Demir Küçükaydın, 1949 yılında Balıkesir’in
Savaştepe ilçesinde doğdu. İstanbul Üniversitesinde sosyoloji, felsefe ve
psikoloji okudu. Soğuk demircilik gibi birçok işlerde çalıştı. Taksi
şoförlüğünden malulen emekli oldu.
1968’de yükselen gençlik hareketinde yer aldı.
Türkiye İşçi Partisi, Deniz Gezmiş’in
önderi olduğu Devrimci Öğrenci Birliği
gibi örgütlerde üyelik, Dev-Genç, Yapı İşçileri Sendikası gibi örgütlerde
yöneticilik yaptı.
Aliağa rafineri inşaatında işçi
örgütlemelerine katıldı. Filistin’e gitti... Demokratik Halk Kurtuluşu
Cephesinde yer aldı. Dönüşünde sınırda yakalandı. Daha sonra Dev-Genç
davasından yargılandı. 1974’te çıkardığı Kıvılcım
adlı gazete nedeniyle 17 Yıla mahkûm oldu. 10 yıl hapiste yattı. 25 yıl
sürgünde yaşadı.
Birçok gazetede ve dergide yazdı. “Marksizmin Marksist Eleştirisi”; “Tersinden Kemalizm - Alevilik, Din Ulus ve
Bilim Üzerine Beşikçi’nin Eleştirisi”, “Büyük
Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji”; “Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi”; “Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten
Kurtarmak – Denemeler” gibi kitapları vardır.
Yazı ve kitaplarına www.demirden-kapilar.net ve www.akintiya-karsi.org/koxuz
sitelerinden ulaşılabilir.
Demir Küçükaydın ile İslam, Sosyalizm ve birçok
konu üzerine konuştuk...
Müslümanlar
İslam havzasının geniş olduğunu düşünür. Toplumsal anlamda birçok yardımlaşma
öğesi vardır. Bunlardan örnek verecek olursak İnfak, Zekat, Sadaka, Fitredir.
Bütün bunlara alternatif olarak neden komünist/sosyalist bir hareketin var
olmasını gerekli görüyorsunuz?
Aslına bakılırsa bütün büyük dinler, insanları
iki yönden eşitlemeye çalışırlar: Topluluk olarak ve sınıfsal olarak. Sınıfsal
olamayan aidiyetler vardır. Örneğin insanlar herhangi bir toteme taparlar veya
herhangi bir aşirete bağlıdırlar. Ticari, ekonomik ilişkiler gelişince, o aşiret
ilişkileri onun önünde bir engel olmaya başlar. Mekke’yi ele alalım.
Kureyşliler, Mekke’nin zenginleriydi. Aşiretler de, aşiretsizler de vardı. Totemler,
yani putlar bu aşiretlerin ayrılığının ve eşitsizliğinin sembolleriydi. Allah’ı
kabul etmek, Allah’a şirk koşmamak, eşit olmak anlamına geliyordu. Allah büyük
ölçüde eşitleyici bir varlıktır. Bütün farklı aşiretleri bir tek Allah’ın
kulluğu ile eşitler. Bu bir biçimsel eşitlikti.
Gerçek bir iktisadi ya da sınıfsal eşitlik
olması yönünde de dinlerin gayreti vardır. Hristiyanlıkta “ Komşunu kendinden
önce düşün..” denir. İslamiyet’te faizin haram edilmesi, başkalarıyla
elindekini paylaşmak gibi davranışlar her zaman övülmüştür, hatta farzdır.
Ama bütün tarih bize şunu gösterir: dünyanın
en iyi ahlaki öğretileri bile fiiliyatta gerçekleşmemiştir. Bir süre sonra
zenginler elindekileri vermemeye başlamışlardır.
Bu
başarısızlık neden kaynaklanıyor?
Sorunun özü şurada aslında; tüketim ve bölüşüm
aracılığıyla eşitlik çağrıları başarısız kalmaya mahkumdur. Çünkü bunlar
eşitsizliğin nedenlerine girmez, onların sonuçlarıyla uğraşır. Sınıfları yok
etmez, sınıfları veri alarak onların arasındaki farkı, tüketim ve bölüşüm
farklılıklarını ılımlandırmaya çalışır.
Marksizm denilen öğreti de eşitlikçi
çağrısıyla, bütün dinlerin mirasına bu anlamda sahiptir. Fakat bunun için
çözümü başkadır. Nedenlerine girer. Dolayısıyla eşitliği üretim ve mülkiyet
ilişkileri aracılığıyla sağlamakta çözümü bulur. Sınıfları kabul ederek
eşitlemek değil, sınıfları var eden koşulları ortadan kaldırarak, sınıfları yok
ederek eşitlemek. Bu anlamda bütün büyük dinlerin hiçbir zaman
gerçekleştiremedikleri ideali gerçekleştirmenin gerçek koşullarını sağlar.
Tüketim ya da dağıtım alanında ahlaki
önerilerle gerçek anlamda bir eşitlik sağlanamaz. Biz üretim ilişkileri
alanında hareket ederek bir eşitliği sağladığımız taktirde, eşitlik
sağlanabilir ve insanların iyi niyet veya ahlaklıklarına tabii olunmaz. Burada
toplumsal sistemin kendisi eşitlikçi olur. Temel fark buradan gelir zaten.
Marksizm de tüm insanları eşitlemek ister
“dil, din, “ırk” ne olursa olsun bütün insanlar eşittir” idealini sahiptir. Bu
biçimsel eşitliğin varlığını veya olmasını veri kabul edip “gerçek bir eşitlik
nasıl olabilir?” sorusuna cevap verir. Bütün dinler bunu ahlaki vaazlar vererek
yapmaya çalışmışlardır, ama başarısızlıkla neticelenmiştir. Zenginler eninde
sonunda tüm üretimleri ele geçirmişlerdir ya da onlar bir süre sonra dinlerin
içinde egemen durumuna gelmişlerdir.
Kur’an-ı
Kerim’de özel mülkiyeti sınırlayan birçok ayet vardır. Bu anlamda mülkiyeti
sınırlayan, Marksizm’den çok ileri talepleri vardır. Özellikle Lenin döneminde
fabrikaların işlemesi, işçilerin çalışması düzenli bir şekilde olmadı.
Bunlardan dolayı orada da çatlaklar oluşmadı mı?
İki şeyi birbirinden ayırmak lazım. Dünyada
sosyalizm diye bir şey hiç olmadı. İslam’ın başına gelen tabiri caizse,
sosyalist teorinin de başına geldi. Nasıl İslam başlangıçta Mekke’de
yoksulların bir hareketi olarak başladı ve onu bir takım zenginler ele geçirdi
ise, bu zenginler İslam’ın bütün demokratik ve eşitleyici gücünü yok ettilerse
öyle… Başlangıçta tüm Müslümanlar silahlıydı. Cami de toplanılırdı, -ki aslında
bir meclis demekti cami- orada halifeden bile hesap sorabiliyorlardı ilk
Müslümanlar. Ama o camiler ne oldu? Şam’daki halifenin emirlerinin okunduğu
yerler haline dönüştü. Artı halifelik babadan oğula geçmeye başladı. Biat etmek
bir bakıma onaylamak, seçmek demektir. Biat da, seçim de ortadan kalktı. Silahlı
Müslümanların yerini devletin silahlı adamları aldı. Benzeri de sosyalizmin
başına geldi. Nasıl Muaviye ve diğerlerinin yaptıklarına bakarak İslam dini
veya öğretisi yargılanamazsa, Sovyetler ve diğerlerine bakarak da Sosyalist
öğreti yargılanamaz. Sosyalizmin Muaviyesi de Stalin’dir diyelim…
Doğunun
kültürünü almış bu topraklarda sizce komünizm ya da sosyalizm ne kadar etkili
olabilir?
Doğunun kültürü dediğiniz nedir? Doğu dediğiniz
nedir? Doğu coğrafi ya da sosyolojik bir kavram olarak ele alınabilir. Coğrafi
olarak Doğu, Orta Doğu’nun doğusudur diyelim. Mesela Dicle ile Fırat’ın
doğusundan ta Japonya’ya kadar doğudur, diyelim. Ama bu coğrafi bir kavram olur,
sosyolojik doğu kavramı farklıdır. Fas batının batısında olmasına rağmen
doğudur. Japonya doğunun doğusu olmasına rağmen batıdır. Neden? Neden doğudur,
neden batıdır?
Doğu aslında özünde klasik uygarlıklara geçmiş
demektir. Çin, Hindistan, İran, Akdeniz Bölgesi, Mısır, Mezopotamya gibi
bölgeler sosyolojik olarak doğudur. Coğrafi olarak ister batıda olsun ister
doğuda. Bunlar 5000 yıldır klasik sınıflı toplumların uygarlıklarının yaşadığı
yerlerdir. Sınıflı toplumlar varsa oralarda her zaman eşitlikçi fikirlerde
olmuştur. Hıristiyanlıkta örneğin Bogomillik; İslamiyette Alevilik, Bektaşilik,
İsmaililik gibi Batıni tarikatlar; Hindistan’ın kast düzenine karşı Budizmin
reformcu karakteri v.s… Dünya tarihine baktığımızda nerede bir sınıflı toplum
varsa eşitlikçi idealler de olmuştur. Bu eşitlikçi idealler modern sosyalist
fikirlerin ortaya çıkışına kadar, eşitlikçiliği daima tüketimi kısıtlayarak ya
da zenginliği aşağılayarak, kanaatkarlığı yücelterek, Hint fakirlerinden tutun
bu günkü İslam aleminde konformizmi reddeden, hatta sizin bulunduğunuz sitede
övülen kanaatkarlığa malını başkalarıyla paylaşmaya yönelik anlayış ve
çizgilere; uzak Asya’nın “spor”larından tutun, Hıristiyanlığın içindeki
Katarlara kadar çeşitli tarikatlarakadar savunulmuştur. Bunlar bir anlamda her
zaman Sosyalizm idealine sahip olmuşlardır. Bu anlamda sosyalizm bu topraklara
yabancı değildir. Sadece bunun biçimi nasıl erişileceği üzerinden bir sorun
vardır ki, Modern Sosyalizm, buna Marksizm diyelim, “üretim ilişkileri alanı
üzerinden bunu değiştirebiliriz” demiştir. Tek fark oradadır.
Ben olabileceğini düşünüyorum. Mesela Osmanlı
devletinde toprak mülkiyeti yoktu. Topraklar çiftçilere eşit olarak
dağıtılıyordu. Osmanlı bir toprağı ele geçirdiği zaman nüfus sayımı ve arazi
tahriri yapıyordu. Bir çift öküzle bir aileyi geçindirebilecek kadar toprakları
eşit olarak dağıtıyordu. Bu Bolşeviklerin Ekim Devrimi’nden sonra yaptıklarının
tıpkısıdır. Ya da Amerika’da Homestead Kanunu’ndan sonra batıdaki boş
toprakların, Amerikalı çiftçilere verilişinin tıpkısıdır. Biri Amerika’da, biri
Bolşevik Rusya’sında, biri Osmanlı’da.. Bir düzen, pekala insanlara rahatlık,
mutluluk getirmiş, onların sırtındaki sömürüyü ve zulmü kaldırmışsa insanlar
onu kabul edeceklerdir.
İslam’ın
ve Sosyalizmin tarihsel süzgecinden sonra günümüze gelelim. Vahşi kapitalizm
ile modern kapitalizmin etkin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunun tam ortasına
sıkışmış Türkiye Cumhuriyeti’ni düşünürsek… %99’u Müslüman oluşunu da baz
alırsak; teorisini batı argümanlarının üzerinde temellendirmiş Marksist bir
yönelim sizce Müslümanların gelenek ve göreneklerine uyum sağlar mı?
Bu ifadeye bazı itirazlarım var.
Birincisi kapitalizm her zaman vahşidir. İster
modern, ister antika olsun. Vahşi de olmak zorundadır. Artı değerin kaynağı iş
gücüdür. İşçi gücünü ne kadar ucuza ve ne kadar çok çalıştırırsan o çok kar
edersin. Diğer kapitalistlerle o derece rahat rekabet edersin. Bu işin
mantığının özü budur.
İkincisi; Türkiye’nin %99’u Müslüman değildir.
Ayrıca, Türkiye’de hiç Müslüman yok (!) kendine Müslüman diyen insanlar var. Bu
dünyada Müslüman olmak ta mümkün değildir…
Müslüman
olmak mümkün değil midir?
İslam, doğru olarak, Dini bir “inanç” olarak
görmez; toplumsal bir düzen olarak görür. Siz “Ben İslam dinine inanıyorum,
dinim İslam’dır.” dediğinizde, aslında İslamiyet’in din tanımı üzerinden değil,
Aydınlanmanın din tanımı üzerinden İslam’ı tanımlamış olursunuz. Dini İnanç
olarak, kişinin özel bir sorunu olarak tanımlayan Aydınlanma’dır. Ben
Müslümansam, Türkiye Cumhuriyeti’ne vergi vermemem, askerlik yapmamam, onun
okullarına gitmemem gerekir. Bu anlamda hiç kimse Müslüman değil. Olamaz da
zaten. Birisi “ Ben Müslümanım ben
Allah’ın adına vergi vereceğim, Allahın adına askerlik yapacağım, bana
gönderilen kitaba göre o hukuktan yargılayacağım ya da yargılanacağım, ben
Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımıyorum, onun kararlarını tanımıyorum” dediği an
yaşama şansı yoktur. Müslüman olma şansınız yoktur…
Uluslarla kaplı bu dünyada. “Elhamdülillah
Müslüman’ım” diyen Müslümanlığını söylemiş olmaz. “Müslümanlığı bir inanç
olarak kabul eden dindenim” demiş olur. Dini bir inanç olarak kim tanımlar? Tabi
ki ulusçular tanımlar. Yani aslında “ben Türküm” demiş olur. Bir Müslüman Türk
olamaz, bir Türk de Müslüman olamaz. Biz insanlara kendilerine atfettikleriyle
değil, nesnel anlamlarıyla bakmalıyız.
İkincisi; Türkiye’nin %99’u Müslüman değil,
Aleviler de Müslüman değildir. Alevilerin, klasik İslam’ında bildiği gibi,
Müslüman olması için önce “gavur” olması gerekir. Alevilik İslamiyet’e
Hristiyanlık’tan daha uzaktır.
'Alevilik
İslamiyet’e Hristiyanlık’tan daha uzaktır' derken?
Alevilik sınıfsız köylü toplumunun dinidir.
İslam’ın egemen olduğu topraklarda yaşayabilmek için kendisini Alevilik
biçiminde var edebilmiştir. Eski çağ Müslümanları Aleviliğin İslam’a
Hristiyanlık’tan bile uzak olduğunu biliyorlardı. Onun için “ Bir Alevinin
Müslüman olması için önce gavur olması lazım” derler. Anlatmak istedikleri
şuydu; Hristiyanlık ve Musevilik bir uygarlık dinidir. Sınıflı toplumun
dinidir. İslam gibi. Ama Alevilik kitapsız, yani henüz uygarlığı ve yazıyı ve
devleti bilmeyen köylülerin dinidir. Uygarlığı, yazıyı, kitabı bilmeyen bir
toplumun dinidir. O uzaklığı ifade edebilmek içindir. Nasıl Müslüman yoksa bu
günkü toplumda Alevilik de yoktur. Mümkün de olamaz. Ulusal devletlerin var
olduğu bir dünyadayız. İnancının Hristiyanlık, Müslümanlık, Alevilik olduğunu
söyleyenler, ne Hristiyan, ne Müslüman ne de Alevidirler. Onlar şu ve ya bu
ulustan insanlardır. Onlar dinini inanç olduğunu söyleyen Türkler, Kürtler, Almanlar,
Fransızlardır.
Son
yıllarda İslamcılar dünya siyasetinde yer almaya başladılar. 11 Eylül ülkemizde
de İslamcıların siyasette, cemaatler üzerinden söz sahibi olması gibi. Neticede
İslam politikleşti. Politik İslam sizce
nedir?
Ben bugünkü dünyada İslam’ın olabileceğini
düşünmüyorum. Ama İslam’ı bayrak yapan hareketler vardır. Bunlar modern sosyal
partiler ve hareketlerdir. Bugünkü dünyada İslam’ı bayrak yapan birçok hareket
var. Bunlar çeşitli sınıfların eğilimini yansıtıyorlar. Bunun içinde burjuvası
var, emekçilerden, yoksullardan yana olanı var, küçük burjuva eğilimlerini
yansıtanı var, çeşitli farklı kültürel renklere göre bunu ifade edeni var.
İslam’ın içerisindeki farklı geleneklere göre bunu ifade edeni var v.s. Örneğin
İran’daki Şiilik içerisinde siz bunu ifade edecekseniz, Şiiliğin varsayımları
içerisinde mücahitleri kuran Ali Şeraiti de olduğu gibi başka bir paradigma
içerisinde ifade ediyorsunuz. Sünni bir ülkede ifade edecekseniz, başka bir
şekilde gidiyorsunuz. Pakistan’ın gelenekleri başka… böyle bir yanı da var
farklılıkların. Politik İslam’a bakarsanız 20. yüzyılın başlarında İslam
ülkeleri, bir yandan batının sömürgesi durumuna gelmişlerdir, bir yandan
kapitalizm ile ilişkiye geçmişlerdir. Politik İslam böyle doğmuştur.
Sömürgeciliğe karşı, “İslam’ı var olan dünya
içerisinde yeniden nasıl tanımlarız” diye bir sürü hareketler
geliştirmişlerdir. Bugün politik İslam denen hareketlerin kaynağında bu vardır.
Ben Politik İslam’ı modern politik partiler ya da hareketler olarak görüyorum.
Kendilerinin iddiaları gerçek İslam’ın devamcıları, öz İslam’ın hakiki, bugünkü
temsilcileri olmasına rağmen, biz bu hareketleri, onların kendi hakkındaki iddialarıyla
değil, onların bugünkü dünyadaki nesnel konumlarıyla değerlendirdiğimizde bu
sonuç ortaya çıkar. Bu nedenle ben onları modern siyasi partiler olarak
görüyorum.
Ayrıca şöyle bir sorun var; Politik İslam
denilen hareketler, bugünkü dünyada ulusal devletlerde var. Bu ulusal devletler
tıpkı Mekke zamanının aşiretleri gibidirler. Bugünkü Dünya insanının
mutluluğunun önündeki en büyük engel uluslar ve ulusal devletlerdir. Bu
ulusları ve ulusal devletleri yıkıp yerine ne kuracaksınız? Politik İslam’ın
cevabı ‘İslam’… Ama o zaman şöyle bir eşitsizliğe yol açmış olacak; -dünya
çapında bir tek İslam Cumhuriyeti’ni varsayalım- Dünyanın büyük bir bölümü Hıristiyan,
Budist , Konfüçyüsçü… bunları ya kese kese zorla Müslüman yapacaksınız ya da
onları ikinci sınıf vatandaş yapacaksınız. Birtakım haklardan mahrum
edeceksiniz. İslam hukukunu göre de siz, Allah’ın dediklerinden bir düzen
kuracaksanız, onları ikinci sınıf vatandaş yapmanız gerekir. Osmanlı’nın Hıristiyanlara,
Yahudilere yaptığı gibi. Bu ise eşitsizlik yaratacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini Türklükle
tanımlayıp, Türk olmayanlara ya da Sünni Müslümanlığı tanıyıp Alevileri ikinci
sınıf vatandaş yapması onlardan aldığı vergilerle Sünni Müslümanların “din
adamları”nın maaşlarını karşılaması gibi bir duruma düşeceksiniz. Budistler,
Konfüçyüsçular, Hristiyanlar, Protestanlar hepsi ikinci sınıf insan olacak.
Siyasal İslam bu sorunla yüzleşmiyor.
Ama bu sorunla yüzleşmediğinde de, fiilen İslam
ile tanımlanmış bir ulusal devleti önermiş oluyor. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti
kendini Türklükle tanımlıyor. Diğerlerini baskı altına alıyor. Kendisini İslam
olarak tanımlayınca İslam’a dahil olmayanları baskı altına alacak bir ulus
devlet kurmuş olacak. “Politik İslam”ın en eşitlikçisinde bile, hatta sizin
yazdığınız sitenin bile, en zayıf noktası burada.
“Politik İslam” bununla yüzleşmek zorundadır.
Çünkü, biçimsel veya hukuki eşitliğin olmadığı bir yerde gerçek veya iktisadi
eşitliğin üzerine vurgu yapmak, o biçimsel eşitlik üzerinde bir körlük
yaratmakta ve esas can alıcı sorundan kaçmaya yol açmakta. Türkiye
sosyalistleri bu hatayı yaptı. Dünya Sosyalist hareketi de bu hatayı yaptı.
Sanki Türkiye’de Kürtler, Rumlar eşitmiş gibi varsayılarak, sosyal bir eşitliği
ön plana çıkardı. Ne oldu? Ulusalcılıkla sonuçlandı. Politik İslamcılık
içerisinde bugün eşitlikçi ve özgürlükçü bir eğilim yansıyor. Özgürlükçü eğilim
ulusçulukla yüzleşip kesin tavır almadığı takdirde, sosyalistlerin uğradığı aynı
akıbete mahkum olacaktır. Yüzleştiği takdirde ise; İslam ile tanımlanmış bir ulus
devlet kurmamak içinde dünya çapında insanların dini, dili, soyu, sopu ne
olursa olsun, eşitlikçi bir düzen istiyorsa, fiiliyatta kendini İslamiyet ile
değil de, inançların tamamen kişisel olduğu; bütün diğer dinlerin eşit düzeyde
olduğu, bir düzenle tanımlamış olacaktır.
Politik İslam’ın en zayıf noktası budur. Bunu
savunamıyorlar, orada takılıyorlar. Mantık sonuçlarına ulaşmış bir “Politik
İslam” her türlü eşitsizliğe karşı mücadele eden, bir sosyalizmden farklı
olamaz.
Son
zamanlarda AKP ılımlı İslam adı altında birtakım politikalar yürütmeye çalıştı.
Ekonomik ilişkilerde başarılı fakat siyasal ilişkilerde başarısız oldu.
Özellikle Kürt açılımında istenilen sonuç alınamadı. Toplumun bir çok
kesimiyle, aydınlarla bir araya gelindi. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
AKP bugün Anadolu’da yükselen burjuvaziyi
temsil ediyor. Bu şu demektir: Osmanlı devletinin son zamanlarında Anadolu’da
da iyi kötü bir kapitalizm gelişmişti ve bu kapitalizmin büyük ölçüde Rum ve
Ermenilere dayanıyordu. Rum ve Ermeniler katledildi. Tıpkı Fransa 1600’lerde
Protestanların kesilmesi gibi Türkiye’de de Hıristiyanlar kesildi veya sürüldü.
Fransa’da Burjuva devrimi bununla nasıl 100 yıl geriye gittiyse, Türkiye’de de
burjuva devrimi 100 yıl geriye gitti. Ve nasıl Fransa’da o katliamın ardından
‘devlet benim’ diyen Lui’ler egemen olduysa, Türkiye’de de bu “devletçiliğimiz”,
Kemalizm denen ideoloji biçiminde egemen olmaya devam etti. Rum, Ermeni ve
Hristiyan ailelerin malları ya hükümet veya belediye konakları oldu yada feodal
ağaların konakları, ya da kasaba bezirganlarının evleri, konakları oldu.
Üretici bir sermaye birden bire tefeci bezirgan bir sermayeye dönüştü.
Modern Kapitalist sermaye ile tefeci bezirgan
sermaye arasında şöyle bir fark vardır. Kapitalist sermaye üretimle ilgilidir.
Kendini çoğaltmak için üretimde bulunur. Tamam işçiyi sömürür ama işçiyi
sömürürken toplumu zenginleştirir. Ama Tefeci Bezirgan sermayenin, yani kapitalizm
öncesi sermayenin üretimle ilgisi yoktur. Kendini arttırdığı an üretim geriler.
Köylü yoksulluktan ölür, sermaye bulamadığından aç kalmaya başlar. Tefeci
bezirgan sermayenin yükselmesi için birilerinin ürünlerine el konulması
gerekir...
İşte şimdi bu Hıristiyanların tasfiyesiyle
Tefeci ve Bezigan sermayeye dönüşmüş sermayenin tekrar modern bir Kapitalist
sermayeye dönüşü ve bunun yansımasıdır AKP. Yani Hıristiyanları kesenlerin veya
onların mallarına konanların torunları, kestiklerinin bir zaman yaptıklarını
yapmak durumuna geliyorlar. Fransa’da da böyle olmuştu. Yüz yıl sonra Protestanları
kesenlerin torunları Fransız Devrimi’ni yapmışlardır. Tabii Türkiye’de bu tam
şark usulü oluyor. Ciddi bir demokratikleşme olmaz.
Şu anki iktidar kendi açısından akıllıca
davranıyor. Bu askeri bürokratik oligarşi karşısında iktidara gelebilmek için
daha esnek bir politikaya geçtiler, Laik denen sermaye kesimlerinin desteğini de
aldılar. Laik ve liberal aydınların desteğini aldılar ve iktidarlarını
güçlendirdiler. Şimdi ikinci adıma geçiyorlar. Kürt hareketini nasıl tecrit
ederiz? Kürt burjuvalarıyla nasıl ittifak kurarız diye davranıyorlar.
Kürt hareketi yoksullara dayanan bir
harekettir. Elbette içinde zenginler de var. Şimdi onlar kendi akıllarından
şöyle hesaplıyorlar; “ben bu yoksullara dayanan hareketin yoksullar kısmını
nasıl tasfiye ederim ? Kürtlerin radyosunu, televizyonunu kurarım, Kürtçeye
biraz özgürlük tanırım. Zaten Kürt burjuvazisi buna teşne. PKK ve KCK üzerinde
baskıyı arttırırım. Onlara şu sinyali vermiş olurum 'Kürt yoksullarının
taleplerinin ve örgütlerinin peşinden gitmeyi bırakın, bakın ben size kıyağımı
yapıyorum'"... Onlar kendileri açısından akıllı davranıyorlar.
Ben bunun karşısında ne yaparım? Sorun orada
aslında. Bu konu tartışılmıyor. Sorunu böyle koymak gerekir diye düşünüyorum.
Son
dönem PKK şiddetini arttırmıştı, ardından devlet TSK’ya iyice yüklendi ve en
son yaşadığımız Uludere katliamı oldu. Katliama karşı devlet ne özür diledi,
nede geri adım attı, nede oradaki insanların yaralarını sardı. Aksine
saldırganlığına devam etti ve şuan Kürt siyasetçiler tutuklanmaya devam ediyor.
Bunun sonucuna ilişkin bir öngörünüz var mı?
Genel eğilimle geçici, taktik gelgitleri
karıştırmamak gerekir. Uludere’de hükümet esas stratejisiyle çelişen
davranışlar içerisindedir. Esas stratejisi bu kadar kesin bir şekilde Kürt
düşmanlığı tarzında değildi. Stratejisi Kürtleri bölmek, içinden PKK’yı tecrit
etmeye yönelikti.
Kürt hareketinin de bu hükümetin stratejisine
karşı doğru düzgün bir stratejisi yoktur. Bu anlamda Uludere biraz “imdat” gibi
oldu diyebiliriz. Kürt hareketinin kendini biraz toparlamasına yardım etti. Ama
zaafını da örttü ve uzun vadede belki de zararlı oldu getirdiği toparlanmayla.
Bu hükümetin amacı zaten devleti
demokratikleştirmek falan değildi. Var olan bürokratik mekanizmaya hiçbir
şekilde dokunmak istemiyordu. Sadece kendi kontrolüne almak istiyordu. Bu
amacına ulaşmış durumda. Dolayısıyla bu hükümetten demokratikleşme beklenemez.
Ama bu hükümetin sonunu da bizzat bu
getirecektir. O askeri bürokratik oligarşi orada duruyorsa, sen onun
temellerine dokunmamışsan, bir süre sonra maddi temelleri orada duran güç, bir
şekilde politikada da yansımasını bulur. Bu şuna benzer: siz eşitlikçilikten
söz ediyorsunuz ama bir toprak reformu yapmıyorsunuz. Toprak sahiplerinin
malını alıp başka toprak sahiplerine vermeye kalkıyorsunuz. Bu bir sistemi
değiştirmez Köylülere toprak dağıtırsanız bu bir şeyi değiştirebilirsiniz.
Devleti dağıtıp gerçek gücü tüm seçilmiş organlara verirseniz; anti- demokratik
yasaları kaldırırsanız bir şey değişir. Ama bütün bunlar, hepsi yerinde duracak
siz o devletin direksiyonunu ele geçireceksiniz. Bir şey değişmez ve o sosyal
güç yerinde durur. Ahmet’in yerini Mehmet alır. Olan biten budur.
BDP
öncülüğünde yapılan Halkların Demokratik Kongresinde bir takım eleştirileriniz
vardı. Bunları okurlarımızla paylaşır mısınız?
HDK güzel sözler söylüyor ama o güzel sözlerin
içi boş, kendileri de boş. Bu şekilde olmaz.
İtirazlarımın birincisi örgütsel. HDK çeşitli Türk
sol örgütlerine dayanıyor. Elbette başta tulumbaya bir bardak su koymanız
gerekebilir su çekebilmek için. Örgütlere başlangıçta dayanabilirsiniz ama bir
süre sonra o örgütlere dayanmayacaksınız. Örgütler lağv edilmeli ya da örgüt
olarak değil üyelerinin fiili katılımları ölçüsünde etkili olmalı. Yani gerçek
katılımlı katkıları üzerinden temsil edilen bir birlik oluşturmanız gerekir.
Bunu yapmıyor HDK, bunu yapmadığı sürece de ne oluyor? Varoluş biçimsel oluyor.
Hiçbir dinamizm gelişmiyor. Bürokratik bir mekanizma. Bu da tüm tüzüğe ve
yapılanlara yansıyor.
İtirazlarımın ikincisi Programatik. Şu yanlışı
yapıyor; “Biz artık başkalaştırmayacağız ötekileştirmeyeceğiz” vs. deniyor
demogoji yapılıyor. Kürtlerin bir kolektif bir kimlik olarak tanınması
isteniyor. Yanlış strateji ve program budur.
Hayır..! Türklüğün herhangi bir politik
anlamının olmaması gerekiyor. Yani Kürtlüğün Kollektif bir kimlik olarak
tanınması değil; Türklüğün bir kolektif kimlik olmaktan çıkarılması, Kürtlüğün,
Türklüğün politik bir anlamının olmaması için mücadele etmek gerekiyor.
Esas sorun Kürtlerin de ayrı kimliğinin
tanınması değil; Türklüğün de tanınmaması; ulusun Türklükle tanınmasına son
verilmesidir.
Bu pratik olarak herkesin ana dilinde eğitim
hakkı olması demektir. (Anadil eğitim değil, bu farklıdır) Ama anadilinde
eğitim gören eşit yurttaşlar, aynı okullarda aynı tarih kitabını okumalıdır. Aynı
Tarih kitabı. Somut bir örnek vereyim; okunacak tarihi bütün dinlerden,
dillerden, oluşan bir kurul yazmalı mesela.. Bu Tarih, Kürt ya da Türk;
Müslüman ya da Hıristiyan tarihi olmaz. Fiilen insanlık tarihi olur. Herkes
anadilinde aynı okullarda bu aynı tarih kitabını okuyacak. Bu ne Türk tarihi,
ne Kürt, ne Ermeni ne Rum tarihi olur... Bu ancak insanlık tarihi olur. Din,
dil, etni körü, eşitlikçi bir tarih olur. Böyle bir cumhuriyet için mücadele
edilmeli. Adı Türkiye olmuş onun önemi yok. Sadece isim olarak kalır, içeriği
gerçekte demokratik olur. Bunun için mücadele edilebilir. Kürt hareketi bunu
yaptığı takdirde, Türkiye’nin ezilenlerini, aydınlarını, orta sınıfını
ulusalcıların peşine takılmış ilerici insanlarını kazanabilir. Bugün İslamcı
harekete gönül vermiş ya da buradan bir çıkış yolu arayan en geniş kitleleri,
özellikle işçileri, buna kazanabilir. İşte HDK’nın yapmadığı budur. Bunu yapmak
zorundadır.
Ama bunu yapması da zordur. Kabul. Ama zorluk
imkansızlık değildir. Bunu yapmadığı takdirde de çok kötü günler bekliyor. Kan
gövdeyi götürebilir…
Son
olarak okuyucularımıza, bizlere ne söylemek istersiniz?
Eşitlik iki türlüdür. Birincisi. İnsanların
dinleri, dilleri, soyları vs. hiçbir şekilde onların avantajlı ya da
dezavantajlı olması durumuna yol açmamalı. Bu biçimsel ya da hukuki eşitliktir.
İlk idealimiz bu olmalıdır. İslam zamanında bu ideal için yola çıkmıştı.
İnsanları farklı aşiretlerden alıp bir tek Allah aracılığıyla eşit kılıyordu.
Aydınlanma bunun için çıktı. Farklı dinlerden soylardan insanlar vardı. Kimse
farklı dininden fikrinden dolayı aşağılanamazdı. Bu biçimsel eşitliktir. Önce
bunu elde etmeye çalışacağız.
Ama bu biçimsel eşitlik, gerçek eşitlikle,
sosyal eşitlikle veya ekonomik eşitlikle desteklenmezse, bu biçimsel eşitlik
hiçbir şey ifade etmeye bilir, bütün tarihin gösterdiği gibi bir süre sonra o da yitirilir.
Gerçek bir eşitlik için ise iktisadi
ilişkilerde değişiklikgerekir; üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan
kaldırılması gerekir. Bunun için mücadele etmek gerekir.
Bayrağımız İslam olmuş, Hıristiyan olmuş, Aydınlama
olmuş, Sosyalizm olmuş, bunların hiçbir önemi yok. Bizim ne olduğumuza ilişkin
söylemlerimizin anlamı yok. Gerçekte somut olarak ne istiyoruz; ne için
mücadele ediyoruz? Buna değer vermek gerekiyor.
Teşekkürler…
Ropörtaj- Kadir Kaçan/ Edit: Ümmü Gülsüm
Adilmedya.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder