Kılıçdaroğlu sözlerini, Pers/İran uygarlığının binlerce yıllık birikimini damıtmış Mevlana’nın dizeleriyle bitirmiş “Dünle birlikte gitti cancağzım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Biz söze onun sözlerini bitirdiği yerdern başlayalım.
Şimdilerde, yani modern veya modern ötesi (postmodern)
zamanlarda, sözü tam hatırlayamıyorum ama, anlamca, Mevlana’ya ya nazire
edercesine “dünün güncel gazetesi bugünün
çöp paketidir” diye bir söz var.
Yeni sözlerin bile bir günde veya Twitter’da birkaç saat, hatta dakikada, çöp olduğu bir dünyada, yeninin dolayısıyla herşeyin “ışık hızıyla” eskimesinin, bu giderek hızlanan ve Borges’in yaşayamadığı için ömrünün sonunda pişmanlığını anlattığı şiirler yazdığı An’ı bile yaşamayı olanaksız kılan bu diktatörlüğünde, “yeni şeyler söyleme”nin kendisi bile
Eskimedeki bu hız, “moral
yıpranma” biçiminde, sadece sözleri, düşünceleri değil, en başta maddi
araçları kendi kara deliğine çekiyor. Telefonlar, bilgisayarlar fizik olarak
daha yıllarca çalışabilecek durumdalarken, sırf teknikleri eskidiği moral yıpranmaya uğradıkları için bir
kenara atılıyor, dünyayı kirleten ve tehtid eden çöp yığınları oluyorlar. Giyimler,
diğer tüketim araçları daha fiziksel olarak yıpranmadan “demode” oluyor. “Evladiyelik” diye bir zaman alınan malların
yerini, hızla daha fiziksel olarak bile yıpranmadan “moral yıpranmaya” uğrayacak “en
son model” mallar alıyor
Elbette düşünce ve sözlerdeki ızlı eskimenin ardında,
toplumsal ilişkilerin hızlı eskimesi, onun ardında da tekniğin, yani sosyolojik
ifadesiyle “üretici güçlerin” veya
ekonomi politiğin diliyle “Üretim Araçları”nın
ya da “Sabit Sermaye”nin, bu
olağanüstü hızlı değişimi ve yenilenmesi bulunuyor. Onun da ardında kapitalizm
ve onun kar yasası, bunun için de en son tekniği kullanarak “nispi artık değeri” arttırma zorunluluğu
bulunuyor.
Bu teknik değişim ve ona bağlı olarak tüm toplumsal
ilişkilerin yeniden düzenlenmesi öyle hızlanmış bulunuyor ki, artık bir insan
için yaşamı boyunca birkaç kez sıfından başlayarak yeni bir mesleği öğrenme gereği
bir zorunluluk.
Bu nedenle yaşlılar teknik cehaletleriyle çocuklarının veya
torunlarının alaylarına muhatap oluyorlar.
Böyle bir dünyada, Türkiye’de olduğu gibi, nemrut ve firavunlar
çağından kalma devletin taşlaşmış, bürokratik, militer yapılarının; iktidar ve
kimi muhalefet partilerinin Soğuk Savaş veya Hitler döneminden kalma
ideolojilerinin kalın ve kırılmaz kabuğu ile, gerçekte derinlerde, özellikle
genç kuşaklarda ve onların ilişkilerinde, dünyaya bakışlarında yaşanan
değişmenin arasında açılan makas elbette önceden görülemeyecek bir yer ve
zamanda patlayıcı ve alt üst edici sonuçlar yaratacaktır.
Ama teknoloji, sözler ve haberler ne kadar hızla değişir ve eskirse
eskisin, tarihsel gidişin metronomu, günlük hayatın, “gündemin” ve politikanın
metronomuyla senkronize olmaz, onun daha yavaş kendi ritmi vardır, zaman zaman arayı
hızla kapatıp ileriye fırlayan hızlanmalar gösterse de.
Bu nedenlerle belki ve tam da bunlara rağmen, Kılıçdaroğlu’nun
sözlerinin bitişine koyduğu eski uygarlıkların bilgeliği artık tersine dnmüş
bulunuyor: “Artık hemen eskiyor
cancağızım, yeni olan ne varsa. Şimdi artık yeni şeyler değil, dünle beraber
eskimeyecek bir şeyler söylemek lazım, yarın da taze kalabilmek için” demek
daha doğru olabilir belki de.
Hayatın diyalektiği dünün doğrularını bugünün yanlışları,
dünün yanlışlarını bugünün doğruları yapıyor.
Bir haftadır herkes Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme”si üzerine yazıyor ve konuşuyor.
“Güneşin altında
söylenmemiş söz yok” derler.
Bu konuda da söylenmemiş söz yok denilebilir.
Helalleşme kavramının seçilmiş olmasının özellikle “İslami”
ve “mütedeyyin” kesimlere yönelik olmasından, Kılıçdaroğlu ve muhalefetin
epeydir ve özellikle de bu helalleşme çağrısıyla gündemi belirlediğinden ve
Erdoğan’ı köşeye sıkıştırdığına; Kılıçdaroğlu’nun birinci tekil şahısla
konuşmasından, bunun aynı zamanda partisiyle arasına mesafe koyarak ve partiler
üstü bir tutum alarak, zımnen
Cumhurbaşkanı adaylığına aday olduğunu gösterdiğine; Kılıçdaroğlu’nun bu
çağrısının uzun ve adım adım işlenmiş, “sağa
seslenerek sola yürüme” (E. Kürkçü) stratejisinin bir geçmişi olduğundan,
bugün artık Erdoğan’ın zayıflamasıyla birlikte bu adımları parti içi
muhalefetin direncini karşılayabilecek kadar da güçlü olarak atmasına; İyi
Parti’nin bu söylemlere mesafeli kalmasından (R. Çakır), bu söylemin özellikle
“muhafazakâr” veya “mütedeyyin” denen kesimlerde belli bir yankı bulmasından, bu
söylemin Erdoğan ve Bahçeli kadar, hatta daha fazla, Parti içindeki kemik
ulusalcıları rahatsız ettiğine; bu helalleşmenin yetmeyeceğinden, daha ileri
götürülmesi gerektiğinden (“yetmez ama
evet”) ve daha iyi nasıl götüreleceğine ilişkin önerilere; çağrının samimi
olup olmadığından, istikrarlı bir şekilde bu çizginin izlenip izlenemeyeceğine;
kavga diline karşı barış ve uzlaşma dilinin toparlayıcılğından, artık kamplaşma
stratejisinin Erdoğan’ın aleyhine çalıştığına; “Kılıçdaroğlu’nun yapmak istediği daha çok, toplumda bilenmiş olan
hırsların kıyıcı bir hesaplaşmaya yol açmasından kaçınırken, ezilen, dışlanan,
horlanan sınıf ve toplulukların haklarının teslim edileceğine ilişkin bir güven
duygusu yaratma”yı amaçladığından; ““devletin
restorasyonu”na toplumsal rıza üretme hamlesi” olduğuna (E. Kürkçü); helalleşmenin
radikal ve demokratik dönüşüm programı olmadığından, Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi
değiştirme çabasının başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkum olduğuna (F. Koru); “helalleşme”
kavramının islamdaki köken ve anlamlarından, bunun modern özür dileme ile
ilişkilerine; dağda başına bomba atılan
gerillaların buna ne diyeceğinden (V. Sarısözen), bu siyasetin bizzat kamplaşma
siyasetinin oluşturduğu zeminde doğmuş olduğuna (A. Taşgetiren) , “Endişeli muhafazakarları kazanma” (E.
Babahan) çabası olduğundan, bunu toplumun bütün kesimlerini bir özeleştiri ye
davet olduğuna; ve bu nedenle kendi özeleştirilerimizle desteklenmesi de gerektiğine
(S. Demirtaş); bir “devri sabık yaratmayacağız” sözü anlamına geldiğinden, böylece
iktidarı daha yumuşak bir geçişe razı etme gibi bir işlevi olduğuna; Hellaleşmenin
ahlaki bir kavram olduğundan ama hukuki bir çerçevesi ve anlamı bulunmadığına
(Y. Baydar) kadar herşey söylenmiş bulunuyor.
Görüldüğü gibi söylenecekler söylenmiş, yeni bir şey
söylemek mümkün değil.
Bu durumda, “eski ama her zaman yeni” (evergreen) bazı
şeyleri hatırlamak işe yaramaz mı?
*
Şahsen kısa hatta orta vadede ne Türkiye’de ne de dünya’da ne
demokratik ne de devrimci bir kabarış, en küçük olumlu bir değişiklik olacağı
kanısında değilim. Çünkü havada yağmur bulutları toplanmış değil. Devrimci
dönüşümler önce kavramlarda, düşüncelerde oluşurlar, sonra diyelim çeyrek
yüzyıl sonra geniş kitleler onlara ayaklarıyla oy verirler.
En son Doğu Avrupa’daki çöküş böyle olmuştu. Doğu Avrupalı aydınlar,
68 sonrasında duvarın bu tarafına iltica etmişlerdi “biz Avrupa kültürünün bir
parçasıyız, Asyalı değiliz” diyerek. Yirmi yıl sonra geniş kitleler buna
ayaklarıyla oy verip duvarları yıktılar.
Veya Politik İslam’ın yükselişi böyle olmuştu. Türkiye’de seksenlerde
dinamizm gösteren aydınlar ve dergiler İslamcılardan çıkıyordu. 2000’lerin
başında kitleler onlara oyverdiler elleri ve ayaklarıyla.
Bugünkü teorik ve entelektüel iklime bakınca böyle bir
değişimi yaratacak bir düşünce akımı, bir ideolojik iklim, bu yönde en küçük
bir belirti yok.
Sanki insanlık, entelijansiye araclığıyla ne olduğuna bir
bakmak, şöyle bir geri çekilmek, biraz soluklanmak istiyor. Zamana, biraz
derlenmeye toparlanmaya, durumu kavramaya ihtiyaç var. Kapitalizme bulaşmamış
kabileler yavaş zamanlarda yaşarlar, hızlı hareket ettiklerinde, ruhum bana yetişemiyor
diyerek ruhlarının gelip kendilerine yetişmesini beklerler. Sanki insanlık
ruhunun kendine yetişmesini bekler gibi.
Bu özel ve özgül durumu hiç gözden uzak tutmamalı.
Devrimlerin, olumlu değişmelerin ip uçları yok. Bu nedenle beklenti ve çabaları
bu duruma uygun hale getirmek gerekir. Yani daha kötüyü engellemeye yönelmeli.
Yani, gerek dünyada gerek Türkiye’de kanlı çatışmalarla
sonuçlanacak gelişmeleri engellemek için her yol denenmelidir. Çatışmaları
engellemenin en etkili yolu geniş katılımlı sicil direniş eylemleridir ve
bunlarla kötü gidişe karşı epey etkili mücadele verleilir ve gidiş tersine
çecrilebilir. Ama bunun olması için örgüt, örgüt olması için düşünce düşünca
olması için kitlelerin hareketlenmesi gerektiğinden, tam bu noktada daire üstüne
kapanmakta ve hiçbir şey olamamaktadır.
Bu nedenle insanlığın zamana ihtiyacı var. Çünkü topluma bir
sıçrama yaratacak fikirlerin oluşması için, bir mayalanmnın ortaya çıkması için
on yıllar gerekir.
Ordular ve bombalar ise fizik yasalara bağlı hızlarla
hareket ederler.
ABD ve Çin arasında bir dünya savaşı çıktığında, bundan
hangi “devrimci” sonuç çıkarsa çıksın, sonuçları korkunç olacaktır.
Bu korkunç sonuçlardan kaçınmak için “devrim” ertelenebilir
ve ertelenmelidir. Yüni bulunduğumuz dönemlerde devrimlerin savaşları engelleme
olasılığı pek görülmüyor (Zaten tarihte de pek görülmemişti.) ama savaşların
devrime yol açma olasılığı da artık giderek yok oluyor. İnsanlık yok olduğunda
devrimi yapacak bir özne kalmaz. Bu özgül durum hiç gözden yitirilmemeli.
Örneğin Korona pandemisinde, en acil sorun, bir an önce bir aşının
bulunması idi. “Işık hızı” projesiyle on yılların mRNA teknolojisi birikimiyle,
aşı bulunmadığı ve klasik koruma oranlarıyla (%60) bir aşı geliştirme (en az
iki yıl) olsaydı şimdi on milyonlarca insan ölmüş bulunacaktı. Sadece Koronadan
da değil, onun sonuçları dolayısıylab
Veya korona virüsü çok öldürücü bir virüs olsaydı (İlerde
böylelerinin de çıkması kaçınılmaz. Korona virüsü aslında biyolojik olarak çok öldürücü
değildir, yaşlılarda çok öldürücüdür, nüfus artık yaşlandığı için sosyolojik olarak öldürücü bir virüstür. 1920’lerde
bu pandemi olsaydı, bir pandemi olduğunun bile farkına varılmayabilirdi. Çünkü, Korona’nın öldürücülüıü, örneğin
yirminci yüzyılın başındaki “İspanyol
Gribi” virüsü gibi olsaydı, on belki de yüz milyonlarca genç insan ölmüş
bulunacaktı. (İspanyol gribi yol açtığı “stokin fırtınaları”yla daha güçlü
savunma sistemi olan gençleri öldürüyordu, yaşlılardan ziyade.) Böyle bir
durumda, o aşıyı geliştirenlerin karlarını sorun etmek, var olan özgül durumu
anlamamaktır. Öncelik yangını söndürmede olmalıdır.
*
Bir süre önce aşıyı bulan ve kısa zamanda geliştiren iki
bilim insanını, bilim insanı olarak insanlara yararlı olma amaçlarını överek,
onları “devrimci” olarak tanımlayan bir yazı yazmıştım.
Buna hemen itirazlar geldi, bak onlar milyarlar kazanıyor,
sen bu kapitalistleri nasıl översin, onlar niye aşıyı bedava yapmıyorlar
gibilerden.
Benim derdim ise onların on milyonlarca insanın hayatını
kurtarmış olmasıydı. Elbette politik olarak devrimci değillerdi.
(Aslında onlar son derece humanist ve kârı ikinci plana atan
gerçek bir bilim insanı kaygısıyla bu kazandıkları paralarla yeni ilaçlar
geliştirmede para sahiplerine bağımlı olmaktan kurtuldukları için sevinen
insanlar. Bu paralar sayesinde birkaç yılda birkaç kanser türüne karşı aşılar
çıkarabilecekler. Bu zamanlarda böylesi az bulunur. Böyle olmasalardı bile
yaptıkları muazzamdı. Helal olsun kazansınlar demek gerekirdi.)
Ama biz niye devrimci olmuştuk ki? İnsanların iyi yaşaması,
baskı sömürü görmemesi, ama öncelikle de yaşaması için. Bizler bunun için
politik mücadeleye girmiştik. Onlar ise bu amaç göz önüne alındığında, bizlerin
politik mücadeleyle yapabileceğimizden çok daha fazlasını yapmışlardı, eğer
bunun için bir yan ürün olarak zengin olmuşlarsa olsunlar. “Helal olsun”du. Bizim
devrimciler olarak bilançomuz ise eksilerde dolaşıyordu.
Bu arkadaşların anlamadığı iki kuşağın farklı yollardan
sosyalizme varmalarıydı.
Bizler 60’ların devrimci dalgasınının üzerinde politik
olarak devrimcilere dönüşmeden önce, humanist, bilim veya sanat alanında
çabalarla, kendini insanlığa adayarak, yararlı bir şeyler yapacak bir hayatın idealleriyle
büyümüştük. Sonra bilim insanı veya sanatçı olma; veya kuş uçmaz kervan geçmez
bir köyde bir öğretmen veya bir doktor olarak insanlara yardım etme idealini
terk edip politik mücadeleye girmemiz, insanlara yararlı şeyler için bir ömür harcama
idealimizi terk etmemiz anlamına gelmiyordu. Sadece bunun daha efektif ve daha
doğru bir yolunu bulduğumuzu düşünüyorduk. Asıl amaç, insanlık için iyi bir şeyler
yapmak, bir ilaç bulmak örneğin, yerinde duruyordu ama politik ve ekonomik
düzen değişmedenr bu çabaların bir işe yaramayacağını görmüştük ve o günlerin dünyasında
bizlere devrim daha yakın görünüyordu, bu nedenle ilaç keşifleri ile zaman
harcayamazdık. Bu nedenle öyle bir devrimci yükselişi yaşamamış kuşakları anlamak
da gerekir.
Örneğin Deniz’in kardeşi Hamdi’ye “devrimci” değil de bilim
insanı olmasını önermesi, sadece politik mücadeleyle değil, bilim insanı olarak
insanlığa yararlı olabeleceği, bir keşif yaparak da insan bir devrimci kadar
insanlığa yararlı olabilir yaklaşımının sonucuydu.
Aynı anlayış Sinan’da da vardı.
Çünkü bizler birer bilim insanı olup insanlara yararlı işler
yapan bir hayatı idealiyle yaşarken, yaşadıklarımız sonucunda, bunun pek mümkün
olamayacağını, düzeni değiştirmeden bu yöndeki çabaların boşa gideceğini ve bunun
egemen sınıfların işine yarayabileceğini görüp, belki insanlığa yararlı nice
keşiflere yol açabilecek enerji ve yaşamımızı, aslında hiç sevmediğimiz ama
mecburen görev gereği girdiğimiz politik mücadelenin yıpratıcı patikalarında
harcama yolunu seçmiştik.
Bunun için pişman değlidik, ben de değilim, ama insanlığa öyle
de yararlı olunabilirdi. Onu hor görmek, küçük görmek aklımızdan geçmezdi. O
bizim gençlik aşkımızdı. Hiçbirimiz severek girmemiştik bu politik mücadeleye.
*
Tekrar kaldığımız yere dönersek, bugünkü dünyada devrimci
bir kabarış olmadığı gibi, böyle bir kabarış olsa bile, bunun gerçekten insanlığa
seviye atlatacak ön hazırlığı, teorik, programatik, entelektüel, stratejik,
örgütsel ön hazırlığı yok.
İyi bir ön hazırlık olmadan yapılan isyanlar öncekinden daha
da kötü sonuçlara, daha büyük felaketlere yol açarlar.
Elbette ön hazırlık olmadan da kendiliğinden bir patlama
olmuşsa, biz yine siperde yerimizi alır, o yanlışın en az zararla atlatılması
için elimizden geleni yaparız, tıpkı Marks’ın 1871’de Paris Komünarlarına “isyan yanlıştır” demesi, ama bir kere
isyan olunca, onun en az zararla ve azami başarıya ulaşması için çaba
göstermesi gibi.
Siyasi mücadelemizde, özellikle cezaevlerinde, defalarca
doğru olmadığını savunduğumuz eylemlerin, bizim kontrolümüz dışında bir kere
başlayınca en az zararla atlatılması, azami başarıya ulaşması için elimizden
gelenleri yaptığımız gibi.
Yaklaşımımın özü böyledir. Diğer deyişle her durum somutluğu
içinde değerlendirilmelidir.
Bugün öncelik milyonlarca insanın canının korunmasıdır.
Yani en kötü barış
bile en iyi savaştan iyidir bir devrimci ve humanist için.
Hele bu günkü dünyada bu çok daha böyledir.
Devrimcilerin, demokratların zamana ihtiyacı var. Sadece
devrimcilerin değil, insanlığın da.
Ne yapıp edip bir dünya savaşını veya ülkeler arası
savaşları engellemek için gereğinde her türlü taviz verilebilir. Yeter ki o
tavizler, batılı emperyalistlerin Münih’te Hitler karşısında yaptıkları gibi,
daha büyük ve kanlı sonuçlara yol açmasın.
Türkiye’nin küçük sol örgütleri için, “deliye her gün bayram” olduğu gibi, neredeyse her gün devrimin
arifesidir.
Ama bu gerçek değil, o küçük örgütlerin kendi hayallerinde
yarattığı bir dünyadır.
Facebook kurucusu, bir “metaverse”
(öte evren) yaratma projesi geliştirdiğini söyledi ve şirketin adını
değiştirdi, ama bilmediği bir şey var: küçük sol örgütler (hatta sadece sol da değil
örneğin İslamcılar vs. de öyledir) kedi yarattıkları (dijital olmayan) hayali
bir dünyada yaşarlar. O hedenle gerçeklik duygularını yitirdikleri bir gerçekliğin
içinde, bir tür “metaverse”de
yaşarlar.
Kısa vadede, Türkiye’de bir devrimi bir yana bırakın ne “Kürt
sorunu”nun çözülmesi, ne radikal bir demokratik dönüşüm, hatta az çok hukukun
işlediği, keyfiliğin minimuma indiği bir devlet bile mümkün değildir.
Çünkü henüz en demokrat bilinen muhalefet bile böyle bir teorik
hazırlık ve programdan yoksun.
Örnek mi? En demokrat bilinenler bile, “ötekileştirmemek” gibi hiç üzerine düşünülmemiş kavramlarla özlemlerini ifade ediyorlar. Sorun
özlemlerin içtenliği değildir. Ama özlemleri ifade eden kavramlar gerçek
hayatın olgularına çarpınca tuzla buz olurlar. Ötekileştirmeyeceklerini,
ötekileştimeye karşı olduklarını söyleyenler, ötekileştirenleri
ötekileştirmeden nasıl ötekileştirmeyi ortadan kaldıracaklar örneğin.
Ötekileştirmemek mümkün bir durum değildir ki. Sorun kimlerin veya hangi
anlayışların ötekileştirileceğidir. Sorunu böyle koymadığı sürece muhalefetin
demokratik bir program geliştirmesi olası değildir.
Örnekteki gibi, hiç bu şekilde bu tür bir tartışma böyle bir
kavramsal netlik azerinden bir program ve strateji oluşturma çabası gördünüz
mü?
Yok böyle bir şey. Bu kadar basit ve sıradanı bile yok iken,
en küçük bir demokratikleşme bile olmayacağı bellidir.
Bu nedenle günün acil sorunu, dünyada olduğu gibi,
Türkiye’de de kanlı bir boğazlaşmayı ya da boğazlaşmaları engellemektir.
Çünkü işler her yerde, sadece Türkiye’de değil hızla oraya
doğru gitmektedir.
Bu gibi çıkışı olmayan boğazlaşmalar kendi ağırlığı altında
çöken kara deliklere yol açarlar. Tam bir çürüme egemen olur giderek o
çürümeden çıkmak olanaksızlaşır.
Bu gibi kanlı boğazlaşma ve katliamların sonraki dönemlerde
nasıl iyileşmez yaralar açıp demokratikleşme çabalarının köküne kibrit suyu
ekeceğini anlamak için yüzyılın başında Anadolu’nun Hıristiyan halklarına
yapılanlara bakmak veya 90’ların Balkanlarına bakmak yeter.
En küçük bir demokratikleşme çıkmadı o katliam ve
boğazlaşmalardan. Bunların laneti sonra yaşayan kuşakların üzerine bir kâbus
gibi çöktü ve çöküyor.
Türkiye böyle bir kanlı boğazlaşmanın kıyısında dolaşıyor.
Erdoğan ve onunla ittfak halinde MHP’nin temsil ettiği güçler hala nüfusun
yarıya yakınının desteğine sahipler ve de aynı zamanda devletin gizli ve açık
organlarının, derin devletlerin, mafiaların, devşirilmiş şeriatçı militanların örgütlü
operasyonel güçleri emirlerine amade.
Devlet tepeden tırnağa örgütlü, halk tamamen örgütsüz.
Halkın kendi örgütlenme çabaları bile devletin ve gizli polisin kontrolündedir.
Üç kişi bir dernek kursa kurucular listesini kanunen gidip devlete vererek
kendini ihber etmek zorundadır. Üstüne üstlük sırf çıplak gücüyle bile her
türlü direnişi ezebilecek kadar örgütlü ve güçlü bu Şark Devleti, Erdoğan
aracılığıyla hala en azından nüfusun üçte birinin kitle desteğine sahip.
Ve iktidarı kaybetmelerinin kendileri için çok ağır sonuçları
olacağını biliyorlar. Çünkü çok suç işlediler.
Bunu engellemek için her
şeyi yapmaya hazırdırlar ve imkan bulduklarında yapacaklardır.
Şimdiye dek hala bu yola baş vurmadılarsa, bir süre sonra şimdi
aleyhlerine gelişiyor gibi görünen dengeyi tekrar değiştirme umudu
taşımalarandandır.
Hala muhalefet partilerinin bir kısmı, örneğin İyi Parti,
beli bir manevrayla yana çekip muhalefet dağıtılabilir ve güç kaybına
uğratılabilir.
Veya bir süre sonra ekonomi tekrar toparlanabilir.
Toparlanma eğilimleri gösteren bir ekonomi, gelecek hakkında olumlu beklentiler
yaratarak, kötü bir ekonomik duruma rağmen iktidara destek verilmesini
sağlayabilir.
ABD ve Avrupa’nın Çin ve Rusya’ya karşı gerek Türkiye’yi
desteklemesi, buna paralel olarak düşük değerli Türk lirasının ihracatta yaratacağı
avantajlar, 80’lerin “ihracata yönelik sanayileşme” stratejisi ile Çin veya diğer
uzak doğu ülkeleri benzeri bir canlanma yaratmayı sağlayabilir. TOGG gibi bir
arabayı üreterek, birdenbire boş sayılabilecek bir pazara girerek belli bir
ekonomik iyileşme ve güçlü ihracat gelirleri elde edilebilir.
Türk devleti ve burjuvazisi, ABD ve Avrupa’nn çine
uyguladığı boykot nedeniyle, Ortadoğu’da Çin’den boşalacak yere oynuyor.
Bunlar gerçekleşmese bile birer olanak olarak hala ortada
duruyor görünüyor iktidar açısından.
Yani hala iktidarın epeyce hareket alanı var. Elindekini yiyip
bitirmiş ve tüketmiş değil. Ye ye bitmiyor. Büyük ülke Türkiye.
Ayrıca unutmamalı ki “çıkışı
olmayan durumlar yoktur” (Lenin). Osmanlı aslında çoktan yıkılması
gerekirken 200 yıl böyle çelişkilere dayanarak yaşamıştır. Hatta Osmanlı’nın
devmamı TC bile varlığını bu dengelere borçludur. Rusya’da devrim olmasaydı, TC
bugünkü gibi olmazdı. Soğuk savaş başlamasaydı, yine böyle devam edemezdi.
Dünya’da Rusya ve Çin ile gerilimler gerek ekonomik gerek politik olarak
iktidara ve devlete yeni olanaklar sunuyor.
Muhalefet ise, bir duvar ne kadar çürürse çürüsün ona
kitlelerin eylemiyle bir omuz darbesi vurmadıkça yıkılmayacağını biliyor ama bilmezden
geliyor, çünkü kitlelerden ve eyleminden korkuyor.
Ve seçimlerin olacağı ve iktidarın kolayca el değiştireceği
türden sahte hayaller yayayarak, kitlesel bir direnişin enerjisini
beklentilerle tüketerek kendi ayağına sıkıyor.
Bu durumda, iktidar elindeki hareket olanakları bittiğinde,
yine de iktidarı terk etmek istemeyecektir ve kendi sonunu geciktirmek için,
tüm ülkeyi bir kanlı çatışmalara atabilir ve muhtemeln bunu deneyecektir de.
Bu olasılık hala çok güçlüdür.
İşte Kılıçdaroğlu’nun bu dili ve stratejisi, Erdoğan’ın
hareket alınını daralttığı, daha geniş bir cephe kurduğu, onun altını oyduğu,
devlet sınıflarıın bir kesiminin olsun, açıktan olmasa bile el altından
muhalefet desteklemesinin olanaklarını yarattığı ve nihayet Erdoğan ve Bahçeli
ittfakını bir kedi gibi köşeye sıkıştırmaktan ise, onlara bir kaçış yolu
bıraktığı (bir anlamda “devri sabık yaratmayacağız” vaadidir helalleşme) için,
başarılı olursa, nereden nasıl çıkacağı belli olmayan devletin gizli aygıtlarının
küçük bir provakasyonuna bakan kanlı kırım engellenebilir.
Bu yönde korku bizzat devletin içini bile sarmış, en azından
Devletin belli kadroları, başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücü çırağına
dönmüş bulunuyor. Peker’in videoları vs., bu korkuların, bizzat devleti de
yitirme korkusunun devlet sınıflarının bir kısmını sarmasının yansımasıdır.
Hiçbir hayale kapılmadan, en küçük bir demokratikleşme bir
yana, hukukun işlediği bir devlet bile beklemeden, sadece iç kanlı bir
çatışmayı engellemek ve binlerce ve belki de milyorlarca insanın yaşamını
kurtarabilmek için, yani bir kanlı iktidar değişiminden ise kansız ama belki
çok yavaş bir iktidar değişimi yönünde bir imkan yarattığı için bu girişimi
olumlu karşılıyorum.
Bu yaklaşım aynı zamanda Marx’ın yaklaşımıdır. Marks, işçi
sınıfının eğer egemen sınıfların direncine ve sabotjını engelleyecekse, kamulaştırma
yaptığında bunu para karşılığı tazminatla yapmasının bile tercih
edilebileceğini bunun en az kayıplı en ucuz yöntem olduğunu söyler.
Elbette bu süreç başarılı olursa, bundan karlı çıkan,
demokrasi düşmanı bu devlet olacaktır. Ama eğer binler ve milyonlarca insanın
kanı ve canı kurtarılabilirse, bunu da hiç küçümsememek gerekir. Bu kan ve
canların diyeti olacaktır o sonuç.
Unutmayalım tarihin en kanlı savaşları iç savaşlar ve
çatışmalardır.
Ülkeler arasındaki çatışmalarda cepheler ve cephe gerileri
az çok bellidir. Ama iç kanlı kapışmalar çok korkunçtur. Hiçbir tarafın
devrimci veya demokrat olmadığı, sınıfsal ve programatik temelde bir bölünmenin
olmadığı bir iç çatışma ise, örneğin Yugoslavya’da olduğu gibi, en küçük bir
olumlu sonuç getirmez.
Ülkeler arası çatışmalardan bile, az çok var olan devletleri
zayıflatan, halkın demokratik özlemlere yönelmesini sağlayan sonuçlar
çıkabilir. Ama öbür türlü çatışmaların sonu ya dengeyi bir merkezi gücün
sağlaması, eskisinden daha da keyfi ve merkezi bir devlet ya da o devletin bile
aranacak hale geleceği tam bir kaos olur, Lübnan’da olduğu gibi.
Dolayısıyla bugün sorun “demokratikleşme mi, güçlendirilmiş
parlamenter sistem mi?” değil.
Ana sorun bir kanlı çatışmayı engellemek ve barışçıl
biçimlerde, olağan seçimlerle bir iktidar değişiminin gerçekleşmesini sağlamaktır.
Tüm politik güçlerin politik manevralarını bu açıdan
değerlendirmek gerekir.
*
Bunun elbette şöyle bir sonucu vardır. Ön görmenin ve ön
almanın trajedisi deniyor buna.
Korona salgınında görüldü. Ölümleri az tutmak için çok sert
önlemler önerildi, bunun sonunda ölümler az olunca, “hiç de öyle dendiği gibi
tehlikeli ve öldürücü değilmiş, bütün bunlar gereksizmiş” dendi. Bunca aşıya
rağmen gelen şimdiki dalga bu çıkarsamanın hiç de doğru olmadığını bir kez daha
gösterdi.
Benzeri bu stratejinin de başına gelebilir ve gelecektir
muhtemelen.
“Devrimci” arkadaşlar, eğer yaklaşımımız uygulanır ve başarıya
ulaşırsa, diyelim ki bir iç çatışma veya provakasyon olmadan seçimlerle bu
iktidar değişirse, “düşmanı abarttın hiç
de öyle riskli bir durum yokmuş”, “yanlış hedef gösterdin” diyeceklerdir.
Borçlarını görmeyip alacağı inkâr edeceklerdir.
Olsun. Bunun sevabı, yanılmanın günahından yine de büyüktür.
Bir alacağımız kalırsa “helal olsun”.
Şimdiden helalleşmeş olalım.
Demir Küçükaydın
19 Kasım 2021 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder