27 Kasım 2022 Pazar

Kıyafet Kavgasının Anlamı

(Bu yazıyı yirmi yıl önce bugün yazmışız. 27.Kasım.2022)
Baş örtüsünde sembolize olan Kıyafet kavgası niçin bu kadar önemlidir? Benzeri kavga ne nüfusunun çoğu Müslüman olan diğer ülkelerde, ne de başka ülkelerde görülmez. Niçin Türkiye’ye has bir görüngüdür ve bunca önemlidir?

Baş örtüsüne karşı çıkanlar da onu örtmek isteyenler de aynı neden ve kaygılarla bunca zıt gibi görünen konumlardadırlar, bu zıtlık onların temeldeki özdeşliğinden kaynaklanır.

Bu tersliği açıklayacak iyi bir örneklerden biri, İngiltere, onun eski kolonileri ve Japonya’da trafiğin soldan, Fransa ve sonradan Fransız devriminin etkisiyle bütün dünyada sağdan olmasının, yani bu iki zıt ilkenin aynı nedenden kaynaklanması olabilir. İkisinin de temelinde insanların büyük çoğunluğunun solak değil de sağlak olması vardır. Soldan ve sağdan gibi, birbirine zıt bu trafik ilkelerini yaratan aynı sağlaklıktır. Çoğunluk sağ kolunu kullandığı için, atı ve kalkanını sol; kılıcını veya silahını sağ elle tuttuğu ve soldan gidildiği takdirde sağ kolla dahi iyi savunma ve saldırı yapılabileceği için eskiden karada soldan gidiş yaygındır; yine insanlar bir sandala bindiklerinde küreği sağ ellerinin gücünü kullanacak şekilde tutmaları nedeniyle, suda sağdan gitme daha rahat hareket ve özellikle iskelelere yanaşmalarda daha geniş bir manevra ve daha yüksek bir isabet olanağı sağladığı için su trafiği sağdan çalışır. İngiliz sistemi kara trafiğine, Fransız sistemi de su trafiğine dayandığı için biri sağdan, diğeri soldan olmuştur. Aynı neden, farklı koşullarda birbirine zıt ilkeleri ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’deki bu kıyafet kavgasının temelinde de yani bir tarafın açık başı, diğerinin baş örtüsünü siyasetinin temel ilkesi yapmasının ardında da, sol ve sağ trafiği yaratanın aynı ilke olması gibi, burjuvazinin farklı zümrelerinin aynı kaygısı vardır: burjuvazinin egemenliğini sürdürmek için, egemeni olduğu ulusun çoğunluğundan biçimsel farklılıkları olmaması gerektiği.

Kapitalizm ve kapitalizm öncesinin sınıfları ve sınıf mücadeleleri arasında temel bir fark vardır. Kapitalizm öncesinde, egemen sınıflar, zümreler, kastlar, giyinişleri, davranışları, mekanları dilleri ve hatta kavimleriyle diğer sınıflardan ayrılırlar. Sadece egemen sınıflar değil, bu ayrım bütün toplum için geçerlidir. Her mesleğin, her sınıfın, her cemaatin kendine has giyinişleri; mekanları, hatta dilleri ve “ulusları” bile vardır. Her şey çok açık ve kesin olarak belirlidir. Bu nedenle kapitalizm öncesi toplumlar sistematik bir kastlaşma eğilimi gösterirler. Eğer “barbar” denen kavimlerin akınları sık sık o kapitalizm öncesi uygarlıkları alt üst etmeseler bütün antika uygarlıkları bu türden, Hindistan’daki gibi bir kastlaşma beklerdi.

Kapitalizmde ise, durum tam tersinedir. Ulusun ve ulusçuluğun nedeni de budur. Geniş yeniden üretim strandartlaşma gerektirir. Ulus da bu standartlaşmanın bulunmuş en son biçimidir zaten.

Ama kapitalizmde, kapitalizm öncesinden daha farklı bir durum daha vardır. Kapitalizm öncesinde, silah taşıyanlar zaten aynı zamanda egemen sınıftırlar. Ama kapitalizmde, bütün ulus gereğinde silahlandırılır. Hem diğer uluslara hem de Fransız devriminden sonra olduğu gibi, bütün Kapitalizm öncesi dünyaya meydan okuyabilmek, onun tehditlerine karşı koyabilmek için de bu zorunludur. Ama bu çok riskli bir durumdur. Egemen sınıf, yani burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emekçiler çok büyük çoğunluk.

Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm öncesinin tamamen tersi bir savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam alanı gibi farklılıkları ortadan kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu gizleyip egemenliğini sürdürebilir. Bu ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır.

İşte bu gerekçe ve kaygı, yani zeytinyağı gibi açıkta kalmama kaygısı, büyük şehirlerin batılı burjuvazisinin tüm ulusu kendi gibi giyinmeye zorlamasına yol açmıştır; herkesin başı açık olur ve herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılamazdı.

Ama bu zorlamayı yapanlar egemeni oldukları ulusa refah getiremedikleri için, ezilenler arasında buna duyulan tepki, bu dayatılan sembollerin zıtlarının bayrak yapılması sonucunu doğurmuştur.

Böylece, yükselen, Müslüman taşra burjuvazisinin, baş örtüsünü böyle bayrak yapmasının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. Bu bir yandan, burjuvazinin diğer kesimlerine karşı, bir karşı stratejinin savunusudur. “Eğer egemeni olduğunuz geniş yığınlardan farklı bir yaşam ve giyim içinde olursanız, bu sizin tecridinizi getirir ve sonunuz olur. Biz sizin yaptığınızın aksini yaparak ve savunarak aslında sizin de egemenliğinizi savunuyoruz.” demektir.

Ama aynı zamanda, burjuvaziye ve devlet sınıflarına duyulan tepkiyi, onların egemenliğinin sembollerine tepkiyle ifade eden geniş yığınların direnişinin bayrağını da ele geçirmiş olur.

Bu nedenle hem kapitalist sistemi koruyabilmek, hem de burjuvazinin diğer kesimleri ve devlet bürokrasisine karşı ezilenlerin tepkisini kendi değirmenine akıtabilmek için, baş örtüsünde sembolleşen tartışmalara ekmek su kadar ihtiyacı vardır bu burjuvazinin. Ama bu aynı zamanda, devlete egemen bürokrasinin de işine gelir. Ancak böyle bir tartışma içinde şehir orta sınıflarını ve Alevileri kendi yedeğine alıp zeytinyağı gibi açığa çıkmaktan kurtulup, politik iktidar üzerindeki egemenliğini ve ayrıcalıklarını sürdürebilir.

Bu tartışmanın Türkiye dışında hiçbir ülkede olmamasının ardında, Osmanlı’nın tarihi vardır. Osmanlıya Egemen Müslüman kast, ticareti “haşa min huzur tüccar taifesinden” diye hor gören bir kasttır. Geriye kalan Müslüman nüfus ile ya başı ezilecek isyancı ve çoğu kez alevi göçebe, ya da yoksul köylüdür. Bu nedenle bunların içinden bir burjuvazi çıkamazdı. Burjuvazi, ticaret ve sanayide güçlü Ermeni ve Rumlar ve Yahudiler arasından çıkabilirdi. Ermeni ve Rum burjuvazisinin kendi dil ve dinlerinde, içinden bir ulus yaratabilecekleri birer halkları vardı. Ama liman şehirlerinde palazlanmış bu Yahudi burjuvazinin böyle bir kitlesi yoktu. Öte yandan, Yahudiler ile, Müslüman egemen kast arasında, sığınma ve ayrıcalıkların da beslediği bir yakınlık da bulunuyordu. Böylece içinden kendi ulusunu yaratabileceği, kendi dili ve dininden bir halkı olmayan Yahudi burjuvazisi ile; burjuvazisi olmayan ama içinden bir ulus yaratabileceği bir Müslüman halkı olan Müslüman devlet kastının çıkarları tencere ve kapak gibi birbirine denk düştü. Atatürk’ün kendisi bizzat bu çakışmanın sembolü ve ürünüdür. Selanik Yahudilerinin okullarında okumuş bir Osmanlı generalidir.

Bu nedenle Türk milliyetçiliğinin yaratıcılarının ve en büyük savunucularının bu Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Yahudilerin iki devlet kurup iki ulus yarattıkları söylenebilir. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu; ikincisi İsrail ve İsrail ulusu.

Müslüman olmayan, Müslüman’ı bile “dönme” kabul edilen bu egemen sınıf ile egemeni olduğu ulus arasındaki din, dil, kültür ve yaşam farkını kapatmanın tek yolu vardı: herkesi kendi gibi yapmak. Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi, herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılamazdı.

Ama şimdi köprülerin altından çok sular geçti. Bu burjuvazi için, post-modern, çeşitliliğin zenginlik görüldüğü çağda, şöyle ya da böyle giyinmenin önemi yok. Müslüman burjuvazi de, herkese baş örtüsü taktırmaya kalkmanın kendini zayıflattığını görüyor ve baş örtüsüzlüğü bir zenginlik olarak görüyor. Burjuvazinin klasik egemen batıcı kanadının zaten son yıllarda, Kürdistan’daki savaş vesilesiyle, Devlet sınıflarıyla arası epeyce açılmıştı. Karşılıklı bu adımlarla, burjuvazi, Müslüman burjuvazinin önderliği altında bütünüyle birleşmiş ve işçi ve yoksulların tepkisini yedeğine almış bulunuyor. Seçim sonuçlarını belirleyen bu bileşimdir. Burjuvazinin iki büyük fraksiyonu bakımından, baş örtüsü olaylarca aşılmış bir sorundur.

Şimdi o devlete egemen kastın, bu egemenliği zayıflatacak ve politik iktidarı bütünüyle burjuvazinin eline almasını sağlayacak; ayrıcalıklarına son verecek düzenlemeler karşısında direnişinin, şehir orta sınıfları ve Alevileri arkasına çekebilmesinin bir aracıdır.

Devlet Kastının, yoksulların tepkisini yedeklemiş; tüm burjuvaziyi kendi bayrağı altında birleştirmiş; cepheden saldırı yerine; onu kendi silahlarıyla vurup, tecrit ve kuşatma uygulayan AKP iktidarı karşısında uzun vadede hiçbir şansı bulunmamaktadır. Devlet kastının tek şansı, savaş ve gerginliktir.

Bu noktada, Almanya ve Avrupa Birliği ile kesin bin çıkar ortaklığı içindedir. Türkiye’yi içine almak istemeyen, dolayısıyla bir parça bile olsun demokratikleşmesini istemeyen Avrupa, ona istediği gerginlik araçlarını bol bol sunacaktır. Dünya çapında Avrupa ve Amerika çelişkisi, Türkiye’de Burjuvazi ve Devlet sınıflarının çelişkisi olarak yansıyacaktır.

2002.11.27

demir@comlink.de

http://www.comlink.de/demir/

Hiç yorum yok: