Kongre’nin ilk günü Kongrenin akışında pek bir aksama görülmedi. Çünkü henüz herşey önceden belirlenmiş plana uygun gidiyordu. Tanıtımlar, vekillerin konuşlmaları, sonra misafirler. Salondan da bir kaç kişiye kısaca söz verilmişti.
Sonra Tüzük ve Program Komisyonları hazırlıklarını
anlatmışlar ve değişiklik önerilerinin zaman kaybını önlemek için yazılı olarak
yapılması kararlaştırılmıştı.
Artık sadece Programın bütünü üzerine genel olarak
konuşmak isteyenlere söz verilecekti. Ondan sonra da, program ve tüzük
komisyonlarının gelen önerilere göre yaptığı değişikliklerin oylanıp
onaylanması ve ondan sonra da seçimlere geçilmesi, böylece herşeyin tıkır tıkır
yürümesi planlanmıştı.
Ne var ki, ikinci gün Kongre, hiç de bu plana
uygun yürümedi. Örneğin ikinci gün sabahın en değerli saatleri, dilekler ve
temenniler bölümünde yapılabilecek ve yapılması gereken konuşmalarla öldürüldü.
Sonra Program üzerinde düzeltme önerileri birdenbire “birleşiyoruz”a nazire
adeta bölünüyoruz denebilecek bir gerginlikte tartışmalara dönüştü. Bu
“tehlikeli” gidişi gören divan tartışmayı, bir çözüm aranmak üzere uzun bir
arayla kesti. İşin ilginci Kongre’nin bu tek canlı, kendiliğinden gelişen,
kontrol dışı tartışması ilginç bir şekilde mikrofonsuz yapıldı ve kimin ne
dediği de tamamen anlaşılamadı.
Sonra bir programın kararlaştırılmasını başka bir
kongreye erteleyen, yani problemi çözmeyen ve sadece erteleyen bir uzlaşmaya
varıldı. Bundan sonra da alel acele tüzük ve seçimlere geçildi?
İkinci gün, Divan bir yandan en değerli zamanları
bir mirasyedi gibi harcıyor, diğer yandan zamansızlık nedeniyle en önemli
sorunların çözümünü başka kongrelere erteliyordu?
Kongre üzerine biraz dikkatlice düşünen bu
çelişkili durumu görmezden gelemez.
Peki neden böyle oldu?
Kongre üzerine hiç bir haberde veya yorumda
görülemeyecek, kimsenin de sormayı akıl edemediği veya sormak istemediği soru
budur?
Kongre üzerine yazılmış hiç bir haber ve yazıda
kongrenin böyle bir seyir izlediği ve neden izlediği üzerine bir tek kelime
bile bulunamaz.
Aşağıda neden böyle olduğunu açıklayacağız.
Bunun cevabını en baştan söyleyelim.
Bu akış, doğrudan doğruya bizim programı bir bütün
olarak eleştirmemiz ve karşı bir program önermemizle, bu öneriyi gündeme
almamak için, Kongre divanı veya Başkanı’nın Kongre gidişinin manüple etmesiyle
ilgilidir.
Yok olan ve olması gereken, sosyalist yuvarların;
apparatçikilerin (bu yuvarların kadrolarının) anti demokratik, teoriye zerrece
değer vermeyen, manüplatif davranışlarının en tipik tezahürüydü Divan’ın bütün
yaptıkları.
Ne olmuştu da divan böyle davranıyordu?
Bu cevap, Demir Küçükaydın’ın birinci günün
sonunda, bir bütün olarak program konusunda yaptığı konuşma ve bu konuşmaya
bağlı sonuçlardadır.
*
Birinci gün, Tüzük’ten sonra, Program konusunda
Komisyon’un raporu sunulup, önerilerin yazılı yapılması istendikten sonra,
artık herkesin yorulduğu, salonun yarısının boşaldığı son saatinde, Divan, her
kongrede normal olarak draha önce yapılması gerekeni son anda yaptı[1].
Programın bütünü üzerine eleştirilere geçti. Hem de herkesin artık iyice
yorulduğu, bir an önce bitsin de gidelim diye düşündüğü ve buna salonun yarısından
fazlasının ayaklarıyla oy verdiği saatte[2].
Tam hatırlamıyorum ama dört beş kişi söz aldı.
İnsanların bütün üzerine söz alıp ayrıntılar üzerine konuşacaklarını tahmin
ettiğimden, daha kimse söz almadan elimi kaldırmama rağmen nedeyse en son söz
bana verildi.
Tam da tahmin ettiğim gibi, önceki konuşmacılar,
bütün üzerine söz alıp ayrıntılara ilişkin konuştular ve aslında bütün üzerine
bir tartışmayı fiilen engellemiş de oldular.
Ben söz alınca, kelimesi kelimesine hatırlamıyorum
ama en azından şunları söyledim ve söylemeye çalıştım.
Bu Kongre’de elbette ileriye doğru atılmış bir
adım bir düzine programdan önemlidir ama yanlış bir program ilerde, tarih
önümüze bir fırsat çıkardığında, onu ıskalamamıza yol açar. Bu bakımdan, bir
yandan çalışır mücadele ederken, program konusunda bir ilerleme ve netlik
sağlamak hayati önemdedir. Buna burada şimdi başlanabilir ve başlanmalıdır.
Önceki konuşmacılar bütün üzerine konşacakların
söyleyip aslında ayrıntılar üzerine konuştular. Ben gerçekten bütün üzerine
konuşacağım. Bence programın bütünü, baştan aşağı hem biçimce hem içerikçe
yanlıştır.
Bu program Fransızların dediği gibi “herşeyi ve
hiç bir şeyi” anlatıyor. Böyle program olmaz.
Bundan sonra, biçimsel bakımdan eleştirileri dile
getirdim.
Programın Program komisyonu sözcüsü tarafından sunuluşunda
program yerine bir ilkeler deklerasyonu yazıldığının belirtildiğini; ilkeler
deklerasyonları ile modern toplumda bir birleşme sağlanamayacağını; program
denen şeyin çok net ve sade olması gerektiğini; tamamen somut talep
ve teklifler içermesi gerektiğini; Çinlilerin dediği gibi “sadeliğe
ancak gelişmenin çok yüksek bir aşamasında” ulaşılabileceğini; programın bu
sadelikten uzaklığının bizzat bu geriliğinin de bir ifadesi olduğunu; esas
olarak, ne dünyadaki sosyalist hareketin ne de Türkiye’deki demokratik
hareketin, henüz sadeliğe ulaşmışlık bir yana, doğru dürüst bir programının
bile olmadığını; programın komisyonlarda değil, strateji üzerine tartışmalarla
şekillenebileceğini; dolayısıyla metodolojik bir tartışma olduğunu ve
olacağını; gerçek teorik ve siyasi eğitimin ancak böyle tartışmalar içinde
edinilebileceğini; böylesine şekillenmiş bir anlayışın programa dökümünde belki
komisyonların bir işlevi olabileceğini belirttim.
Sonra içerik eleştirimi kısaca şöyle ifade ettim.
Bu programdaki bütün hedeflere ulaşılsa, Demokratikleşmiş bir ülkeye ulaşılmış
olmaz, belki bunun için mücadelede, daha elverişli koşullara ulaşılabilir.
Kaldı ki, içerik de yanlıştır ve muhtemelen daha
elverişli koşullara da ulaşılmaz. Çünkü, dilleri, dinleri, etnileri politik
olarak tanımlıyor sunulan taslak, bunların politik olarak tanımlanmasını
reddetmiyor[3].
Bundan sonra gerek Çatı Partisi tartışmalarında bu
konuda bir sürü yazı ve somut program önerileri yaptığımı; ayrıca bu Kongre’nin
program komisyonuna da doğrudan katılamasam da dolaylı olarak kendi Program
önerilerimi ilettiğimi; ama hiç kaale ve gündeme bile alınmadığını; dolaysıyla
benim için doğrudan Kongre’nin kendisine sunmaktan başka yol kalmadığını;
sunduğum programın dayandığı program anlayışınınve içeriğinin Komisyon’un sunduğu programla hiç
bir bakımdan uyuşmadığını ve uyuşamayacağını; sunduğum programın iki sayfalık
bir metin olduğunu; ama şu an elimde olmadığı için okuyamayacağımı; yarın
toplantı kaldığ yerden devam edeceğin egöre, yarın sabah bu metni sunacağımı ve
karşı program önerisi olarak tartışılması ve oylanması gerektiğini söyledim.
Bu Divan’da, “bu da nereden çıktı şimdi” der gibi
bir havanın oluşmasına yol açtı. Bu havayı en açık b.içimde divan’ın bir kadın
üyesi dışa vurdu.
Divan’da bulunan adını bilmediğim bu kadın üye,
aslında bir divan üyesi olarak hiç de böyle bir görüş bildirmeye hakkı ve yetkisi
olmamasına rağmen, tipik örgüt bürokratlarına has bir davranışla, sanki bir
divana seçilmenin neyin ne olduğu hakkında doğru yargılara ulaşma yeteneği ve düşüncelerini
sıradan bir Kongre üyesi olarak söz almadan söyleme hakkı kaszandırırmış gibi,
benim, Komisyon’un hazırladığı Programı baştan aşağı yanlış olarak nitelememi
ve eleştirmemi, Komisyon’un emeğine saygısızlık olarak niteledi[4].
Kimse bu divan üyesine, divan üyesi olmanın
kendisine böyle bir hak vermediği üzerine onu en küçük bir uyarıda bile
bulunmadı ve Kongre’nin ilk günü esas olarak böylece bitti.
İşte ikinci günün boşuna harcanan saatlerinin ve
sonraki sıkıştırmalarının sırrı bu konuşmadadır.
Çünkü hiç hesapta olmayan bir durum ortaya
çıkmıştı. Bir kongre katılımcısı, şimdi çıkıyor; programın tamamını reddettiğini belirtiyor ve
karşı program önerisinde bulunuyordu.
*
Aslında bu hiç kimse için bir sürpriz olmamalıydı.
2008 yılı sonunda, 20-21 Aralık’ta, Bilgi
Üniversitesi’nde yapılan, bu güne kadar en yüksek profilden katılımlarla
yapılmış toplantıda, şimdi ertesi gün Kongre’ye sunacağımı belirttiğim bir
buçuk sayfalık programın, Marks-Engels’in yazdığı, Komünist Manifesto’ya
öykünerek, onlar bugün Ortadoğuda yaşasalardı nasıl bir Manifesto
yazarlardı diye düşünülerek yazılmış, edebi olmaya da özel bir özen gösterilmiş
“Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu” adlı programı içeren “Büyük
Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” adlı kitabı en az 250 adet
dağıtmış, o toplantıdaki konuşmamda bunun bir program önerisi olduğunu
söylemiştim.
Daha sonra zevahiri kurtarmak üzere seçilmiş
Program Komisyonu’na, yine Program konusunda bir yığın ve geniş bir teorik arka
plan sunan yazı yazmış, literatür sunmuş ve bunları Demokrasi İçin Birlik
Hareketi’nin Mail Grubu’na iletmiştim.
Bütün bunlara ne komisyonda ne kongrede en küçük
bir gönderme bile yapılmamıştı. Aslında program konusunda tek yazan da bendim
tek yazın yazın da bunlardı.
Daha sonra, 27-28 Haziran’daki toplantıda, yine
sunduğum programı orada sunulan programa bir karşı program oarak önermiş, yine
o zamanki, artık temsili demokrasiyi aştıklarını, doğrudan demokrasiye
geçtiklerini; artık öyle burjuva demokrasisinin oylamaları gibi yanlış işlerle
uğraşmadıklarını söyleyen divan tarafından, müthiş bir keyfilikle (tıpkı bu
kongrede olacağı gibi) bir karşı program olarak bile oylamaya sunulmayan,
şimdiki gibi bir kısa veriyonunu sunmuştum.
Daha sonraki tartışmalarda, yine bu programı
açıklayan bir sürü yazı yazmıştım.
Ve en son olarak, İstanbul’daki hazırlık
toplantılarının çoğuna katılmış, söz almış, ve appartçikilerin alaylı bakışları
altında bıkmadan, temel programatik özellikleri defalarca anlatmaya
çalışmıştım: Ulusun veya politik olanın, bir dille, dinle, etniyle, soyla,
sopla, tarihle tanımlanmasını reddetmek; ulusu böyle tanımlamaya karşı
tanımlamak. Ve her düzeyde tüm iktidarın tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü
ortamında seçilmiş organlarda olması; asayiş ve emniyet güçlerinin her düzeyde
bu seçilmiş organların emrinde olması.
Yine Program komisyonu’na dolaylı olarak, bazı komisyon
üyeleri aracılığıyla, bütün literatürü de iletmiştim.
Ama ısrarla, bütün bunlar yok sayılıyordu.
Bu durumda, benim için doğrudan kongre’ye baş
vurmaktan başka, orada insanların böyle bir alternatifin varlığına dikkatini
çcekmekten ve bunu tartışma gündemine getirmekten başka hiç bir yol bulunmuyordu.
Türkiye’de bir parça sosyalist veya devrimci
politika yapan insanın bütün bunları bilmemesi mümkün değildir.
Ancak, apparatçikiler, namı diğer “kadrolar”, o
yuvarların bürokratlaşmış kafaları, ancak bu gericiliğin şahikasına ulaştığı
son yirmi yılın öne çıkanları, bunları bilmez, önemsemez veya görmezden
gelebilirdi.
Bütün bu eğilimler şimdi Kongre Divanı’nın
davranışlarında ortaya çıkıyordu.
*
Ertesi gün sabah erkenden bir internet kafeye
gittim, defalarca gruplara ve kişilere yolladığım dolayısıyla yolladığım mailler
arasında bir çok örneği bulunan bu bir buçuk sayfalık program önerisini indirip
on nüsha kadar bastım. Ve ikinci gün kongre başlamadan, erkenden Kongre’nin
yapılacağı yere geldim. Divan henüz fuayede otururken, bizzat elimle Akın Birdal’a,verdim.
Ve bir gün önce, kendi karşı program önerimi vereceğimi söylediğimi, işte şimdi
sözümü tutup sunduğumu belirttim.
Akın Birdal’ın yüzünde, “bu da nereden çıktı,
herşey normal akışında giderken bu ne oluyor” gibilerden bir yüz ifadesi oluştu
ama sesini çıkarmadı.
Daha önceki kongrelerden biliyordum ki, Divan
nasıl olsa bunu gündeme koymamanın yolunu arayacaktı. Çünkü bunların, bu
aparatçikilerin esas işi, işleri kapalı kapılar ardında örgütlemektir. Kongreler,
konferanslar, bu önceden ayarlanmış mizansenin bir tiyatro sahnesindeymişçesine
oynanmasıdır. Bu oyunu bozabilecek unsarlara karşı Divan’ın otoritesi; Divan
yetmezse Milletvekillerinin veya önde gelenlerin otoritesi; insanların “aman
şimidi de bu nedreden çıktı, programın ne önemi var, iş yapmak önemli, bizler
bir an önce kararlar alıp bölgelerimize gitmek istiyoruz diyen” dar kafalı ve
“iyi niyetli” ama politik bakımdan zerrece uzak görüşlü olmayan yaklaşımları ve
daha bir çok araç vardır nasıl olsa.
Şimdi biri çıkıp yazılı olarak, dün programın
tamamı üzerine tartışma açmıştınız; ben programın tamamını biçimden ve esastan
yanılş buluyorum ve karşı programımı öneriyorum, işte buyrun metin de burada
deyince, kaçacak bir delik kalmamış gibi görünüyordu.
Bir kaç arkadaşım, “senin program önerini okutmaz,
tartıştırmaz ve oylatmazlar” dediler.
“Peki kendi koydukları kuralları ayaklar altına
almadan bunu nasıl yapabilirler” dediğimde, “yaparlar, bir yolunu bulurlar”
dediler. Ve de haklı çıktılar.
*
Kongre’nin ikinci günü başladığında, aslında önceki
gün Programın tamamı üzerine tartışmada kalındığına ve bir konuşmacı da
çıkıp tümünü reddettiğini karşı bir program önerisi olduğunu söylediği ve bunu
da yazılı olarak sunduğuna göre, yapılması gereken çok açıktı: Sunulan karşı
programı okumak veya sunucuya okutmak, (ki bir buçukm sayfa bir metindir,
yani okunması beş dakika bile sürmez, okumak. Diğer metin zaten yazılı olakark
herkese sunulduğundan ve bizzat komisyon tarafından da sunumu yapıldığından,
bunu tekrar okumak da gerekmezdi) bu iki farklı programın lehine ve aleyhine
konuşmak üzere en azından belli bir zaman veya konuşmacı sayısı kadar
sınırlı da olsa bir tartışma açmak; sonra da birbirine karşı bu iki programdan
hangisinin temel alınacağına dair kongreye bir oylama yaptırmak olabilirdi.
Ve bu yapıldığında, ilk kez öz üzerine ciddi bir
tartışma başlayabilirdi. İlk kez, yıllardır, ısrarla varlığı görmezden gelinen,
gerek işçi hareketinin 150 yıllık deneyleine dayanan, gerek son yüz yılın
Türkiye’deki mücadeleler tarihine dayanan, bu kısa ve sade demokratik program
tartışma gündekmine gelirdi. Bunun tartışılması, varlığının bilinmesi bile
başlı başına bir aşama; yuvarlar ve aparatçikiler için bir yenilgi olurdu.
Öte yandan, ikinci günün böyle bir mecraya
girmesi, her şeyden önce, Kongre’nin önceden planlanmış gidişinin aslında nasıl
bir mizansen olduğunun kanıtı da olur ve bu mizanseni bozardı. Çünkü, programa
temelden itiraz olup olmadığı, alternatif program önerisi olup olmadığı
sorulmadan; hangi programın temel alınacağı gibi bir oylama yapılmadan, sanki Komisyon’un
sunacağı programın seçileceği önceden biliniyormuşcasına, Kongre salonu dışında
Program Komisyonu, sanki hazırladıkları bu program kabul edilecekmişçesine
toplantı yaparken, iki arklı programı oylamak, bir anlada bu yanlışın fiilen
kabulü anlamına gelirdi.
Bu durumda ne yapabilirdi kongre divanı?
Zaman geçirmek, sanki böyle bir öneri yokmuşçasına
manüplasyon yapmak ve karşı programı gündeme getirmemek için bir yol aramak.
Bylece, sabahın en değerli saatleri, sanki dün
Programın tamamı üzerine tartışma bitmişçesine, dilekler ve temenniler
bölümünde söylenebilecek sözleri eden bir sürü konuşmacının kürsüye davet
edilmesi ile geçirildi.
İşlerin bu noktaya gideceğini görünce, sunduğum
metnin Konhgre’ye sunulmayacağını hissedince, hemen elimdeki program önerisi
kopyalarınrdan birini daha alıp, sahneye çıktım, Divan’a yaklaştım ve Akın Birdal’a,
tekrar metni sunup, bunun oylanması veya en azından okunması gerektiğini; eğer
okuyup oylamayacaklarsa en azından bunu Kongreye bildirmeleri gerektiğini
söyledim.
Akın Birdal, “her şeyi alt üst ediyorsun, bak bu
metni verelim program komisyonuna onlar sundukları metne yedirirler” dedi.
Ben de bunların iki farklı anlayış ve mantığa
dayandıklarını birbirileriyle çeliştiklerini ve ayrı sunulması gerektiğini
söyledim. Bu sizin göreviniz dedim. Ağzını buruşturdu.
Çıktım yerime oturdum. Tesadüfen yanımda oturan
Haluk Ağabeyoğlu’na durumu anlattım. Ama yine de isterse Program Komisyonu’na
benim metnimi de götürmesini söyledim. Haluk Ağabeyoğlu aldı gitti ve bir süre
sonra geldiğinde, bu bizim programı temelden reddediyor, bu bizim çalışmamızla
uyuşmaz deyip almamışlar haklı olarak.
Saatler geçti, divan, ikinci bir karşı program
önerisi bulunduğundan söz etmedi.
Acaba dedim, bekledim, komisyon geldiğinde, son
biçimini almış biçimde onlarinkiyle birlikte mi sunacak diye düşündüm. İyiye
yormaya çalıştım.
Ama böyle bir şey olmayacağını görünce, söz aldım.
Yine söz tam ara veriecekken verildi bana ve mikrofona geldim.
Konuşmaya başlayıp da, program önerimi sunduğumu
bunların tartışılması ve oylanması gerektiğini, bunu yapmayacaklarsasa,
yapmayacaklarını söylemeleri gerektiğini söyledim.
Ama herkes protokol konuşmalarından yorumlmuş ve
bir an önce dışarı çıkmak için kalkmışkan bu sefer de mikrofonun sesini kestiler.
Söylediklerimi kimseye duyuramadım bile.
Ben ne oluyor niye, sesini kestiniz diye Divan’a
bakınca, Suavi, aradan sonra ilk sözü sana vereceğim söz anlamında bir şeyler
söyledi.
Mikrofonun sesini kesmekle kalmadı girişimler,
dışarda kulis baskısı uygulayarak da bu yola girdiler.
Ertuğrul Kürkçü, “Gene ortalığı
karıştırıyormuşsun?” diye takılarak, salona hiç yansımayan ve yansıtılmayan ama
gerçekte bütün gidişi belirleyen, Divan’daki sıkıntıların varlığını bir şekilde
ifade etmiş oluyordu.
Fuayede, hep böyle toplantılarda ortalıkta dolaştığını
gördüğüm, galibe EMEP’ten olmduğu daha sonra öğrendiğim, adını hala bilmediğim,
biri yanıma yanaştı ve konuşmak istediğini söyledi. Belli ki Kongre Divanı
adına konuşmak istiyordu ve onlarca görevlendirilmişti.
Bana Kongre’yi mahvettiğimi, her şeyi alt üst
ettiğimi söyledi.
Niye dedim. Yapılacak şey çok basit. Benim
programım okunur ve karşı program olarak oylanır. Bu yapılmıyorsa en azından
bunu yapmadığınızı söylersiniz en büyük organ olan Kongre’ye.
Bu kişi bana “senin metnin program değil, program
öyle olmaz” dedi, bir kongrenin aparatı içinde olmak sanki kiendisine bir şeyin
program olup olmadığı hakkında karar verme yetkisi verirmiş gibi.
Ben de, asıl diğer metin program değildir, ama
onun program olup olmadığına, kendisinin veya başkalarının değil Konre’nin
karar verebileceğini ve bunun için de okunup oylanması gerektiğini; zaten kısacık
bir metin olduğunu söyledim. Okunsaydı şimdi çoktan herşey bitmiş olurdu. Sunduğum
programın onaylanmasını da beklemiyorum ayrıca, ama bilinmesini istiyorum,
böyle bir karşı program da vardı diye.
Bunun üzerine, aynı kişi, sen hastaymışsın, öyle
duydum, rahatsızlıkların varmış tedavi oluyormuşssun, bu işlerle niye
uğraşıyorsun, git artık dinlen, gibi sözler etmeye başladı.
Bu saygısızlığa na denebilirdi ki? Birşey
diyemedim. Dilim tutuldu sadece. Bu kişiye kızamam bile, ama beni ta 68’lerden
beri tanıyıp da böyle kişileri bana ültimatom vermeye yollayanlara gerçekten
kızıyorum.
Bir buçuk sayfalık bir program önerisini okumamak,
oylatmamak için günün en verimli saatlerini boşu boşuna harcayan Divan,
konuşmamın duyulmaması için mikrofonu kapatıyor, bütün bunlars yetmezmiş gibi, aparatçikileri
üzerime yollayarak, saygısızca önerimi geri çekmemi istiyordu.
Bunlarla mı Türkiye’de insanlarda sabrın
derinliklerini coşkunun zirvelerini harekete geçirecek bir hareket
kurulabilirdi?
Bunlar yok olmadan, yatağanla kazınmadan hiç bir
ilerleme kaydedilmesi mümkün değildir.
*
Kongre’nin ikinci bölümü başladı.
Suavi söz verdiğinden, bana söz verilmesini
beklerken, sanki hiç böyle bir şey yokmuş gibi, ben sanki o itirazı yapmamaşım
gibi, Başkan Akın Birdal, Kongreyi eski minval üzere sürdürmeye devam etti,
fiilen ayrıntılardaki düzeltme önerileri üzerine bir tartışma açtı. Genel olarak
program ve program önerim yine atlandı.
Tabii bir de öğleden sonra bir komik durum
oluşmuştu kimsenin farkına varmadığı. Normal olarak o zamana kadar bütün
konuşmacılar ve söz alanlar gelip kürsünün yanındaki mikrofondan konuşuyorlardı.
Programın ayrıntıları üzerine tartışmalarda ise, ki kongrenin tek gerçek
sorunlarını gösteren tartışmaydı, herkez mikrofonsuz konuşuyor, akustik olarak kimsenin
ne dediği tüm salonca anlaşılmıyordu. Neden böyle olmuştu? Bu garabetin nedeni
de, benim önceki oturumun sonunda konuşmamın, mikrofon kısılarak engellenmiş
olması, muhtemelen mikrofon açıldığı takdirde tekrar oraya çıkmamdan
çekinilmesiydi. Mikrofon bütün program tartışmaları bitip de konu tekrar tüzüge
geldiğinde tekrar açılacaktı.
Yani sadece manüplasyon ve baskı yok, teknik
olanaklarda sınırlanıyordu. Sırf ben konuşmayayım diye nasıl saatler boşuna
harcanıyorduysa, aynı şekilde, tartışmaların duyulması bile engellenmiş
oluyordu.
Özetle, toplantının ikinci günü, ta tüzük
tartışmasına kadar olan büyük bölümü, aslında bütünüyle benim Program önerimi
gündeme getirmemek ve tartıştırmamak üzere mahvedildi.
Kimilerine bu iddia aşırı gelebilir. Çünkü
Kongre’de olup bütün bu durumdan büyük bir çoğunluğun haberi yoktu. Divan’ın
bütün hedefi ve başarısı da zaten bu durumun gizlenmesindeydi.
Ve bunda öyle başarılıydılar ki, Kongre hakkında
en ayrıntılı haberi yazmış olan, Devrimci Proletarya’nın Kongre’ye ilişkin
yazdıklarında bütün bu olan biten hakkında en küçük bir iz bile bulunamaz.
Ama gerçek Kongre, bunada anlatılan, ama kimsenin
algılamasına da imkan tanınmayan kongreydi. Divan gerçekten çok başarılıydı.
Ama katilin cinayet yerine gelmesi gibi, sonunda aslında suçunu itiraf da etti,
görmesini bilen ve gören gözler için.
*
Program önerimde söylediğim ve tam da tartışılması
engellenen, programın bir şey tam da
öyleden sonranın temel sorunu oldu. Siz programda olmaması gereken şeyleri
programa koymaya, halkları tanımaktan söz ederseniz, tek tek halkları saymaya
başlarsanız, somit işler yerine
ilkelerden söz ederseniz, başkaları da başka ilkeleri saymaya başlar; bizim
adımız niye yok demeye; şunu da tanımalı, bunu da tanımalı demeye başlar.
Herkese istediği dili anadil seçme ve ana dilinde
eğitim hakkı (Anadil eğitimi değil, anadilinde eğitim) dremezseniz; ulusun
Türklükle veya her hangi bir dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle
tanımlanmasını reddetmezseniz; tarih kitaplarının tüm diller, dinler,
etnilerden temsilcilerin ortak katılımıyla yazılacağını belirtmezseniz. O tarih
kitaplarını yazacakların veay yazamayacakların tartışmalarını Kongre’ye taşımış
olursunuz.
Olan tamı tamına buydu.
Aslında pekala demokratik bir ulusçuluğun
başlangıç aşaması olacak bir kongre, birden bire gerici ulusçulukların
birbiriyle yarıştığı, kimin daha çok acı çektiğine dair bir yarışa dönüştü.
İşin iyice çığrından çıktığını gören Divan, bu
durumda bir çözüm olarak, program tartışmasını kapadı ve altı ay sonra başyka
bir kongreye erteledi.
Program tartışması gündemden düşmüştü. Bir an önce
Tüzük tartışmasına ve seçimlere geçilmesi bekleniyordu.
İşte tam bu noktada kendisinin o ana kadar neyi
yapmadığını da itiraf etti. Artık herkes yorulmuştu.Divan sabahtan beri, benim
önerimi oylatmamak öve tartıştırmamak için bütün günü tüketmemişçesine, Akın
Birdal, “Demir Arkadaşın da bir karşı program önerisi var. İsterse okuyalım,
isterse kendisi okusun, ama Program konusunu şimdi altı ay sonraki Kongreye
erteledik, kendisi karar versin” dedi.
Yani tam bir tuzak. Artık nherkes yorulmuş ve oh
nihayet bitti demişken, önerimin okunmasını istemem, pişmiş aşa su katmak
olurdu. Lanet olsun dedim içimden. Ve dışımdan, öyle olsun bakalım, okunmasın,
bu durumda zaten okunamaz ve okunsa da anlamı olmaz anlamında bir şeyler
söyledim.
Doğrusu iyi düşünülmüş bir hamleydi. Artık kimsa
Divan’ı benim önerimi gündeme almamakla suçlayamazdı. Üstüne üstlük, ben kendim
okunmasını istememiştim artık.
Ama, gören göz için, analitik zeka için, bizzat bu
davranış bile, aslında bütün günün öyle akmasının bütün nedeninin benim program
önerimi gündeme almamak olduğunu gösteriyordu.
Zaten bunu daha sonra dolaylı olarak Süavi’nin davranışı
da doğrulayacaktı. Arada yanıma gelip “Vallaha fıtık oldum, mahfoldum. Neyse
senin önerin böylece kayda geçti” demesi yapılanın yanlışlığının bilincinde
olduğunu ve bundan duyduğu rahatsızlığı gösteriyordu.
*
Gerçek kongre, burada anlatılandı.
Ama bütün bunlar neyi gösteriyor?
Ortada demokrasiyi aştık, artık temsili demokrasi
değil, doğrudan demokrasi var diye övünmelerin, (Daha önce de Demokrasi İçin
Birlik Hareketinin haziran toplantısında da Divan başkanı olan Celal aynı
sözlerle aynı türden manüplasyonlar yapmıştı) gerçekte, en sıradan burjuva
kongre adabının ve usulünün sağlayacağı kadar bile bir demokrasi ve söz hakkını
engellemenin örtüsü olduğunu gösteriyor.
Aparatçikilerin, “Doğrudan demokrasi” palavralarını
bir yana atmak gerekiyor.
Önce en sıradan, normal bir derneğin kongresinde
izlenen usule uygun davranılsın yeter. Yani Önce gündem önerileri alınır.
Konular önce esastan sonra ayrıntıda görüşülür. Bir gidişte yanlış varsa, usul
hakkındaki itirazlara söz verilir. İtirazlarda lehte alayte konuşmalar
dinlenir. Her durumda oylama yapılır. En azından biçimsel eşitlik ilkelerine
riayet edelir. Kongre divanı başkanı bile, bir yönetici olarak değil,
tartışılan bir konuda konuşmak istiyorsa, önce söz alır. Hatta bu durumun
tarafsızlığını gölgeleyeceği düşüncesiyle söz bile almaktan sarfı nazar
ederler. Bunlar bırakalım sosyalistliği ve demokratlığı bir yana, sadece hukuka
uymakla, bir parça adalet duygusuna sahip olmakla ilgili sıradan özelliklerdir.
Demokrasiyi aytığını söyleyenlerde bu kadarı bile bulunmamaktadır.
Bu kadar basit, sıradan dernekler kanununa uygun,
derneklerin kongrelerinin uyduğu kurallara uygun davranılsaydı bile, ikinci gün, önce karşı program önerisinin
sahıbı olarak benim çağırılmam, veya program önerimin okunması, sonra da lehte
ve aleyte konuşmalarla bu iki program arasında hangisinin temel alınacağına
dair bir tartışma ve olurdu.
Bu da Kongre’nin çok daha verimli ve ilerletici,
içeriğe, program anlayışına ilişkin bir tartışma yaşamasını sağlar, bütün o
öğleden sonraki saçmalıklar olmayabilir; değerli vakitler öylesine mirasyedi
gibi harcanmazdı.
Bürokratik dar kafalılık, kongre yapmayı önceden
senaryosu çizilmiş bir gidişin sahnelenmesi olarak gören anlayış bütün bunları
engelledi.
Bırakalım “doğrudan demokrasi” üzerine palavralar
sıkmayı; sıradan, olağan, en azından biçimsel eşitlik ilkelerine ve mantığa
uygun bir Kongre ve çalışma biçimi bile bizler için çok büyük ilerlemedir.
Bunun için yine unutulmuş tarihten bir örnek verelim.
Devrimden sonra Rusya’da bir takım aydın ve küçük
burjuvalar “Proleter kültürü” yaratmaktan söz ediyorlardı[5]
şimdi bizimkilerin demokrasiyi aşmaktan, doğrudan demokrasiye ulaşmaktan söz
ettikleri gibi.
Küçük burjuvas aydınlar, “Proleter Kültür”den, onu
kurmak inşa etmekten söz ederlerken, Lenin ve Troçki’ler, bırakalım bunları baylar
diyorlar; bu palavralara zerrece değer vermiyorlar ve bu anlayışla mücadele
ediyorlardı.
Lenin Proleter kültür palavraları sıkanlara karşı,
önce “kültürlü tüccarlar olmalıyız” diyordu. Yani önce burjuvazinin
kültürünü öğrenmeli ve hazmetmeliyiz diyordu. Troçki, Günlük Hayatın Sorunları
adlı derlemede, bütünüyle bu konuları yazıylordu.
Paralellik kurarsak, bırakalıkm beyler doğırudan
demokrasi üzerine, burjuva daemokrakisisini aşmak üzerine palavralar sıkmayı ve
bu palavraların ardında en anti demokratik uygulamaları allayıp pullamayı. Lütfen,
şu “burjuva demokrasisi”nin asgari geleneklerini öğrenelim ve uygulayalım, bu
bile çok iyi bir başlangıç olur.
Aparatçikilerin elinde burjuva demokrasisini aşma,
doğrudan demokrasiye geçme palavraları bir tür plebisit rejimini örtmenin şalı olmaktadır.
Gerçekten doğrudan demokrasi mi baylar?
O zaman “Program Komisyonları” lağvedilmeli önce.
Program tartışmaları, bütün tartışma ve yazışmalarını herkese ulaşytığı ve
herkesin bu tartışmalara katılabildiği, mail gruplarında yapılır, program
tartışmalarda billurlaşan programlar ve anlayışları kenhdilerini en mükemmel
ifade yolalrı arar ve ittifaklar kurup uzlaşmalar yapar. Böylece her netleşmiş
program kongre7nin çoğunluğunu kazanmak için eşit biçimsel koşullarda mücadele
eder.
Doğrudan demokrasi böyle olur. Böyle bir program
hatzırlığı gerçekten ilerletir. Böyle bir program tartışması manüple edilemez:
Ve böylece belki ta 60’lı yıllardan beri ilk defa tekrar ilerletici ve eğitici
bir program ve strateji tartışması başlar.
Bu internetin sunduğu en sıradan “doğrudan
demokrasi” olanağını bile değerlendirmeyenler; değerlendirmek istemeyenler; grupları
sadece duyuruların yapıldığı yerler olarak görenler, hangi “doğrudan demokrasi”den
söz ediyorlar?
“Doğrudan demokrasi” en sıradan üyenin bile, kendi
görüşlerine çoğunluğu kazanabilmek için doğrudan tüm üyelere ulaşabilmesi
hakkından başka nedir ki?
*
Altı ay sonra Program kongresi toplanacak.
Tekrar aynı şeyler olacak.
İşte burada tekrar öneriyoruz. Bizim program
önerimiz budur.
Program için önerdiğimiz usul de budur.
Kahrolsun komisyonlar!
Kahrolsun Program ve Tüzük gibi en can alıcı
konuları komisyonlara havale edenler!
Tüm Kongre hareketinin üyeleri,
Aşağıda sunduğumuz program Komisyon’unkinden
bambaşka bir anlayışa dayanmaktadır
Bunun karşısında susarak, yok sayarak bir adım
bile ileriye gidilemez. O kendisini yok sayanları, bizzat Kongre’de de
görüldüğü gibi çarpar.
Program önerisi ortada duruyor ve burada tekrar
onu gelecek kongre için alternatif program olarak öneriyorum.
Komusyonlara bırakmayalum. Tartışalım eleştirelim.
*
Aşağıda bu kongrede bir türlü okunmasını bile
sağlayamadığım program yer alıyor.
Esas olarak böyle bir programı benimsemedikçe,
Türkiye’de ne bir demokratik hareket, ne de hakların birliği gerçekleşebilir.
Halkların birilğinin gerçekleştirmenin ilk yolu,
devletin ve politik olanın her hangi bir veya bir kaç halka göre tanımlanmasına
son verilmesi; politik olanın halklarla tanımlanmaya karşı tanımlanmasıdır.
Ancak bu koşulda, en geniş otonomi birleştirici
olur. Aksi takdirde, otonomi, her biri kendini bir dil, soy, tarih, din ile
tanımlamış devletçiklere bölünme ve bu yolda kanlı kapışmalarla sonuçlanır.
Bu program, tüm demokratik özlemleri gerçekleştirmek
için en ideal koşulları sağlar.
Eskilerin deyişiyle size para vermez, ama para
kazanacakt bir zanaat öğretir.
Var olan pahalı, baskıcı, bürokratik, devlet cihazının
yerine, halkın üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek bir cihaz kurar.
Yani paris komünü tipi bir devlet örgütlenmesi
yapar.
Ulusu, dille, dinle, etniyle, soyla, ırkla
tanımlamaya karşı tanımlayarak, gerçek bir biçimsel eşitliğin temellerini atar.
Böylece aralarındaki bölünmelerden kurtulmuş,
kendi iradelerine itaat edebilecek bir devlet cihazının bulunduğu koşullarda,
işçiler ve emekçilerin neye karar vereceklerini onlara bırakır
Eğer sosyalizme karar verilse, bunun barışçıl bir
biçimde gerçekleşmesinin önende bir engel bırakmaz.
Marks, Engels, Lenin, Troçki’lerin Demokratik
Cumhuriyet Programından, sadece ulusun tanımı kısmıyla ve de medyaya ilişkin
kısmıyla ayrılmaktadır.
En önemli teorik katkılar ulus ve medya alanında
yapılmıştır çünkü son yarım yüzyılda.
İşte Kongre’de bir türlü okunamayan ve oylanmayan,
son derece sade, basit, bütünüyle yapılacak işlerden ve somut tekliflerden
ibaret program önerisi:
- Gerçek
bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih,
"etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkmalı, ulus
bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır.
Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
·
Herkese
istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana
dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp
eşitsizliği arttırır.)
·
Ortak
bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil
olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
·
Okullarda
herkes ana dilinde ama aynı ortak tarihi okumalıdır. Bu tarihi, ülkedeki ve
komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden
eşit miktardaki temsilciler ortaklaşa yazmalıdırlar.
·
Eğer
olmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din ve
inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa
yazılmalıdır.
·
Devletin
tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli,
imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.
·
Diyanet
gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri
gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar devletin başka işlerine
yerleştirilmelidir.
·
Devlet
sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine
oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
- Yurttaşların
en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve
eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
·
Sınırsız
bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları
sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
·
Devletin,
firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün
kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
- Demokrasinin
gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden
önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet
ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için
de
·
Tüm
medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar
toplumsallaştırılmalı, devletin ve sermayenin elinden alınmalı ve yurttaşların
ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
·
Medya
olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler,
cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki
oranlarına göre dağıtılmalıdır.
·
Bu
dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanmalıdır
- Yurttaşların
üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan ama onlara itaat ve hizmet
eden bir devlet cihazı için:
·
Tüm
düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı,
Firavun ve Nemutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak
atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
·
Tüm
emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve
kontrolünde olmalıdır.
·
Tüm
seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla
geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
·
Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve
çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
·
Memurların
tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının
tuttukları siciller esas alınmalıdır.
·
Asker
sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve
yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
·
Mahkemelere
Jüri usulü gelmelidir.
- Bu
biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari
ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için
·
Devlet
her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici
teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla
yükümlü olmalıdır.
·
Tüm
yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan
sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve
denetlenmelidir.
·
Gelecek
nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri
asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalıdır.
·
Tüm
eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra
desteklenmelidir.
·
Tüm
azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık
olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar
ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
30 Ekim 2011 Pazar
Demir Küçükaydın
[1] Aslında program komisyonunun raporunun
okunmasından önce ortada komisyonun hazırladığı bir program tasarısı bulunduğu,
buna bir bütün olarak alternatif karşı bir program bulunup bulunmadığı
sorulmalıydı. Biçimsel eşitlik ilkesi en azından bunu gerektirirdi. O zaman
komisyon’un hazırladığı Program da diğer programlarla eşit koşullarda çoğunluğu
kazanmak için yarış durumunda olabilirdi. Bu da yapılmadı.
[2] Zaten bu da bir ayrı garabettir. Bir kongre’nin
hele Kuruluş Kongresinin en önemli maddesidir ve öyle olması gerekir programın
bütünü üzerine tartışma. Biçim olarak bunun araya ve neredeyse boşalmış ve
yorgunluktan bitmiş bir salona sunulmasının kendisi bile bir gayrı ciddilik
olduğu kadar aynı zamanda tam bürokratik kafalara uygun bir davranıştır.
[3] İşte kongre’ye sunulan taslaktaki gerici
maddelerin en önemlilerinden biri:
“Kongremiz,
Anadolu ve Mezopotamya’nın tarihsel ve toplumsal dokusunun inkârına dayalı,
tekçi ve asimilasyoncu ulusal egemenlik anlayışına karşı, Türkiye’de yaşayan
tüm halkların kültürlerinin ve kimliklerinin tanınmasını demokrasinin
vazgeçilmez unsuru olarak görür. Kongremiz, halkların, başta anadilinde eğitim
hakkı olmak üzere eğitim ve kültür politikalarının hazırlanmasına ve
uygulanmasına katılımının hayata geçirilmesi için mücadele eder.” Bu maddenin, Alevileri veya ateistleri
diyanetin tanımısını istemekten farkı yoktur. “Türkiye’de yaşayan tüm
halkların kültürlerinin ve kimliklerinin tanınması” demokrasinin değil,
gerici milliyetçiliğin vazgeçilmez bir unsurudur. Demokrasi, Türklüğün de
tanınmamasını, bütün diğerleri gibi bireysel bir hak olmasını savunur. Tabii
bunun sonucu, “Halkların” yani aslında politik olarak tanınmış ve tanımlanmış
dillerden insanların, yani ulusların, kültür politikalarının hazırlanmasına
katılması. Gerici milliyetçiliğin eline bırakmaktan başka bir anlama gelmez.
Bütün bu satırlar bir de defalarca bu konuda konuşmuş olmama rağmen yazılıyor.
[4] Aslında bu kadırn arkadaşın sözleri ve Komisyon7un
böyle bir programla gelmesi, gerek sosyalist ve işçi hareketinin gerek bu
satırların yazarının yneredeyse yarım yüzyıllık emeğine saygısızlıktı.
Türkiye’de bir parça Program üzerine kafa yoram, Demir Küçükaydın’ın bu konuda
en çok yazı yazmış, kafa yormuş kimse olduğunu görür. Bütün bu emek yokmuş gibi
davranmak saygısızlık olmuyşor da bunca emek harcayanın içeriğe yunalik
eleştirisi mi saygısızlık oluyor?
[5] Sankı proletaryanın kültürü yaratılırmış
gibi. Proletaryanın bir kültürü olmaz. Çünkü proletarya, bütün enerjisini
politikaya vermek zorundadır. Sosyalizm yolunda ileri adımlar atmaya
başladığında ise, burjuvazi gibi kendisini de yok eder., Dolayısıyla
Proletaryanın bir kültürü olamaz kelimenin gerçek analımda. Sosyalist bir
kültür olar. Ama sırnıflı bir toplumda da sosyalist bir kültürü insşa etmek
olanaksızdır. Sosyalist üretim ilişkileri olmadan, böyle bir kültür
şekillenemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder