başında evinde ücretli programcılık yapan bir Hintli ile Avrupa’ya gelmiş ama aynı işi yapan bir programcı, belki Hindistan’daki meslektaşından daha yüksek bir ücreti ve sosyal hakları sahiptir ama hukuki ve siyasi bakımdan hiçbir hakkı bulunmayan bir konumda olabilir. Hindistan’daki, Hindistan ilişkilerine göre, birçok burjuvadan daha yüksek bir gelir ve yaşam düzeyi içinde olabilir, sokağa çıktığında ırkçı bir saldırıya uğrama korkusu olmayabilir. Ama Almanya’daki Hintli programcı, Alman meslektaşlarına göre daha az ücret alıp, siyasi ve hukuki güvence ve haklardan yoksun bir yarı köle, sokağa çıktığında Alman ırkçıların saldırı korkusu ile yolunu seçen bir durumda olabilir.
Ekonomi Politik bakımından her ikisi de işgücünden başka bir şeyi olmayan ve onu satarak geçinen insanlar olarak işçi sınıfının bir üyesidirler, yani Proletarya’ya dahildirler. Ama aynı sınıfın çok farklı zümrelerini oluştururlar.
Sınıfı belirleyen gelir durumu ya da kültür, gelenekler, gelir durumu, ya da hukuki veya siyasi konum değildir. Sınıf iktisadi ilişkiler içindeki konuma göre tanımlanır.
Ama Zümre’yi, yani sınıf içi bölünmeleri bunlar belirler. Bu zümre farklarıdır dünya işçilerinin birleşmesini olağanüstü zorlaştıran ve bugünkü ve tarihteki güçsüzlüğün nedeni. Ama aynı zamanda gücünün de temelidir.
Bu kavramlarla bakıldığında, Gezi Parkı ile başlayan direnişin temel gücünü işçiler oluşturmaktadır. Ama işçi sınıfının modern, şehirli, gelir durumu iyi, iyi eğitimli, eski Yunan, Bizans ve Osmanlı’dan gelen şehir kültürüyle şekillenmiş bir zümresidir.
Bunların bu özelliklerine bakıp da Kazlıçeşme’yi işçi hareketi, Taksim’i de bir “statü” hareketi olarak tanımlamak, aslında arkaik ve yanlış bir sınıf kavramına sahip çıkıp onu Marksizm’e atfetmekten ve Marksizm'e atfedilen ekonomik materyalist açıklamalara başvurmaktan başka bir şey değildir[5].
Taksim’deki hareket bir demokrasi hareketidir. Ve tam da işçilerin damga vurduğu, çekirdeğini oluşturduğu bir hareket olduğu için bir demokrasi hareketidir. İşçilerin sadece ekonomik nedenlerle hareket edeceği, ekonomik nedenleri olmayan hareketlerin sınıf hareketi olmayacağı, vulgar Marksistlerin veya onların aynadaki aksi anti Marksistlerin palavrasıdır.
Aksine tam da onun bir işçi hareketi olmadığının kanıtı olarak getirilen deliller onun bir işçi hareketi olduğun kanıtlarlar. Hareketin burjuva, bürokrat küçük burjuva veya ruhça köylü kanadı, onu ya Kemalizm’e ya da “sınıfçılığa” çekmek istedi. Ama tam da bu şehirli, modern işçiler, işçilere has içgüdüleriyle, demokratik ve özgürlükçü yanını vurgulayarak diğerlerine karşı direndiler. Onların damgasını vurmasını engellediler ama onları karşıya da itmemeye özen gösterip, kazanmaya çalıştılar.
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenlere “Mustafa Keser’in askerleriyiz” veya “kimsenin askeri değiliz” dediler. Politik İslam’ın desteğini öne çıkararak laikçi ve Kemalist imgesini kırmaya çalıştılar. Aynı şeyi Kürtlerle de yapabilirlerdi ama Kürtlerin bir İhsan Eliaçığı yoktu orada, hareketin Türk imgesini iyice silikleştirecek. Öcalan ve Kandil’in sempati mesajları ve selamları, örgütleri doldurmuş özünde Barzanici Kürt burjuva ve milliyetçilerinin engellemelerini aşamadı. Bunun üzerine Kürtlere yakın sosyalistlerin varlığında bir denge aradılar.
Ama sadece bunlar işçi değildir. Kazlıçeşme’de Erdoğan’ı alkışlayanlar da işçilerdir.
AKP’yi de işçiler iktidara taşımıştı, hem de Taksim’de direnen işçilerle aynı neden ve kaygılarla. Erdoğan ise şimdi onların demokratik özlemlerine vermediği karşılığı, ekonomik ve sosyal olarak döneminde sağladıklarını göstererek unutturmaya ve demokratik özlemli direnişi bir zenginler ve Kemalistler hatta Ergenekon hareketiymiş gibi göstererek bu işçi zümrelerini diğerine karşı savaşa sürmeye çalışıyor.
Bunu kırmanın bir tek yolu var, Erdoğancı destekleyen işçilere, Taksim’deki işçilerin, demokratik mesajlarını iletmesi. Bunun için de daha radikal ve sistemli bir demokrasi programına sahip çıkması. Erdoğan’ın üzerine oynadığı Kemalist imgesini tersine çevirmek.
Erdoğan Bayrağın önemini kavramış durumda. Bunun için ısrarla Türk bayrağını öne çıkarıyor. Herkesi bayrak taşımaya çağırıyor. Ulusalcıların Atatürklü bayrağından ayırıyor.
Eğer taksimdeki hareket de bayrağın önemini kavrayıp, hiçbir dile, dine gönderme anlamı içermeyen bir bayrağı yükseltebilirse Erdoğan’ı kendi oyununa getirebilir. Ancak Türk bayrağı taşıyan Ulusalcı ve Kemalistler ile kendi örgütlerinin bayrağını taşıyan Türk sosyalistleri bunun önünde en büyük engel durumundalar. Aslında Kürtler beyaz bayrakla oraya gelseler, tüm demokratik özlemlerin bayrağına sahip çıksalar, o anda “Türkiye Partisi” olup, Öcalan’ın dediği türden bir “Demokratik Ulusçu” olarak ortaya çıkarlar ama bunu yapacak cesaret ve bakışta kimse yok maalesef ortalığı kaplamış kasaba avukatları ve eşraf çocukları içinde.
Ne Türkler ne de Kürt hareketi gezi hareketinin bir “ulusal sorun” olduğunun farkında değildir. Çünkü ulus anlayışları gerici ulusçuların ulus anlayışıdır. “yaşam tarzı” diye tanımlanan sorun ile “Kürt sorunu” diye tanımlanan sorun aslında aynı ulusal sorunun iki farklı görünümüdür. (Bunu da başka bir yazıda ele alalım.)
Hareketin özünü en iyi yansıtan “duranadam”dır.
Bir sanatçıdır, muhtemelen geliri, eğitim durumu iyidir.
Ama aynı zamanda bir ücretlidir. İşçidir.
Kendi eylemini ve anlayışını şöyle ifade etmektedir. Hareket bu ifade edilenleri bir program ve onun sembolü bir bayrağa kavuşturabilirse, Erdoğan’ı tecrit edip, bir demokratik devrimin yolunu bile açabilir.
“Başörtüsü olsun, renk ayrımı olsun, ırk ayrımı olsun, ülke sınırları olsun, din ayrımı olsun, her türlü sınıfsal ya/ ya da sosyal ayrıma karşı olduğum doğrudur”
Evet, bu kısa cümledir bu hareketin programı.
Bizim yıllardır sosyalistlere karşı savunduğumuz ve anlatmaya çalıştığımız bir kere bile gündeme aldırmayı başaramadığımız program da buydu. Tek farkı bunların gerçekleşmesinin somut biçimleriyle ifade edilmesiydi.
Bir tek sözle ifade edilebilir: Demokrasi.
Duranadam’ın amacının somut yapılacak işler olarak ifadesi olan programı bir kez daha buraya koyuyoruz:
Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkmalı, demokratik ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır. Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
· Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
· Ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler. Bu ortak konuşma dilini öğrenmek, anadilde eğitim hakkını ortadan kaldırmaz.
· Okullarda herkes ana dilinde ama aynı ortak tarihi okumalıdır. Bu tarih, ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
· Eğer okullarda okutulmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
· Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.
· Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar veya bu olanağı seçmeyenlerin mağduriyeti engellenip toplumun başka işlerine yerleştirilmelidir.
· Devlet sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
Yurttaşların en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
· Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
· Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
· Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılmalı; devletin ve sermayenin elinden alınmalı ve yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
· Medya olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
· Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlamalar yapılmalıdır.
Yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
· Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
· Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
· Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
· Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
· Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınmalıdır.
· Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
· Mahkemelere Jüri usulü gelmelidir.
Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için:
· Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
· Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
· Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalı; tüm eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
· Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
Bunlar 200 yıl önce de işçilerin bayrağındaydı bugün de.
Erdoğan’ın toplayıp Gezi Hareketine karşı seferber etmek istediği işçierin de programıdır ve onlar tam da bu özlemleri nedeniyle Erdoğan’a oy vermişlerdi.
Eroğan onların bu özlemlerine cevap vermedi ve veremez.
Ama Gezi Hareketi bu programı bayrağına yazabilirse, Kazlıçeşme’deki işçileri de kazanıp ortak özlemlerini gerçekleştirebilir.
Parklarda yapılan toplantılarda Müslümanları, AKP’lileri karşıya itmeyelim, onları kazanalım deniyor. Ama bu sadece somut bir üslup, diyalog ve ilişki sorunuymuş gibi ele alınıyor.
Kişisel düzeyde konuşmalar, diyaloglar ve karşıya itmeyen bir üslup temel toplumsal güçlerin davranışlarını etkileyemez. Programlar ve bayraklar verir esas masajları.
Bu program, tam bir eşitliğin sembolü beyaz bir bayrak ve tek tek bireylerin katılımıyla oluşacak, örgütsel temsile yer vermeyen herkese açık, herkesin herkese ulaşabileceği bir örgütlenme işçilerin diğer kesimlerinde hemen yankısını bulur.
Erdoğan’ın oyununu bozmanın biricik yolu budur.
Demir Küçükaydın
22 Haziran 2013 Cumartesi
[1] Bizim Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Talepler üzerine bıkmaksızın ve defalarca yazıp konuşmamız, bidat ve sapkınlık olarak görülüyordu. Yıllardır “Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, “Halkların Demokratik Kogresi”ne tartışılmak üzere önermeye çalıştığımız; ama karşılıklı suç ve çıkar ortaklığı içindeki Türk “sosyalistleri” ve Kürt burjuvaları ve milliyetçileri tarafından bürokratik manevralarla okunup tartışılması bile engellenmiş programımızda tamamen radikal demokratik bir programdan başka bir şey önermiyorduk. İçinde, “sosyalist” bir tek madde yoktu, işçi sınıfı yoktu. Bu bir gündem maddesi olarak ele alınıp alınmayacağının bile tartışılması engellenmiş program bugün gezi hareketi tarafından ayaklarıyla oy verilmiş bir program olarak taptaze duruyor. Bu nedenle de daha direnişin başında, yıllardır bir alternatif program olarak gündeme bile aldırmayı başaramadığımız bu programı harekete bir program olarak önerdik.
[3] Türk sosyalistleriyle antikomünist Türköne’nin aynı Marksizm ve sınıf anlayışına sahip olduklarının bir başka örneği daha. Daha bir ay kadar önce yazdığımız “Marksizm “Sınıf Mücadelesi Kuramı” mıdır? Başlıklı yazımızda bir Türk sosyalistine karşı yazdıklarımız aslında aynen Türköne’nin aynı yazıdaki şu satırlarına da önceden verilmiş bir cevaptır. “Sınıf”, sol düşüncenin temel referansıdır. Siyasî yapı, bu referansa göre şekillenir. Marks, tarihi sınıf mücadelelerine indirgeyerek, bu kategori ile aklınıza gelebilecek neredeyse bütün insanî-toplumsal durumları açıklamaktadır..
[4] Kaldı ki, üretim ilişkileri denen şey de görünen bir şey değildir. Örneğin kapitalist üretim ilişkileri dediğimizde, bir soyutlama yapmış oluruz. Dünyada “kapitalist üretim ilişkisi” diye bir şey yoktur. Örneğin devlet yoktur bu kavramda, küçük burjuvazi yoktur. O üretim ilişkisinin var olması için olmazsa olmaz olan üzerinden, özü üzerinden tanımlanır kapitalist üretim ilişkisi. Kapitalist üretim ilişkisinin var olabilmesi için, işgücünü satacak “özgür” işçi ve bunu alıp çalıştıracak ve bundan bir artı değer üretecek bir kapitalist gerekir. Bu ikisi olmadan kapitalizm olmaz. Ama gerçek hayatta bizler sanki devlet olmadan kapitalizm olamazmış gibi görürüz.
[5] Türköne tam da bunu yapıyor aslında tamamen mekanik ve ekonomik materyalist bir bakış açısıdır. “Üç haftaya yayılan Taksim eylemlerinin hiçbir safhasında işçi sınıfı yer almadı. Öbür tarafta, iyi eğitim sahibi, önleri açık ve fırsatlarla dolu olanlar. O kadar itibar ve ihtimamdan sonra toplumun içine karışmaları, fedakârlıkta bulunmaları ve kendilerini yorarak insanlığa katkı sağlamaları onları toplumun bütünü ile kaynaştırmış olmalı. Öyle olmuyor. Öbürleri, kaybedecek çok az şeylerini koruyabilmek için huzur ve istikrar peşinde koşuyor ve hükümete destek veriyorlar. Her iki taraf için de sınıf duvarlarının aşılacağı, parlak anlardan biri karşımıza çıkıyor. Ama kimse yerinden kımıldamıyor. Taksim eylemleri, içinden çıkıp geldikleri sınıf ile sahip oldukları statü arasındaki farktan rahatsızlık duyanların eylemi idi.”
Bir hareketin ardında ille de maddi nedenler aramak tamı tamına ekonomik materyalist bir açıklama tarzı olup vulgar Marksistlere özgüdür tabii Marksizm'in kaba eleştirmenlerine de “içinden çıkıp geldikleri sınıf ile sahip oldukları statü arasındaki farkı” neden görmek, tipik ekonomik materyalizmdir. Bu bakış açısından Kürt sorunu Kürdistan’ın geriliğiyle açıklanır. Ecevit gibi. Hâlbuki ulusal sorun siyasidir. Fakirlik veya gerilikle ilgili değil. Bask veya Katalan İspanya’nın en ileri bölgeleridirler. Taksim’in siyasi nedenleri olamaz mı? İlle de ekonomik nedenleri mi olmalı? Aslında sorunun özü tam da budur. Taksim aslında bütünüyle siyasi bir harekettir ve nedenleri de siyasidir. Bir ulusal sorundur. Bunu da başka bir yazıda ele alacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder