24 Kasım 2021 Çarşamba

Helal Olsun!


Kılıçdaroğlu sözlerini, Pers/İran uygarlığının binlerce yıllık birikimini damıtmış Mevlana’nın dizeleriyle bitirmiş “Dünle birlikte gitti cancağzım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Biz söze onun sözlerini bitirdiği yerdern başlayalım.

Şimdilerde, yani modern veya modern ötesi (postmodern) zamanlarda, sözü tam hatırlayamıyorum ama, anlamca, Mevlana’ya ya nazire edercesine “dünün güncel gazetesi bugünün çöp paketidir” diye bir söz var.

Yeni sözlerin bile bir günde veya Twitter’da birkaç saat, hatta dakikada, çöp olduğu bir dünyada, yeninin dolayısıyla herşeyin “ışık hızıyla” eskimesinin, bu giderek hızlanan ve Borges’in yaşayamadığı için ömrünün sonunda pişmanlığını anlattığı şiirler yazdığı An’ı bile yaşamayı olanaksız kılan bu diktatörlüğünde, “yeni şeyler söyleme”nin kendisi bile

Eskimedeki bu hız, “moral yıpranma” biçiminde, sadece sözleri, düşünceleri değil, en başta maddi araçları kendi kara deliğine çekiyor. Telefonlar, bilgisayarlar fizik olarak daha yıllarca çalışabilecek durumdalarken, sırf teknikleri eskidiği moral yıpranmaya uğradıkları için bir kenara atılıyor, dünyayı kirleten ve tehtid eden çöp yığınları oluyorlar. Giyimler, diğer tüketim araçları daha fiziksel olarak yıpranmadan “demode” oluyor. “Evladiyelik” diye bir zaman alınan malların yerini, hızla daha fiziksel olarak bile yıpranmadan “moral yıpranmaya” uğrayacak “en son model” mallar alıyor

Elbette düşünce ve sözlerdeki ızlı eskimenin ardında, toplumsal ilişkilerin hızlı eskimesi, onun ardında da tekniğin, yani sosyolojik ifadesiyle “üretici güçlerin” veya ekonomi politiğin diliyle “Üretim Araçları”nın ya da “Sabit Sermaye”nin, bu olağanüstü hızlı değişimi ve yenilenmesi bulunuyor. Onun da ardında kapitalizm ve onun kar yasası, bunun için de en son tekniği kullanarak “nispi artık değeri” arttırma zorunluluğu bulunuyor.

Bu teknik değişim ve ona bağlı olarak tüm toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesi öyle hızlanmış bulunuyor ki, artık bir insan için yaşamı boyunca birkaç kez sıfından başlayarak yeni bir mesleği öğrenme gereği bir zorunluluk.

Bu nedenle yaşlılar teknik cehaletleriyle çocuklarının veya torunlarının alaylarına muhatap oluyorlar.

Böyle bir dünyada, Türkiye’de olduğu gibi, nemrut ve firavunlar çağından kalma devletin taşlaşmış, bürokratik, militer yapılarının; iktidar ve kimi muhalefet partilerinin Soğuk Savaş veya Hitler döneminden kalma ideolojilerinin kalın ve kırılmaz kabuğu ile, gerçekte derinlerde, özellikle genç kuşaklarda ve onların ilişkilerinde, dünyaya bakışlarında yaşanan değişmenin arasında açılan makas elbette önceden görülemeyecek bir yer ve zamanda patlayıcı ve alt üst edici sonuçlar yaratacaktır.

Ama teknoloji, sözler ve haberler ne kadar hızla değişir ve eskirse eskisin, tarihsel gidişin metronomu, günlük hayatın, “gündemin” ve politikanın metronomuyla senkronize olmaz, onun daha yavaş kendi ritmi vardır, zaman zaman arayı hızla kapatıp ileriye fırlayan hızlanmalar gösterse de.

Bu nedenlerle belki ve tam da bunlara rağmen, Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin bitişine koyduğu eski uygarlıkların bilgeliği artık tersine dnmüş bulunuyor: “Artık hemen eskiyor cancağızım, yeni olan ne varsa. Şimdi artık yeni şeyler değil, dünle beraber eskimeyecek bir şeyler söylemek lazım, yarın da taze kalabilmek için” demek daha doğru olabilir belki de.

Hayatın diyalektiği dünün doğrularını bugünün yanlışları, dünün yanlışlarını bugünün doğruları yapıyor.

Bir haftadır herkes Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme”si üzerine yazıyor ve konuşuyor.

Güneşin altında söylenmemiş söz yok” derler.

Bu konuda da söylenmemiş söz yok denilebilir.

Helalleşme kavramının seçilmiş olmasının özellikle “İslami” ve “mütedeyyin” kesimlere yönelik olmasından, Kılıçdaroğlu ve muhalefetin epeydir ve özellikle de bu helalleşme çağrısıyla gündemi belirlediğinden ve Erdoğan’ı köşeye sıkıştırdığına; Kılıçdaroğlu’nun birinci tekil şahısla konuşmasından, bunun aynı zamanda partisiyle arasına mesafe koyarak ve partiler üstü bir tutum alarak,  zımnen Cumhurbaşkanı adaylığına aday olduğunu gösterdiğine; Kılıçdaroğlu’nun bu çağrısının uzun ve adım adım işlenmiş, “sağa seslenerek sola yürüme” (E. Kürkçü) stratejisinin bir geçmişi olduğundan, bugün artık Erdoğan’ın zayıflamasıyla birlikte bu adımları parti içi muhalefetin direncini karşılayabilecek kadar da güçlü olarak atmasına; İyi Parti’nin bu söylemlere mesafeli kalmasından (R. Çakır), bu söylemin özellikle “muhafazakâr” veya “mütedeyyin” denen kesimlerde belli bir yankı bulmasından, bu söylemin Erdoğan ve Bahçeli kadar, hatta daha fazla, Parti içindeki kemik ulusalcıları rahatsız ettiğine; bu helalleşmenin yetmeyeceğinden, daha ileri götürülmesi gerektiğinden (“yetmez ama evet”) ve daha iyi nasıl götüreleceğine ilişkin önerilere; çağrının samimi olup olmadığından, istikrarlı bir şekilde bu çizginin izlenip izlenemeyeceğine; kavga diline karşı barış ve uzlaşma dilinin toparlayıcılğından, artık kamplaşma stratejisinin Erdoğan’ın aleyhine çalıştığına; “Kılıçdaroğlu’nun yapmak istediği daha çok, toplumda bilenmiş olan hırsların kıyıcı bir hesaplaşmaya yol açmasından kaçınırken, ezilen, dışlanan, horlanan sınıf ve toplulukların haklarının teslim edileceğine ilişkin bir güven duygusu yaratma”yı amaçladığından; ““devletin restorasyonu”na toplumsal rıza üretme hamlesi” olduğuna (E. Kürkçü); helalleşmenin radikal ve demokratik dönüşüm programı olmadığından, Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi değiştirme çabasının başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkum olduğuna (F. Koru); “helalleşme” kavramının islamdaki köken ve anlamlarından, bunun modern özür dileme ile ilişkilerine;  dağda başına bomba atılan gerillaların buna ne diyeceğinden (V. Sarısözen), bu siyasetin bizzat kamplaşma siyasetinin oluşturduğu zeminde doğmuş olduğuna (A. Taşgetiren) , “Endişeli muhafazakarları kazanma” (E. Babahan) çabası olduğundan, bunu toplumun bütün kesimlerini bir özeleştiri ye davet olduğuna; ve bu nedenle kendi özeleştirilerimizle desteklenmesi de gerektiğine (S. Demirtaş);  bir “devri sabık yaratmayacağız” sözü anlamına geldiğinden, böylece iktidarı daha yumuşak bir geçişe razı etme gibi bir işlevi olduğuna; Hellaleşmenin ahlaki bir kavram olduğundan ama hukuki bir çerçevesi ve anlamı bulunmadığına (Y. Baydar) kadar herşey söylenmiş bulunuyor.

Görüldüğü gibi söylenecekler söylenmiş, yeni bir şey söylemek mümkün değil.

Bu durumda, “eski ama her zaman yeni” (evergreen) bazı şeyleri hatırlamak işe yaramaz mı?

*

Şahsen kısa hatta orta vadede ne Türkiye’de ne de dünya’da ne demokratik ne de devrimci bir kabarış, en küçük olumlu bir değişiklik olacağı kanısında değilim. Çünkü havada yağmur bulutları toplanmış değil. Devrimci dönüşümler önce kavramlarda, düşüncelerde oluşurlar, sonra diyelim çeyrek yüzyıl sonra geniş kitleler onlara ayaklarıyla oy verirler.

En son Doğu Avrupa’daki çöküş böyle olmuştu. Doğu Avrupalı aydınlar, 68 sonrasında duvarın bu tarafına iltica etmişlerdi “biz Avrupa kültürünün bir parçasıyız, Asyalı değiliz” diyerek. Yirmi yıl sonra geniş kitleler buna ayaklarıyla oy verip duvarları yıktılar.

Veya Politik İslam’ın yükselişi böyle olmuştu. Türkiye’de seksenlerde dinamizm gösteren aydınlar ve dergiler İslamcılardan çıkıyordu. 2000’lerin başında kitleler onlara oyverdiler elleri ve ayaklarıyla.

Bugünkü teorik ve entelektüel iklime bakınca böyle bir değişimi yaratacak bir düşünce akımı, bir ideolojik iklim, bu yönde en küçük bir belirti yok.

Sanki insanlık, entelijansiye araclığıyla ne olduğuna bir bakmak, şöyle bir geri çekilmek, biraz soluklanmak istiyor. Zamana, biraz derlenmeye toparlanmaya, durumu kavramaya ihtiyaç var. Kapitalizme bulaşmamış kabileler yavaş zamanlarda yaşarlar, hızlı hareket ettiklerinde, ruhum bana yetişemiyor diyerek ruhlarının gelip kendilerine yetişmesini beklerler. Sanki insanlık ruhunun kendine yetişmesini bekler gibi.

Bu özel ve özgül durumu hiç gözden uzak tutmamalı. Devrimlerin, olumlu değişmelerin ip uçları yok. Bu nedenle beklenti ve çabaları bu duruma uygun hale getirmek gerekir. Yani daha kötüyü engellemeye yönelmeli.

Yani, gerek dünyada gerek Türkiye’de kanlı çatışmalarla sonuçlanacak gelişmeleri engellemek için her yol denenmelidir. Çatışmaları engellemenin en etkili yolu geniş katılımlı sicil direniş eylemleridir ve bunlarla kötü gidişe karşı epey etkili mücadele verleilir ve gidiş tersine çecrilebilir. Ama bunun olması için örgüt, örgüt olması için düşünce düşünca olması için kitlelerin hareketlenmesi gerektiğinden, tam bu noktada daire üstüne kapanmakta ve hiçbir şey olamamaktadır.

Bu nedenle insanlığın zamana ihtiyacı var. Çünkü topluma bir sıçrama yaratacak fikirlerin oluşması için, bir mayalanmnın ortaya çıkması için on yıllar gerekir.

Ordular ve bombalar ise fizik yasalara bağlı hızlarla hareket ederler.

ABD ve Çin arasında bir dünya savaşı çıktığında, bundan hangi “devrimci” sonuç çıkarsa çıksın, sonuçları korkunç olacaktır.

Bu korkunç sonuçlardan kaçınmak için “devrim” ertelenebilir ve ertelenmelidir. Yüni bulunduğumuz dönemlerde devrimlerin savaşları engelleme olasılığı pek görülmüyor (Zaten tarihte de pek görülmemişti.) ama savaşların devrime yol açma olasılığı da artık giderek yok oluyor. İnsanlık yok olduğunda devrimi yapacak bir özne kalmaz. Bu özgül durum hiç gözden yitirilmemeli.

Örneğin Korona pandemisinde, en acil sorun, bir an önce bir aşının bulunması idi. “Işık hızı” projesiyle on yılların mRNA teknolojisi birikimiyle, aşı bulunmadığı ve klasik koruma oranlarıyla (%60) bir aşı geliştirme (en az iki yıl) olsaydı şimdi on milyonlarca insan ölmüş bulunacaktı. Sadece Koronadan da değil, onun sonuçları dolayısıylab

Veya korona virüsü çok öldürücü bir virüs olsaydı (İlerde böylelerinin de çıkması kaçınılmaz. Korona virüsü aslında biyolojik olarak çok öldürücü değildir, yaşlılarda çok öldürücüdür, nüfus artık yaşlandığı için sosyolojik olarak öldürücü bir virüstür. 1920’lerde bu pandemi olsaydı, bir pandemi olduğunun bile farkına varılmayabilirdi. Çünkü, Korona’nın öldürücülüıü, örneğin yirminci yüzyılın başındaki “İspanyol Gribi” virüsü gibi olsaydı, on belki de yüz milyonlarca genç insan ölmüş bulunacaktı. (İspanyol gribi yol açtığı “stokin fırtınaları”yla daha güçlü savunma sistemi olan gençleri öldürüyordu, yaşlılardan ziyade.) Böyle bir durumda, o aşıyı geliştirenlerin karlarını sorun etmek, var olan özgül durumu anlamamaktır. Öncelik yangını söndürmede olmalıdır.

*

Bir süre önce aşıyı bulan ve kısa zamanda geliştiren iki bilim insanını, bilim insanı olarak insanlara yararlı olma amaçlarını överek, onları “devrimci” olarak tanımlayan bir yazı yazmıştım.

Buna hemen itirazlar geldi, bak onlar milyarlar kazanıyor, sen bu kapitalistleri nasıl översin, onlar niye aşıyı bedava yapmıyorlar gibilerden.

Benim derdim ise onların on milyonlarca insanın hayatını kurtarmış olmasıydı. Elbette politik olarak devrimci değillerdi.

(Aslında onlar son derece humanist ve kârı ikinci plana atan gerçek bir bilim insanı kaygısıyla bu kazandıkları paralarla yeni ilaçlar geliştirmede para sahiplerine bağımlı olmaktan kurtuldukları için sevinen insanlar. Bu paralar sayesinde birkaç yılda birkaç kanser türüne karşı aşılar çıkarabilecekler. Bu zamanlarda böylesi az bulunur. Böyle olmasalardı bile yaptıkları muazzamdı. Helal olsun kazansınlar demek gerekirdi.)

Ama biz niye devrimci olmuştuk ki? İnsanların iyi yaşaması, baskı sömürü görmemesi, ama öncelikle de yaşaması için. Bizler bunun için politik mücadeleye girmiştik. Onlar ise bu amaç göz önüne alındığında, bizlerin politik mücadeleyle yapabileceğimizden çok daha fazlasını yapmışlardı, eğer bunun için bir yan ürün olarak zengin olmuşlarsa olsunlar. “Helal olsun”du. Bizim devrimciler olarak bilançomuz ise eksilerde dolaşıyordu.

Bu arkadaşların anlamadığı iki kuşağın farklı yollardan sosyalizme varmalarıydı.

Bizler 60’ların devrimci dalgasınının üzerinde politik olarak devrimcilere dönüşmeden önce, humanist, bilim veya sanat alanında çabalarla, kendini insanlığa adayarak, yararlı bir şeyler yapacak bir hayatın idealleriyle büyümüştük. Sonra bilim insanı veya sanatçı olma; veya kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde bir öğretmen veya bir doktor olarak insanlara yardım etme idealini terk edip politik mücadeleye girmemiz, insanlara yararlı şeyler için bir ömür harcama idealimizi terk etmemiz anlamına gelmiyordu. Sadece bunun daha efektif ve daha doğru bir yolunu bulduğumuzu düşünüyorduk. Asıl amaç, insanlık için iyi bir şeyler yapmak, bir ilaç bulmak örneğin, yerinde duruyordu ama politik ve ekonomik düzen değişmedenr bu çabaların bir işe yaramayacağını görmüştük ve o günlerin dünyasında bizlere devrim daha yakın görünüyordu, bu nedenle ilaç keşifleri ile zaman harcayamazdık. Bu nedenle öyle bir devrimci yükselişi yaşamamış kuşakları anlamak da gerekir.

Örneğin Deniz’in kardeşi Hamdi’ye “devrimci” değil de bilim insanı olmasını önermesi, sadece politik mücadeleyle değil, bilim insanı olarak insanlığa yararlı olabeleceği, bir keşif yaparak da insan bir devrimci kadar insanlığa yararlı olabilir yaklaşımının sonucuydu.

Aynı anlayış Sinan’da da vardı.

Çünkü bizler birer bilim insanı olup insanlara yararlı işler yapan bir hayatı idealiyle yaşarken, yaşadıklarımız sonucunda, bunun pek mümkün olamayacağını, düzeni değiştirmeden bu yöndeki çabaların boşa gideceğini ve bunun egemen sınıfların işine yarayabileceğini görüp, belki insanlığa yararlı nice keşiflere yol açabilecek enerji ve yaşamımızı, aslında hiç sevmediğimiz ama mecburen görev gereği girdiğimiz politik mücadelenin yıpratıcı patikalarında harcama yolunu seçmiştik.

Bunun için pişman değlidik, ben de değilim, ama insanlığa öyle de yararlı olunabilirdi. Onu hor görmek, küçük görmek aklımızdan geçmezdi. O bizim gençlik aşkımızdı. Hiçbirimiz severek girmemiştik bu politik mücadeleye.

*

Tekrar kaldığımız yere dönersek, bugünkü dünyada devrimci bir kabarış olmadığı gibi, böyle bir kabarış olsa bile, bunun gerçekten insanlığa seviye atlatacak ön hazırlığı, teorik, programatik, entelektüel, stratejik, örgütsel ön hazırlığı yok.

İyi bir ön hazırlık olmadan yapılan isyanlar öncekinden daha da kötü sonuçlara, daha büyük felaketlere yol açarlar.

Elbette ön hazırlık olmadan da kendiliğinden bir patlama olmuşsa, biz yine siperde yerimizi alır, o yanlışın en az zararla atlatılması için elimizden geleni yaparız, tıpkı Marks’ın 1871’de Paris Komünarlarına “isyan yanlıştır” demesi, ama bir kere isyan olunca, onun en az zararla ve azami başarıya ulaşması için çaba göstermesi gibi.

Siyasi mücadelemizde, özellikle cezaevlerinde, defalarca doğru olmadığını savunduğumuz eylemlerin, bizim kontrolümüz dışında bir kere başlayınca en az zararla atlatılması, azami başarıya ulaşması için elimizden gelenleri yaptığımız gibi.

Yaklaşımımın özü böyledir. Diğer deyişle her durum somutluğu içinde değerlendirilmelidir.

Bugün öncelik milyonlarca insanın canının korunmasıdır.

Yani en kötü barış bile en iyi savaştan iyidir bir devrimci ve humanist için.

Hele bu günkü dünyada bu çok daha böyledir.

Devrimcilerin, demokratların zamana ihtiyacı var. Sadece devrimcilerin değil, insanlığın da.

Ne yapıp edip bir dünya savaşını veya ülkeler arası savaşları engellemek için gereğinde her türlü taviz verilebilir. Yeter ki o tavizler, batılı emperyalistlerin Münih’te Hitler karşısında yaptıkları gibi, daha büyük ve kanlı sonuçlara yol açmasın.

Türkiye’nin küçük sol örgütleri için, “deliye her gün bayram” olduğu gibi, neredeyse her gün devrimin arifesidir.

Ama bu gerçek değil, o küçük örgütlerin kendi hayallerinde yarattığı bir dünyadır.

Facebook kurucusu, bir “metaverse” (öte evren) yaratma projesi geliştirdiğini söyledi ve şirketin adını değiştirdi, ama bilmediği bir şey var: küçük sol örgütler (hatta sadece sol da değil örneğin İslamcılar vs. de öyledir) kedi yarattıkları (dijital olmayan) hayali bir dünyada yaşarlar. O hedenle gerçeklik duygularını yitirdikleri bir gerçekliğin içinde, bir tür “metaverse”de yaşarlar.

Kısa vadede, Türkiye’de bir devrimi bir yana bırakın ne “Kürt sorunu”nun çözülmesi, ne radikal bir demokratik dönüşüm, hatta az çok hukukun işlediği, keyfiliğin minimuma indiği bir devlet bile mümkün değildir.

Çünkü henüz en demokrat bilinen muhalefet bile böyle bir teorik hazırlık ve programdan yoksun.

Örnek mi? En demokrat bilinenler bile, “ötekileştirmemek” gibi hiç üzerine düşünülmemiş kavramlarla özlemlerini ifade ediyorlar. Sorun özlemlerin içtenliği değildir. Ama özlemleri ifade eden kavramlar gerçek hayatın olgularına çarpınca tuzla buz olurlar. Ötekileştirmeyeceklerini, ötekileştimeye karşı olduklarını söyleyenler, ötekileştirenleri ötekileştirmeden nasıl ötekileştirmeyi ortadan kaldıracaklar örneğin. Ötekileştirmemek mümkün bir durum değildir ki. Sorun kimlerin veya hangi anlayışların ötekileştirileceğidir. Sorunu böyle koymadığı sürece muhalefetin demokratik bir program geliştirmesi olası değildir.

Örnekteki gibi, hiç bu şekilde bu tür bir tartışma böyle bir kavramsal netlik azerinden bir program ve strateji oluşturma çabası gördünüz mü?

Yok böyle bir şey. Bu kadar basit ve sıradanı bile yok iken, en küçük bir demokratikleşme bile olmayacağı bellidir.

Bu nedenle günün acil sorunu, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de kanlı bir boğazlaşmayı ya da boğazlaşmaları engellemektir.

Çünkü işler her yerde, sadece Türkiye’de değil hızla oraya doğru gitmektedir.

Bu gibi çıkışı olmayan boğazlaşmalar kendi ağırlığı altında çöken kara deliklere yol açarlar. Tam bir çürüme egemen olur giderek o çürümeden çıkmak olanaksızlaşır.

Bu gibi kanlı boğazlaşma ve katliamların sonraki dönemlerde nasıl iyileşmez yaralar açıp demokratikleşme çabalarının köküne kibrit suyu ekeceğini anlamak için yüzyılın başında Anadolu’nun Hıristiyan halklarına yapılanlara bakmak veya 90’ların Balkanlarına bakmak yeter.

En küçük bir demokratikleşme çıkmadı o katliam ve boğazlaşmalardan. Bunların laneti sonra yaşayan kuşakların üzerine bir kâbus gibi çöktü ve çöküyor.

Türkiye böyle bir kanlı boğazlaşmanın kıyısında dolaşıyor. Erdoğan ve onunla ittfak halinde MHP’nin temsil ettiği güçler hala nüfusun yarıya yakınının desteğine sahipler ve de aynı zamanda devletin gizli ve açık organlarının, derin devletlerin, mafiaların, devşirilmiş şeriatçı militanların örgütlü operasyonel güçleri emirlerine amade.

Devlet tepeden tırnağa örgütlü, halk tamamen örgütsüz. Halkın kendi örgütlenme çabaları bile devletin ve gizli polisin kontrolündedir. Üç kişi bir dernek kursa kurucular listesini kanunen gidip devlete vererek kendini ihber etmek zorundadır. Üstüne üstlük sırf çıplak gücüyle bile her türlü direnişi ezebilecek kadar örgütlü ve güçlü bu Şark Devleti, Erdoğan aracılığıyla hala en azından nüfusun üçte birinin kitle desteğine sahip.

Ve iktidarı kaybetmelerinin kendileri için çok ağır sonuçları olacağını biliyorlar. Çünkü çok suç işlediler.

Bunu engellemek için her şeyi yapmaya hazırdırlar ve imkan bulduklarında yapacaklardır.

Şimdiye dek hala bu yola baş vurmadılarsa, bir süre sonra şimdi aleyhlerine gelişiyor gibi görünen dengeyi tekrar değiştirme umudu taşımalarandandır.

Hala muhalefet partilerinin bir kısmı, örneğin İyi Parti, beli bir manevrayla yana çekip muhalefet dağıtılabilir ve güç kaybına uğratılabilir.

Veya bir süre sonra ekonomi tekrar toparlanabilir. Toparlanma eğilimleri gösteren bir ekonomi, gelecek hakkında olumlu beklentiler yaratarak, kötü bir ekonomik duruma rağmen iktidara destek verilmesini sağlayabilir.

ABD ve Avrupa’nın Çin ve Rusya’ya karşı gerek Türkiye’yi desteklemesi, buna paralel olarak düşük değerli Türk lirasının ihracatta yaratacağı avantajlar, 80’lerin “ihracata yönelik sanayileşme” stratejisi ile Çin veya diğer uzak doğu ülkeleri benzeri bir canlanma yaratmayı sağlayabilir. TOGG gibi bir arabayı üreterek, birdenbire boş sayılabilecek bir pazara girerek belli bir ekonomik iyileşme ve güçlü ihracat gelirleri elde edilebilir.

Türk devleti ve burjuvazisi, ABD ve Avrupa’nn çine uyguladığı boykot nedeniyle, Ortadoğu’da Çin’den boşalacak yere oynuyor.

Bunlar gerçekleşmese bile birer olanak olarak hala ortada duruyor görünüyor iktidar açısından.

Yani hala iktidarın epeyce hareket alanı var. Elindekini yiyip bitirmiş ve tüketmiş değil. Ye ye bitmiyor. Büyük ülke Türkiye.

Ayrıca unutmamalı ki “çıkışı olmayan durumlar yoktur” (Lenin). Osmanlı aslında çoktan yıkılması gerekirken 200 yıl böyle çelişkilere dayanarak yaşamıştır. Hatta Osmanlı’nın devmamı TC bile varlığını bu dengelere borçludur. Rusya’da devrim olmasaydı, TC bugünkü gibi olmazdı. Soğuk savaş başlamasaydı, yine böyle devam edemezdi. Dünya’da Rusya ve Çin ile gerilimler gerek ekonomik gerek politik olarak iktidara ve devlete yeni olanaklar sunuyor.

Muhalefet ise, bir duvar ne kadar çürürse çürüsün ona kitlelerin eylemiyle bir omuz darbesi vurmadıkça yıkılmayacağını biliyor ama bilmezden geliyor, çünkü kitlelerden ve eyleminden korkuyor.

Ve seçimlerin olacağı ve iktidarın kolayca el değiştireceği türden sahte hayaller yayayarak, kitlesel bir direnişin enerjisini beklentilerle tüketerek kendi ayağına sıkıyor.

Bu durumda, iktidar elindeki hareket olanakları bittiğinde, yine de iktidarı terk etmek istemeyecektir ve kendi sonunu geciktirmek için, tüm ülkeyi bir kanlı çatışmalara atabilir ve muhtemeln bunu deneyecektir de.

Bu olasılık hala çok güçlüdür.

İşte Kılıçdaroğlu’nun bu dili ve stratejisi, Erdoğan’ın hareket alınını daralttığı, daha geniş bir cephe kurduğu, onun altını oyduğu, devlet sınıflarıın bir kesiminin olsun, açıktan olmasa bile el altından muhalefet desteklemesinin olanaklarını yarattığı ve nihayet Erdoğan ve Bahçeli ittfakını bir kedi gibi köşeye sıkıştırmaktan ise, onlara bir kaçış yolu bıraktığı (bir anlamda “devri sabık yaratmayacağız” vaadidir helalleşme) için, başarılı olursa, nereden nasıl çıkacağı belli olmayan devletin gizli aygıtlarının küçük bir provakasyonuna bakan kanlı kırım engellenebilir.

Bu yönde korku bizzat devletin içini bile sarmış, en azından Devletin belli kadroları, başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücü çırağına dönmüş bulunuyor. Peker’in videoları vs., bu korkuların, bizzat devleti de yitirme korkusunun devlet sınıflarının bir kısmını sarmasının yansımasıdır.

Hiçbir hayale kapılmadan, en küçük bir demokratikleşme bir yana, hukukun işlediği bir devlet bile beklemeden, sadece iç kanlı bir çatışmayı engellemek ve binlerce ve belki de milyorlarca insanın yaşamını kurtarabilmek için, yani bir kanlı iktidar değişiminden ise kansız ama belki çok yavaş bir iktidar değişimi yönünde bir imkan yarattığı için bu girişimi olumlu karşılıyorum.

Bu yaklaşım aynı zamanda Marx’ın yaklaşımıdır. Marks, işçi sınıfının eğer egemen sınıfların direncine ve sabotjını engelleyecekse, kamulaştırma yaptığında bunu para karşılığı tazminatla yapmasının bile tercih edilebileceğini bunun en az kayıplı en ucuz yöntem olduğunu söyler.

Elbette bu süreç başarılı olursa, bundan karlı çıkan, demokrasi düşmanı bu devlet olacaktır. Ama eğer binler ve milyonlarca insanın kanı ve canı kurtarılabilirse, bunu da hiç küçümsememek gerekir. Bu kan ve canların diyeti olacaktır o sonuç.

Unutmayalım tarihin en kanlı savaşları iç savaşlar ve çatışmalardır.

Ülkeler arasındaki çatışmalarda cepheler ve cephe gerileri az çok bellidir. Ama iç kanlı kapışmalar çok korkunçtur. Hiçbir tarafın devrimci veya demokrat olmadığı, sınıfsal ve programatik temelde bir bölünmenin olmadığı bir iç çatışma ise, örneğin Yugoslavya’da olduğu gibi, en küçük bir olumlu sonuç getirmez.

Ülkeler arası çatışmalardan bile, az çok var olan devletleri zayıflatan, halkın demokratik özlemlere yönelmesini sağlayan sonuçlar çıkabilir. Ama öbür türlü çatışmaların sonu ya dengeyi bir merkezi gücün sağlaması, eskisinden daha da keyfi ve merkezi bir devlet ya da o devletin bile aranacak hale geleceği tam bir kaos olur, Lübnan’da olduğu gibi.

Dolayısıyla bugün sorun “demokratikleşme mi, güçlendirilmiş parlamenter sistem mi?” değil.

Ana sorun bir kanlı çatışmayı engellemek ve barışçıl biçimlerde, olağan seçimlerle bir iktidar değişiminin gerçekleşmesini sağlamaktır.

Tüm politik güçlerin politik manevralarını bu açıdan değerlendirmek gerekir.

*

Bunun elbette şöyle bir sonucu vardır. Ön görmenin ve ön almanın trajedisi deniyor buna.

Korona salgınında görüldü. Ölümleri az tutmak için çok sert önlemler önerildi, bunun sonunda ölümler az olunca, “hiç de öyle dendiği gibi tehlikeli ve öldürücü değilmiş, bütün bunlar gereksizmiş” dendi. Bunca aşıya rağmen gelen şimdiki dalga bu çıkarsamanın hiç de doğru olmadığını bir kez daha gösterdi.

Benzeri bu stratejinin de başına gelebilir ve gelecektir muhtemelen.

“Devrimci” arkadaşlar, eğer yaklaşımımız uygulanır ve başarıya ulaşırsa, diyelim ki bir iç çatışma veya provakasyon olmadan seçimlerle bu iktidar değişirse,  “düşmanı abarttın hiç de öyle riskli bir durum yokmuş”, “yanlış hedef gösterdin” diyeceklerdir. Borçlarını görmeyip alacağı inkâr edeceklerdir.

Olsun. Bunun sevabı, yanılmanın günahından yine de büyüktür.

Bir alacağımız kalırsa “helal olsun”.

Şimdiden helalleşmeş olalım.

Demir Küçükaydın

19 Kasım 2021 Cuma

demiraltona@gmail.com

Demir'den Kapılar (demirden-kapilar.blogspot.com)

Hiç yorum yok: