(Korona vesilesiyle yazdığımız yazıların "Korona Pandemisi ve Sosyalist Politika - Korona Pandemisi Koroniği" başlıklı derlemesine yazdığımız bu uzun şunuşta, Korona vesilesiyle genel olarak dünyada sosyalist ve demokratik mücadelenin tıkanışının nedenleri, aşmak için gerekli teorik çerçeve ve somut öneriler ele alınıyor. Dün kitabı PDF ve EPUB formatlarında indirilebilmesi için paylaşmıştık. Bugün de bu sunuşu ayrı bir yazı olarak yayınlıyoruz. Kitap şu linkten indirilebilir.
https://yadi.sk/d/jBTRlIpfsv2W_w?w=1
Bir tartışmaya vesile olması dileğiyle.)
Tam bir yıl önce, 2019’un son günü, 31 Aralık 2019’da Çin, Dünya Sağl ık Örgütü’ne Wuhan’da bir salgının başladığını bildirdi.
11 Ocak’ta 2020’de Wuhan’da koronanın yol açtığı ilk resmi
ölüm kaydedildi.
Dünya bu salgının ciddiyetini, bir ay kadar sonra, Wuhan’da
boş arazilere acil sahra hastahanelerini yapımda kullanılan onlarca iş
makinasının drone ile çekilmiş fotoğraflarıyla anlamaya başladı. Ama Wuhan’da
yaşananlar hala başka bir gezegende oluyormuşçasına algılanıyordu.
Biz ilk yazımızı 28 Ocak 2020’de yazdık ve yazımızda
Wuhan’daki hastahanenin yapımında kullanılan onlarca iş makinasının kuş bakışı fotoğrafını
kullandık.
Şubat ayı boyunca neredeyse, Suriye’deki gelişmeler ve HDP
kongresine yoğunlaştığımızdan Pandemi konusunda pek yazamadık ama bu arada epey
okumalar yapıp yepyeni konu hakkında az çok bir fikir sahibi olmaya çalıştık.
Bunlar daha sonra yazdığımız yazılarda işe yarayacaktı.
27 Şubat’ta bilgi kirliliğine karşı Covid-19 hakkında derli
toplu bilgiler veren bir yazıyı “Yakında
muhtemelen bir pandemiye dönüşecek ve hepimizin günlük yaşamımızı epeyce
etkileyecek, muhtemelen bir kısmımızın da ölümüne yol açacak olan Koronavirüs
ile ilgili güvenilir bilgiler içeriyor görünen bir yazı. Okunmasını öneririm.”
kısa notuyla yayınladık.
11 Mart’ta Dünya Sağlık Örgütü Covid-19 salgınını “Pandemi” olarak ilan etti.
Biz 13 Mart’tan itibaren yoğun olarak Korona Pandemisi
üzerine neredeyse her gün (Mart sonuna kadar 13 Yazı) hem bilgi verici ve
uyarıcı hem de hükümetin politikaların eleştiren ve karşı bir politika öneren
yazılar yazdık.
Özellikle başta sosyalistler ve HDP olmak üzere muhalefete
izlenmesi gereken politikalar hakkında yol gösterici olmaya ve “sufle vermeye” çalıştık.
Mart sonundan itibaren “Koronik
– Korona Günleri Kroniği” başlığı altında görsel yayınlara başladık ve
bunları Youtube’daki kanalımızda yayınladık. Nisan ve Mayıs aylarında 40’tan
fazla yayın yaptık.
Ne var ki bu çabalarımızın neredeyse hiçbir etkisi ve
yankısı olmadı.
Haziran geldiğinde, bütün bu çalışmaların sol ve sosyalist
çevrelerde bir yankı yaratmadığını, suya yazı yazmak gibi olduğunu gördüğümüz
için, hem de sokağa çıkma yasakları ve havaların ısınmasının hastalığın yayılma
hızını yavaşlatması, dolayısıyla hala var olan tehlikenin önemsenmemesini göz
önüne alarak, yayınları ve yazmayı azaltıp durdurarak okumaya ve daha uzun
vadeli çalışmalara yöneldik.
Bu nedenle elinizdeki derlemedeki yazılar ve linki verilen
görseller yoğun olarak Mart, Nisan ve Mayıs aylarında yayınlanmışlardır.
Ne var ki, kuzey yarı kürede havaların soğumasıyla birlikte
pandemi bütün şiddetiyle tekrar ortaya çıktı.
Örneğin bugün (5 Ocak) Almanya’da kapanma Ocak sonuna kadar
uzatılıyor ve kapanma tedbirleri sıkılaştırılıyor.
İngiltere’de kapanma daha sert tedbirlerle Şubat ortasına
kadar uzatılıyor.
ABD’de Los Angeles'ta ambulanslara 'Yaşama şansı az olanları hastanelere götürmeyin' talimatı
veriliyor.
Bu liste uzatılabilir.
Şu ana kadar, Dünya çapında resmen, neredeyse iki milyon insan
ölmüş bulunuyor. Gerek hükümetlerin ölümleri gizlemesi gerek gerçek rakamları
az göstermesi gerek bilinmeden kalan ölümler göz önüne alınırsa rahatlıkla şimdiye
kadar üç milyona yakın insanın öldüğü düşünülebilir. (Örneğin Türkiye’de gerçek
ölümlerin resmi rakamların dört katı olduğu yeni bir araştırmaya dayanarak
açıklandı.)
Bu rakamlar çok daha kötü olabilirdi, insanlığın “şanslı”
olduğu bile söylenebilir. Çünkü örneğin pandemi kuzey yarı kürede birkaç ay
önce patlamış olsaydı, kış ayları hiçbir hazırlık, tecrübe ve bilgi birikimi
olmadan, şimdiki “ikinci dalga”dan çok daha şiddetli bir şekilde yaşanacak ve
kayıplar çok daha büyük olacaktı.
Pandeminin 2020’nin ilk aylarında başlaması, salgın tam
hızını alamadan havaların ısınması ve bunları kapanmalarla birleşmesi çok daha
büyük kayıpları engelledi.
Ancak bu aynı zamanda pandeminin ciddiyetinin kavranmasını
da engelledi ve yaz aylarında tam bir rehavet yerleşti.
İkinci büyük şans ise, kanser araştırmalarına yönelik olarak
geliştirilen mesajcı RNA yönteminin bu alana uygulanarak erkenden bir aşı
bulunmasıdır.
Normal olarak klasik yöntemlerle bir aşının geliştirilmesi
yıllar alan bir süreçtir. Pandemi başladığında, aşının geliştirilmesi,
denenmesi gibi süreçlerin, ne kadar hızlandırılırsa hızlandırılsın en az iki
yıl süreceği söyleniyordu.
Çin’in Dünya Sağlık Örgütü’ne, 2019’un son gününde salgını
bildirişinden tam bir yıl sonra 2020’nin son günlerinde koruma oranı çok yüksek
yepyeni bir tekniğe dayanan bir aşı “ışık
hızıyla” geliştirilerek, aşı üretimine ve bazı ülkelerde aşılamalara başlandı.
Daha öldürücü ve hızlı yayılan bir mutasyonun ortaya çıkmaması
ve yayılmaması şartıyla, bir yandan aşılamaya en riskli yaş ve durumdakilerin
önceliğiyle başlaması, bir yandan sert kapanma tedbirleri ve birkaç ay sonra da
havaların ısınacak olması göz önüne alınırsa, 2021’in yaz sonundan itibaren riskli
grupların hastalanması, hastahane ve yoğun bakım kapasitelerinin aşılması gibi
tehlikeler, büyük bir olasılıkla ortadan kalkacaktır denebilir.
(Tabii bu tahmin, yaşadığım Almanya gibi ülkeler için
geçerli. Örneğin Türkiye’de bahar aylarında veya kısa bir süre sonra yeni bir
yükseliş kaçınılmaz görünüyor. Çünkü Almanya, kapanmayı daha sertleşen
tedbirlerle en azından Paskalya tatiline, yani Nisan’a, Bahar aylarına kadar
uzatmayı planlarken ve aşılama kampanyası hızla sürerken, Tayyip Erdoğan en
kısa zamanda, adım adım şimdiki tedbirlerin ortadan kaldırılacağını söylüyor.
Aşı ise henüz hiç belli değil, sipariş verildiği söylenen aşının koruyuculuk
oranının yüzde altmışın altında kaldığını Brezilya yeni açıkladı.)
Ancak bu arada, nüfusun yüzde 70 kadarı aşıyla veya doğal
biçimde bağışıklık kazanıncaya kadar daha milyonlarca insan hastalanacak
ve/veya ölecektir.
Bunlar kabaca kısa hatırlatmalar ve kaba tahminler.
*
Bu pandemi, tüm insanlığın, “gerçek zamanda” ve eş zamanlı
ve birlikte yaşadığı ilk büyük olaydır.
Daha önce olimpiyatlar ve dünya futbol şampiyonaları gibi
veya ikiz kulelerin yıkılması gibi olaylar tüm insanlar tarafından eş zamanlı
olarak ve gerçek zamanda izlenmişlerdi
ama yaşanmamışlardı. Öncekiler ortak
bir temaşa (seyir) idi ortak bir tecrübe değildi.
Bu bakımdan bu pandemi bu niteliğiyle dünya tarihinde ilktir
ve tam da bu özellikleri nedeniyle bir kırılma noktasıdır.
Herkes, bilincinde olmasa da aynı gemide olduğunu, gemi
batıyorsa kamaranın kapılarını kapatarak yaşamanın ve felaketten kurtulmanın
mümkün olamayacağını etinde kemiğinde yaşayarak öğrenmiş bulunuyor. Bilince
çıkmamış bile olsa, bunun insanlığın bilincinde derin etkilerinin olacağı
öngörülebilir.
*
Öte yandan, Korona Pandemisinin, gelip geçici ve atlatıldığı
için derin nefes alınacak bir istisna olmadığı henüz yeterince kavranılmış ve
içselleştirilmiş değil.
Sanki normal hayatta geçici bir aksama gibi kavranılıyor.
Konuşmalarda, aşılar ve kışın geçmesiyle bu kâbusun biteceği gibi bir algı ve
yanılsama ifade ediliyor. Hükümetlerin bütün politikalarının ardında böyle bir
varsayım bulunuyor.
Kanımızca henüz kavranılmayan veya kavranmak istenmeyen şudur:
bu pandemi ile birlikte aslında yeni bir dünyanın eşiğinden geçildi. Artık pandemi
benzeri, dünya çapında tüm insanlığı topluca etkileyecek olguların istisna değil kural olduğu bir döneme
giriliyor.
Çok daha bulaşıcı ve öldürücü, henüz biri bitmeden diğeri
başlayan salgınlar ve pandemiler, iklim felaketi, nükleer bir savaş olasılığı
artık kural olarak tüm insanlığı sürekli tehdit edecektir.
Artık normale, “eski güzel günler”e dönüş yok, “normal”
dönemler giderek daha kısa ve istisnai olarak görülecektir. Kâbus bitmedi, yeni
başlıyor.
*
Uzun vadede olsun bu kabusa son verecek son derece radikal
tedbirler ve dönüşümler, örneğin tüm özel araba üretiminin durdurulması ve özel
arabaların yasaklanması, uçuşların sadece acil durumlar için minimuma
indirilmesi ve istisnai olarak kullanılması, bunun için de ilk elde acilen kitle
turizmine son verilmesi, daha az karbon salınımına yol açacak tarzda yerel
üretime geçilmesi, iş saatlerinde radikal bir kısaltmaya gidilmesi ve
zenginliklerin giderek artan bir bölümünün bu boş zamanlarda yabancılaşmamış
emek yoğun kullanım değerleri üretimi için değerlendirilmesi, insanların
hayatının çocukluk ve gençlikte eğitim, ergenlikte çalışma, yaşlılıkta dinlenme
gibi bölümlenmesine son verilip eğitim, üretim, kültür ve dinlenmenin tüm hayat
boyunca bir arada yaşa uygun biçimlerde sürdürülmesi, yaşlıların ve çocukların
yaşlı ve çocuk gettolarında yaşamasına son verecek şekilde yeniden örgütlenmesi
gibi birçok, küçük bir gayretle ve planlamayla bugün bile uygulanabilir ve
derhal uygulanması gereken tedbirlerin uluslara bölünmüş bu dünyada alınıp
uygulanması mümkün değildir.
Bir zamanlar üretimin sosyalleşmesiyle, üretim araçları
üzerindeki mülkiyetin özel olması ve özel tekellerde birikmesinin yarattığı
çelişkinin belirleyiciliğinden ve dünyanın sosyalizm için olgunlaşmışlığından
söz edilirdi. Bu çelişki dünyanın sosyalizm için olgunlaştığını gösteriyor denirdi.
Bu elbette doğrudur, genel ve uzun vadeli gidişi belirleyen bir çelişki olmaya
devam etmektedir. Ama bugün öne çıkan ve bir an önce çözülmesi gereken çelişki,
bugünkü tüketim biçimi ve düzeyi ile dünyanın doğal dengesini sürdürmesinin
sınırları arasındaki çelişkidir. Üretimin, ticaretin, toplumsal ilişkilerin
globalleşmesi ile, ulusların ve ulusal devletlerin varlığı arasındaki çelişkidir.
Bu çelişkiler her şeyin önüne geçmektedir. İnsanlığın varlığı bu çelişkilerin
acil çözümüne bağlıdır.
Elbette son duruşmada bütün bu çelişkileri yeryüzü ölçüsünde
doğanın dengesi ve sınırlarını gözeten planlı ve kullanım değerlerinin
üretimine yönelik bir ekonomik düzen çözebilir ama bu temele ulaşabilmek için
öncelikle ulusların ve ulusal devletlerin varlığına son vermek dünya ölçüsünde
ortak bir demokratik karar mekanizması kurmak gerekmektedir. Bu koşulda
insanlar ancak planlı bir ekonomi ve meta üretimine esas olarak son vermekle hayatta
kalmalarını sağlayacak bir düzen kurmaları gerektiğini anlayabilir ve
kurabilirler.
İşin kötüsü, sosyalistler bu globalleşmiş dünyaya global bir
siyasi sistem ve üstyapı önermek yerine, ulusları ve ulusal devletleri savunmaktadırlar.
İnsanlığın çıkış yolunu tıkamaktadırlar. Sosyalistler bugünkü kavrayış ve
önerileriyle çözümün değil, sorunun bir parçasıdırlar.
Dünya artık kelimenin tam anlamıyla tek bir dünya olmuştur.
Bu dünyanın artık, ulusal devletlere bölünmüşlükte birleşmişliğiyle hiçbir
soruna bir çözüm bulması mümkün değildir. Kapitalizm ya da sosyalizmden önce
insanlığın yaşaması (Yani salgınlarla mücadele, karbon salınımını acilen
düşürme ve ısınmayı durdurma ve nükleer bir savaşı engelleme vs.) için de acilen,
sosyalizmin dünya çapında başarısını beklemeden, ulusları ve ulusal devletleri
ortadan kaldırması gerekmektedir.
En acil görev, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaştır,
insanların dünya çapında eşit bireyler olarak, ulusların ve ulusal devletlerin dolayımına
uğramadan, aynı dünya cumhuriyetinin eşit yurttaşları olarak bu gidişe son
verebilmek için ortaklaşa tartışıp karar verebilecekleri koşulları yaratmaktır.
Bunun ön koşulu da ulusları ve ulusal devletleri yok etmektir, parçalamaktır.
Parçalamak ve yok etmek için de onlara karşı bir savaş açmaktır.
Ulusal devletlerin olmadığı bir dünyada ulusların çıkarları,
ulusal ekonominin çıkarları, devletlerin çıkarları, bunların sırları, silahlar,
ordular, bürokratik aygıtlar, oksijende yaşayamayan bu anaerobik urlar, tekrar
ortaya çıkabilecekleri ve yaşayabilecekleri oksijensiz ortamı bulamazlar.
*
Peki ulusları ve ulusal devletleri ortadan kaldırmak kolay
mı?
Evet çok kolaydır. Ama bu kolaylığı anlamak zor olduğu için
çok da zordur.
Bunu biraz açıklamak gerekiyor.
Ulusal devletleri ortadan kaldırmak için öncelikle ulusları
ortadan kaldırmak gerekmektedir.
Ulusları ortadan kaldırmak için de ulusçuluğu.
Ulusçuluğun ortadan kaldırılabilmesi için de ulusların ve
ulusçuluğun ne olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Zorluk tam da buradadır. Bu
muazzam bir paradigma değişimi gerektirir. Tarihte bu gibi paradigma
değişimleri birkaç yüz yıl süren, felsefe denilen büyük kavrayış değişimi ve
tarihin yeniden yazılması dönemlerini gerektirmiştir.
Tek tanrılı evrensel din (Hristiyanlık) için Klasik Yunan
felsefesi ve bu felsefenin ortaya çıkardığı birikim ve paradigma değişimi
olmadan, Kaos, Koronos, Zeus’larla başlatılan bir tarihten, soyut bir tek
tanrının yarattığı evrenle başlayan Adem, Havva ve Cennetten atılma ile devam
eden bir tarihe geçilemezdi.
Benzer şekilde Descartes’tan Kant’a kadar bütün bir yeni çağ
felsefesinin birikimi ve yarattığı paradigma değişimi olmadan, tanrı
yeryüzünden sürülüp, parlak bir antik çağ, karanlık bir Ortaçağ ve sonunda
aydınlanmış bir şimdi ve gelecek gibi bir tarihe geçilemezdi.
Ancak ulusçuluğu ve ulusları ortadan kaldırmak için gereken ise,
felsefi hazırlık değil, sosyolojik (Toplum Bilimsel veya Marksist) kavramsal
netlikler ve açıklamalardır. Bu açıklama da özellikle Ulusun, Ulusçuluğun (ve dolayısıyla
Dinin) bilimsel ve doğru bir tanımlanmasını gerektirir.
Önceki devrimlerde felsefenin yaptığı işi bugün ancak toplum
bilim, yani Marksizm yapabilir. Marksizm ise bu alanda son derece başarısız
kalmıştır. Henüz başka bir tarih anlatabilecek kavramsal araçlardan yoksundur.
Aydınlanma’nın anlattığı tarihe ekonomi ve sınıflar kavramlarını eklemenin
ötesine gidememiştir. Aydınlanma’nın Antik çağı, kölecilik, karanlık ortaçağı,
feodalizm ve bilimin ışığıyla Aydınlanmış bugün kapitalizm ve gelecek ise
sosyalizm olmuştur. Aydınlanmanın kavrayışına ekonomi ve sınıf boyutlarını
eklemekten öte gitmeyen bu tarih kavrayışı hiç de köklü bir kopuş bir devrim
değildir henüz. Tarihi dinler tarihi olarak anlatan ve başta din ve ulus olmak
üzere tüm sosyolojik kavramları yeniden tanımlayan bir tarih ancak klasik Yunan
Felsefesi ve Yeni çağ felsefesinin yaptığına benzer bir paradigma değişimini
yapabilir.
*
Ulusun ve ulusçuluğun bilimsel bir tanımlamasını yapmak,
onun aslında bir Din, daha doğrusu, modern toplumun dini denebilecek
Aydınlanmanın, karşı devrime uğramış bir biçimi olduğunu görmek, yani ulus ve
ulusçuluğun hangi kategoriden bir olgu
olduğunu doğru tanımlamaktır.
Ama Ulusun ve Ulusçuluğun bir din olduğunu, yani hangi
kategoriden bir olgu olduğunu görebilmek için, Dinin ne olduğunu, onun hangi kategoriden
bir olgu olduğunu doğru tanımlamak gerekir.
Dinin ne olduğu, yani aslında toplumun sınırlarını çizip ilişkilerini düzenleyen tüm üst yapının kendisi olduğu görüldüğünde
ise, Aydınlanma’nın da (ulusların ve ulusçuluğun da) bir din olduğu, ama dinin
tanımı üzerinden bir din olduğu görülür.
İşte gerçek sosyolojinin kuruluşu ve gerçek sosyoloji olan Marksizm’in,
aydınlanmanın tarih anlatısının zincirlerinden kurtuluşu anlamına gelecek bu
iki büyük devrim, yani din ve ulusun hangi
kategoriden olgular olduğunun bilimsel (Marksist veya Sosyolojik)
tanımlanması, bu alanda muazzam bir literatürün oluşturulması ve tarihin bu
kavramlarla yeniden yazılması gerçekleşmeden ve bu zihinlerde yer etmeden,
felsefenin tek tanrılı dinler ve modern Aydınlanma devrimlerinin hazırlanışında
gördüğü işlevin benzerini göremez. Devrim önce insanların tarihe bakışlarında
ve toplumu kavrayışlarındaki kavramlarda gerçekleşmelidir. Gerçek büyük
devrimler böyle gerçekleşmişlerdir.
İşte ulusçuluğu, ulusları ve ulusal devletleri ortadan
kaldırmanın esas zor kısmı buradadır, yani teorik açıklık ve çözümlemededir
zorluk.
Bu bir kere başarıldığında ulusların ve ulusal devletlerin ortadan
kaldırılmasını hiçbir şey engelleyemez.
Bunun ilk adımı ve ön koşulu da uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için ulusların
var olduğunun kavranmasıdır.
*
Bu ilk adım, 1983’te, Uluslar ve ulusçuluk üzerine
araştırmaların gerçek bir patlama yaptığı “Mucizevi
Yıl”da (annus mirabilis) Hobsbawm,
Gellner ve B. Anderson gibilerce atılmıştır
1983’de gerçekleşen “Kopernik
Devrimi”, uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar
olduğunu göstermişti.
Bu devrim olmadan bir arpa boyu bile ileri gidilemezdi.
Önceki bütün ulus ve ulusçuluk teorileri ulusları, insanların
kabulleri dışında var olan sınıflar gibi, benzer kategoriden bir şeymiş gibi
ele alıyorlardı.
İşin ilginci bu tamı tamına ulusçuların ulus kavrayışıydı,
dolayısıyla uluslara bakarak ulusun ne olduğunu kavrama çabalarının hepsi
aslında ulusları ulusçular kurduğundan ve kurulan uluslar da ulusçuların ulus
tanımlarına göre kurulduğundan, ulusların neye dayandığını anlayarak bir ulus
teorisi kurma çabaları ulusçuluran ulusçuluk ve ulus tanımlarına dayanarak
ulusları ve ulusçuluğu anlama çabası oluyordu. Yani ortada bir kendine gönderme
vardı ve bu bir sonsuz döngü ortaya çıkarıyordu.
Yani ulusçuluğu açıklamaya çalışan teorisyenler, tarihçiler,
sosyologlar, Marksistler, ulusçuların ulus tanımına dayanmış, ulusun ne
olduğunu öyle açıklamaya çalışmış oluyorlardı. Ama yaptıkları da aslında
ulusçuluğu yeniden üretmek oluyordu. Uluslar ve ulusçuluk üzerine bütün
literatür ve kavramlar aslında hepsi ulusçudurlar ve onu yeniden üretirler hem
de uluslara ve ulusçuluğa karşı olmak adına.
(Enternasyonalizm bunun en tipik örneğidir. Ulusçuluğa karşı
sanılan Enternasyonalizm ulusçuluğun ilkesine dayanır ve onu yeniden üretir. Bu
nedenle de enternasyonalistler kolayca en gericisinden ulusçulara
dönüşebilirler (Bir zamanlar sosyalizmin itibarı varken de ulusçular da kolayca
en hızlı enternasyonalistlere dönüşüyordu). Ulusçuluk ta enternasyonalizm de
ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesine dayanır. Ulusal olanın politik
olanla çakışması ise ulusçuluğun dayandığı temel ilkedir)
Yani uluslar ve ulusçuluk, tıpkı sınıflar ve sınıf bilinci
gibi ele alınıyordu. Nasıl işçiler var olduğu için işçi sınıfının bilinci
ortaya çıkıyorduysa ve çıkacaksa, uluslar var olduğu için ulusal bilinç ve
ulusçuluk ortaya çıkar ve çıkacaktır diye kabul ediliyordu. Yani aslında
ulusçuların, ulusun ulusçuluktan önce geldiği şeklindeki gizli varsayımı ve kabulü,
Marksizm’in sınıflara ilişkin olarak kabul ettiği bir ilişkinin ardına
gizlenmiş olarak, onun gibi görünerek var oluyordu.
Ve tam da bu nedenle ulusçuluğun ve ulusların bir tanımı,
bir teorisi kurulamıyordu. Bütün yazarların dikkati çektiği, Marksizm’in
uluslar ve ulusçuluk söz konusu olduğunda tam bir başarısızlıkla malul olduğu
gözlemi ve olgusunun metodolojik nedeni buydu.
*
Bu devrim, yani ulusçuluğun
uluslardan önce geldiği ve ulusçular olduğu için uluslar olduğu aslında
sorunun ayakları üzerine koyulmasıydı. Ancak bu ayakları üzerine koyma, tıpkı
fotoğraf makinelerinin içinde, resmin tersine görünmesi gibiydi ve tam da bu
görünüşü nedeniyle Marksistler tarafından Marks’ın ayakları üzerine döndürdüğü
toplum kavrayışını, tekrar kafası üstüne çevirmek gibi, idealizme bir geri
dönüş gibi görülüyor, bu nedenle de anlaşılamıyor ve kabul edilemiyordu.
Marksizm değil miydi, bilinci belirleyen varlıktır diyen?
Ulusçuların uluslardan önce geldiğini, ulusçular olduğu için uluslar olduğunu
söylemek, düşüncenin varlığı belirlediğini söylemekten başka ne anlama gelebilirdi
ki? Bu idealizmdi, tarihsel maddecilikle ilgisi olamazdı böyle önermelerin. Bu
ulus ve ulusçuluk teorileri ancak gerici bir burjuva ideolojisinin, idealizmin ölümden
sonraki dirilişi olarak tanımlanabilirdi.
Bu sözüm ona Marksistlerin anlamadığı, ulusların sınıflar
gibi değil, dinler gibi bir olgu olduğuydu. Yani başta Marksistler olmak üzere ulusların
ulusçulardan önce geldiğini, uluslar olduğu için ulusçular olduğunu savunan ve
söyleyenler, bir olgunun hangi
kategoriden bir olgu olduğu sorununu, yani bir sınıflama sorununu, olgunun varlığının nedenlerinin açıklaması sorunuyla karıştırıyorlardı.
Bir olgunun nedeni ayrıdır, hangi kategoriden bir olgu
olduğu ayrıdır. Bunlar başka başka kategorilerden sorunlardır.
Karışıklık din örneğinde çok açık biçimde ve daha somut
olarak görülebilir. İslamiyet olduğu için Müslümanlar değil, Müslümanlar olduğu
için İslamiyet vardır. Hristiyanlık olduğu için Hristiyanlar değil, Hristiyanlar
olduğu için Hristiyanlık vardır. Yani dinler olduğu için o dinden olanlar
değil, o dinden olanlar olduğu için o dinler vardır. Elbette dinler bir kere
ortaya çıkıp yerleştikten sonra onun içine doğanlara, o din olduğu için o
dinden olanların olduğu gibi, yani Müslümanlık olduğu için Müslümanlar olduğu
gibi bir yanılsama oluşur. Ama bu ayrı bir sorundur bir algı hatası sorunudur.
Bu durum, yani Din olgusunda, yeni dinlerin ortaya çıkışında
ve var oluşunda düşüncenin varlıktan önce gelmesi, o dine inananların ortaya
çıkışıyla o dinlerin ortaya çıkması hiç de idealizm anlamına, yani düşüncenin
varlığı belirlediği anlamına gelmez. Hiçbir Marksist’in böyle bir iddiada
bulunduğunu, Hristiyanlar ortaya çıktığı için Hristiyanlığın ortaya çıktığını
söyleyenleri idealizmle, suçlayan bir Marksist görmedik.
Ama Hristiyanların ortaya çıkışı, dolayısıyla Hristiyanlığın
var olması pek ala toplumun maddi üretim temelindeki, ekonomik alt yapısındaki
gelişmelerle açıklanabilir ve açıklanmalıdır.
Demek ki, ulusçuların uluslardan önce geldiğini söylemek, idealizm,
düşüncenin varlığı belirlediğini iddia etmekle ilgili değildir ve böyle bir
zorunluluğu gerektirmez. Bu ulusun ve ulusçuluğun hangi kategoriden, ne türden
bir olgu olduğuyla ilgilidir. Ve ulusların sınıflar gibi olduğunu, yani uluslar
olduğu için ulusçular olduğunu söylemek de tamı tamına gerici ulusçuların ulus
kavrayışı ve tanımıdır. Yani Marksistler maddeciliği savunma adına, en gerici ulusçuların
ulus ve ulusçuluk hakkındaki kategorilendirmelerini kabul etmiş ve savunmuş
olurlar.
*
Tekrar edelim, Müslümanlar olduğu için Müslümanlığın oluğunu
söylemek nasıl tarihin ve dinlerin maddi temeldeki, yani iktisadi ilişkilerdeki
değişimler sonucu ortaya çıktığı gerçeğinin inkarı değilse, aynı şekilde
ulusçular olduğu için uluslar olduğu gerçeği de, ulusçuların tarihin beli bir
döneminde belli nedenlerle ortaya çıktığı gerçeğinin inkarı değil, tam da bunun
sonucudur.
1983 mucizevi yılındaki temel teorik devrim budur ama bu
devrim maalesef orada takılıp kalmıştır.
Bu devrimi yapanlar, ulusların ve ulusçuluğun “sınıflar gibi
değil”, “din gibi”, benzer kategoriden bir şey olarak ele alınması gerektiği
söylemekle birlikte, daha ileri gidip, tam anlamıyla hangi kategoriden bir şey
olduğunu ortaya koyamamışlardır.
Araştırmalar bir noktada tıkanmış, bu tıkanıklıktan
kurtulmak için de ulusların ulusçular tarafından inşa ve yaratılma sürecini ele
alan somut, dar alan araştırmaları tüm akademik yazına egemen olmuştur. Ama
ortada böyle bir boşluk bulunduğu, ulusların ve ulusçuluğun hangi kategoriden
bir şey olduğunun tanımlanmamışlığı sorunuyla yüzleşen olmamıştır.
Marksistler ise, klasik uluslar olduğu için ulusçuların
olduğu varsayımına dayanan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ve aslında
ulusçuluktan başka bir şey de olmayan “enternasyonalizm” klişelerini
tekrarlamaya devam etmişlerdir.
*
İlk yolu açan teorisyenlerdeki tıkanmanın nedeni, dinin ne
olduğunu bilmemeleri, dinin ne olduğu hakkında Aydınlanma’nın din tanımına
takılıp kalmalarıdır. Göremedikleri şuydu, ulusçular nasıl ulusun ne olduğunu
anlayamazlarsa, Aydınlanmacılar da dinin ne olduğunu anlayamazlardı. Çünkü
Aydınlanmacıların in tanımı da ulusçuların ulus tanımı gibiydi. Marksizm’in
aydınlanma mirasına sahip çıkması ve Aydınlanma’nın din tanımına dayanması,
dinin ne olduğunu anlamasını engelliyordu. Aslında metodolojik, daha doğrusu
mantıksal olarak aynı yanlışın yapılması söz konusuydu, bir kendine göndermeye
takılınıyordu. Ulus nasıl ulusçuların ulus tanımına dayanarak anlaşılmaya
çalışılıyorduysa, din de Aydınlanmanın din tanımına dayanarak anlaşılmaya
çalışılıyordu. Ama aydınlanma din tanımı sosyolojik bir tanım değil, normatif
bir tanımdı, tıpkı ulusçuların ulus tanımları gibi. Marksistler ulusçuların
ulus, Aydınlanmanın Din tanımlarını alarak ve bunlara dayanarak, normatif
tanımları sosyolojik tanımlar gibi ele almış ve onları sosyolojik tanımlar
derekesine yükseltmiş oluyorlardı, dolayısıyla onu yeniden üretiyorlardı.
İşte bu satırların yazarının ulus ve ulusçuluk teorisine
yaptığı temel katkı tam da bu noktadadır. Ulusların “din gibi” bir şey değil,
tamı tamına din kategorisinden bir olgu olduğunu, bir din olduğunu göstermek
olmuştur.
Ancak bunun ortaya koyulması için de dinin ne olduğunun,
hangi kategoriden bir olgu olduğunun açıklanması gerekiyordu.
*
Biraz tekrar gibi olsa da, tekrar öğrenmenin temeli
olduğundan yazmaktan uzanmayalım.
Ulusçuluk konusundaki devrimi yapanların hemen hepsi,
Aydınlanma’nın din tanımı ve kavrayışı içine hapsolduklarından, yani modern
toplumun dininin din kavramlarının dışına çıkamadıklarından ve dolayısıyla
dinin ne olduğunu anlayamadıklarından, ulusların ve ulusçuluğun aslında bir din
olduğunu görememişlerdi.
Bu göremeyişin ardında ise metodolojik olarak bir kendine gönderme oluş bulunuyordu:
Modern toplumun dini, dinin tanımı
üzerinden kurulmuş bir dindi. Örneğin dinsiz olduğunu söylemek, bu dinin
din tanımına dayandığından dinsiz olunduğu anlamına değil, modern toplumun din
tanımına göre dinsiz, yani modern toplumun dininin din tanımını kabil eden,
dolayısıyla modern toplumun dininden olmak anlamına geliyordu. Ortadaki
aydınlanmanın din tanımı üzerinden kurulmuş bir in olduğunu görmemek, kendine
göndermenin içine düşmek oluyor ve kendi üstüne kapanan bir sonsuz döngü ortaya
çıkıyordu.
Din kavramı normatif bir kavramdı ama analitik bir kavram
gibi anlaşılıyordu. Ayrıca Din epistemolojik bir kavram olarak ele alınıp
bilimin karşısında konumlandırılınca, dini sosyolojik bir kategori olarak
tanımlamanın yolu tıkanmış oluyordu. Bu da, yani dinin epistemolojik olarak
inanç diye bilimin karşısında tanımlanması da, bu kavrayışın kendisinin yani
sosyolojik bir olguyu epistemolojik kategorilerle tanımlamanın ve dini bilimin
karşısına koymanın kendisinin bilim dışı olduğunun, dolayısıyla bir din teorisi
olmadığının kavranmasını bile neredeyse olanaksız kılıyordu.
Yani dinin sosyolojik olarak ne olduğunun tanımlanamamasının
ardında, Modern toplumun dininin, yani Aydınlanmanın (Dolayısıyla onun karşı
devrime uğramış biçimi olan ulusların ve ulusçuluğun) din tanımı üzerinden
kurulmuş ve bu tanıma dayanarak kendisinin din olmadığını iddia eden bir din
olması, dolayısıyla dini epistemolojik veya hukuki kategoriden bir şey olarak
tanımlaması ve bunu bilimsel bir gerçekmiş, sosyolojik bir tanımmış gibi kabul
ettirmesi bulunmaktadır.
İşte ulusçuluğun uluslardan önce gelen, din gibi bir şey
olduğunu söyleyenler aynı açmazın din konusundaki varlığı nedeniyle dinin ne
olduğunu anlayamıyorlar ve bu nedenle de din kategorisinden bir şey olduğunu
göremiyorlardı.
*
Din’in epistemolojik veya hukuki bir olgu değil, sosyolojik
bir olgu olduğu görülüp sosyolojik bir olgu olarak ne olduğu sorulunca, (Tabii
dinin epistemolojik ve/veya hukuki bir olgu olarak ele alınması ve tanımlanması
da sosyolojik bir olgudur ve bunun da ele alınıp açıklanması gerekir. Zaten
doğru dürüst bir din teorisi bunu yapmak zorundadır, bizim ortaya koyduğumuz
bunu da yapmaktadır.) Dinlerin, toplumun sınırlarını
çizdiği ve ilişkilerini düzenlediği görülür. Sınırların nasıl çizileceği ve
ilişkilerin nasıl düzenleneceğini de elbette ekonomik temel ya da altyapı
belirler.
Yani aslında Marksist analizde, Üstyapı denen kategorinin ta kendisidir Din, “üstyapının bir ögesi”,
onun “bileşenlerinden biri” değildir. Dini üstyapının bir ögesi olarak almanın
kendisi onu hukuki veya ideolojik veya epistemolojik sorun olarak ele almaktır
ki tamı tamına aydınlanmanın din tanımının yeniden üretilmesi anlamına gelir. Marksizm’in
aydınlanmanın din tanımına tek kattığı sınıf mücadelesinde de bir araç
olmasıdır, yani ona bir ideolojik boyut verir.
Nasıl hukuk, ahlak, sanat (varsa Devlet vs.) ancak
üstyapının bileşenleri veya onu oluşturan ögelerse, yani üstyapının içinde,
onun analizi bağlamında ele alınmaları gerekirse, bunların hepsi somutta dinin
ögeleri olarak, onun bileşenleri olarak var olabilirler ve anlaşılabilirler.
*
Dinin sosyolojik olarak ne olduğu, yani aslında tümüyle
üstyapı denen kategorinin ta kendisi ve somut biçimi olduğu bir kere
anlaşılınca her şey çorap söküğü gibi gidiyordu.
Eğer din üstyapının ta kendisi ise, üstyapısız bir toplum da
olamayacağına göre, modern toplumun da bir dini olması gerekirdi, peki bu
neydi?
Bizim bulduğumuz, modern toplumun dininin, kısaca otantik
biçimiyle Aydınlanma’nın, dinin tanımı üzerinden kurulmuş bir din olduğuydu. Bu
din de böyle toplumun sınırlarını çizip ilişkilerini düzenliyordu.
Bunu yapabilmek için de, toplumsal hayatı, politik olan ve
politik olmayan diye iki kompartımana bölüyor, eski toplumların ilişkilerini
düzenleyen ve sınırlarını çizen dinlerini, inanç diye tanımlayarak, hukuki bir
kategoriye indirgeyerek, inanç ve fikir özgürlüğü bağlamına koyarak, özele
ilişkin diyerek, toplumsal ilişkileri belirleme alanının, politik alının dışına
atarak, tam da böyle yaparak, toplumun ilişkilerini düzenliyor, politik olmayan olarak tanımladığı
türden ilişkileri düzenlemenin, yani kendisinin basit bir aracına ve bileşenine
dönüştürüyor ve de böylece toplumun sınırlarını da çizmiş oluyordu..
Modern toplum, Dini, politik olmayan olarak, özele ilişkin olarak, hukuki bir kategori olarak tanımlıyordu
ve böylece kendisinin bir din olmadığını da iddia etmiş oluyordu. Yani dinleri
hukuki olarak tanımlamak sosyolojik olarak hukuki olarak tanımlanan dinlerin
yaptığı işin ta kendisini yapmaktı: sınırları çizmek ve ilişkileri düzenlemek.
Peki niye bu din böyleydi, niçin bunu yapması gerekmişti?
Bunu da ekonomik temeldeki değişikliklerle açıklamak gayet kolaydı. Dünya
ticaretinin gelişimi ve kapitalizmde iş gücünün dilinin, dininin, soyunun,
sopunun onun kullanım değeri üzerinde, yani artı değer üretme kapasitesi
üzerinde hiçbir etkisinin olmaması.
Modern toplumun dini bunu yaparak, tüm farklı dinlerden
insanları kendi içinde eşit bireyler veya yurttaşlar haline getirebiliyordu. Totemlere
dayanan toplulukları bir tek Allah ile eşit kullar haline getirmenin benzerini,
büyük uygarlık dinleri karşısında yapmanın başka bir yolu da yoktu.
*
Ancak, sınıflı toplumlardaki bütün dinlerin başına gelen bu
dinin de başına geldi. Bir karşı devrime uğradı bu din de.
Özel ve politik ayrımı, tüm insanları kapsamanın ve
eşitlemenin, potansiyel olarak bir dünya cumhuriyetinin aracı iken, karşı
devrim bizzat bu özel politik ayrımına dayanarak, politik olanı ulusal olanla,
ulusal olanı da önce belli bir toprak parçasındakilerle sonra da bir dille,
dinle, soyla, tarihle, ırkla vs. tanımlayarak, insanların eşitliği yerine
ulusların eşitliğini geçirerek iki aşamada gerçekleşti. Özel politik ayrımı
eşitliğin bir aracı iken, bir yeryüzü cumhuriyetinin aracı iken, politik olanın
ulusal olanla tanımlanmasıyla birlikte, ulusal bölünmelerin, eşitsizliğin,
karşı devrimin aracı haline geldi. Bu karşı devrim de iki aşamada gerçekleşti.
Önce politik olanı (yani ulusu) önce bir toprak parçası ile, sonra da bir dil,
din, tarih, kültür vs. ile tanımayarak ikinci bir karşı devrim gerçekleşti.
*
Böylece ulusların ve ulusçuluğun sadece bir din olduğu, modern
toplumun dini olduğu değil, modern toplumun dininin, yani Aydınlanma
denebilecek dinin, karşı devrime uğramış biçimi olduğu sonucu da ortaya
çıkıyordu.
Ulusçuluğun zafer yürüyüşü, aslında modern toplumun dininin
zafer yürüyüşünün gerçekleşmesinden, ama karşı devrime uğramış, gerici bir
biçim içinde gerçekleşmesinden başka bir şey değildi.
Bu bakımdan Roma imparatorlarının karşı devrimine uğramış
Hristiyanlığın zafer yürüyüşünden veya Emevi ve Abbasi devletlerinin karşı
devrimlerine uğramış İslam’ın zafer yürüyüşünden farklı değildi.
O halde, ilk görev bu karşı devrime son vermek, Modern
toplumun dininin devrimci biçimini, yani Aydınlanmayı şimdi ulusçuluk ve
uluslar karşı devrimine karşı yeniden tanımlamak gerekiyordu.
Nasıl Aydınlanma, bütün önceki dinleri özele, yani politik
alanın dışına atarak tüm insanların eşitliğini sağlamanın yolunu açmıştı ise, şimdi
uluslar ve ulusçuluk da özele, politik alanın dışına atılmalıydı. Bir
Aydınlanma 2.0 devrimi gerekiyordu. Birincisi dinleri özele atmıştı, şimdi buna
ek olarak ulusçular ve uluslar da özel atılmalıydı. Her hangi bir ulustan
olmanın bir spor kulübü taraftarı olmaktan farklı bir yanı olamazdı ve
olmamalıydı.
O halde, nasıl
tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesinin
reddi, yani ulusçuluğun reddi, (ulusçuluk ulusal olanla politik olanın
çakışmasını kabul eden ilkedir) ulusçuluğun bu temelinin ortadan kaldırılması, ulusçular
olduğu için uluslar olduğundan, hızla ve kolayca ulusların ve ulusal devletlerin
sonunu getirebilir.
İşte bu nedenle uluslar içinde hareket edilecek veya
eşitlikçi toplum mücadelesi verilecek nötr, tarafsız yapılar değil, kendisine
karşı mücadele edilmesi ve yok edilmesi gereken karşı devrimci yapılardır, daha
da somut olarak karşı devrimci düzenlerdir, dinlerdir.
*
Burada Mezhep, Tarikat (Parti) ve Din ayrımına kısaca
değinelim
Partiler ve/veya tarikatlar ancak verili dinlerin içinde var
olabilirler. Bir dinin içindeki bir parti veya mezhep veya tarikat başka bir
dinin içinde var olamaz. Protestanlık Müslümanlık içinde, Alevilik Brahmanizm
içinde olamazdı ve olamamıştır. Modern ulusal partiler ulus dini içindeki
partilerdir, o paradigma içinde hareket ederler, o paradigmaya karşı
savaşmazlar ve onu yok etmenin aracı olamazlar.
Bir parti, mezhep, bir tarikat bir dinin içinde olmaktan
çıktıklarında veya dönüştüklerinde, yani bir din olabilirler. Din olmak, bir dinin
paradigmalarının dışına çıkmaktır.
Bu en güzel Hristiyanlığın doğuşunda görülür. Musevilik
içinde bir tarikat olarak doğan Hristiyanlık, ancak Museviliğin dışına
çıktığında, paradigma değiştirdiğinde, diğer dinleri de bölmeye kalktığında ve başladığında
bir din olabilmiş ve büyük bir devrim başarmıştır. Bir kastın, seçilmiş kavmin
tanrısı olan YHWE, tüm dinlerden insanları kapsayan, birleştiren, Allah’ın
kulluğunda eşitleyen, kastlara karşı çıkan bir Allah olabilmiştir. Aynı olgu
totemlere (putlara) yani aşiretlerin dinlerine karşı çıkan ve onların
bölünmeleriyle bölünen İslam’da da görülür. Modern dinin ortaya çıkışında, Protestanlık,
Hristiyanlık içinde bir parti olmaktan öteye gidememiştir. Ancak bütün antik
uygarlık dinlerinin ve diğer dinlerin bölünmeleriyle bölündüğünde, yani
aydınlanma olduğunda yeni bir din olarak ortaya çıkmış ve büyük bir devrim
bayarmıştır.
Bu nedenle ezilenler bir dinin içinde bir tarikat veya parti
olarak kaldıkları sürece bir devrim yapamazlar, tarikatlar, mezhepler ve partiler,
verili dinin içinde, bir savunma ve sınıf mücadelesi aracı olarak iş
görebilirler ama devrim yapamazlar.
Devrimleri dinler yapar. Var olan dinleri bölerek veya yok
ederek, onların yerini alarak ama içinde var olarak değil. Hristiyanlık, İslam
ve Aydınlanma bunun en somut örnekleridir.
O halde buradan şu sonuç çıkarılabilir: gerçek gelişmiş ve
günümüze uygun bir Komünist Manifesto, dünya tarihini dinler tarihi olarak ele
alan o dinlerin evrimlerini, ortaya çıkışlarını, yayılmalarını, yozlaşmalarını
vs. sınıf mücadeleleriyle açıklayan bir Manifesto olabilir. (Bizim yıllar önce
yazdığımız Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu tam da böyle bir Manifestoydu,
ya da ilerde yazılacak bu türden bir daha mükemmel manifestonun ilk taslağı
olarak görülebilir.)
Eski Komünist Manifesto, Aydınlanmanın paradigması
içindeydi, tarihi Sınıflar mücadelesi tarihi olarak ele almak, Marks’ın ve
Lenin’in de açıkça belirttiği gibi Marksizm’in ayırıcı bir özelliği değildir,
sınıfların varlığını ve sınıf mücadelesini kabul etmek, tarihi henüz aydınlanmanın
paradigması içinde almaktan öteye gidebilmek değildir.
Biraz da bu nedenle, Marksizm ve sosyalizm ise şimdiye kadar
bir parti veya tarikat olmaktan öteye gidememiştir. Çünkü aslında ulus ve
ulusçuluk dini içinde bir sınıf mücadelesi veya ezilenlerin savunma partisi
olarak kalabilmiştir. Ulusu içinde sosyalizm için mücadele edilecek tarafsız
bir ortam gibi görmek ve onun içinde mücadele etmek modern toplumun dini
(aydınlanma) ve onun da karşı devrime uğramış biçimi (uluslar ve ulusçuluk)
içinde bir parti veya mezhep olmaktan başka bir anlama gelmemiştir.
Bu nedenle, Marksizm ve sosyalistler bir din olmayı
başaramadıkları, yani aydınlanma ve ulus, ulusçuluk paradigmasının dışına
çıkamadıkları için bir devrim yapamamışlardır. Devrim yapabilmesi için uluslara
karşı savaşı, yani var olan dine karşı savaşı ve onların bölünmesiyle bölünmeyi
gündeme alması gerekir. Diğer bir deyişle uluslar içinde sosyalizm için mücadele
veren bir parti veya partiler olmaktan çıkıp uluslara karşı savaşan bir dine
dönüşmesi gerekir.
İşte bunun için, ilk adım olarak ulusun, ulusçuluğun ve
dinin ne olduğunun tanımlanması hayati önemdedir. Bu tanımlanma, onların
bilimsel ve sosyolojik bir açıklaması olmadan, yani tam anlamıyla bir bilim
olmadan, Marksizm ve Sosyalizm bir din olamaz. Din olabilmesi için bilim, bilim
olabilmesi için de bir din olması gerekmektedir. Bilim ve dinin böyle bir
özdeşlik içinde ele alınması bile Bilim ve Dini zıtlık içinde ele alan modern
toplumun dininin paradigmalarının dışına çıkmaktan başka bir şey değildir ve
ilk adımın atıldığının bir kanıtıdır.
Devrimleri yeni dinler yapar, toplumun sınırlarını yeniden
çizer ve ilişkileri düzenlerler. Ulusların sınırları ve ilişkileri içinde
devrim yapılamaz. Ulusal sınırlara ve ilişkilere karşı devrim yapılabilir.
Uluslar ise modern toplumun karşı devrime uğramış dinidir.
O halde sosyalizmin önündeki görev bir parti olmaktan çıkmak
ve bir Din olmaktır. Yani var olan toplumun sınırlarını çizen ve ilişkilerini
düzenleyen ulusların içinde savaşmaktan, uluslara karşı savaşa geçip, sınırları
uluslara karşı çizmek ve ilişkileri de uluslara karşı düzenlemektir.
*
Buraya kadar yukarıda kısaca ulusun ve dinin ne olduğuna
dair teorik yaklaşımlar elbette yayılıp, entelijansiyaya egemen olup bir
entelektüel ve teorik egemenlik kurmadan bir büyük değişimin başlaması
olanaksızdır.
En azından bütün büyük ve köklü dönüşümler ve devrimler
böyle olduğunu göstermiştir. Muhammed’den önce Hanifler ortalığı kaplamıştı,
Fransız devriminden önce Aydınlanma zihinlerde ve kavrayışlarda egemenliğini
kurmuştu. Klasik Yunan’ın soyut kavramsal düşüncesi, Helenizm’le birlikte bütün
Akdeniz ve Ortadoğu havzasına yayılmıştı. İskenderiye kütüphanesinde
Septuaginta (Kutsal kitap) çevriliyordu.
Yukarıda kısaca açıklanan yaklaşımlar da gerek entelijansiyaya
gerek yığınların en geniş kesimlerinin bilincinin derinliklerine yerleşmeden
bir değişim çok zordur. İleri atılışlar olsa bile bunlar stratejik teorik ve
entelektüel derinlik olmadığı için kısa soluklu kalabilirler.
Ancak milyonlarca insan teorik açıklamalarla değişmez ve
milyonlarca insanın eylemi olmadan hiçbir şey değiştirilemez. Milyonlarca insan
eylemiyle hem var olan durumu değiştirebilir hem de bu eylem içinde kendini
değiştirebilir. Yani örneğin Türklerin birer Demokrat’a (Yani ulusun ve
devletin bir dil, in, tarih vs. ile tanımlanmasını reddetmeye ve ulusu böyle
tanımlamaya karşı tanımlamaya, devlete tapmaktan, merkezi ve bürokratik
cihazları parçalamaktan yana geçmeye), Demokratların birer İnsan’a (yani ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmeye, insanlığın kendini
yönetmesi için böyle politik birimlere ihtiyacı olmadığı görüşüne gelmeye)
dönüşmesi ancak onların eylemi içinde gerçekleşebilir.
Milyonlarca insan ise ancak elle tutulur somut hedefler
üzerinden harekete geçerler var olanı değiştirme mücadelesi içinde kendilerini
de değiştirebilirler.
Bu nedenle ülkeler ölçüsünde ulusun tanımından her türlü
dil, din, tarihin kaldırılması, demokratik denebilecek bir ulusçuluk ve yine
bundan ayrılmaz bir biçimde, merkezi, bürokratik devlet cihazlarının tasfiyesi
ve parçalanması ilk aşamanın acil görevleridir.
O halde, yapılacaklar bellidir, bir yandan teorik açıklamayı
netleştirir ve derinleştirirken, diğer yandan, geniş yığınların eylem içinde
değişebilmesinin imkanlarını zorlamak. Somut durumlarda bir tutamak noktası
bulup, yığınların eyleme geçmesinin somut parolalarını, örgüt ve mücadele
biçimlerini önermek, başarılı olmasa ve yankısız kalsa bile bir deney birikimi
sağlamak ve örnekler sunmak.
Bizim de son on beş yıldaki teorik ve politik mücadele ve
çalışmalarımızın özü burada anlatılanlara uygun olmuştur. Bir yandan teorik
açıklamalar, din ve ulus üzerine yazılar; diğer yandan her somut durumdan
hareketle demokratik bir mücadelenin yükselmesi ve bunum en azından var olan
ulus ve devlete karşı mücadeleye dönüşmesi. Pandemi karşısındaki yazılar da bu
yaklaşımın somut bir konu vesilesiyle uygulama denemesinden başka bir şey değildirler.
İşte bu derlemede yer alan Pandemi vesilesiyle yazdığımız yazılar,
ilk yazı hariç, genellikle Türkiye’deki mücadelelere yönelik olduğundan, bu
ikinci, demokratik bir ulusu ve ulusçuluğu savunmaya ve bugünkü dile, dine
dayanan ulusçuluğu ve merkezi bürokratik devleti parçalama acil görevlerine yöneliktir.
Böyle bir demokratik devrimin, dünya çapındaki uluslara
karşı bir devrime bir atılım verebileceği ihtimaline ve beklentisine dayanır.
*
Korona Pandemisi somutunda somut bir politika, program ve
strateji ortaya koyacak tarihsel deneyler ve örnekler yoktu. Böyle bir olguyla
ilk kez karşılaşılıyordu.
Sosyalist hareketin ve işçi hareketinin tarihinde sadece bir
dünya çapında salgın (pandemi) karşısında değil, genel olarak böyle bir yerel
salgın (epidemi) karşısında bile sosyalistlerin ne gibi politikalar izlemesi
gerektiğine ilişkin ne bir örnek vardı ne de böyle bir sorun.
Bu gibi sorunlar genel ve her zaman geçerli, sağlık
hizmetlerinin sosyalleşmesi, bu hizmetlerin en yoksullara bile parasız
götürülmesi gibi bağlamlarda ele alınmıştı.
100 milyona yakın olduğu tahmin edilen (yani iki dünya
savaşında ölenlerin toplamından fazla) insanın ölümüne yol açmış İspanyol Gribi
gibi Pandemi, hem de savaş sonucu kitlelerin muazzam bir politizasyonu ve
mobilizasyonu ortamı varken, işçi hareketi ve sosyalist hareketin yükseldiği
bir dönemde bile sosyalistlerin ve işçi hareketinin bu konuda nasıl bir
program, strateji, taktikler izleyeceği ve izlemesi gerektiği gibi bir bağlamda
tartışılmamıştı.
Bu konuda ne genel olarak toplumsal hafızada ne de
sosyalistlerin hafızasında en küçük bir birikim ve soru ve de cevap yoktu.
Kaldı ki bu sefer gerçekleşen son derece özgün, yepyeni bir
olaydı.
Özgünlük şuradaydı: hastalık biyolojik bakımdan çok öldürücü
değildi ve genellikle genç nüfusu çok az etkiliyordu (örneğin İspanyol Gribi
yol açtığı Stokin Fırtınalarıyla savunma sistemi daha güçlü olan genç nüfusun
ölümüne yol açmıştı esas olarak), esas öldürücülüğü yaşlı nüfusa, hastalık
geçirmişlere karşıydı.
Binde iki veya beş arası bir öldürücülüğe rağmen, salgınların
yayılışını açıklayan adeta matematik formüllerle tanımlanmış yasalarla,
birdenbire geometrik diziyle, katlanarak yayılıyor hastahanelerin yoğun bakım
kapasitesinin sınırlarını aşacak ağır hasta sayılarının ortaya çıkmasına yol
açıyordu.
Ve bu ölenlerin ve yoğun bakım gerektirenlerin ezici
çoğunluğunu artık üretim süreci dışına düşmüş, emeklilik sigortasıyla yaşayan veya
sistemin yaşlılar gettolarında ölümü beklemeye yönlendiği yaşlılar
oluşturuyordu.
Dolayısıyla hastalık tüm dünyayı ve ulusları şu soruyla
karşı karşıya getiriyordu, aslında nüfusun küçük bir ölümünü oluşturan, esas
olarak üretim sürecinin dışına düşmüş ve bütün gelişmiş ve orta gelişmiş
ülkelerde emekli maaşları ve tıbbi bakım masraflarıyla neredeyse gerek devlet
maliyesinin gerek sigorta sisteminin iflasına yol açan veya açacak olan bu
yaşlı insanların ölümlerini engellemek için toplum en büyük fedakarlıkları göze
alacak mıydı, alırsa bunun sınırı ne olacaktı?
Sadece hükümetler ve burjuva dünyası değil, hiçbir sosyalist
sorunu böyle koyup bu sorunla yüzleşmedi.
Biz ise daha başında, esas temel sorunun bu olduğunu koyuyor
ve başta bu yaşlı ve hasta risk grubunu korumak için en büyük fedakarlıkları
bile göze almak gerektiğini söylüyorduk.
Bunun sınırı ancak bu fedakarlığın belli bir sınırı aştıktan
sonra daha büyük zararlara yol açması olabilirdi. Yani öyle tedbirler alınır ve
bu öyle uzun sürer ki, belli bir sınırdan sonra örneğin, açlık, tıbbi diğer
hizmetlerin yapılamaması gibi nedenlerle daha çok ölüm noktasına gelinebilir,
işte bu da yapılacak fedakarlıkların sınırını oluşturabilirdi.
Hükümetlerin hemen hepsi, özellikle diktatörlükler, popülist
liderler ve tabii kapitalistler (alınacak tedbirler yüzünden aç ve işsiz kalma
korkularıyla da alt sınıflar) açıktan yaşlı ve hastalardan kurtulalım
diyemeyecekleri için, dolaylı biçimlerde, pandemiyi önemsiz göstermekten,
ekonomik sorunların artması halinde çok daha fazla insan öleceği gibi
argümanlara başvurdular.
Solcular ise özgürlükler bayrağı ardına gizlenerek veya
gerçekten özgürlüklerinin elinden alınacağı korkuları nedeniyle, solculuk adına
salgını ilaç şirketlerinin çıkardığından, rakamların abartıldığına, hastalığın
çok öldürücü olmadığına, hükümetlerin gerici politikaları egemen kılmak için pandemiyi
abarttığına kadar bir yığın, son duruşmada kendilerini hükümetlerle,
burjuvaziyle (ve korku içindeki alt sınıflarla) ve de faşistlerle aynı bloğa
getiren argümanlara sarıldılar.
En ilginçlerinden biri, hastalığın yayılmasını engellemek
için yapılan tam kapanmalara özgürlükler adına karşı çıkılması idi.
Burada sokağa çıkma yasaklarına dolayısıyla hastalığın
bulaşmasına karşı çıkmanın başkalarını öldürme hakkı anlamına geldiğini bile görmemeleriydi.
Bu nedenle, en radikal solcularla, en enayiler sosyalizmi
benzeri komplo teorileri taraftarları aynı saflarda buluşabiliyorlardı.
Burada solcuların tek yaptığı, işçilerin ve esnafın
korunması, zararlarının telafi edilmesi gibi klasik talepleri tekrarlamaktı.
Solcular ve demokratlar toplumun karşısına bir alternatif
programla, gerçek sorunları çözecek ve sorunlarla yüzleşecek bir programla
çıkmadığı için, bir kapanmada geniş bir zarara uğrayacak alt sınıfların popülist
politikacılar ve komplo teorilerine itibar edenler safına akmalarının ve
onların büyük bir kitlesel güç oluşturmalarının nedeniydi.
Pandemi karşısında biz yazılarımızda, bildiğimiz kadarıyla,
dünyadaki bütün soldan daha farklı bir program sunduk ve strateji izledik
Öncelikle sorunun “pandemiyle
mücadele” değil, nüfusun yüzde yetmişi bağışılıklı (şerbetli) olana kadar
bu mümkün olmadığından, yayılma hızını
yavaşlatarak hasta ve yaşlıların kitlesel olarak hastahanelerin bakım
kapasitelerini aşması ve hastalığa yakalanmalarının engellenmesi olduğunu, kayıpların
da ancak yayılmayı yavaşlatarak azaltılabileceğini ifade ettik.
Bunu açıklayabilmek için de biyolojik öldürücülük ile sosyolojik
öldürücülük farkına dikkati çektik ve sosyolojik öldürücülükten hareketle
sorunun yaşlı ve hastaları korumak için en büyük fedakarlıkları yapmayı göze
alıyor muyuz şeklinde ortaya çıktığını gösterdik ve kendi cevabımızın evet olduğunu
ve olması gerektiğin belirttik.
Sorunun böyle koyuluşu ve bu cevap net olunca, yayılma
hızını yavaşlatmanın en etkili ve ezilen ve yoksul kesimlerin en az kaybına ve
mağduriyetine yol açacak biçiminin ne olduğu sorusunu sorduk.
Buna verdiğimiz cevap, hastalığın yayılmasını yavaşlatmanın
tek yolunun kesin ve sert bir sokağa çıkma yasağı (kapanma) olduğu, hükümetin
derhal sokağa çıkma yasağı ilen etmesi gerektiği sonucunu çıkardık.
Bütün demokratik ve sosyalist muhalefet ise bunu savunmaya
cesaret edemediği gibi, bizim önerimizi anti demokratik bir talepmiş bir
sosyalistin kendi demokratik özlemlerine ihanetiymiş gibi değerlendirdi. Bütün dünyadaki
en faşist ve gericilerin, Trup, Bolsanaro, Erdoğan vs. gibi popülist politikacıların
da kapanmalara karşı çıkmaları bile onların konumlarını gözden geçirmelerine
yol açmadı. Gerçeklik somuttu o somut gerçekliği kavramıyorlar ve eski bildiklerini
tekrarlıyorlardı. Salgının dokunmayla ve nefes yoluyla geçtiği için, yayılmayı
engelleyecek kapanmadan başka bir yol olmadığı için, kapanmaya karşı çıkmanın
aslında özellikle yaşlı ve hastaların öldürülmesi özgürlüğü anlamına geldiğini
bile kavramak istemiyorlardı. Bu nedenle neredeyse her biri bir çığlık olan
yazılarımızı görmezden geliyorlar, paylaşmıyorlardı.
Aslında en küçük bir toplumsal direnişte sokağa çıkma ve
başka yasakları ilan etmeye dünden razı bütün gerici hükümetlerin ve
diktatörlerin, bu durumda bir sokağa çıkma yasağı ilan etmemek için bin bir
dereden su getirmeleri, rakamları gizlemeleri, tehlikeyi önemsiz göstermeleri
bile uyarıcı olabilir dedik ve bu kapanma parolasının niçin gerici hükümetlerin
ve burjuvazinin parolası olamayacağını göstermeye çalıştık.
Ama burada kalmadık. Bunu ezilen sınıfları ve demokratik
mücadeleyi geliştirecek Geçişsel Talepler
biçiminde somutlamaya çalıştık. Yani hükümetin politikaları karşısında tümüyle
ona alternatif bir politikalar bütünü koyduk ve savunduk.
Yani sosyalistler sadece sokağa çıkma yasağını savunmakla
kalıp bunu diktatörlerin, bürokratik devletlerin insafına bırakamazlardı, bunun
somut biçimlerini önermeliydiler. Hem ezilenlerin savunmasına hem bu tedbirleri
desteklemesine ve örgütlenmesine hizmet edecek somut biçimler gerekirdi.
Devletler savaş hallerinde, her türlü yasakları koyarlar,
tüm kaynakları ve olanakları cepheye yöneltirler, tüketimi karnelerle kısarlar
vs..
Biz de bunun somut ve alternatif biçimini önerdik.
Madem devletin toplumun ve bir arada yaşamanın sorunlarını
çözmek için var olduğu iddia ediliyordu, o halde devlet yayılmayı engellemek
için evlere kapanan tüm nüfusun ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü olmalıydı.
Yani tüm devlet cihazı, yani o toplumun sırtında bir asalak ur olan tüm devlet
bürokrasisi, ilk kez bir işe yaramalı ve evlerine kapanmış nüfusun temel
ihtiyaçlarını karşılamakla görevli olmalıydı.
Salgının yayılması durdurulup sıfırlanıncaya kadar, yani
aşağı yukarı bir ay veya biraz daha fazla, eve kapatılan tüm nüfusun temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir
kullanım değerleri ekonomisine geri dönüşü savunduk ve somut bir program
olarak sunduk.
Bu sokağa çıkma dönemi yani temel ihtiyaçları karşılamaya
yönelik bir kullanım değerleri ekonomisine dönüş dönemi boyunca, zamanın durdurulması, yani tüm
ödemelerin, alacakların ve borçların dondurulması, böylece kimsenin bir zarara
uğramamasını da birlikte öneriyordum.
Buna paralel ve bağlı olarak, her insanın temel ihtiyaçlarını
karşılayacak kadar bir paranın (örneğin 1000 TL) her tek bireye verilerek, bu
dönem boyunca kimsenin mağdur olmaması ve aç kalmamasının sağlanması da
gerekiyordu. Ayrıca parası olanın da tüketimi (kaynaklar sınırlı olduğundan) bu
miktarla sınırlanmalıydı. Yani tüm toplumdaki bireyler tam ve mutlak bir eşit
tüketime geçmeliydi. Ancak böyle tasarruflu ve eşit tüketime dayanan bir sistem
ekonominin ve insanların en az kayıpla bu pandemiyi atlatmasını sağlayabilirdi.
Ayrıca örneğin herkese 1000 lira, alt, yoksul ve ezilen
sınıfların hayat seviyesinde ani bir yükseliş anlamına da gelirdi. Böylece
onların hem sosyalistlerin ve demokratların yanına gelmesine, hem de hiç
olmazsa bu kapanma süresince belki küçük tasarruflarda bile bulunabilecekleri
daha yüksek bir gelir veya tüketim dizeyine ulaşmalarını sağlardı.
Bütün bunlar aslında sadece saygının en az kayıpla
atlatılması için değil, aynı zamanda ekonominin de en az zararla atlatmasının
da biricik yoluydu.
*
Biz ilk yazılarımızda Türkiye’deki hükümetin demagojisine
karşı yayılmayı yavaşlatma amacıyla kapanmaya ağırlığa versek de, o sıralar
moda olan “Çekiç ve Dans”
stratejisinin yanlış olduğunu, yayılış hızını düşürüp zamana yaymanın çok daha
yıkıcı sonuçları olacağını, doğru stratejinin “çekiç ve bir daha çekiç”, yani hastalığın kökünün kurutulması ve tekrar
ortaya çıkmaması için sıkı kontrol olduğunu savunduk.
Yani, diyelim ki, bir veya iki ay boyunca tüm nüfus evlere
kapatılarak, virüsün yayılması durdurulabilir ve virüs tamamıyla yok
edilebilirdi. Böylece sonraki dönemde, hudutlar, giriş çıkışlar sıkı kontrol
edilerek, herhangi bir noktada kontrol dışı bir şekilde virüs ortaya çıktığında
derhal orası kontrol altına alınarak, normal hayata dönülebilir ve bu
sürdürülebilirdi.
Bu kesin ve kararlı yöntem aslında en ucuz ve en az zararlı
yöntem olabilirdi. Bugün aradan neredeyse bir yıl geçtiğinde, bu şekilde bir
strateji izleyen ülkelerin pandemiye karşı en başarılı ve onu en az zararla
atlatan ülkeler olduğu denemeyle kanıtlanmış bulunuyor. En bilinen örnek
Vietnam. Ayrıca birçok politikacı bugün kesin ve erken kapanmalar yapmamanın
çok kötü sonuçlar verdiğini ve bunun yanlış olduğunu, hata yapıldığını kabul
ediyor. Pandemi boyunca az tamahın çok zarar getirdiği her yerde ve dönemde
kanıtlandı. Önerimizin esasta doğru biricik öneri olduğu kanıtlandı.
Elbette bizim önerimiz sadece kesin ve kararlı bir sokağa
çıkma ile kontrol altına almadan ibaret değildi. Bunu birçok başka öneriyle tamamlıyorduk.
Tabii bütün bu kesin sokağa çıkma yasağı boyunca, tüm temel
ihtiyaç mallarının envanterinin çıkarılması, lojistik, evlere ve insanlara
dağıtılması gibi bir esas büyük sorun vardı.
Biz bunun için de, devletin tüm ordu, polis ve memurlarının
yani var olan merkezi ve en iyi örgütlenmiş cihazın insanların temel
ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltilmesini savunuyorduk. Böylece biricik efektif
ve örgütlü aygıt olan insanları öldürme aracı olan aygıt, onları yaşatmanın bir
aracı olarak kullanılabilirdi.
Tabii bu genel yaklaşım içinde daha ince ayarlar da
gerekirdi.
Bu dönem boyunca, tüm bu ordu, polis ve memurlar ordusu, belediyelerin ve mahalli idarelerin emrine
verilmeliydi. Vatandaşın temel ihtiyaçlarının karşılanmasını en esnek biçimde
onlar örgütleyebilirdi.
Keza, bununla da yetinmiyor, somutta karşılaşılacak birçok
istisnai sorunun halli ve yurttaşların asgari bir mağduriyeti için, her sokak,
mahalle, apartmanda yurttaşların temsilcilerinin özgül sorunların çözümü,
(örneğin özel yiyecek gerektiren hastalar vs.) ve bütün bu işlerin doğru dürüst
yapılıp yapılmadığını denetlemeleri tedbirini de öneriyor ve böylece hem
silahlı güçlerin mahalli İdarelerin elinde olmasının somut olarak denenmesi hem
de halkın belediyeleri ve merkezi memurlar ordusunu denetlemesinin ve bunun
için örgütlenmesinin olanaklarını yaratmaya çalışıyorduk.
Yani önerilerimiz sadece somut bir alternatif olmakla
kalmıyor aynı zamanda bir demokratik devrime geçiş olabilecek, kitlelerin
örgütlenmesi ve kendi deneyleriyle bu yönde gelişebilmeleri için bir imkan da
sunuyordu.
Tabii bunlarla da kalmıyorduk, tüm sağlık sisteminin
kamulaştırılması, kapanma süresince sistemin devamı bakımından önemli işleri
yerine getirenlerin ve çalışanların, bu yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamayla
görevlenmiş memurlar ordusu dahil olağan maaşlarının yanı sıra biner lirayı da
almaları gibi ek önlemler de sunuyorduk.
Bir an için düşünelim. Bir ay boyunca kapanmada, herkese bin
lire verildiği ve bu kadarlık tüketim hakkı tanındığını var saydığımızda, 80
milyonluk bir nüfusta bu 80 milyar lira eder. Aslında hiç de büyük bir rakam
değildir. Ayrıca bu ülkenin görülmemiş bir tasarruf ve zenginleşmesi onucunu da
verirdi.
Çünkü örneğin bu dönem boyunca örneğin özel arabalar
çalışmadığından milyarlarca liralık benzen, mazot, yağ, lastik, asfalt vs.
tasarrufu gibi yığınla tasarruf göz önüne alındığında aslında böyle bir kapanma
sonucunda toplum ülke daha zenginleşmiş olabilirdi. Çünkü temel ihtiyaçlara
yönelik bir kullanım değerleri ekonomisi aynı zamanda muazzam bir tasarruf da
demektir.
Tabii önerilerimiz burada da kalmıyordu. Bütün basın yayın
organlarının dönem boyunca kitle örgütlerinin denetimine verilmesi, tüm sağlık
sisteminin kontrol ve kararlarının doktorlar ve diğer sağlıkçılar gibi
kuruluşların emrine verilmesi gibi, var olan merkezi devletin parçalanması
anlamına gelecek birçok somut öneriyi de içeriyordu. Önemli olan bunun mümkün
ve gerekli olduğunu göstermek, en azından insanların aklına bunu düşürmekti.
Ayrıca bunu Türkiye’nin somut politik durumunu değiştirmek
için bir manivela olarak kullanmayı sağlayabilecek biçimde de geliştiriyor ve
tüm muhalefete yöneliyorduk.
Derhal meclisi toplamaları, bu kararları ilan etmeleri ve
sürekli toplantı halinde bulunarak tüm devlet organlarını meclisin kararlarını
uymaya çağırmaları.
Böylece muhalefet bu tedbirleri önererek bütün ezilenleri
arkasına alarak aynı zamanda Erdoğan diktatörlüğüne karşı bir direniş
başlatabilir ve parlamenter sisteme bir geçiş de sağlayabilirdi.
Elbette bunları Erdoğan veya muhalefet partilerinin
yapmayacağı açıktır. Ama bizler buna değil, nesnel olarak yapılması mümkün ve
gerekli olanın ne olduğuna bakarız: bunu var olanın alternatifi olarak
öneririz.
Biz bu önerilerimizi aslında HDP’ye ve sosyalistlere
yapıyorduk, somut olarak nasıl bir politika önerebilecekleri hakkında bir fikir
vermeye çalışıyorduk. Onlar ise bunu görmezden gelmek ne kelime, böyle konulara
bile kafa yormuyorlardı.
Bir an için HDP’nin bizim burada kısaca özetlediğimiz
tedbirleri ve programı pandeminin başında, bizim yazılarımızdan kopya çekerek
toplumun önüne getirdiğini ve tüm muhalefete önerdiğin varsayalım.
Böyle bir politika bugünkü Türkiye’yi alt üst ederdi.
Bir kere HDP hep olmak istediği “Türkiye Partisi” olurdu
fiilen.
Örneğin iktidarın bütün demagojisi açığa çıkardı. İktidar ve
muhalefet bu önerinin saçmalığını söylese bile bizim önerimizi tartışmış, izim
gündemimize gelmiş, bizim sesimizi duyurmuş olurdu.
Böylece hem iktidarın hem muhalefetin gerçek yüzü çok daha
somut olarak görülmüş olurdu. Tüm gayrı memnunlar HDP’nin dediklerine daha bir
kulaklarını açmış olurlar, önerilen politikaların doğruluğu diğer ülkelerin
deneylerinde gösterilmiş olurdu.
HDP, sosyalistler ve demokratlar haydi bunları yapmadılar ve
yapamadılar en basit şeyleri bile yapmadılar ve hala yapmıyorlar çok daha temel
ve basit bazı şeyleri yapabilirlerdi.
Örneğin en azından, Türkiye hastahanelerindeki binlerce
ilerici ve demokrat doktor, hasta bakıcı ve hemşire ile bir haberleşme ağı
kurup gerçek hastalık ve ölüm rakamlarını her gün açıklayan alternatif ve
güvenilir bir bilgi merkezi bile kurabilirdi. Böylece algı savaşı veren Erdoğan
ve Sağlık bakanının algı savaşına karşı savaşmış olurlardı. Bu bile
yapılmamıştır.
Burada HDP’nin çok baskı altında olduğunu söyleyenler,
HDP’nin sorunun esas olarak politikasızlık ve programsızlık olduğunu atlamış
oluyorlar. Onu eleştirmeyerek ona kötülük ediyorlar.
*
İşte bu derlemedeki yazılar bizim adım adım bütün bu
yaklaşımı geliştirmemizin de hikayesidir. Biz de elbette hayatımızda ilk kez
böyle bir sorunla karşılaşıyorduk. Ortada hiçbir ders alınacak deney yoktu. Ama
bugün baktığımızda önerilerimizin biricik doğru politika olduğu daha da
netleşmektedir.
Doğrudan pandemiyle ilgili olmasa da elbet işçi ve sosyalist
hareketinin birikimi ve derslerine dayanıyorduk. Bugünkü gerek sosyalist gerek
demokrat denebilecek kuşaklar maalesef bunları bilmiyorlar veya bilenler de unutmuş
bulunuyorlar.
Bunlardan ikisine özellikle değinmeden geçmeyelim. Sadece bu
dersler bile bilinseydi veya unutulmasaydı, bırakalım ulus ve din gibi yukarıda
açıklanan teorik ve programatik sorunları bir yana, yine de iyi kötü demokrat
ve devrimci bir politika yapılabilirdi.
Birincisi.
Lenin Ne Yapmalı’da
bir devrimci ve sosyalistle bir sendikacı (veya Kitapta eleştirdiği akımın
adıyla ekonomistin, kendiliğindencinin) farkını anlatırken, işçilerin yaşam
koşullarını iyileştirmek için mücadelenin hatta bunun için politik mücadelenin
özünde sendikalizm olduğunu gayet güzel anlatır. (Bunu bir videoda ayrıntısıyla
ele aldık.)
İşçilerin tüm toplumdaki gayrı memnunların sözcüsü olması
gerektiğinden, demokrasi mücadelesinin önüne geçmesi gerektiğinden ve
demokratik ve sosyalist politikanın bu olduğundan söz eder.
İşte sol ve sosyalistler Lenin’in hiç anlaşılmamış ve
unutulmuş önerileri bile solda savunulmamış ve uygulanmamıştır. Solun bütün
pandemi boyunca yaptığı işçilerin pandemi boyunca uğradıkları haksızlıkları
ifade etmekten ve buna yönelik politikaları eleştirmekten öteye gitmemiştir.
Yani aslında sendikalist bir politika izlemişlerdir. Yaptıkları ekonomizm veya
sendikalizmden başka bir şey değildir. Sosyalist politika işçiler için bir
eyler istemenin ötesi, işçilerin toplumun karşısına sorunlara çözüm olacak, tüm
toplumu düzeltecek alternatif bir programla çıkmasıdır.
Sadece böyle bir bakışa ve yaklaşıma sahip olmak bile,
sosyalistleri Pandemi karşısında tüm somut sorunları çözecek, tüm sınıflara
hitap edecek bir program sorunuyla karşı karşıya getirirdi.
İşte yukarıda anlatılan önerilerimiz genel anlamda, Lenin’in
Ne yapmalı’da anlattığı sosyalist politikanın
pandemi koşullarında bir somutlanması girişimi olarak da görülebilir, aynı
öneriler alınmasa bile bu yaklaşımla bir şeyler önerilebilirdi.
İkincisine gelince.
Lenin “Yaklaşan Felaket” yazısında, yaklaşan
bir açlık tehlikesi karşısında, (ki biraz Pandemiyi andırır, bu anlamda bir
örnek gibi görülebilir) bir sosyalist olarak, tüm toplumun karşısına, yaklaşan
bir açlık tehlikesini yok edebilmek için somut önerilerle çıkar. İktidarda
burjuva bir hükümet vardır. Lenin somut olarak yapılabilecekleri sıralar. Yani bir
sosyalist olarak, yaklaşan açlığı yenebilmek için, somut bir program ve
talepler sunar.
Bunlara Geçişsel Talepler
denir. Bunlar var olan sistemi yıkmazlar ama halkın örgütlenmesinin ve halkın
kendi deneyleriyle o sistemin aşılması gerektiğin görmesinin somut biçimlerini sunarlar.
Üçüncü Enternasyonal’in ilk kongrelerinde geliştirilmiş bu Geçişsel Talepler anlayışı sonradan
Troçkist gelenek haricinde unutulmuştur.
İşte bizim önerilerimiz, aynı zamanda bu Geçişsel Talepler anlaşışının pandemi
vesilesiyle somutlanmasıydı.
Hatta bu nedenle bu konuyla ilgili önerimiz olan yazılara, Lenin’in
bu geleneğine bağlılığımızın ve onu sürdürdüğümüzün ifadesi olarak “Yaklaşan Felaket” başlığını koyduk.
Yani önerilerimiz aslında klasik devrimci Marksist hareketin
Geçişsel Talepler yaklaşımının
günümüz Türkiye’sinde ve Pandemi salgınında somutlanması olarak görülebilirler.
*
Dediklerimiz ve önerilerimizin haklılığı ve doğruluğu arada
geçen dönemde kanıtlanmış bulunuyor.
Geçen yıl bahar aylarında yazılarımızı çok abartılı bulanlar,
susanlar artık senin o zaman yazdıkların çıkıyor diyorlar.
Ama o zaman yazılanların hala en küçük bir yankısı bile görülmüyor sol politik
ortamda.
Zizekleri çevirenler, spekülasyonlara bol bol sayfaları
ayıranlar bu somut deney karşısında onu görmezden gelip, yok saymaya devam
ediyorlar.
Aslında sadece ezilenlere, demokrasi mücadelesine değil,
kendilerine de kötülük ediyorlar.
*
Peki bu deneyden başka ne gibi sonuçlar çıkmaktadır. Yani
biz ne gibi dersler çıkardık?
Bu deneyden çıkan bazı sonuçlar var.
Bunu ön almanın
trajedisi olarak da tanımlayabiliriz ama yeterli olmayabilir.
Şöyle formüle edilebilir belki: artık bizlerin politikası başarıya
ulaştığında bile kadri bilinmemeye yazgılı olmaya hazır olmalı.
Buna ön almanın trajedisi deniyor. Sorunu şöyle
somutlayabiliriz belki.
Diyelim ki, Türkiye’de bizim önerdiğimiz politikaları
uygulayacak bir demokratik ve devrimci bir hükümet vardı. Bu politikaları
uyguladığı takdirde, pandemi hiç de büyük bir hasar yaşamadan kolayca
atlatılmış olurdu.
Ama tam da bu nedenle, çok abartıldıği, aslında böyle
tedbirlere hiç gerek olmadan da pandeminin atlatılabileceği gibi bir sonuç
çıkarılmasına da yol açar başarılı bir ön alma. Yani bir kadri bilinmemeye.
Bunu göze alarak politika yapılmalıdır.
Ama sadece bu kadar değil, uygulama olanağı olmadan da, bizim
yazılarda yaptığımız gibi, uyarmak için gelen felaketi “abarttığınızda”,
çanları güldür güldür çaldığınızda, felaketi önleyecek tedbirleri erkenden
önerdiğinizde panik çıkarmakla, abartmakla suçlanmayı ve anlaşılmamayı,
yankısız kalmayı göze alan bir politika ve strateji izlemek gerekmektedir.
Çünkü toplumsal ve doğal süreçlerde geri dönülemez sınırlar
vardır, o sınıra gelmeden sürekli olarak alarm zilleri çalmak gerekmektedir, o
noktadan sonra bir geri dönüşün olamayacağına dair. Ama bir gökdelenden düşen
insana yere çakılacağı ana kadar hiçbir şey olmaz. Paradoks tam da buradadır.
Bu pandemide açıkça görüldü, tam bir kapanma yapılmadığı
takdirde en kötü senaryoyu önerenler, tehlikeyi abartmakla suçlanmışlardır, işin
ilginci birçok faktör nedeniyle, (örneğin bahar aylarında havaların ısınması ve
pandeminin hız kesmesi gibi nedenlerle) olgular sanki bu ithamın doğru imiş
gibi görünmesine de yol açar.
Bütün bunları göze alarak, gereğinde tehlikeyi abartmaktan
çekinmeyerek politikalar önermek gerekmektedir.
Çünkü bir süre sonra olayların gelişimi abartma olmadığını
gösterecektir. İşte o zaman ezilenlerin ve toplumun size güvenmesi, direncin
kırılması ve belki son bir umutla felaketin önlenmesi için bir şansınız
olabilir.
Evet, belki son anda insanlığı kurtarabilmek için, küçük de
olsa bir şans yaratabilmek için, “kötümser
senaryolara”, “abartmaya” girmek,
bu “kötümser senaryolara” göre “panik yaratan” tedbirler ve programlar
önermek gerekiyor.
Örneğin karbon salınımı böyle giderse 15 yıl sonra geri
dönüşü olmayan bir noktaya geleceğimiz, belki de gezegende “yüksek canlıların”
yaşama şansının olamayacağını söyleyip bunun için somut tedbirler ve
politikalar önermeliyiz.
Bunların hemen hepsi reddedilecek, alayla karşılanacaktır.
Ama belki son anda bir kurtuluş umudu, son anda paraşütü açabilme olanağı
yaratabilmek için Marksistlerin, sosyalistlerin, tanımı gereği başarıdan sonra
gelen ön almanın trajedisini ön
almanın başarısı bile gerçekleşmeden yaşamayı göze almaları gerekiyor.
Antik tarihin ifadesiyle Kassandra’nın kaderini paylaşmayı
baştan kabul etmeliyiz.
Çünkü aslında gerçek Pandemi biziz, yani Toplum, alışılmış
ama bilimsel olarak yanlış ifadeyle insan türü.
Bizler, devrimci Marksistler yenilgiciliği savunmuşuzdur ve
savunmalıyız, “kendi” millet, “kendi” devlet ve “kendi” sermayemiz karşısında
olmalıyız.
Şimdi ise artık sadece yenilgiciliği değil yenilmeye mahkûm,
hiçbir başarı vaat etmeyen politikaları savunmalıyız ki bir başarıya
ulaşabilelim.
Berlin, 17 Ocak 2021 Pazar
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder