Bugün HDK Kongresi toplanıyor; aynı zamanda ölüm oruçları kritik, geri dönülmez (irreversibl) noktaları epeydir aşmış bulunuyor. Bu yazının başlığı bunların zamandaşlığına değil; başlığın altındaki özlü sözlerde dile gelen bağlantıyı ifade etmeye ve vurgulamaya yöneliktir.
Bu benzetmede “Stratejik yanlışlar” ya da “Akılsız Baş”: Halkların Demokratik Kongresi’dir.
“Taktik manevralar ve başarılar” ya da “eller ve ayaklar”: Ölüm Oruçları’dır.
Neden böyledir? HDK ve ölüm oruçları arasında ne gibi bir bağlantı vardır?
Ama bunu anlamak için, önce politik ve toplumsal olayları anlamak ve yorumlamak için, son derece önemli bir metodolojik bir sorunu ele almak ve bunu tarihten bir örnekle açıklamak gerekiyor.
Gerçeğin özü ve akıl dışılığı, sadece gerçeğe bakarak anlaşılamaz. O ancak hayallerin ve olası başka gerçeklerin aynasında anlaşılabilir.
Egemen sınıflar; bürokratlaşmış dar kafalar, sadece var olan gerçeğin ufku içinde sorunları tartışırlar ve çözümler ararlar; içinde yaşadıkları dünyanın dışında başka bir dünyayı tasavvur edemezler ve edilmesinden de rahatsız olurlar. Devrimciler ise, her zaman gerçeğe hayallerin aynasından bakarlar. Hayaller ise, geçmişte veya mümkün olan başka şimdilerdir.
Tarihi ileriye bir gidiş olarak gören pozitivist ve ilerlemeci bakış, geçmişte bu günün akıl dışılığını ve saçmalığını anlamayı sağlayacak ölçütler görmez. Bütün büyük Marksistler ise, geçmişin komününde ve onun kalıntılarında bu günün eleştirisinin anahtarını bulurlar. Bu nedenle İbni Haldun’dan Marks’a; Engels’ten Kıvılcımlı’ya; Luxemburg’tan Benjamin’e bütün büyük devrimciler günümüze geçmişin aynasından da bakmışlardır ve o keskin eleştirilerini biraz da buna borçludurlar.
Ve sadece geçmiş değil; olası başka tarihler de aynı işlevi görebilir. Çünkü, yaşanan tarih yaşanması zorunlu ve mümkün tek tarih değildir.
Sosyalist hareketin tarihinden bir örnek verelim. Sık sık şöyle dendiğini işitiriz: “Stalin hatalar yapmış olabilir ama Alman Faşizmini yendi. Faşizm karşısındaki zaferi Stalin’e borçluyuz.”
Bu akıl yürütmede, Faşizmin ortaya çıkışı ve zaferinden sonraki koşullar bir başlangıç noktası olarak alınmakta ve sonrası o tarihe göre değerlendirilmektedir. Ancak, faşizmin o zaferinin bizzat Stalinizmin bir sonucu olduğu; bu sonuçların birer nesnel koşul haline dönüştüğü unutulmaktadır. Aslında zafer gibi görünenin, Stalinizmin egemen olmadığı bir tarihe göre bir yenilgi olduğu atlanmaktadır.
Ne 20 milyon Sovyet yurttaşının ne de 50 milyon insanın ölümü olmadan da çok daha ileri ve elverişli bir noktada bulunuyor olabilirdi tarih 1945 yılının yazında. Bir an için, bir bürokratik karşı devrimin yaşanmadığını var sayalım. Birbiri ardınca yapılmış hatalardan oluşan 1927 Çin devrimi, 1926 İngiliz Grevleri; üretici güçlerin korkunç bir tahribatına yol açan 1929 Kolektifleştirmesi gibi hataları bir yana bırakalım. Sadece 1929 buhranı ve sonrasında; dünyanın en örgütlü ve bilinçli işçilerinin bulunduğu Almanya’da akıl almaz “Sınıf’a Karşı Sınıf” stratejisi denen, Sosyal demokratları “Sosyal Faşist” olarak niteleyen ve faşistlere karşı işçilerin birleşik bir cephesini kurmayı baltalayan politikalar izlenmeseydi, Almanya’da faşizm iktidar olamazdı. Hatta Kapitalizmin tarihindeki en büyük kriz bütün ileri kapitalist ülkelerde gerçekleşecek bir sosyalist devrimin başlangıcı bile olabilirdi.
Hadi bu olanağın hovardaca harcanıp, dünyanın en örgütlü ve kültive işçilerinin bir tek doğru dürüst direniş göstermeden faşizme teslim edilişini bir yana bırakalım. 1936’da İspanya Devrimi olduğunda, bu devrim bürokratik Sovyet devletinin çıkarlarına eda edilmese; Ulusal sorun ve Toprak sorunu; burjuvaziyi ürkütmemek için “Zaferden sonrasına” ertelenmese; bizzat zaferin bunların gerçekleşmesine bağlı olduğu görülse; İspanyol devrimcileri kurşuna dizilmese, İspanya’da kurulacak demokratik bir cumhuriyet bile, Hitlerin soluğunu keser ve Demokratik ve Sosyalist Hareketin yükselişine yeni bir güç verirdi.
Haydi hepsini bir yana bırakalım. Sadece gelen istihbaratlar değerlendirilse; Birlikler biraz daha akıllıca mevzilendirilse ve alarma geçirilseydi ve kaz gibi avlanmasaydı bile Alman orduları o kadar kısa zamanda öyle büyük kazançlar sağlayamazlardı. Bunu o zamanın neredeyse bütün askerlerinin ve istihbaratçılarının anıları kanıtlıyor.
O halde, bu verilen örnekte, Stalin’in zaferi gibi görünen şey, aslında bir yenilgide zaferdir. Eğer bu mantıkla gidilirse, bu günün kişi başına düşen gelir durumuna vs. barak Meşrutiyet’ten beri büyük işler yapıldığından söz edilebilir. Ama Ermenilerin ve Rumların kesilip sürülmediği bir Anadolu’da bugün nasıl bir zenginlik ve demokrasi olacağı göz önüne alınırsa, bugün İlerleme ve zafer gibi görünen her şeyin, aslında olası bir tarihe göre nasıl bir yenilgi ve gerileme olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Ya da daha yakın tarihten bir örnek verelim. Diyelim ki, Özal’ın kıytırık Kürt sorununu çözme planı gerçekleşseydi bile, bugün bu topraklarda yaşayan insanların bugün bulunacağı demokrasi ve refah seviyesi karşısında bugünkü durum aslında koca bir kayıp ve gerilemeden başka bir şey ifade etmez.
O halde günümüzü anlamak için, ona hayallerin aynasından; olası başka tarihlerin aynasından bakmalıyız ki onların nasıl bir gerilemeyi; zafer gibi görünenlerin aslında nasıl bir yenilginin sonuçları olduğu daha iyi anlaşılabilsin.
İşte bugünkü Ölüm Oruçları’nda durum tam da budur.
Ölüm Oruçları, stratejik yanlışları ve onların sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelik korkun büyük fedakârlıklardır. Ölüm Oruçları, İkinci Dünya Savaşında ölen 20 milyon Sovyet yurttaşı; 50 milyon insandır. Aynı noktaya hatta çok daha ilerisine bütün bu korkunç acılar olmadan da ulaşılabilirdi. Bunu mümkün görmeyen bir tarih, “gerçek olan aklidir” diyerek gerçeğin karşısında kölece bir boyun eğiş ve onu meşrulaştırmadır. Ama “Akli olan da gerçektir” ve devrimciler akli olanın gerçek oluşunu ve bu potansiyeli temsil ederler.
Diyelim ki Ölüm Oruçları bir zaferle sonuçlandı. Onlarca, yüzlerce ölüm AKP iktidarını köşeye sıkıştırdı ve geri adım atmaya zorladı. Bu durumda bile, bu zafer Stalin’in Hitler karşısındaki zaferine benzer. Hâlbuki aynı noktaya hatta ondan çok daha elverişli bir noktaya, çok daha az acı ve fedakârlıklarla da; akıllıca bir strateji ve programla da gelinebilirdi ve gelinebilir.
*
Kürt hareketi içinde Öcalan yıllardır Türkleri de kapsayacak bir demokratik hareket yaratmak için proje üstüne proje üretir.
Bu projeler bir yandan Kürt Burjuvazisi tarafından; diğer yandan Türk sosyalist örgütleri tarafından peş peşe sabote edilir; edilemezse içi boşaltılır.
Kürt burjuvazisi, Kürt hareketi içinde, sanıldığından çok güçlüdür ve özellikle legal alandaki örgütlerde hareket içindeki gerçek gücüne göre çok daha güçlü ve etkili temsil edilir. Bunların Türkiye’de Demokratik bir hareket yaratma gibi bir sorunları yoktur. Bunların elbette kendi amaçları açısından müttefik olarak kullanabilecekleri demokrat Türk güçlerinin olmasından rahatsız olmazlar. Ama bunlar Kürtlerin dışında ve destekçi olarak varsalar iyidirler.
Öcalan’ın aksine, bunlar için, demokratik bir cumhuriyet, sadece Türkiye için değil, bütün Orta Doğu için, bircik çözüm değil; uzun vadede kesin bir ayrılma ile sonuçlanacak tabii bina giderken de çok kanlı çatışmalara yol açacak bir ayrılma programının bir alternatifidir. Bunların alternatif olarak görüp, “olmazsa ayırılırız ha” diye bir tehdit unsuru olarak kullanılan demokratik Cumhuriyet; Öcalan’da biricik çıkış yoludur.
Bu çok temel bir farktır: Öcalan’ın temel tezi veya Öcalan’ın temsil ettiği, Kürt hareketindeki pleplerin ve kadınların programı, Bunların alternatif olarak sunduğunun hiçbir zaman bir alternatifinin olamadığı ve olamayacağıdır. Bu nedenle Öcalan, durmaksızın, Türkiye’nin demokratik güçlerini örgütlemek, bir demokratik hareket yaratmak için projeler üstüne projeler üretir. İlk gidebilecekleri de Türkiye’nin sosyalistlerinden başkası değildir.
Buna karşılık Kürt Burjuvazisi, esas müttefiklerini liberallerde görür. Öcalan’ın önerileri, Çatı Partisi, Blok, HDK vs., onlar için dostlar alışverişte görsün türünden işlerdir ve bunları sürekli olarak her düzeyde olmamışa çevirirler içini boşaltırlar.
Böyle düşünmeyenler de, bu davranışlar karşısında, Türkiye’de bir demokratik hareket olmadığı için direnemez; ya da direncini ancak çok dolaylı biçimlerde açığa vurur. Böylece Kürt Hareketine, bir yanda Öcalan ve KCK’nın damgasını vurduğu demokratik bir program egemen gibi görünür; söylem düzeyinde hep bu görünür; ama fiiliyatta Kürt burjuvazisinin içini boşalttığı bir uygulama ve taktikler bütünü vardır.
Bunu görmek için, IMC TV’nin ya da Özgür Gündem veya Özgür Politika’nın programlarına ve sayfalarına bakmak yeter. Bir yığın liberal hatta ulusalcı oralarda bay köşeleri doldururken doğru dürüst bir demokrat yok denecek kadar azdır. Oralarda sadece Türk demokratların değil; Kürtlerin içindeki demokratların da sesi soluğu çıkmaz.
Ama Kürt burjuvazisinin bu muazzam etkisinin en büyük müsebbibi Türk sosyalist örgütleridir. Onlar aslında Kürt burjuvazisiyle aynı gerici milliyetçilik anlayışındadırlar. Programlarını ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı değil; Kürtlüğün tanınması noktasından oluştururlar ve Kürt burjuvazisiyle aynı gerici milliyetçiliğe dayanırlar Öcalan’ın demokratik bir ulus oluşturma deneme ve girişimleri karşısında.
Ama sorun sadece bu ideolojik ve programatik ortaklık değildir. Onların küçük birer örgüt olarak varlıklarını sürdürmeleri de bugünkü ilişkilerin ve bölünmelerin olduğu gibi sürmesine bağlıdır. Türkiye’de oluşabilecek gerçek bir demokratik hareket hem bu küçük örgütlerin sonunu getirir.
Bu nedenle, demokratik bir kitle hareketinin oluşmasından ölümü görmüşçesine korkarlar. Kürt burjuvazisi de Türkiye’de bir demokratik hareket oluştuğu takdirde, Kürt hareketinin plebiyen kanadının daha güçlü bir pozisyon alıp kendisine karşı daha açıktan karşı durup kendisinin etkisini iyice sırlayacağını bildiğinden, böyle bir demokratik hareketten ve onun oluşumundan ölümü örmüşçesine korkar.
Böylece Kürt burjuvazisinin sınıfsal eğilim ve çıkarlarıyla; küçük veya büyük Türk sosyalist örgütlerinin bir örgüt olarak varlıklarını koruma ve sürdürme eğilimleri tencere ve kapağı gibi birbirine uyar.
Böylece Kürt hareketi ile ittifak yapan sol ve sosyalist örgütleri ile Kürt Burjuvazisi arasında, aslında kayıkçı dövüşünden başka bir şey olmayan ama birbirlerinin varlığına haklılık kazandıran zımni bir işbirliği vardır. Bu zımni işbirliği ve açmaz kırılmadıkça, Türkiye’de bir demokratik hareketin yaratılması ve Kürt hareketinin Plebiyen ve demokratik kanadının da Kürt Burjuvazisinin elinde rehine olmaktan kurtulması mümkün değildir.
Olaylara bu sınıf ilişkileri ve mücadelesi açısından bakmadıkça olan bitenin ne olduğunu anlamının hiçbir olanağı yoktur. Ve Türk sosyalist örgütlerinin ve Kürt burjuvazisinin bütün derdi de böyle bir bakış açısının ve problem koyuşunun varlığını bile gözlerden ve gönüllerden uzak tutmak; tümüyle tartışma ve gündem dışı bırakmaktır.
İşte HDK, Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi arasındaki bu zımni işbirliğinin ve demokratik bir programı ve bakışı gözlerden uzak tutmanın; demokratik bir hareketin oluşmasına karşı mücadelenin bir aracından başka bir şey değildir. Öcalan’ın önerisi olan Kongre fikri, Öcalan’ın stratejisine karşı bir Kürt burjuvazisi ve Türk sosyalist örgütlerinin ortaklaşa kullandığı bir silaha dönmüştür.
Burada okuyucuya şunu belirtmek durumundayız. Abdullah Öcalan’ın savunduğu programın Türkler arasında karşılığı olabilecek programı, stratejiyi ve taktikleri yıllardır sadece biz savunmaktayız Türkiye Sosyalistleri arasında ve o sosyalistlere karşı
Bu programı, bu stratejiyi her adımda ortaya koyduk ve savunduk. Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi, psikolojik savaş yöntemleri dahil (kişisel düzeyde hakkımızda söylenenler, deli olduğumuzdan, müzmin muhalifliğimize kadar bin bir biçimde sözler örneğin) bürokratik ve idari araçlarla engellediler ve sesimizi her durumda kısıp; gündemden, gözlerden ve bilinçlerden uzak tutmayı başardılar.
Sadece bir ikisini hatırlatalım. 2008 Yılında Bilgi Üniversitesi’nde o zamanlar Çatı Partisi için bir araya gelinmişti, yine Abdullah Öcalan’ın bastırmasıyla. Orada o zamanlar bugünkünden çok farklı bir çizgide bulunan diğer Türk sosyalist örgütlerinden bir farkı bulunmayan ve onlarla ilişkilerine göre davranan Ertuğrul Kürkçü Kürt burjuvazisinin gökte aradığını yerde sunmuştu. (O zamanlar Kürkçü, Kürtlere “Emeğin dili” öğretmekten söz ediyordu; şimdi Kürtlerden “Demokrasinin dili”ni öğreniyor; o zamanlar “etnik temelli” siyasete karşı çıkıp “Sınıf temelli” siyaset diyordu; şimdi her konuşmasına çeşitli “etni”lerin dillerinde selamlamakla başlıyor. Aslında şimdi sözde değil ama gerçekte “sınıf temelli” siyaset yapmış oluyor. Sadece bunlar bile Ertuğrul Kürkçü’deki olumlu ve büyük dönüşümü gösterir. Biz bunu selamlıyoruz.)
Biz o Kongre’de tüm Kongre delegelerine, Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu’nu “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” adlı kitapla birlikte dağıttık. Ne Türk sosyalist örgütleri, ne de Kürt burjuvazisi bu demokratik ulusçuluğu savunan gerçek bir Demokratik Cumhuriyet için İşçi ve Sosyalist hareketin 150 yıllık mücadelesinin derslerinden süzülmüş bu programın adını bile anmadılar.
Demokratik bir hareket oluşturma denemesi daha ilk adımda havaya uçtu Bilgi Üniversitesi’nde.
Fiyaskoyla biten o toplantıdan sonra bu ölü doğmuş bebeği yaşatma çabalarının adı Demokrasi İçin Birlik Hareketi gibi kallavi adlar alan girişimlere dönüştü. Program işleri komisyonlara havale edildi. Program önerimizin, “böyle bir öneri de vardır” diye olsun adı bile anılmadı. Bütün yapılanlar böyle bir program önerisinin varlığını gizlemek, gündeme almamak ve tartıştırmama üzerinden yapıldı. DBH’nın Ankara’da yapılan kongresinde resmen zorla gündem önermemiz bile engellendi. En son HDK 1. Kongresi’nde yazdığımız yazılarda uzun uzun anlattığımız gibi yine engellendi.
Bütün bu rezaletleri de hiç olmamış, yokmuş ve yazılmamış gibi görmezden geldiler. Şunu anlamıyorlar, bize yapılan bunlar atlanamaz; hatalar sizden hızlı koşarlar; imerde karşınıza çıkarlar. Ermeni katliamı sanki unutulmuş gibiydi. Ne oldu. Şimdi aşılmaz bir engel; ve yapılmazsa ileriye bir adım gidilemeyecek bir devasa hesaplaşma olarak ortada duruyor. Bize yapılanlar tıpkı Ermenilerin katledilmesi gibidir. Onlardan kaçılamaz. Oralara dönüp hesaplaşmaya girilmeden bir adım bile atılamaz.
Bütün bu rezaletleri de hiç olmamış, yokmuş ve yazılmamış gibi görmezden geldiler. Şunu anlamıyorlar, bize yapılan bunlar atlanamaz; hatalar sizden hızlı koşarlar; imerde karşınıza çıkarlar. Ermeni katliamı sanki unutulmuş gibiydi. Ne oldu. Şimdi aşılmaz bir engel; ve yapılmazsa ileriye bir adım gidilemeyecek bir devasa hesaplaşma olarak ortada duruyor. Bize yapılanlar tıpkı Ermenilerin katledilmesi gibidir. Onlardan kaçılamaz. Oralara dönüp hesaplaşmaya girilmeden bir adım bile atılamaz.
Ve işte hala Türk sosyalistleri ile Kürt burjuvazisi oyun oynamaya devam ediyorlar. Türkiye’de bir demokratik hareket oluşmasını iş ve güç birliğiyle engelliyorlar. Bütün bağımsız gelenleri kaçırdılar; kalanlar, hasbel kader, gidecek başka yer yok diye oradalar.
Yapılanları apaçık yazdığımız halde bir tek kişi bile bunu HDK’nın gündemine alıp tartışılmasını istemiş değil. Daha ilk kuruluş kongresinde böylesine bir haksızlığı kedi pisliği örterce örten bir örgütten hiçbir hayır çıkmaz ve çıkmayacaktır. HDK da, dostlar alışverişte görsün örgütüdür. HDP adlı bir Seçim partisi olmayı ve kurmayı bile kabullenerek zaten filen kendisi de bu işlevini zımnen onaylamış bulunmaktadır. Türkiye’de demokratik bir kitle hareketi örgütlemek gibi bir amacı olan bir birlik böyle bir “seçim partisi” kişiliksizliğine baştan karşı çıkadı.
Gerçi ölü gözünden yaş beklemektir, ne Kürt burjuvazisinin ne de Türk sosyalist örgütlerinin aşağıdaki önerilerimizi gündeme alıp gerçekleştirmeleri ve kendi iplerini çekmeleri beklenemez ama, biz bir kere daha HDK’nın canlanması için önerilerimizi sunalım.
Örgütsel Olarak Acil yapılması Gerekenler
1) Başlangıçta, tulumbaya koyulacak bir maşrapa su olarak Türk sosyalist örgütleriyle, örgütler olarak bir araya gelmek anlaşılabilirdi belki. Ama ilk kongreden sonra, örgütsel tüm temsillerin ortadan kaldırılması, katılımın sadece birey bazında olması gerekmekteydi ve gerekmektedir. Örgüt denen urlar kesilip atılmadan HDK bağımsız ve sağlıklı bir organizmaya dönüşemez. Örgütler varlıklarını elbette koruyabilirlier; elbette HDK politikası ve yönetiminde daha büyük ağırlıkla temsil edilmek için mücadele edebilirler. Ama buna örgütsel temsiller aracığıyla değil; üyelerini birey olarak HDK’ya üye yaparak onların nicelikleri ve çalışmaları ölçüsünde olabilir ve olmalıdır. Bu aynen BDP için de geçerli olmalıdır. BDP de HDK içinde, HDK’ya üye olan bireylerinin ağırlığı ve etkisi ölçüsünde belirleyici olabilir ve olmalıdır.
2) Bu ilk adım atıldığında, Türklerin ve Kürtlerin ayrılmışlığının yerini, Kürt veya Türk, aynı örgütteki insanların başka programatik, stratejik taktik kriterlere göre; örneğin demokratik bir programı savunmak veya savunmamaya göre ayrılmalarının yolu açılmış olur. Yani bugünkü bölünmelerle bölünülmüş olur. Bu demokratik bir hareketin olmazsa olmaz koşuludur.
3) Sadece bireysel üyeliğin mümkün olması, katılım ve demokratik bir yarışmacılığı besler. Böylece taşlaşmış örgütlerden uzak duran ve aslında en sağlıklı olan unsurların tekrar aktifleşmesi ve örgütsel hayata damgalarını vurması gerçekleşir. Ayrıca bunun bir yan ürünü de, örgütlerin kabuklarının kırılması, başka örgütlerden veya bağımsızlarla bir arada iş yapmaya başlayan örgüt militanlarının kabızlıklarının azalması, kendi dar kafalı örgütlerini de sorgulamaya başlaması gibi bir yan etkisi de olur
4) HDK’nın tüm Türkiye’deki bütün birimleri ve bir bütün olarak tümü, İnternette, tartışma ve haberleşmelerini tüm üyelerinin dahil olduğu bir tek mail gruplarında yapmalı ve bu grup örgüt üyesi olmayan herkes tarafından izlenebilmeli ve okunabilmelidir. Böylece her üye tüm örgütün bütününe ulaşma ve onları görüşüne kazanma olanağına sahip olur. Ayrıca bu sayede her üye, örgütün bütününün gücü faaliyeti, yaptıkları ve yamadıkları hakkında doğrudan bilgi sahibi olur. Bizzat bu tür bir açıklık ve demokratik ortam yepyeni enerjilerin harekete geçmesine; bütün bürokratik yapıların yıkılmasına da yol açar. Türkiye’de yepyeni bir demokrasi kültürünün gelişmesine vesile olur. (Bu yönde Almanya’daki Korsanlar Partisi örnektir ve onun kullandığı bilgisayar programı da kullanılabilir.)
Taktik Olarak Acil yapılması Gerekenler
1) Ateşkes, sınırsız bir fikir ve örgütlenme özgürlüğüne bağlı olarak savunulmalıdır. Bir tek kanun maddesiyle, fikir, örgütlenme ve gösteri özgürlüklerini kısıtlayan bütün yasalar, yönetmelikler iptal edilmelidir. Böylesine tam bir özgürlük, zaten bütün siyasi hükümlülerin ve davaların dışarı çıkması anlamına gelir. Herkesin her şeyi savunabildiği ve bunun için birlikler kurabildiği bir ülkede, silaha başvurmak anlamsız olacağından, PKK’nın derhal ateş kesip sınır dışına çıkması buna bağlı olarak savunulur. Böylece Ateşkes ve barış, demokrasiye bağlanır.
Programatik ve Stratejik Olarak Yapılması Gerekenler
1) Bugünkü program derhal kaldırılmalıdır. Kürtlüğün ya da Aleviliğin veya başka dinsel, etnik, dilsel kimliklerin tanınması yerine; bugünkü ulusu belirleyen dinsel, etnik, dilsel vs. tanımların kaldırılması temel program olmalıdır. Yani ulusun Türklükle ve Sünni İslam’la tanınmasına son verilmesi. Bunun için son derece net açık ve somut tedbirler. Herkese anadilinde eğitim hakkı. Ama herkesin ana dilinde, aynı Tarih kitabını okuması. Bu kitabın tüm dillerden, dinlerden, etnilerden bir kurulca yazılması. Bu tarih kitabı fiiliyatta ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih kitabı olur.
2) Buna bağlı olarak, tüm düzeylerde her türlü idari birimin seçimle gelmiş organ ve yöneticilerde olması; merkezi idarenin atadığı memurlara son verilmesi.
3) Bütün dikkat ve vuruş bu iki maddelik acil programa yöneltilmelidir. Bu Türk ve Kürtleri birleştirebilecek; demokratları ve demokrat olmayanları ayrıştırabilecek biricik programdır
Bir demokratik hareket oluşturulması için, ilk planda ve acil olarak yapılması gerekenler bunlardır. Eğer bunlar 2008’deki Çatı Partisi Toplantısı’nda yapılsalardı…
Haydi o zaman olmadı diyelim, daha sonraki Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin Ankara Kongresi’nde yapılsalardı…
Haydi o zaman olmadı diyelim, geçen seneki HDK kongresinde yapılsalardı, bugün Türkiye’de Türkler arasında da hızla gelişen kitlesel bir demokratik hareket yaratılmış olurdu.
Böylesine güçlü bir hareketin olduğu bir ülkede, şimdilerde ölüm oruçlarında geri dönüş sınırlarını aşan mahkumlar içerde olmazdı; içerde olsalar bile Kürt burjuvazinin etkisini kırmak için açlık grevine girip, bu stratejik yanlışları taktik manevralar ve büyük fedakarlıklarla gidermeyi denemek zorunda kalmazlardı.
Bu ölüm oruçları aynı zamanda, Kürt Özgürlük hareket içindeki sınıf mücadelesinin bir görünümüdür ve pleplerin, AKP’nin kendilerini tutuklayarak önünü açtığı Kürt Burjuvazisinin etkisini sınırlama; mücadelenin öncülüğünü onlardan tekrar geri alma girişimidir.
Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi, dayanışma gösterileriyle, aslında stratejik bir yanlışı taktik manevralarla düzeltme çabalarından başka bir şey yapmamaktadır.
Açlık grevleriyle dayanışma; HDK’ya bu program, strateji, taktik ve örgüt biçimlerini kabul ettirmekle olur.
Bunlar karşısında susup, bunları gündeme almayıp şurada veya burada yapılacak dayanışma girişim ve gösterilerinden başka gündem bilmemek, aslında dostlar alışverişte görsün kurnazlığından başka bir şey değildir.
Elbet bunlar yapılacaktır. Ama bunlar taktik çabalardır, stratejik bir yanlışı gideremezler. Yapılması gereken stratejik yanlışa son vermek; akılsız başı kesmektir.
Her kim ki, bunu görev olarak ortaya koymadan, şurada veya burada yapılacak dayanışma girişimlerini buna alternatif bir pratik militanlık olarak sergilemektedir, aslında dayanışır gibi yaparak yeni ölümlerin yolunu açmaktadır.
Bakın bugünkü HDK kongresinin gündemine. Program akışını gündem diye yutturan, sözde günün acil sorunu olan ölüm oruçlarını tartışan, ama gerçek sorunlardan kaçısın ve onların örtüsü olan dostlar alışverişte görsün toplantısından başka bir şey değildir.
Bu yukarıda önerdiğimiz konuları gündeme alıp tartışmayan ve bu değişiklikleri yapmayan bir HDK bir dostlar alışverişte görsün örgütü olmaktan başka bir şey olamaz ve değildir.
10 Kasım 2012 Cumartesi
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder