Bu harekette iki eğilimin giderek netleştiği görülüyor.
Birincisi ulusalcı çizgiye ve laik-dindar ayrımına belli bir mesafe; demokratik ve özgürlükçü bir vurgunun giderek netleşmesi. Taksimdeki dünkü karanfilli buluşmada çeşitli pankart ve flamalar olmaması bu eğilimin giderek hareketi damgasını vurduğunu gösteriyordu. Bu hayırlı bir gelişmedir; hareketin genişlemesi ve derleyici olması için şarttır.
Diğer eğilim ise mücadele biçimlerinde ortaya çıkmaktadır ve genellikle pasif ve çatışma ve şiddetten kaçan biçimlere yönelmede görülmektedir.
Bu da bir bakıma, radikal sosyalist gruplarla araya bir çizgi çekmek gibi bir işlev görmektedir. Türkiye’deki sosyalist grupların çoğu, 60’ların sonu ve 70’lerde, soğuk savaş dönemin özellikle beslenen faşist eğilimli çetelerin saldırısına karşı öz savunması içinde şekillenmişlerdir. 70’li yıllarda faşist saldırılara karşı örgütledikleri özsavunma ile kitleselleşen sosyalist gruplar, hareket kitlesel niteliğini 12 Eylül’den sonra yitirdiğinde bile Polis’in saldırılarına karşı aktif bir savunma geleneğini genlerinde taşımışlardır.
Hareket Ulusalcı ve Sosyalist (ki bazen bunlar çakışmaktadır da) tonların hareketin rengini belirlemesini engellemiş görünüyor. Bunlar çok önemli ve olumlu gelişmelerdir. Hareket geriliyor görünmesine rağmen, bu değişiklikler onun tekrar toparlanıp ileri atılması için güç toplaması anlamına da gelebilir.
Normal yaşamını sürdüren milyonlarca insan harekete geçmeden toplumda ciddi değişimler mümkün değildir. Milyonlarca insan her zaman, gereksiz yere bir çatışmaya girilebilir, böyle bir çatışmanın ortasında kalabilirim korkusuyla çoğu zaman evinde kalmaktadır. Ve en azından polis şiddetinin işe yaramayacağı bir kritik kütleye ulaşıncaya kadar da, polisin saldırısını davet eden şiddet olasılığı geniş kitlelerin sokağa çıkmasını, hareket etmesini engellemekte, bu da o kritik kütleye erişmeyi olanaksız kılmaktadır. Hareket içgüdüsüyle bu fasit daireyi kırmaya çalışmaktadır. Şiddetsizlikle geniş kitlelere sokaklara çıkma daveti yapmaktadır. Eğer geniş kitleler sokağa çıkabilirse öyle geniş olabilir ki o hareketin sadece nicel gücü bile kendisine saldırılmasını önler ve sadece nicel gücü bile fiziken karşı duranları etkisiz kılar. Esas olarak devrimler zaten bu mekanizmayla gerçekleşirler. Aslında devrimler dünyanın en kansız olaylarıdır sonradan egemen sınıfların yarattığı kanlı ayaklanma imgelerinin aksine.
Elbet bu pasif biçimlerde direnişi esas mücadele aracı olarak kullanmanın ardında, devlete biz iyi çocuklarız, bize Kürtler gibi veya aşırı sol gruplar gibi saldırma diye bir mesaj verme eğilimi de; orta sınıfların kendini tehlikeye atmaktan, çatışmaya girmekten kaçınma eğilimleri de belli bir rol oynamaktadır. Ama şu da kaydedilmeli ki, bu hareket, kendisi şiddet araçlarına başvurmamakla birlikte, polise karşı yapılmış öz savunmayı da lanetlememeye özen göstermektedir. Bu da çok önemlidir ve hareketi bölünmekten korumaktadır.
Elbette her yiğidin yoğurt yiyişi ayrıdır. İyi bir gelir durumu olan insanların polis terörüne direnişi ile Diyarbakır’daki işsiz ve yoksul çocukların direnişi çok farklı olacaktır. Bu hareketi yapanlar, pasif bir inat ve kitlesellik çizgisi izlemektedirler. Hareket daha ilk kez Taksim’i ele geçirmeden önce, Beyoğlu ve arka sokaklarını doldurmuştu. Polisle çatışmaya girmiyorlardı. Polis saldırıyor, gazlıyor, kaçıyorlar, ama sonra yine geliyorlardı. İki tane polisin yüzlerce kişiyi önüne katıp kovaladığı çok görülüyordu. Diyarbakır’da böyle bir sahne tasavvur bile edilemez.
Elbet devletin de bütün şiddetine rağmen Kürt hareketi ve bu hareketi oluşturan kitle arasında bir ayrım yaptığı da bir gerçektir. Bu kadar katılımla ve bu şiddette eğer Kürdistan’da çatışmalar olsaydı, ölü sayısı dört beş değil; dört yüz, beş yüzler üzerinden sayılırdı.
Nedenleri ne olursa olsun, bugünkü durumda hareketin izlediği pasif direniş çizgisi, hareketi genişletici, kitleleri sokağa çıkmaya davet edici bir özelliğe sahiptir ve en azından bugünkü aşamada kanımızca hayırlıdır.
Bu vesileyle, hem bugünkü pasif çizgiyi hor görüp lanetleyenlere ve onun somut tarihsel anlamını görmeyenlere, hem de bunu mutlaklaştıran yeni kuşaklara pasif ve aktif direnişin tarihi ve sosyolojisi üzerine bazı hatırlatmalar yapalım.
Hikmet Kıvılcımlı, İsa ve İbrahim’in içinde bulunduklar toplumların farklı yapıları ile farklı mücadele biçimlerine duydukları eğilimin ilişkisi üzerinde durmuş ve Kölelerin ve sömürgelerin pasif, göçebeler ve yarı sömürgelerin daha aktif mücadele biçimleri kullandığı gözlemini yapmıştır.
Bir bakıma kölelerin dini olan Hıristiyanlık, sağ yanağına vurana sol yanağını dön diyen bir pasif direniş çizgisi izler; buna karşılık, göçebe aşiret üyesi İbrahim, “göze göz, dişe diş” diyen bir çizgiyi izler. Muhammet de bir aşiret çocuğu olarak aynı çizginin devamıdır ve İbrahim’e bu yakınlığı bir rastlantı değildir.
Aynı farkı sömürge ve yarı sömürgeler arasında da görmek mümkündür. Osmanlılar, İran, Çin ve Sahra’nın güneyindeki biricik klasik uygarlık merkezi olan Habeşistan, hiçbir zaman tam sömürgeleştirilemediklerinden, oralarda silahlı direnişlerin her zaman egemen mücadele biçimi olduğu söylenebilir. Sun Yat Sen, Mao, hatta Atatürk bunun örnekleridir.
Buna karşılık tamamen sömürgeleştirilmiş; zaten kölelikten beter bir kast sistemi içinde yüzyıllardır yaşayan Hindistan ise pasif direnişçi Gandi’yi çıkarmıştır.
Aynı farklı çizgileri ve eğilimleri 1950’ler ve 60’ların Amerika’sının siyahlar hareketinde de görebiliriz.
Güney’in köleci eyaletlerinde çıkan hareketin baskın çizgisi pasif direniş olmuştur, önderi bir Hıristiyan Babtist rahip olan Martin Luther King’tir.
Kuzey’in daha özgür sanayi şehirlerinin, özgür siyah işçilerinin önderi ise, bir Müslüman olan Malcolm X’tir veya ondan da ileri giden Kara Panterler’dir.
Bugünkü hareket modern ücretlilere ve hiçbir zaman köleleşmemiş bir arka planı olan insanlara dayanmasına rağmen, neden pasif mücadele biçimlerini öne çıkarmaktadır? Diye sorulabilir. Üstelik bu eğilim sadece burada da değil, genel olarak bütün dünyada da yaygıdır.
Sadece toplumsal yapının değil, yenilgi ve zaferlerin, tarihsel ideolojik ve kültürel iklimin; mücadelenin içinde bulunduğu aşamanın vs. çok karmaşık bir bileşeni söz konusudur. Bunları analiz etmeye çalışalım.
Marksistler bir toplunun tarihsel arka planı ve bunun yarattığı gelenekler ile var olan yapısı arasındaki ilişkiye kör değildirler. Bunun tipik bir örneğini şöyle verebiliriz. Engels, İbsen’in romanlarının ve oyunlarının çekiciliğini açıkladığı bir makalesinde, Norveç’li’nin hiçbir zaman bir Alman gibi uzun yıllar serflik altında yaşamadığını (Norveç, İsveç uygarlığa en geç geçen komuna geleneklerinin çok güçlü olarak yaşadığı yerlerdi bütün Kuzey Avrupa gibi. Kapitalizm de zaten bu geleneklerin katalizatörlüğü ile, Antik uygarlıkların çıkmazını aşıp oralarda doğabilmiştir.), bir Norveçlinin bu nedenle bir Alman Filisteni karşısında gerçek bir insan gibi durduğunu not eder ve çekiciliği buna bağlar.
Aynı şeyi Amerikan kovboy filmleri için de söyleyebiliriz. Kovboylar zaten proleterlerdir, büyük kapitalist çiftliklerde çalışan. Ama bu filmlerin ayrılmaz öğesi küçük çiftçiler de atası köle ya da serf olan, aşiret bağlarından küçük üretim geçmiş tipler değildirler. Genellikle Avrupa’nın muhalif tarikatlarından veya devrimci partilerinden karşı devrimlerinden kaçmış; Avrupa’da değilse bile, Amerika’nın doğu eyaletlerinde özgür işçi yaşamından geçmiş ve orada kapitalizm öncesinin kalıntılarından arınmış, modern proleterlerin küçük çiftçiye dönmüş biçimleridirler. Onların işçi geçmişleridir onların ilişkilerine o karşı koyulmaz çekiciliği veren.
Nefis bir film vardır Quameda diye Marlon Brando’nun oynadığı. Bir İngiliz ajanı, siyahların köle olarak çalıştırıldığı bir adaya gider, orada bir isyan hareket örgütlemekle görevlidir. Ancak isyanı örgütleyecek ve ona önderlik edecek, isyan etmeyi tasavvur edebilecek bir siyah bulamamaktadır. En ağır hakaretleri yaptığında bile siyah köleler seslerini çıkarmamakta, direnmeyi aklından bile geçirememektedirler. Sonunda bir tanesinin, ona arkasını döndüğünde, kendisini öldürmeyi aklından geçirdiğini fark eder ve onu işlemeye başlar isyana önderi yetiştirmek için. Ama siyah önder adayı, beyaz adamın öldürülebileceğini, öleceğini bile tasavvur edememektedir. Ajan, siyahın eline verdiği tabancanın tetiğini kendisi çekerek beyaz adamın da öldürülebileceğini ona gösterir.
Milyonlarca köle, beyaz adamın kendisini gelip kurtarmasını beklemeyeceğine, göre pasif de olsa mücadeleye girmesi önemlidir. Bu bakımdan, bugünkü dünyada milyonlarca insanı sokağa çıkarıp kendine güveninin, ilk siyasi tecrübelerini edinişinin yollarını açtığı için bu pasif direniş biçimleri son derece doğru ve olumludur.
Elbet şunu da unutmamalı, insanlar bir kez sokağa çıktılar mı, bir kez kendi güçlerinin farkına varıp, özgürlüğün, dayanışmanın tadını aldılar mı onları tekrar eve tıkmak zordur ve en aktif biçimlerde mücadeleye de hızla geçebilirler.
Aynı filmde hikâyenin devamı da anlatılır. O zorla isyan etmeyi öğrenen bir kere isyan ettikten sonra hızla gelişir, değişir ve kendi bağımsız bir önder olur. Kendisine bunu öğretene de isyan eder.
Martin Luther King de giderek pasif bir siyah direnişçi olmaktan çıkıp bir sosyal devrimci olmaya doğru dönüşüyordu. Öldürüldüğü gün, siyahların Blues’larını dinleyerek oradan beyaz işçilerin Rock’unu çıkaran, güneyin kölelerinin Kuzey’in sanayi şehirlerine giderek birer proletere dönüşümlerinin son durağı olan Memphis’e bir işçi grevini desteklemeye gitmişti. King’in öldüğü yer, Şehrin Elektro Blues’unun, Rock’un doğduğu yerdi.
*
Benzer eğilimi Kürt hareketi içindeki kristalize olmamış farklı eğilimler biçiminde de görebiliriz.
Kürtler içinde neolitik köy komünü, iki biçimde varlığını sürdürmüştür.
Medeniyete az bulaşmış yerlerde ve köy yaşamının egemen oluğu yerlerde Alevilik biçiminde; medeniyetle daha sıkı ilişki içindeki yerlerde Şafiilik biçiminde. (Batı Anadolu’nun İyonyalılarında da Manavlar, Tahtacılar, Yörükler, Çepniler gibi ayrılıkların kaynağında da benzer farklılıklar vardır.)
Alevilik komünün ilişkilerini düzenleyen bir din olduğu kadar aynı zamanda artı ürüne el koyan devlete karşı, tarih boyunca da, Roma’da Hıristiyanlık, Bizans’ta Manicilik (“Işık taifesi”) ve Paulikanlık, Osmanlı’da Kızılbaşlık adını alan bir parti de (Tarikat) olmuştur. Bu nedenle de çok ezilmiştir devletin şiddetiyle. Ama bu sürekli ezilme, pasif direniş ve mücadele biçimlerinin bir gelenek oluşturmasına da yol açmıştır. Anadolu’nun ilk Hıristiyanları da muhtemelen bugünkü Alevilerin atalarıydılar. Alevi deyişlerinde hemen hemen hiç eli silahlı kahramanlar ve önderler yoktur.
Buna karşılık Şafilik, göçebe İbrahim ve Muhammet gibi, göze göz, dişe diş diyen, uygarlıkça ezilememiş, geleneklerini korumuş Kürt komününün dini veya partisidir. Hanefiliğin yaygınlığı esas alan esnek hukukuna karşı eskiliği esas alışı ve göçebe hayatının ihtiyaçlarına uyarlanmış ritüelleriyle birlikte Komün’ün uygarlığın bozucu etkilerine karşı kendisini koruyuşudur. Uygarlık bu göçebe komünü Alevilik gibi ezemeyeceğinden, onu zaman zaman kendi ücretli askeri yapmış ve geniş bir özerklik sağlamıştır. Pers ve Roma-Bizans-Osmanlı devlet ve uygarlıkları karşılıklı olarak bu komünlerle ittifak yaparak karşı tarafı arkadan vurup geriletmeye çalışmışlardır. Bizans’a karşı Osmanlı Paulikan ve Bogomillerle; Osmanlı’ya karşı Pers uygarlığı Alevilerin köy komünüyle ittifak yaparken; Osmanlı Pers uygarlığına karşı Şafii Kürt komünüyle ittifak yapmıştır.
PKK her ne kadar laik bir hareket olsa da, onda doğduğu ve en etkili olduğu yerdeki Şafiiliğin bu geleneklerinin ve aktif mücadeleye eğiliminin bir etkisi olmadığı söylenemez. Biraz da bu genetik farklar nedeniyle PKK hiçbir zaman tam olarak Aleviler arasında Şafiler arasında olduğu kadar büyük ve yaygın bir destek bulamamıştır.
Bugünkü şehirli hareketin pasif direniş biçimlerine verdiği ağırlığın belli bir kabul görmesinde, geniş Alevi katılımı da göz önün alındığında, Aleviliğin pasif direniş eğilimleriyle bir gönül yakınlığı olmasının da bir etkisi vardır muhtemelen.
*
Farklı mücadele biçimleri sadece sınıfsal ve toplumsal yapılarla ve geleneklerle ilgili değildir, yenilgiler ve zaferler, bunların yarattığı ruh halleri, ideolojik ve kültürel iklimler de etkilidir.
Bugünkü pasif mücadele biçimleri sadece orta sınıf olmakla ilgili değildir. Dünyada genel bir eğilim gözlenmektedir pasif mücadele biçimlerine. Bu örneğin 60’ların dünyasından çok farklı bir dünyanın eğilimidir.
Bu eğilim bir arayışın, kendini bir toparlayışın ifadesi olduğu kadar, aynı zamanda bir yenilginin; egemen sınıfların muazzam ideolojik zaferlerinin de ifadesidir.
Tarih hesabını onlarca hatta yüzlerce yıl üzerinden yapar, insanların ömürleri ise birkaç on yıldan fazla değildir.
İşçi hareketi yüzyılın başında 20’li ve 30’lu yıllarda muazzam büyük yenilgiler yaşadı. Stalin’in, Hitler’in yükselişleri, Atatürk, Franko vs. hep bu yenilgilerin üzerinde var oldular. Bu yenilgiye egemen sosyalizmin bürokratlaşması ve bir karşı devrimin aracı haline dönüşmesi eşlik etti. Yani insanlık sadece demoralize olmadı aynı zamanda devrimci ve eleştirel bir teoriden de yoksun kaldı ve kafadan gayrı müsellah oldu. 90’ların başındaki Doğu Avrupa’nın çöküşü, bu yenilginin son noktası, tabuta çakılan son çiviydi.
Bu bakımdan, bugünkü post modernizmler, pasif direnişler vs. aslında Napolyon ve Stalin’le karşı devrime uğramış 18. Yüzyılın Aydınlanma ve onun bayrağını taşıyan 19. Yüzyılın Sosyalizm (İşçi Hareketi) geleneklerini bilmeyen ve unutmuş kuşakların el yordamıyla çözüm arayışlarından başka bir şey değildir.
Bu arayışlar ilerledikçe ve tecrübe biriktirdikçe geçmişteki bugün kendilerine çok arkaik gelen Marksizm’le tekrar buluşacaklardır. Gözlerini uzağa ve geleceğe diktikçe eskiyle karşılaşacaktır. Nasıl teleskoplarla ne kadar uzağa bakarsak o kadar eski zamanları görürsek öyle.
Böyle bir olasılığa Troçki değinmişti. Bir yerde, insanlığın ve sosyalist hareketin o güne kadar kat ettiği yolu tekrar, ama bu sefer “dizlerinin üzerinde” kat etmek zorunda kalmasından söz eder. Troçki bunu söylediği zaman bir teorik ihtimal olarak söylüyor ve buna pek ihtimal vermiyordu. Troçki’nin teorik olasılığı, bugün bir gerçeklik, bir nesnel koşul durumundadır.
Bu büyük yenilgi ve sıfırlanma göz önüne alınmadan hiçbir olay anlaşılamaz ve doğru mücadele biçimleri ve taktikler geliştirilemez.
Bu bakımdan soyut olarak bir gerileme gibi görünen pasif mücadele biçimlerine yönelme, böyle bir bakış açısından aslında bir yeniden doğuşun ifadesidir.
*
Elbette bu yenilgiye mücadele biçimlerine ilişkin olarak burjuvazinin bir ideolojik saldırısı da eşlik etmiştir. Tecrübeli İngiliz burjuvazisi, daha Hindistan’da Stalin’in, Hitler’e karşı müttefiki İngiltere’yi zayıf duruma düşürmeyeyim diyen politikasını Üçüncü Enternasyonal aracılığıyla dayatmasının sonucu olarak itibar yitiren ve Sömürgeciliğe karşı mücadelede öncülüğü kaybeden Hindistan komünistlerine karşı Gandi’yi el altından destekleyerek, kendisi için ehveni şer olarak öne sürmüştü.
1960’ların yükselişine karşı da neredeyse bütün kapitalist metropollerde Gandi ve King’in mücadele biçimlerinin olumlanması ve ezilenlere örnek gösterilmesi bir rastlantı değildir. Bu propaganda ve ideolojik mücadele örneğin Gandi filmine ödüller verilerek sürdürüldü.
Bir diğer kanal da, Fransız Devrimi idi. Doğu Avrupalı aydınlar üzerinden Fransız Devrimi ve Jakobenler lanetlendi. Jakobenlik aslında tamamen aşağıdan gelme donsuzlar hareketi olmasına rağmen, tepeden inme karşı devrimcilik Bonapartizm olmasına rağmen, Jakobenliğin Bonapartizm olduğu gibi saçma ve yanlış bir terminoloji entelijansiyaya egemen kılındı.
Bu muazzam psikolojik ve ideolojik savaşın ön yargıları yeni kuşaklar için sıradan hakikatler gibidir. Ağzını açan aydın, Bonapartist Kemalizmlere veya ittihat terakki darbeciliğinin Bonapartizmine Jakobenizm demektedir örneğin.
Yeni kuşaklar su içinde olup da su içinde olduğunu bilmeyen balıklar gibi bu yenilgilerin ve karşı devrimci ideolojik zaferlerin dünyasında gözlerini açtılar. Bizlerin çoook eski, unutulmuş ve yenilmiş bir dünyanın derslerinin ışığında konuşmalarımız onlara henüz çok uzak, çok yabancı, bilgiççe ve yukarıdan geliyor.
Ama onlar ileri gittikçe gerideki hayaletlerin birer birer karşılarına çıktığını göreceklerdir.
Bunu bizlerin kuşağı sosyalist teorinin kendi içinde 1960’lardan seksenlere kadar yaşamıştı. 16 Haziran bizi dili bize garip gelen Kıvılcımlı ile karşılaştırdı. 70’lerin yükselişi ve 12 Eylül ise 1920’lerin Stalinizmiyle ve onunla hesaplaşmayla. Ama Sovyetler’in çöküşüyle, bu geriye yolculuğumuz 18. Yüzyıla doğru yol alamadan, Aydınlanma ve onun içindeki karşı devrimle (ulusçulukla) bir hesaplaşmaya varamadan duvarın altında kaldı ve ileri gidemedi.
Şimdiki hareket aynı zamanda duvarın altındakilerin üzerlerindeki molozları atıp ayağa kalkışları ve geriye doğru yürüyüşlerine devam etmelerinin de yolunu açabilir. Ancak onlar fizik ve biyolojik olarak ömürlerinin sonuna vardıklarından, onların bu vasiyetini de yeni hareketin 90’lıları yapmaya çağrılıdırlar.
Demir Küçükaydın
23 Haziran 2013 Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder