18 Ocak 2021 Pazartesi

Sunuş Yerine: Korona Pandemisi ve Sosyalist Politika


(Korona vesilesiyle yazdığımız yazıların  "Korona Pandemisi ve Sosyalist Politika - Korona Pandemisi Koroniği" başlıklı derlemesine yazdığımız bu uzun şunuşta, Korona vesilesiyle genel olarak dünyada sosyalist ve demokratik mücadelenin tıkanışının nedenleri, aşmak için gerekli teorik çerçeve ve somut öneriler ele alınıyor. Dün kitabı PDF ve EPUB formatlarında indirilebilmesi için paylaşmıştık. Bugün de bu sunuşu ayrı bir yazı olarak yayınlıyoruz. Kitap şu linkten indirilebilir.

https://yadi.sk/d/jBTRlIpfsv2W_w?w=1

Bir tartışmaya vesile olması dileğiyle.)

Tam bir yıl önce, 2019’un son günü, 31 Aralık 2019’da Çin, Dünya Sağl ık Örgütü’ne Wuhan’da bir salgının başladığını bildirdi.

11 Ocak’ta 2020’de Wuhan’da koronanın yol açtığı ilk resmi ölüm kaydedildi.

Dünya bu salgının ciddiyetini, bir ay kadar sonra, Wuhan’da boş arazilere acil sahra hastahanelerini yapımda kullanılan onlarca iş makinasının drone ile çekilmiş fotoğraflarıyla anlamaya başladı. Ama Wuhan’da yaşananlar hala başka bir gezegende oluyormuşçasına algılanıyordu.

Biz ilk yazımızı 28 Ocak 2020’de yazdık ve yazımızda Wuhan’daki hastahanenin yapımında kullanılan onlarca iş makinasının kuş bakışı fotoğrafını kullandık.

Şubat ayı boyunca neredeyse, Suriye’deki gelişmeler ve HDP kongresine yoğunlaştığımızdan Pandemi konusunda pek yazamadık ama bu arada epey okumalar yapıp yepyeni konu hakkında az çok bir fikir sahibi olmaya çalıştık. Bunlar daha sonra yazdığımız yazılarda işe yarayacaktı.

27 Şubat’ta bilgi kirliliğine karşı Covid-19 hakkında derli toplu bilgiler veren bir yazıyı “Yakında muhtemelen bir pandemiye dönüşecek ve hepimizin günlük yaşamımızı epeyce etkileyecek, muhtemelen bir kısmımızın da ölümüne yol açacak olan Koronavirüs ile ilgili güvenilir bilgiler içeriyor görünen bir yazı. Okunmasını öneririm.” kısa notuyla yayınladık.

11 Mart’ta Dünya Sağlık Örgütü Covid-19 salgınını “Pandemi” olarak ilan etti.

Biz 13 Mart’tan itibaren yoğun olarak Korona Pandemisi üzerine neredeyse her gün (Mart sonuna kadar 13 Yazı) hem bilgi verici ve uyarıcı hem de hükümetin politikaların eleştiren ve karşı bir politika öneren yazılar yazdık.

Özellikle başta sosyalistler ve HDP olmak üzere muhalefete izlenmesi gereken politikalar hakkında yol gösterici olmaya ve “sufle vermeye” çalıştık.

Mart sonundan itibaren “Koronik – Korona Günleri Kroniği” başlığı altında görsel yayınlara başladık ve bunları Youtube’daki kanalımızda yayınladık. Nisan ve Mayıs aylarında 40’tan fazla yayın yaptık.

Ne var ki bu çabalarımızın neredeyse hiçbir etkisi ve yankısı olmadı.

Haziran geldiğinde, bütün bu çalışmaların sol ve sosyalist çevrelerde bir yankı yaratmadığını, suya yazı yazmak gibi olduğunu gördüğümüz için, hem de sokağa çıkma yasakları ve havaların ısınmasının hastalığın yayılma hızını yavaşlatması, dolayısıyla hala var olan tehlikenin önemsenmemesini göz önüne alarak, yayınları ve yazmayı azaltıp durdurarak okumaya ve daha uzun vadeli çalışmalara yöneldik.

Bu nedenle elinizdeki derlemedeki yazılar ve linki verilen görseller yoğun olarak Mart, Nisan ve Mayıs aylarında yayınlanmışlardır.

Ne var ki, kuzey yarı kürede havaların soğumasıyla birlikte pandemi bütün şiddetiyle tekrar ortaya çıktı.

Örneğin bugün (5 Ocak) Almanya’da kapanma Ocak sonuna kadar uzatılıyor ve kapanma tedbirleri sıkılaştırılıyor.

İngiltere’de kapanma daha sert tedbirlerle Şubat ortasına kadar uzatılıyor.

ABD’de Los Angeles'ta ambulanslara 'Yaşama şansı az olanları hastanelere götürmeyin' talimatı veriliyor.

Bu liste uzatılabilir.

Şu ana kadar, Dünya çapında resmen, neredeyse iki milyon insan ölmüş bulunuyor. Gerek hükümetlerin ölümleri gizlemesi gerek gerçek rakamları az göstermesi gerek bilinmeden kalan ölümler göz önüne alınırsa rahatlıkla şimdiye kadar üç milyona yakın insanın öldüğü düşünülebilir. (Örneğin Türkiye’de gerçek ölümlerin resmi rakamların dört katı olduğu yeni bir araştırmaya dayanarak açıklandı.)

Bu rakamlar çok daha kötü olabilirdi, insanlığın “şanslı” olduğu bile söylenebilir. Çünkü örneğin pandemi kuzey yarı kürede birkaç ay önce patlamış olsaydı, kış ayları hiçbir hazırlık, tecrübe ve bilgi birikimi olmadan, şimdiki “ikinci dalga”dan çok daha şiddetli bir şekilde yaşanacak ve kayıplar çok daha büyük olacaktı.

Pandeminin 2020’nin ilk aylarında başlaması, salgın tam hızını alamadan havaların ısınması ve bunları kapanmalarla birleşmesi çok daha büyük kayıpları engelledi.

Ancak bu aynı zamanda pandeminin ciddiyetinin kavranmasını da engelledi ve yaz aylarında tam bir rehavet yerleşti.

İkinci büyük şans ise, kanser araştırmalarına yönelik olarak geliştirilen mesajcı RNA yönteminin bu alana uygulanarak erkenden bir aşı bulunmasıdır.

Normal olarak klasik yöntemlerle bir aşının geliştirilmesi yıllar alan bir süreçtir. Pandemi başladığında, aşının geliştirilmesi, denenmesi gibi süreçlerin, ne kadar hızlandırılırsa hızlandırılsın en az iki yıl süreceği söyleniyordu.

Çin’in Dünya Sağlık Örgütü’ne, 2019’un son gününde salgını bildirişinden tam bir yıl sonra 2020’nin son günlerinde koruma oranı çok yüksek yepyeni bir tekniğe dayanan bir aşı “ışık hızıyla” geliştirilerek, aşı üretimine ve bazı ülkelerde aşılamalara başlandı.

Daha öldürücü ve hızlı yayılan bir mutasyonun ortaya çıkmaması ve yayılmaması şartıyla, bir yandan aşılamaya en riskli yaş ve durumdakilerin önceliğiyle başlaması, bir yandan sert kapanma tedbirleri ve birkaç ay sonra da havaların ısınacak olması göz önüne alınırsa, 2021’in yaz sonundan itibaren riskli grupların hastalanması, hastahane ve yoğun bakım kapasitelerinin aşılması gibi tehlikeler, büyük bir olasılıkla ortadan kalkacaktır denebilir.

(Tabii bu tahmin, yaşadığım Almanya gibi ülkeler için geçerli. Örneğin Türkiye’de bahar aylarında veya kısa bir süre sonra yeni bir yükseliş kaçınılmaz görünüyor. Çünkü Almanya, kapanmayı daha sertleşen tedbirlerle en azından Paskalya tatiline, yani Nisan’a, Bahar aylarına kadar uzatmayı planlarken ve aşılama kampanyası hızla sürerken, Tayyip Erdoğan en kısa zamanda, adım adım şimdiki tedbirlerin ortadan kaldırılacağını söylüyor. Aşı ise henüz hiç belli değil, sipariş verildiği söylenen aşının koruyuculuk oranının yüzde altmışın altında kaldığını Brezilya yeni açıkladı.)

Ancak bu arada, nüfusun yüzde 70 kadarı aşıyla veya doğal biçimde bağışıklık kazanıncaya kadar daha milyonlarca insan hastalanacak ve/veya ölecektir.

Bunlar kabaca kısa hatırlatmalar ve kaba tahminler.

*

Bu pandemi, tüm insanlığın, “gerçek zamanda” ve eş zamanlı ve birlikte yaşadığı ilk büyük olaydır.

Daha önce olimpiyatlar ve dünya futbol şampiyonaları gibi veya ikiz kulelerin yıkılması gibi olaylar tüm insanlar tarafından eş zamanlı olarak ve gerçek zamanda izlenmişlerdi ama yaşanmamışlardı. Öncekiler ortak bir temaşa (seyir) idi ortak bir tecrübe değildi.

Bu bakımdan bu pandemi bu niteliğiyle dünya tarihinde ilktir ve tam da bu özellikleri nedeniyle bir kırılma noktasıdır.

Herkes, bilincinde olmasa da aynı gemide olduğunu, gemi batıyorsa kamaranın kapılarını kapatarak yaşamanın ve felaketten kurtulmanın mümkün olamayacağını etinde kemiğinde yaşayarak öğrenmiş bulunuyor. Bilince çıkmamış bile olsa, bunun insanlığın bilincinde derin etkilerinin olacağı öngörülebilir.

*

Öte yandan, Korona Pandemisinin, gelip geçici ve atlatıldığı için derin nefes alınacak bir istisna olmadığı henüz yeterince kavranılmış ve içselleştirilmiş değil.

Sanki normal hayatta geçici bir aksama gibi kavranılıyor. Konuşmalarda, aşılar ve kışın geçmesiyle bu kâbusun biteceği gibi bir algı ve yanılsama ifade ediliyor. Hükümetlerin bütün politikalarının ardında böyle bir varsayım bulunuyor.

Kanımızca henüz kavranılmayan veya kavranmak istenmeyen şudur: bu pandemi ile birlikte aslında yeni bir dünyanın eşiğinden geçildi. Artık pandemi benzeri, dünya çapında tüm insanlığı topluca etkileyecek olguların istisna değil kural olduğu bir döneme giriliyor.

Çok daha bulaşıcı ve öldürücü, henüz biri bitmeden diğeri başlayan salgınlar ve pandemiler, iklim felaketi, nükleer bir savaş olasılığı artık kural olarak tüm insanlığı sürekli tehdit edecektir.

Artık normale, “eski güzel günler”e dönüş yok, “normal” dönemler giderek daha kısa ve istisnai olarak görülecektir. Kâbus bitmedi, yeni başlıyor.

*

Uzun vadede olsun bu kabusa son verecek son derece radikal tedbirler ve dönüşümler, örneğin tüm özel araba üretiminin durdurulması ve özel arabaların yasaklanması, uçuşların sadece acil durumlar için minimuma indirilmesi ve istisnai olarak kullanılması, bunun için de ilk elde acilen kitle turizmine son verilmesi, daha az karbon salınımına yol açacak tarzda yerel üretime geçilmesi, iş saatlerinde radikal bir kısaltmaya gidilmesi ve zenginliklerin giderek artan bir bölümünün bu boş zamanlarda yabancılaşmamış emek yoğun kullanım değerleri üretimi için değerlendirilmesi, insanların hayatının çocukluk ve gençlikte eğitim, ergenlikte çalışma, yaşlılıkta dinlenme gibi bölümlenmesine son verilip eğitim, üretim, kültür ve dinlenmenin tüm hayat boyunca bir arada yaşa uygun biçimlerde sürdürülmesi, yaşlıların ve çocukların yaşlı ve çocuk gettolarında yaşamasına son verecek şekilde yeniden örgütlenmesi gibi birçok, küçük bir gayretle ve planlamayla bugün bile uygulanabilir ve derhal uygulanması gereken tedbirlerin uluslara bölünmüş bu dünyada alınıp uygulanması mümkün değildir.

Bir zamanlar üretimin sosyalleşmesiyle, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel olması ve özel tekellerde birikmesinin yarattığı çelişkinin belirleyiciliğinden ve dünyanın sosyalizm için olgunlaşmışlığından söz edilirdi. Bu çelişki dünyanın sosyalizm için olgunlaştığını gösteriyor denirdi. Bu elbette doğrudur, genel ve uzun vadeli gidişi belirleyen bir çelişki olmaya devam etmektedir. Ama bugün öne çıkan ve bir an önce çözülmesi gereken çelişki, bugünkü tüketim biçimi ve düzeyi ile dünyanın doğal dengesini sürdürmesinin sınırları arasındaki çelişkidir. Üretimin, ticaretin, toplumsal ilişkilerin globalleşmesi ile, ulusların ve ulusal devletlerin varlığı arasındaki çelişkidir. Bu çelişkiler her şeyin önüne geçmektedir. İnsanlığın varlığı bu çelişkilerin acil çözümüne bağlıdır.

Elbette son duruşmada bütün bu çelişkileri yeryüzü ölçüsünde doğanın dengesi ve sınırlarını gözeten planlı ve kullanım değerlerinin üretimine yönelik bir ekonomik düzen çözebilir ama bu temele ulaşabilmek için öncelikle ulusların ve ulusal devletlerin varlığına son vermek dünya ölçüsünde ortak bir demokratik karar mekanizması kurmak gerekmektedir. Bu koşulda insanlar ancak planlı bir ekonomi ve meta üretimine esas olarak son vermekle hayatta kalmalarını sağlayacak bir düzen kurmaları gerektiğini anlayabilir ve kurabilirler.

İşin kötüsü, sosyalistler bu globalleşmiş dünyaya global bir siyasi sistem ve üstyapı önermek yerine, ulusları ve ulusal devletleri savunmaktadırlar. İnsanlığın çıkış yolunu tıkamaktadırlar. Sosyalistler bugünkü kavrayış ve önerileriyle çözümün değil, sorunun bir parçasıdırlar.

Dünya artık kelimenin tam anlamıyla tek bir dünya olmuştur. Bu dünyanın artık, ulusal devletlere bölünmüşlükte birleşmişliğiyle hiçbir soruna bir çözüm bulması mümkün değildir. Kapitalizm ya da sosyalizmden önce insanlığın yaşaması (Yani salgınlarla mücadele, karbon salınımını acilen düşürme ve ısınmayı durdurma ve nükleer bir savaşı engelleme vs.) için de acilen, sosyalizmin dünya çapında başarısını beklemeden, ulusları ve ulusal devletleri ortadan kaldırması gerekmektedir.

En acil görev, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaştır, insanların dünya çapında eşit bireyler olarak, ulusların ve ulusal devletlerin dolayımına uğramadan, aynı dünya cumhuriyetinin eşit yurttaşları olarak bu gidişe son verebilmek için ortaklaşa tartışıp karar verebilecekleri koşulları yaratmaktır. Bunun ön koşulu da ulusları ve ulusal devletleri yok etmektir, parçalamaktır. Parçalamak ve yok etmek için de onlara karşı bir savaş açmaktır.

Ulusal devletlerin olmadığı bir dünyada ulusların çıkarları, ulusal ekonominin çıkarları, devletlerin çıkarları, bunların sırları, silahlar, ordular, bürokratik aygıtlar, oksijende yaşayamayan bu anaerobik urlar, tekrar ortaya çıkabilecekleri ve yaşayabilecekleri oksijensiz ortamı bulamazlar.

*

Peki ulusları ve ulusal devletleri ortadan kaldırmak kolay mı?

Evet çok kolaydır. Ama bu kolaylığı anlamak zor olduğu için çok da zordur.

Bunu biraz açıklamak gerekiyor.

Ulusal devletleri ortadan kaldırmak için öncelikle ulusları ortadan kaldırmak gerekmektedir.

Ulusları ortadan kaldırmak için de ulusçuluğu.

Ulusçuluğun ortadan kaldırılabilmesi için de ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Zorluk tam da buradadır. Bu muazzam bir paradigma değişimi gerektirir. Tarihte bu gibi paradigma değişimleri birkaç yüz yıl süren, felsefe denilen büyük kavrayış değişimi ve tarihin yeniden yazılması dönemlerini gerektirmiştir.

Tek tanrılı evrensel din (Hristiyanlık) için Klasik Yunan felsefesi ve bu felsefenin ortaya çıkardığı birikim ve paradigma değişimi olmadan, Kaos, Koronos, Zeus’larla başlatılan bir tarihten, soyut bir tek tanrının yarattığı evrenle başlayan Adem, Havva ve Cennetten atılma ile devam eden bir tarihe geçilemezdi.

Benzer şekilde Descartes’tan Kant’a kadar bütün bir yeni çağ felsefesinin birikimi ve yarattığı paradigma değişimi olmadan, tanrı yeryüzünden sürülüp, parlak bir antik çağ, karanlık bir Ortaçağ ve sonunda aydınlanmış bir şimdi ve gelecek gibi bir tarihe geçilemezdi.

Ancak ulusçuluğu ve ulusları ortadan kaldırmak için gereken ise, felsefi hazırlık değil, sosyolojik (Toplum Bilimsel veya Marksist) kavramsal netlikler ve açıklamalardır. Bu açıklama da özellikle Ulusun, Ulusçuluğun (ve dolayısıyla Dinin) bilimsel ve doğru bir tanımlanmasını gerektirir.

Önceki devrimlerde felsefenin yaptığı işi bugün ancak toplum bilim, yani Marksizm yapabilir. Marksizm ise bu alanda son derece başarısız kalmıştır. Henüz başka bir tarih anlatabilecek kavramsal araçlardan yoksundur. Aydınlanma’nın anlattığı tarihe ekonomi ve sınıflar kavramlarını eklemenin ötesine gidememiştir. Aydınlanma’nın Antik çağı, kölecilik, karanlık ortaçağı, feodalizm ve bilimin ışığıyla Aydınlanmış bugün kapitalizm ve gelecek ise sosyalizm olmuştur. Aydınlanmanın kavrayışına ekonomi ve sınıf boyutlarını eklemekten öte gitmeyen bu tarih kavrayışı hiç de köklü bir kopuş bir devrim değildir henüz. Tarihi dinler tarihi olarak anlatan ve başta din ve ulus olmak üzere tüm sosyolojik kavramları yeniden tanımlayan bir tarih ancak klasik Yunan Felsefesi ve Yeni çağ felsefesinin yaptığına benzer bir paradigma değişimini yapabilir.

*

Ulusun ve ulusçuluğun bilimsel bir tanımlamasını yapmak, onun aslında bir Din, daha doğrusu, modern toplumun dini denebilecek Aydınlanmanın, karşı devrime uğramış bir biçimi olduğunu görmek, yani ulus ve ulusçuluğun hangi kategoriden bir olgu olduğunu doğru tanımlamaktır.

Ama Ulusun ve Ulusçuluğun bir din olduğunu, yani hangi kategoriden bir olgu olduğunu görebilmek için, Dinin ne olduğunu, onun hangi kategoriden bir olgu olduğunu doğru tanımlamak gerekir.

Dinin ne olduğu, yani aslında toplumun sınırlarını çizip ilişkilerini düzenleyen tüm üst yapının kendisi olduğu görüldüğünde ise, Aydınlanma’nın da (ulusların ve ulusçuluğun da) bir din olduğu, ama dinin tanımı üzerinden bir din olduğu görülür.

İşte gerçek sosyolojinin kuruluşu ve gerçek sosyoloji olan Marksizm’in, aydınlanmanın tarih anlatısının zincirlerinden kurtuluşu anlamına gelecek bu iki büyük devrim, yani din ve ulusun hangi kategoriden olgular olduğunun bilimsel (Marksist veya Sosyolojik) tanımlanması, bu alanda muazzam bir literatürün oluşturulması ve tarihin bu kavramlarla yeniden yazılması gerçekleşmeden ve bu zihinlerde yer etmeden, felsefenin tek tanrılı dinler ve modern Aydınlanma devrimlerinin hazırlanışında gördüğü işlevin benzerini göremez. Devrim önce insanların tarihe bakışlarında ve toplumu kavrayışlarındaki kavramlarda gerçekleşmelidir. Gerçek büyük devrimler böyle gerçekleşmişlerdir.

İşte ulusçuluğu, ulusları ve ulusal devletleri ortadan kaldırmanın esas zor kısmı buradadır, yani teorik açıklık ve çözümlemededir zorluk.

Bu bir kere başarıldığında ulusların ve ulusal devletlerin ortadan kaldırılmasını hiçbir şey engelleyemez.

Bunun ilk adımı ve ön koşulu da uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için ulusların var olduğunun kavranmasıdır.

*

Bu ilk adım, 1983’te, Uluslar ve ulusçuluk üzerine araştırmaların gerçek bir patlama yaptığı “Mucizevi Yıl”da (annus mirabilis) Hobsbawm, Gellner ve B. Anderson gibilerce atılmıştır

1983’de gerçekleşen “Kopernik Devrimi”, uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar olduğunu göstermişti.

Bu devrim olmadan bir arpa boyu bile ileri gidilemezdi.

Önceki bütün ulus ve ulusçuluk teorileri ulusları, insanların kabulleri dışında var olan sınıflar gibi, benzer kategoriden bir şeymiş gibi ele alıyorlardı.

İşin ilginci bu tamı tamına ulusçuların ulus kavrayışıydı, dolayısıyla uluslara bakarak ulusun ne olduğunu kavrama çabalarının hepsi aslında ulusları ulusçular kurduğundan ve kurulan uluslar da ulusçuların ulus tanımlarına göre kurulduğundan, ulusların neye dayandığını anlayarak bir ulus teorisi kurma çabaları ulusçuluran ulusçuluk ve ulus tanımlarına dayanarak ulusları ve ulusçuluğu anlama çabası oluyordu. Yani ortada bir kendine gönderme vardı ve bu bir sonsuz döngü ortaya çıkarıyordu.

Yani ulusçuluğu açıklamaya çalışan teorisyenler, tarihçiler, sosyologlar, Marksistler, ulusçuların ulus tanımına dayanmış, ulusun ne olduğunu öyle açıklamaya çalışmış oluyorlardı. Ama yaptıkları da aslında ulusçuluğu yeniden üretmek oluyordu. Uluslar ve ulusçuluk üzerine bütün literatür ve kavramlar aslında hepsi ulusçudurlar ve onu yeniden üretirler hem de uluslara ve ulusçuluğa karşı olmak adına.

(Enternasyonalizm bunun en tipik örneğidir. Ulusçuluğa karşı sanılan Enternasyonalizm ulusçuluğun ilkesine dayanır ve onu yeniden üretir. Bu nedenle de enternasyonalistler kolayca en gericisinden ulusçulara dönüşebilirler (Bir zamanlar sosyalizmin itibarı varken de ulusçular da kolayca en hızlı enternasyonalistlere dönüşüyordu). Ulusçuluk ta enternasyonalizm de ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesine dayanır. Ulusal olanın politik olanla çakışması ise ulusçuluğun dayandığı temel ilkedir)

Yani uluslar ve ulusçuluk, tıpkı sınıflar ve sınıf bilinci gibi ele alınıyordu. Nasıl işçiler var olduğu için işçi sınıfının bilinci ortaya çıkıyorduysa ve çıkacaksa, uluslar var olduğu için ulusal bilinç ve ulusçuluk ortaya çıkar ve çıkacaktır diye kabul ediliyordu. Yani aslında ulusçuların, ulusun ulusçuluktan önce geldiği şeklindeki gizli varsayımı ve kabulü, Marksizm’in sınıflara ilişkin olarak kabul ettiği bir ilişkinin ardına gizlenmiş olarak, onun gibi görünerek var oluyordu.

Ve tam da bu nedenle ulusçuluğun ve ulusların bir tanımı, bir teorisi kurulamıyordu. Bütün yazarların dikkati çektiği, Marksizm’in uluslar ve ulusçuluk söz konusu olduğunda tam bir başarısızlıkla malul olduğu gözlemi ve olgusunun metodolojik nedeni buydu.

*

Bu devrim, yani ulusçuluğun uluslardan önce geldiği ve ulusçular olduğu için uluslar olduğu aslında sorunun ayakları üzerine koyulmasıydı. Ancak bu ayakları üzerine koyma, tıpkı fotoğraf makinelerinin içinde, resmin tersine görünmesi gibiydi ve tam da bu görünüşü nedeniyle Marksistler tarafından Marks’ın ayakları üzerine döndürdüğü toplum kavrayışını, tekrar kafası üstüne çevirmek gibi, idealizme bir geri dönüş gibi görülüyor, bu nedenle de anlaşılamıyor ve kabul edilemiyordu.

Marksizm değil miydi, bilinci belirleyen varlıktır diyen? Ulusçuların uluslardan önce geldiğini, ulusçular olduğu için uluslar olduğunu söylemek, düşüncenin varlığı belirlediğini söylemekten başka ne anlama gelebilirdi ki? Bu idealizmdi, tarihsel maddecilikle ilgisi olamazdı böyle önermelerin. Bu ulus ve ulusçuluk teorileri ancak gerici bir burjuva ideolojisinin, idealizmin ölümden sonraki dirilişi olarak tanımlanabilirdi.

Bu sözüm ona Marksistlerin anlamadığı, ulusların sınıflar gibi değil, dinler gibi bir olgu olduğuydu. Yani başta Marksistler olmak üzere ulusların ulusçulardan önce geldiğini, uluslar olduğu için ulusçular olduğunu savunan ve söyleyenler, bir olgunun hangi kategoriden bir olgu olduğu sorununu, yani bir sınıflama sorununu, olgunun varlığının nedenlerinin açıklaması sorunuyla karıştırıyorlardı.

Bir olgunun nedeni ayrıdır, hangi kategoriden bir olgu olduğu ayrıdır. Bunlar başka başka kategorilerden sorunlardır.

Karışıklık din örneğinde çok açık biçimde ve daha somut olarak görülebilir. İslamiyet olduğu için Müslümanlar değil, Müslümanlar olduğu için İslamiyet vardır. Hristiyanlık olduğu için Hristiyanlar değil, Hristiyanlar olduğu için Hristiyanlık vardır. Yani dinler olduğu için o dinden olanlar değil, o dinden olanlar olduğu için o dinler vardır. Elbette dinler bir kere ortaya çıkıp yerleştikten sonra onun içine doğanlara, o din olduğu için o dinden olanların olduğu gibi, yani Müslümanlık olduğu için Müslümanlar olduğu gibi bir yanılsama oluşur. Ama bu ayrı bir sorundur bir algı hatası sorunudur.

Bu durum, yani Din olgusunda, yeni dinlerin ortaya çıkışında ve var oluşunda düşüncenin varlıktan önce gelmesi, o dine inananların ortaya çıkışıyla o dinlerin ortaya çıkması hiç de idealizm anlamına, yani düşüncenin varlığı belirlediği anlamına gelmez. Hiçbir Marksist’in böyle bir iddiada bulunduğunu, Hristiyanlar ortaya çıktığı için Hristiyanlığın ortaya çıktığını söyleyenleri idealizmle, suçlayan bir Marksist görmedik.

Ama Hristiyanların ortaya çıkışı, dolayısıyla Hristiyanlığın var olması pek ala toplumun maddi üretim temelindeki, ekonomik alt yapısındaki gelişmelerle açıklanabilir ve açıklanmalıdır.

Demek ki, ulusçuların uluslardan önce geldiğini söylemek, idealizm, düşüncenin varlığı belirlediğini iddia etmekle ilgili değildir ve böyle bir zorunluluğu gerektirmez. Bu ulusun ve ulusçuluğun hangi kategoriden, ne türden bir olgu olduğuyla ilgilidir. Ve ulusların sınıflar gibi olduğunu, yani uluslar olduğu için ulusçular olduğunu söylemek de tamı tamına gerici ulusçuların ulus kavrayışı ve tanımıdır. Yani Marksistler maddeciliği savunma adına, en gerici ulusçuların ulus ve ulusçuluk hakkındaki kategorilendirmelerini kabul etmiş ve savunmuş olurlar.

*

Tekrar edelim, Müslümanlar olduğu için Müslümanlığın oluğunu söylemek nasıl tarihin ve dinlerin maddi temeldeki, yani iktisadi ilişkilerdeki değişimler sonucu ortaya çıktığı gerçeğinin inkarı değilse, aynı şekilde ulusçular olduğu için uluslar olduğu gerçeği de, ulusçuların tarihin beli bir döneminde belli nedenlerle ortaya çıktığı gerçeğinin inkarı değil, tam da bunun sonucudur.

1983 mucizevi yılındaki temel teorik devrim budur ama bu devrim maalesef orada takılıp kalmıştır.

Bu devrimi yapanlar, ulusların ve ulusçuluğun “sınıflar gibi değil”, “din gibi”, benzer kategoriden bir şey olarak ele alınması gerektiği söylemekle birlikte, daha ileri gidip, tam anlamıyla hangi kategoriden bir şey olduğunu ortaya koyamamışlardır.

Araştırmalar bir noktada tıkanmış, bu tıkanıklıktan kurtulmak için de ulusların ulusçular tarafından inşa ve yaratılma sürecini ele alan somut, dar alan araştırmaları tüm akademik yazına egemen olmuştur. Ama ortada böyle bir boşluk bulunduğu, ulusların ve ulusçuluğun hangi kategoriden bir şey olduğunun tanımlanmamışlığı sorunuyla yüzleşen olmamıştır.

Marksistler ise, klasik uluslar olduğu için ulusçuların olduğu varsayımına dayanan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ve aslında ulusçuluktan başka bir şey de olmayan “enternasyonalizm” klişelerini tekrarlamaya devam etmişlerdir.

*

İlk yolu açan teorisyenlerdeki tıkanmanın nedeni, dinin ne olduğunu bilmemeleri, dinin ne olduğu hakkında Aydınlanma’nın din tanımına takılıp kalmalarıdır. Göremedikleri şuydu, ulusçular nasıl ulusun ne olduğunu anlayamazlarsa, Aydınlanmacılar da dinin ne olduğunu anlayamazlardı. Çünkü Aydınlanmacıların in tanımı da ulusçuların ulus tanımı gibiydi. Marksizm’in aydınlanma mirasına sahip çıkması ve Aydınlanma’nın din tanımına dayanması, dinin ne olduğunu anlamasını engelliyordu. Aslında metodolojik, daha doğrusu mantıksal olarak aynı yanlışın yapılması söz konusuydu, bir kendine göndermeye takılınıyordu. Ulus nasıl ulusçuların ulus tanımına dayanarak anlaşılmaya çalışılıyorduysa, din de Aydınlanmanın din tanımına dayanarak anlaşılmaya çalışılıyordu. Ama aydınlanma din tanımı sosyolojik bir tanım değil, normatif bir tanımdı, tıpkı ulusçuların ulus tanımları gibi. Marksistler ulusçuların ulus, Aydınlanmanın Din tanımlarını alarak ve bunlara dayanarak, normatif tanımları sosyolojik tanımlar gibi ele almış ve onları sosyolojik tanımlar derekesine yükseltmiş oluyorlardı, dolayısıyla onu yeniden üretiyorlardı.

İşte bu satırların yazarının ulus ve ulusçuluk teorisine yaptığı temel katkı tam da bu noktadadır. Ulusların “din gibi” bir şey değil, tamı tamına din kategorisinden bir olgu olduğunu, bir din olduğunu göstermek olmuştur.

Ancak bunun ortaya koyulması için de dinin ne olduğunun, hangi kategoriden bir olgu olduğunun açıklanması gerekiyordu.

*

Biraz tekrar gibi olsa da, tekrar öğrenmenin temeli olduğundan yazmaktan uzanmayalım.

Ulusçuluk konusundaki devrimi yapanların hemen hepsi, Aydınlanma’nın din tanımı ve kavrayışı içine hapsolduklarından, yani modern toplumun dininin din kavramlarının dışına çıkamadıklarından ve dolayısıyla dinin ne olduğunu anlayamadıklarından, ulusların ve ulusçuluğun aslında bir din olduğunu görememişlerdi.

Bu göremeyişin ardında ise metodolojik olarak bir kendine gönderme oluş bulunuyordu: Modern toplumun dini, dinin tanımı üzerinden kurulmuş bir dindi. Örneğin dinsiz olduğunu söylemek, bu dinin din tanımına dayandığından dinsiz olunduğu anlamına değil, modern toplumun din tanımına göre dinsiz, yani modern toplumun dininin din tanımını kabil eden, dolayısıyla modern toplumun dininden olmak anlamına geliyordu. Ortadaki aydınlanmanın din tanımı üzerinden kurulmuş bir in olduğunu görmemek, kendine göndermenin içine düşmek oluyor ve kendi üstüne kapanan bir sonsuz döngü ortaya çıkıyordu.

Din kavramı normatif bir kavramdı ama analitik bir kavram gibi anlaşılıyordu. Ayrıca Din epistemolojik bir kavram olarak ele alınıp bilimin karşısında konumlandırılınca, dini sosyolojik bir kategori olarak tanımlamanın yolu tıkanmış oluyordu. Bu da, yani dinin epistemolojik olarak inanç diye bilimin karşısında tanımlanması da, bu kavrayışın kendisinin yani sosyolojik bir olguyu epistemolojik kategorilerle tanımlamanın ve dini bilimin karşısına koymanın kendisinin bilim dışı olduğunun, dolayısıyla bir din teorisi olmadığının kavranmasını bile neredeyse olanaksız kılıyordu.

Yani dinin sosyolojik olarak ne olduğunun tanımlanamamasının ardında, Modern toplumun dininin, yani Aydınlanmanın (Dolayısıyla onun karşı devrime uğramış biçimi olan ulusların ve ulusçuluğun) din tanımı üzerinden kurulmuş ve bu tanıma dayanarak kendisinin din olmadığını iddia eden bir din olması, dolayısıyla dini epistemolojik veya hukuki kategoriden bir şey olarak tanımlaması ve bunu bilimsel bir gerçekmiş, sosyolojik bir tanımmış gibi kabul ettirmesi bulunmaktadır.

İşte ulusçuluğun uluslardan önce gelen, din gibi bir şey olduğunu söyleyenler aynı açmazın din konusundaki varlığı nedeniyle dinin ne olduğunu anlayamıyorlar ve bu nedenle de din kategorisinden bir şey olduğunu göremiyorlardı.

*

Din’in epistemolojik veya hukuki bir olgu değil, sosyolojik bir olgu olduğu görülüp sosyolojik bir olgu olarak ne olduğu sorulunca, (Tabii dinin epistemolojik ve/veya hukuki bir olgu olarak ele alınması ve tanımlanması da sosyolojik bir olgudur ve bunun da ele alınıp açıklanması gerekir. Zaten doğru dürüst bir din teorisi bunu yapmak zorundadır, bizim ortaya koyduğumuz bunu da yapmaktadır.) Dinlerin, toplumun sınırlarını çizdiği ve ilişkilerini düzenlediği görülür. Sınırların nasıl çizileceği ve ilişkilerin nasıl düzenleneceğini de elbette ekonomik temel ya da altyapı belirler.

Yani aslında Marksist analizde, Üstyapı denen kategorinin ta kendisidir Din, “üstyapının bir ögesi”, onun “bileşenlerinden biri” değildir. Dini üstyapının bir ögesi olarak almanın kendisi onu hukuki veya ideolojik veya epistemolojik sorun olarak ele almaktır ki tamı tamına aydınlanmanın din tanımının yeniden üretilmesi anlamına gelir. Marksizm’in aydınlanmanın din tanımına tek kattığı sınıf mücadelesinde de bir araç olmasıdır, yani ona bir ideolojik boyut verir.

Nasıl hukuk, ahlak, sanat (varsa Devlet vs.) ancak üstyapının bileşenleri veya onu oluşturan ögelerse, yani üstyapının içinde, onun analizi bağlamında ele alınmaları gerekirse, bunların hepsi somutta dinin ögeleri olarak, onun bileşenleri olarak var olabilirler ve anlaşılabilirler.

*

Dinin sosyolojik olarak ne olduğu, yani aslında tümüyle üstyapı denen kategorinin ta kendisi ve somut biçimi olduğu bir kere anlaşılınca her şey çorap söküğü gibi gidiyordu.

Eğer din üstyapının ta kendisi ise, üstyapısız bir toplum da olamayacağına göre, modern toplumun da bir dini olması gerekirdi, peki bu neydi?

Bizim bulduğumuz, modern toplumun dininin, kısaca otantik biçimiyle Aydınlanma’nın, dinin tanımı üzerinden kurulmuş bir din olduğuydu. Bu din de böyle toplumun sınırlarını çizip ilişkilerini düzenliyordu.

Bunu yapabilmek için de, toplumsal hayatı, politik olan ve politik olmayan diye iki kompartımana bölüyor, eski toplumların ilişkilerini düzenleyen ve sınırlarını çizen dinlerini, inanç diye tanımlayarak, hukuki bir kategoriye indirgeyerek, inanç ve fikir özgürlüğü bağlamına koyarak, özele ilişkin diyerek, toplumsal ilişkileri belirleme alanının, politik alının dışına atarak, tam da böyle yaparak, toplumun ilişkilerini  düzenliyor, politik olmayan olarak tanımladığı türden ilişkileri düzenlemenin, yani kendisinin basit bir aracına ve bileşenine dönüştürüyor ve de böylece toplumun sınırlarını da çizmiş oluyordu..

 Modern toplum, Dini, politik olmayan olarak, özele ilişkin olarak, hukuki bir kategori olarak tanımlıyordu ve böylece kendisinin bir din olmadığını da iddia etmiş oluyordu. Yani dinleri hukuki olarak tanımlamak sosyolojik olarak hukuki olarak tanımlanan dinlerin yaptığı işin ta kendisini yapmaktı: sınırları çizmek ve ilişkileri düzenlemek.

Peki niye bu din böyleydi, niçin bunu yapması gerekmişti? Bunu da ekonomik temeldeki değişikliklerle açıklamak gayet kolaydı. Dünya ticaretinin gelişimi ve kapitalizmde iş gücünün dilinin, dininin, soyunun, sopunun onun kullanım değeri üzerinde, yani artı değer üretme kapasitesi üzerinde hiçbir etkisinin olmaması.

Modern toplumun dini bunu yaparak, tüm farklı dinlerden insanları kendi içinde eşit bireyler veya yurttaşlar haline getirebiliyordu. Totemlere dayanan toplulukları bir tek Allah ile eşit kullar haline getirmenin benzerini, büyük uygarlık dinleri karşısında yapmanın başka bir yolu da yoktu.

*

Ancak, sınıflı toplumlardaki bütün dinlerin başına gelen bu dinin de başına geldi. Bir karşı devrime uğradı bu din de.

Özel ve politik ayrımı, tüm insanları kapsamanın ve eşitlemenin, potansiyel olarak bir dünya cumhuriyetinin aracı iken, karşı devrim bizzat bu özel politik ayrımına dayanarak, politik olanı ulusal olanla, ulusal olanı da önce belli bir toprak parçasındakilerle sonra da bir dille, dinle, soyla, tarihle, ırkla vs. tanımlayarak, insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini geçirerek iki aşamada gerçekleşti. Özel politik ayrımı eşitliğin bir aracı iken, bir yeryüzü cumhuriyetinin aracı iken, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasıyla birlikte, ulusal bölünmelerin, eşitsizliğin, karşı devrimin aracı haline geldi. Bu karşı devrim de iki aşamada gerçekleşti. Önce politik olanı (yani ulusu) önce bir toprak parçası ile, sonra da bir dil, din, tarih, kültür vs. ile tanımayarak ikinci bir karşı devrim gerçekleşti.

*

Böylece ulusların ve ulusçuluğun sadece bir din olduğu, modern toplumun dini olduğu değil, modern toplumun dininin, yani Aydınlanma denebilecek dinin, karşı devrime uğramış biçimi olduğu sonucu da ortaya çıkıyordu.

Ulusçuluğun zafer yürüyüşü, aslında modern toplumun dininin zafer yürüyüşünün gerçekleşmesinden, ama karşı devrime uğramış, gerici bir biçim içinde gerçekleşmesinden başka bir şey değildi.

Bu bakımdan Roma imparatorlarının karşı devrimine uğramış Hristiyanlığın zafer yürüyüşünden veya Emevi ve Abbasi devletlerinin karşı devrimlerine uğramış İslam’ın zafer yürüyüşünden farklı değildi.

O halde, ilk görev bu karşı devrime son vermek, Modern toplumun dininin devrimci biçimini, yani Aydınlanmayı şimdi ulusçuluk ve uluslar karşı devrimine karşı yeniden tanımlamak gerekiyordu.

Nasıl Aydınlanma, bütün önceki dinleri özele, yani politik alanın dışına atarak tüm insanların eşitliğini sağlamanın yolunu açmıştı ise, şimdi uluslar ve ulusçuluk da özele, politik alanın dışına atılmalıydı. Bir Aydınlanma 2.0 devrimi gerekiyordu. Birincisi dinleri özele atmıştı, şimdi buna ek olarak ulusçular ve uluslar da özel atılmalıydı. Her hangi bir ulustan olmanın bir spor kulübü taraftarı olmaktan farklı bir yanı olamazdı ve olmamalıydı.

O halde, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesinin reddi, yani ulusçuluğun reddi, (ulusçuluk ulusal olanla politik olanın çakışmasını kabul eden ilkedir) ulusçuluğun bu temelinin ortadan kaldırılması, ulusçular olduğu için uluslar olduğundan, hızla ve kolayca ulusların ve ulusal devletlerin sonunu getirebilir.

İşte bu nedenle uluslar içinde hareket edilecek veya eşitlikçi toplum mücadelesi verilecek nötr, tarafsız yapılar değil, kendisine karşı mücadele edilmesi ve yok edilmesi gereken karşı devrimci yapılardır, daha da somut olarak karşı devrimci düzenlerdir, dinlerdir.

*

Burada Mezhep, Tarikat (Parti) ve Din ayrımına kısaca değinelim

Partiler ve/veya tarikatlar ancak verili dinlerin içinde var olabilirler. Bir dinin içindeki bir parti veya mezhep veya tarikat başka bir dinin içinde var olamaz. Protestanlık Müslümanlık içinde, Alevilik Brahmanizm içinde olamazdı ve olamamıştır. Modern ulusal partiler ulus dini içindeki partilerdir, o paradigma içinde hareket ederler, o paradigmaya karşı savaşmazlar ve onu yok etmenin aracı olamazlar.

Bir parti, mezhep, bir tarikat bir dinin içinde olmaktan çıktıklarında veya dönüştüklerinde, yani bir din olabilirler. Din olmak, bir dinin paradigmalarının dışına çıkmaktır.

Bu en güzel Hristiyanlığın doğuşunda görülür. Musevilik içinde bir tarikat olarak doğan Hristiyanlık, ancak Museviliğin dışına çıktığında, paradigma değiştirdiğinde, diğer dinleri de bölmeye kalktığında ve başladığında bir din olabilmiş ve büyük bir devrim başarmıştır. Bir kastın, seçilmiş kavmin tanrısı olan YHWE, tüm dinlerden insanları kapsayan, birleştiren, Allah’ın kulluğunda eşitleyen, kastlara karşı çıkan bir Allah olabilmiştir. Aynı olgu totemlere (putlara) yani aşiretlerin dinlerine karşı çıkan ve onların bölünmeleriyle bölünen İslam’da da görülür. Modern dinin ortaya çıkışında, Protestanlık, Hristiyanlık içinde bir parti olmaktan öteye gidememiştir. Ancak bütün antik uygarlık dinlerinin ve diğer dinlerin bölünmeleriyle bölündüğünde, yani aydınlanma olduğunda yeni bir din olarak ortaya çıkmış ve büyük bir devrim bayarmıştır.

Bu nedenle ezilenler bir dinin içinde bir tarikat veya parti olarak kaldıkları sürece bir devrim yapamazlar, tarikatlar, mezhepler ve partiler, verili dinin içinde, bir savunma ve sınıf mücadelesi aracı olarak iş görebilirler ama devrim yapamazlar.

Devrimleri dinler yapar. Var olan dinleri bölerek veya yok ederek, onların yerini alarak ama içinde var olarak değil. Hristiyanlık, İslam ve Aydınlanma bunun en somut örnekleridir.

O halde buradan şu sonuç çıkarılabilir: gerçek gelişmiş ve günümüze uygun bir Komünist Manifesto, dünya tarihini dinler tarihi olarak ele alan o dinlerin evrimlerini, ortaya çıkışlarını, yayılmalarını, yozlaşmalarını vs. sınıf mücadeleleriyle açıklayan bir Manifesto olabilir. (Bizim yıllar önce yazdığımız Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu tam da böyle bir Manifestoydu, ya da ilerde yazılacak bu türden bir daha mükemmel manifestonun ilk taslağı olarak görülebilir.)

Eski Komünist Manifesto, Aydınlanmanın paradigması içindeydi, tarihi Sınıflar mücadelesi tarihi olarak ele almak, Marks’ın ve Lenin’in de açıkça belirttiği gibi Marksizm’in ayırıcı bir özelliği değildir, sınıfların varlığını ve sınıf mücadelesini kabul etmek, tarihi henüz aydınlanmanın paradigması içinde almaktan öteye gidebilmek değildir.

Biraz da bu nedenle, Marksizm ve sosyalizm ise şimdiye kadar bir parti veya tarikat olmaktan öteye gidememiştir. Çünkü aslında ulus ve ulusçuluk dini içinde bir sınıf mücadelesi veya ezilenlerin savunma partisi olarak kalabilmiştir. Ulusu içinde sosyalizm için mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi görmek ve onun içinde mücadele etmek modern toplumun dini (aydınlanma) ve onun da karşı devrime uğramış biçimi (uluslar ve ulusçuluk) içinde bir parti veya mezhep olmaktan başka bir anlama gelmemiştir.

Bu nedenle, Marksizm ve sosyalistler bir din olmayı başaramadıkları, yani aydınlanma ve ulus, ulusçuluk paradigmasının dışına çıkamadıkları için bir devrim yapamamışlardır. Devrim yapabilmesi için uluslara karşı savaşı, yani var olan dine karşı savaşı ve onların bölünmesiyle bölünmeyi gündeme alması gerekir. Diğer bir deyişle uluslar içinde sosyalizm için mücadele veren bir parti veya partiler olmaktan çıkıp uluslara karşı savaşan bir dine dönüşmesi gerekir.

İşte bunun için, ilk adım olarak ulusun, ulusçuluğun ve dinin ne olduğunun tanımlanması hayati önemdedir. Bu tanımlanma, onların bilimsel ve sosyolojik bir açıklaması olmadan, yani tam anlamıyla bir bilim olmadan, Marksizm ve Sosyalizm bir din olamaz. Din olabilmesi için bilim, bilim olabilmesi için de bir din olması gerekmektedir. Bilim ve dinin böyle bir özdeşlik içinde ele alınması bile Bilim ve Dini zıtlık içinde ele alan modern toplumun dininin paradigmalarının dışına çıkmaktan başka bir şey değildir ve ilk adımın atıldığının bir kanıtıdır. 

Devrimleri yeni dinler yapar, toplumun sınırlarını yeniden çizer ve ilişkileri düzenlerler. Ulusların sınırları ve ilişkileri içinde devrim yapılamaz. Ulusal sınırlara ve ilişkilere karşı devrim yapılabilir. Uluslar ise modern toplumun karşı devrime uğramış dinidir.

O halde sosyalizmin önündeki görev bir parti olmaktan çıkmak ve bir Din olmaktır. Yani var olan toplumun sınırlarını çizen ve ilişkilerini düzenleyen ulusların içinde savaşmaktan, uluslara karşı savaşa geçip, sınırları uluslara karşı çizmek ve ilişkileri de uluslara karşı düzenlemektir.

*

Buraya kadar yukarıda kısaca ulusun ve dinin ne olduğuna dair teorik yaklaşımlar elbette yayılıp, entelijansiyaya egemen olup bir entelektüel ve teorik egemenlik kurmadan bir büyük değişimin başlaması olanaksızdır.

En azından bütün büyük ve köklü dönüşümler ve devrimler böyle olduğunu göstermiştir. Muhammed’den önce Hanifler ortalığı kaplamıştı, Fransız devriminden önce Aydınlanma zihinlerde ve kavrayışlarda egemenliğini kurmuştu. Klasik Yunan’ın soyut kavramsal düşüncesi, Helenizm’le birlikte bütün Akdeniz ve Ortadoğu havzasına yayılmıştı. İskenderiye kütüphanesinde Septuaginta (Kutsal kitap) çevriliyordu.

Yukarıda kısaca açıklanan yaklaşımlar da gerek entelijansiyaya gerek yığınların en geniş kesimlerinin bilincinin derinliklerine yerleşmeden bir değişim çok zordur. İleri atılışlar olsa bile bunlar stratejik teorik ve entelektüel derinlik olmadığı için kısa soluklu kalabilirler.

Ancak milyonlarca insan teorik açıklamalarla değişmez ve milyonlarca insanın eylemi olmadan hiçbir şey değiştirilemez. Milyonlarca insan eylemiyle hem var olan durumu değiştirebilir hem de bu eylem içinde kendini değiştirebilir. Yani örneğin Türklerin birer Demokrat’a (Yani ulusun ve devletin bir dil, in, tarih vs. ile tanımlanmasını reddetmeye ve ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlamaya, devlete tapmaktan, merkezi ve bürokratik cihazları parçalamaktan yana geçmeye), Demokratların birer İnsan’a (yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmeye, insanlığın kendini yönetmesi için böyle politik birimlere ihtiyacı olmadığı görüşüne gelmeye) dönüşmesi ancak onların eylemi içinde gerçekleşebilir.

Milyonlarca insan ise ancak elle tutulur somut hedefler üzerinden harekete geçerler var olanı değiştirme mücadelesi içinde kendilerini de değiştirebilirler.

Bu nedenle ülkeler ölçüsünde ulusun tanımından her türlü dil, din, tarihin kaldırılması, demokratik denebilecek bir ulusçuluk ve yine bundan ayrılmaz bir biçimde, merkezi, bürokratik devlet cihazlarının tasfiyesi ve parçalanması ilk aşamanın acil görevleridir.

O halde, yapılacaklar bellidir, bir yandan teorik açıklamayı netleştirir ve derinleştirirken, diğer yandan, geniş yığınların eylem içinde değişebilmesinin imkanlarını zorlamak. Somut durumlarda bir tutamak noktası bulup, yığınların eyleme geçmesinin somut parolalarını, örgüt ve mücadele biçimlerini önermek, başarılı olmasa ve yankısız kalsa bile bir deney birikimi sağlamak ve örnekler sunmak.

Bizim de son on beş yıldaki teorik ve politik mücadele ve çalışmalarımızın özü burada anlatılanlara uygun olmuştur. Bir yandan teorik açıklamalar, din ve ulus üzerine yazılar; diğer yandan her somut durumdan hareketle demokratik bir mücadelenin yükselmesi ve bunum en azından var olan ulus ve devlete karşı mücadeleye dönüşmesi. Pandemi karşısındaki yazılar da bu yaklaşımın somut bir konu vesilesiyle uygulama denemesinden başka bir şey değildirler.

İşte bu derlemede yer alan Pandemi vesilesiyle yazdığımız yazılar, ilk yazı hariç, genellikle Türkiye’deki mücadelelere yönelik olduğundan, bu ikinci, demokratik bir ulusu ve ulusçuluğu savunmaya ve bugünkü dile, dine dayanan ulusçuluğu ve merkezi bürokratik devleti parçalama acil görevlerine yöneliktir.

Böyle bir demokratik devrimin, dünya çapındaki uluslara karşı bir devrime bir atılım verebileceği ihtimaline ve beklentisine dayanır.

*

Korona Pandemisi somutunda somut bir politika, program ve strateji ortaya koyacak tarihsel deneyler ve örnekler yoktu. Böyle bir olguyla ilk kez karşılaşılıyordu.

Sosyalist hareketin ve işçi hareketinin tarihinde sadece bir dünya çapında salgın (pandemi)  karşısında değil, genel olarak böyle bir yerel salgın (epidemi) karşısında bile sosyalistlerin ne gibi politikalar izlemesi gerektiğine ilişkin ne bir örnek vardı ne de böyle bir sorun.

Bu gibi sorunlar genel ve her zaman geçerli, sağlık hizmetlerinin sosyalleşmesi, bu hizmetlerin en yoksullara bile parasız götürülmesi gibi bağlamlarda ele alınmıştı.

100 milyona yakın olduğu tahmin edilen (yani iki dünya savaşında ölenlerin toplamından fazla) insanın ölümüne yol açmış İspanyol Gribi gibi Pandemi, hem de savaş sonucu kitlelerin muazzam bir politizasyonu ve mobilizasyonu ortamı varken, işçi hareketi ve sosyalist hareketin yükseldiği bir dönemde bile sosyalistlerin ve işçi hareketinin bu konuda nasıl bir program, strateji, taktikler izleyeceği ve izlemesi gerektiği gibi bir bağlamda tartışılmamıştı.

Bu konuda ne genel olarak toplumsal hafızada ne de sosyalistlerin hafızasında en küçük bir birikim ve soru ve de cevap yoktu.

Kaldı ki bu sefer gerçekleşen son derece özgün, yepyeni bir olaydı.

Özgünlük şuradaydı: hastalık biyolojik bakımdan çok öldürücü değildi ve genellikle genç nüfusu çok az etkiliyordu (örneğin İspanyol Gribi yol açtığı Stokin Fırtınalarıyla savunma sistemi daha güçlü olan genç nüfusun ölümüne yol açmıştı esas olarak), esas öldürücülüğü yaşlı nüfusa, hastalık geçirmişlere karşıydı.

Binde iki veya beş arası bir öldürücülüğe rağmen, salgınların yayılışını açıklayan adeta matematik formüllerle tanımlanmış yasalarla, birdenbire geometrik diziyle, katlanarak yayılıyor hastahanelerin yoğun bakım kapasitesinin sınırlarını aşacak ağır hasta sayılarının ortaya çıkmasına yol açıyordu.

Ve bu ölenlerin ve yoğun bakım gerektirenlerin ezici çoğunluğunu artık üretim süreci dışına düşmüş, emeklilik sigortasıyla yaşayan veya sistemin yaşlılar gettolarında ölümü beklemeye yönlendiği yaşlılar oluşturuyordu.

Dolayısıyla hastalık tüm dünyayı ve ulusları şu soruyla karşı karşıya getiriyordu, aslında nüfusun küçük bir ölümünü oluşturan, esas olarak üretim sürecinin dışına düşmüş ve bütün gelişmiş ve orta gelişmiş ülkelerde emekli maaşları ve tıbbi bakım masraflarıyla neredeyse gerek devlet maliyesinin gerek sigorta sisteminin iflasına yol açan veya açacak olan bu yaşlı insanların ölümlerini engellemek için toplum en büyük fedakarlıkları göze alacak mıydı, alırsa bunun sınırı ne olacaktı?

Sadece hükümetler ve burjuva dünyası değil, hiçbir sosyalist sorunu böyle koyup bu sorunla yüzleşmedi.

Biz ise daha başında, esas temel sorunun bu olduğunu koyuyor ve başta bu yaşlı ve hasta risk grubunu korumak için en büyük fedakarlıkları bile göze almak gerektiğini söylüyorduk.

Bunun sınırı ancak bu fedakarlığın belli bir sınırı aştıktan sonra daha büyük zararlara yol açması olabilirdi. Yani öyle tedbirler alınır ve bu öyle uzun sürer ki, belli bir sınırdan sonra örneğin, açlık, tıbbi diğer hizmetlerin yapılamaması gibi nedenlerle daha çok ölüm noktasına gelinebilir, işte bu da yapılacak fedakarlıkların sınırını oluşturabilirdi.

Hükümetlerin hemen hepsi, özellikle diktatörlükler, popülist liderler ve tabii kapitalistler (alınacak tedbirler yüzünden aç ve işsiz kalma korkularıyla da alt sınıflar) açıktan yaşlı ve hastalardan kurtulalım diyemeyecekleri için, dolaylı biçimlerde, pandemiyi önemsiz göstermekten, ekonomik sorunların artması halinde çok daha fazla insan öleceği gibi argümanlara başvurdular.

Solcular ise özgürlükler bayrağı ardına gizlenerek veya gerçekten özgürlüklerinin elinden alınacağı korkuları nedeniyle, solculuk adına salgını ilaç şirketlerinin çıkardığından, rakamların abartıldığına, hastalığın çok öldürücü olmadığına, hükümetlerin gerici politikaları egemen kılmak için pandemiyi abarttığına kadar bir yığın, son duruşmada kendilerini hükümetlerle, burjuvaziyle (ve korku içindeki alt sınıflarla) ve de faşistlerle aynı bloğa getiren argümanlara sarıldılar.

En ilginçlerinden biri, hastalığın yayılmasını engellemek için yapılan tam kapanmalara özgürlükler adına karşı çıkılması idi.

Burada sokağa çıkma yasaklarına dolayısıyla hastalığın bulaşmasına karşı çıkmanın başkalarını öldürme hakkı anlamına geldiğini bile görmemeleriydi.

Bu nedenle, en radikal solcularla, en enayiler sosyalizmi benzeri komplo teorileri taraftarları aynı saflarda buluşabiliyorlardı.

Burada solcuların tek yaptığı, işçilerin ve esnafın korunması, zararlarının telafi edilmesi gibi klasik talepleri tekrarlamaktı.

Solcular ve demokratlar toplumun karşısına bir alternatif programla, gerçek sorunları çözecek ve sorunlarla yüzleşecek bir programla çıkmadığı için, bir kapanmada geniş bir zarara uğrayacak alt sınıfların popülist politikacılar ve komplo teorilerine itibar edenler safına akmalarının ve onların büyük bir kitlesel güç oluşturmalarının nedeniydi.

Pandemi karşısında biz yazılarımızda, bildiğimiz kadarıyla, dünyadaki bütün soldan daha farklı bir program sunduk ve strateji izledik

Öncelikle sorunun “pandemiyle mücadele” değil, nüfusun yüzde yetmişi bağışılıklı (şerbetli) olana kadar bu mümkün olmadığından, yayılma hızını yavaşlatarak hasta ve yaşlıların kitlesel olarak hastahanelerin bakım kapasitelerini aşması ve hastalığa yakalanmalarının engellenmesi olduğunu, kayıpların da ancak yayılmayı yavaşlatarak azaltılabileceğini ifade ettik.

Bunu açıklayabilmek için de biyolojik öldürücülük ile sosyolojik öldürücülük farkına dikkati çektik ve sosyolojik öldürücülükten hareketle sorunun yaşlı ve hastaları korumak için en büyük fedakarlıkları yapmayı göze alıyor muyuz şeklinde ortaya çıktığını gösterdik ve kendi cevabımızın evet olduğunu ve olması gerektiğin belirttik.

Sorunun böyle koyuluşu ve bu cevap net olunca, yayılma hızını yavaşlatmanın en etkili ve ezilen ve yoksul kesimlerin en az kaybına ve mağduriyetine yol açacak biçiminin ne olduğu sorusunu sorduk.

Buna verdiğimiz cevap, hastalığın yayılmasını yavaşlatmanın tek yolunun kesin ve sert bir sokağa çıkma yasağı (kapanma) olduğu, hükümetin derhal sokağa çıkma yasağı ilen etmesi gerektiği sonucunu çıkardık.

Bütün demokratik ve sosyalist muhalefet ise bunu savunmaya cesaret edemediği gibi, bizim önerimizi anti demokratik bir talepmiş bir sosyalistin kendi demokratik özlemlerine ihanetiymiş gibi değerlendirdi. Bütün dünyadaki en faşist ve gericilerin, Trup, Bolsanaro, Erdoğan vs. gibi popülist politikacıların da kapanmalara karşı çıkmaları bile onların konumlarını gözden geçirmelerine yol açmadı. Gerçeklik somuttu o somut gerçekliği kavramıyorlar ve eski bildiklerini tekrarlıyorlardı. Salgının dokunmayla ve nefes yoluyla geçtiği için, yayılmayı engelleyecek kapanmadan başka bir yol olmadığı için, kapanmaya karşı çıkmanın aslında özellikle yaşlı ve hastaların öldürülmesi özgürlüğü anlamına geldiğini bile kavramak istemiyorlardı. Bu nedenle neredeyse her biri bir çığlık olan yazılarımızı görmezden geliyorlar, paylaşmıyorlardı.

Aslında en küçük bir toplumsal direnişte sokağa çıkma ve başka yasakları ilan etmeye dünden razı bütün gerici hükümetlerin ve diktatörlerin, bu durumda bir sokağa çıkma yasağı ilan etmemek için bin bir dereden su getirmeleri, rakamları gizlemeleri, tehlikeyi önemsiz göstermeleri bile uyarıcı olabilir dedik ve bu kapanma parolasının niçin gerici hükümetlerin ve burjuvazinin parolası olamayacağını göstermeye çalıştık.

Ama burada kalmadık. Bunu ezilen sınıfları ve demokratik mücadeleyi geliştirecek Geçişsel Talepler biçiminde somutlamaya çalıştık. Yani hükümetin politikaları karşısında tümüyle ona alternatif bir politikalar bütünü koyduk ve savunduk.

Yani sosyalistler sadece sokağa çıkma yasağını savunmakla kalıp bunu diktatörlerin, bürokratik devletlerin insafına bırakamazlardı, bunun somut biçimlerini önermeliydiler. Hem ezilenlerin savunmasına hem bu tedbirleri desteklemesine ve örgütlenmesine hizmet edecek somut biçimler gerekirdi.

Devletler savaş hallerinde, her türlü yasakları koyarlar, tüm kaynakları ve olanakları cepheye yöneltirler, tüketimi karnelerle kısarlar vs..

Biz de bunun somut ve alternatif biçimini önerdik.

Madem devletin toplumun ve bir arada yaşamanın sorunlarını çözmek için var olduğu iddia ediliyordu, o halde devlet yayılmayı engellemek için evlere kapanan tüm nüfusun ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü olmalıydı. Yani tüm devlet cihazı, yani o toplumun sırtında bir asalak ur olan tüm devlet bürokrasisi, ilk kez bir işe yaramalı ve evlerine kapanmış nüfusun temel ihtiyaçlarını karşılamakla görevli olmalıydı.

Salgının yayılması durdurulup sıfırlanıncaya kadar, yani aşağı yukarı bir ay veya biraz daha fazla, eve kapatılan tüm nüfusun temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir kullanım değerleri ekonomisine geri dönüşü savunduk ve somut bir program olarak sunduk.

Bu sokağa çıkma dönemi yani temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik bir kullanım değerleri ekonomisine dönüş dönemi boyunca, zamanın durdurulması, yani tüm ödemelerin, alacakların ve borçların dondurulması, böylece kimsenin bir zarara uğramamasını da birlikte öneriyordum.

Buna paralel ve bağlı olarak, her insanın temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir paranın (örneğin 1000 TL) her tek bireye verilerek, bu dönem boyunca kimsenin mağdur olmaması ve aç kalmamasının sağlanması da gerekiyordu. Ayrıca parası olanın da tüketimi (kaynaklar sınırlı olduğundan) bu miktarla sınırlanmalıydı. Yani tüm toplumdaki bireyler tam ve mutlak bir eşit tüketime geçmeliydi. Ancak böyle tasarruflu ve eşit tüketime dayanan bir sistem ekonominin ve insanların en az kayıpla bu pandemiyi atlatmasını sağlayabilirdi.

Ayrıca örneğin herkese 1000 lira, alt, yoksul ve ezilen sınıfların hayat seviyesinde ani bir yükseliş anlamına da gelirdi. Böylece onların hem sosyalistlerin ve demokratların yanına gelmesine, hem de hiç olmazsa bu kapanma süresince belki küçük tasarruflarda bile bulunabilecekleri daha yüksek bir gelir veya tüketim dizeyine ulaşmalarını sağlardı.

Bütün bunlar aslında sadece saygının en az kayıpla atlatılması için değil, aynı zamanda ekonominin de en az zararla atlatmasının da biricik yoluydu.

*

Biz ilk yazılarımızda Türkiye’deki hükümetin demagojisine karşı yayılmayı yavaşlatma amacıyla kapanmaya ağırlığa versek de, o sıralar moda olan “Çekiç ve Dans” stratejisinin yanlış olduğunu, yayılış hızını düşürüp zamana yaymanın çok daha yıkıcı sonuçları olacağını, doğru stratejinin “çekiç ve bir daha çekiç”, yani hastalığın kökünün kurutulması ve tekrar ortaya çıkmaması için sıkı kontrol olduğunu savunduk.

 

Yani, diyelim ki, bir veya iki ay boyunca tüm nüfus evlere kapatılarak, virüsün yayılması durdurulabilir ve virüs tamamıyla yok edilebilirdi. Böylece sonraki dönemde, hudutlar, giriş çıkışlar sıkı kontrol edilerek, herhangi bir noktada kontrol dışı bir şekilde virüs ortaya çıktığında derhal orası kontrol altına alınarak, normal hayata dönülebilir ve bu sürdürülebilirdi.

Bu kesin ve kararlı yöntem aslında en ucuz ve en az zararlı yöntem olabilirdi. Bugün aradan neredeyse bir yıl geçtiğinde, bu şekilde bir strateji izleyen ülkelerin pandemiye karşı en başarılı ve onu en az zararla atlatan ülkeler olduğu denemeyle kanıtlanmış bulunuyor. En bilinen örnek Vietnam. Ayrıca birçok politikacı bugün kesin ve erken kapanmalar yapmamanın çok kötü sonuçlar verdiğini ve bunun yanlış olduğunu, hata yapıldığını kabul ediyor. Pandemi boyunca az tamahın çok zarar getirdiği her yerde ve dönemde kanıtlandı. Önerimizin esasta doğru biricik öneri olduğu kanıtlandı.

Elbette bizim önerimiz sadece kesin ve kararlı bir sokağa çıkma ile kontrol altına almadan ibaret değildi. Bunu birçok başka öneriyle tamamlıyorduk.

Tabii bütün bu kesin sokağa çıkma yasağı boyunca, tüm temel ihtiyaç mallarının envanterinin çıkarılması, lojistik, evlere ve insanlara dağıtılması gibi bir esas büyük sorun vardı.

Biz bunun için de, devletin tüm ordu, polis ve memurlarının yani var olan merkezi ve en iyi örgütlenmiş cihazın insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltilmesini savunuyorduk. Böylece biricik efektif ve örgütlü aygıt olan insanları öldürme aracı olan aygıt, onları yaşatmanın bir aracı olarak kullanılabilirdi.

Tabii bu genel yaklaşım içinde daha ince ayarlar da gerekirdi.

Bu dönem boyunca, tüm bu ordu, polis ve memurlar ordusu, belediyelerin ve mahalli idarelerin emrine verilmeliydi. Vatandaşın temel ihtiyaçlarının karşılanmasını en esnek biçimde onlar örgütleyebilirdi.

Keza, bununla da yetinmiyor, somutta karşılaşılacak birçok istisnai sorunun halli ve yurttaşların asgari bir mağduriyeti için, her sokak, mahalle, apartmanda yurttaşların temsilcilerinin özgül sorunların çözümü, (örneğin özel yiyecek gerektiren hastalar vs.) ve bütün bu işlerin doğru dürüst yapılıp yapılmadığını denetlemeleri tedbirini de öneriyor ve böylece hem silahlı güçlerin mahalli İdarelerin elinde olmasının somut olarak denenmesi hem de halkın belediyeleri ve merkezi memurlar ordusunu denetlemesinin ve bunun için örgütlenmesinin olanaklarını yaratmaya çalışıyorduk.

Yani önerilerimiz sadece somut bir alternatif olmakla kalmıyor aynı zamanda bir demokratik devrime geçiş olabilecek, kitlelerin örgütlenmesi ve kendi deneyleriyle bu yönde gelişebilmeleri için bir imkan da sunuyordu.

Tabii bunlarla da kalmıyorduk, tüm sağlık sisteminin kamulaştırılması, kapanma süresince sistemin devamı bakımından önemli işleri yerine getirenlerin ve çalışanların, bu yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamayla görevlenmiş memurlar ordusu dahil olağan maaşlarının yanı sıra biner lirayı da almaları gibi ek önlemler de sunuyorduk.

Bir an için düşünelim. Bir ay boyunca kapanmada, herkese bin lire verildiği ve bu kadarlık tüketim hakkı tanındığını var saydığımızda, 80 milyonluk bir nüfusta bu 80 milyar lira eder. Aslında hiç de büyük bir rakam değildir. Ayrıca bu ülkenin görülmemiş bir tasarruf ve zenginleşmesi onucunu da verirdi.

Çünkü örneğin bu dönem boyunca örneğin özel arabalar çalışmadığından milyarlarca liralık benzen, mazot, yağ, lastik, asfalt vs. tasarrufu gibi yığınla tasarruf göz önüne alındığında aslında böyle bir kapanma sonucunda toplum ülke daha zenginleşmiş olabilirdi. Çünkü temel ihtiyaçlara yönelik bir kullanım değerleri ekonomisi aynı zamanda muazzam bir tasarruf da demektir.

Tabii önerilerimiz burada da kalmıyordu. Bütün basın yayın organlarının dönem boyunca kitle örgütlerinin denetimine verilmesi, tüm sağlık sisteminin kontrol ve kararlarının doktorlar ve diğer sağlıkçılar gibi kuruluşların emrine verilmesi gibi, var olan merkezi devletin parçalanması anlamına gelecek birçok somut öneriyi de içeriyordu. Önemli olan bunun mümkün ve gerekli olduğunu göstermek, en azından insanların aklına bunu düşürmekti.

Ayrıca bunu Türkiye’nin somut politik durumunu değiştirmek için bir manivela olarak kullanmayı sağlayabilecek biçimde de geliştiriyor ve tüm muhalefete yöneliyorduk.

Derhal meclisi toplamaları, bu kararları ilan etmeleri ve sürekli toplantı halinde bulunarak tüm devlet organlarını meclisin kararlarını uymaya çağırmaları.

Böylece muhalefet bu tedbirleri önererek bütün ezilenleri arkasına alarak aynı zamanda Erdoğan diktatörlüğüne karşı bir direniş başlatabilir ve parlamenter sisteme bir geçiş de sağlayabilirdi.

Elbette bunları Erdoğan veya muhalefet partilerinin yapmayacağı açıktır. Ama bizler buna değil, nesnel olarak yapılması mümkün ve gerekli olanın ne olduğuna bakarız: bunu var olanın alternatifi olarak öneririz.

Biz bu önerilerimizi aslında HDP’ye ve sosyalistlere yapıyorduk, somut olarak nasıl bir politika önerebilecekleri hakkında bir fikir vermeye çalışıyorduk. Onlar ise bunu görmezden gelmek ne kelime, böyle konulara bile kafa yormuyorlardı.

Bir an için HDP’nin bizim burada kısaca özetlediğimiz tedbirleri ve programı pandeminin başında, bizim yazılarımızdan kopya çekerek toplumun önüne getirdiğini ve tüm muhalefete önerdiğin varsayalım.

Böyle bir politika bugünkü Türkiye’yi alt üst ederdi.

Bir kere HDP hep olmak istediği “Türkiye Partisi” olurdu fiilen.

Örneğin iktidarın bütün demagojisi açığa çıkardı. İktidar ve muhalefet bu önerinin saçmalığını söylese bile bizim önerimizi tartışmış, izim gündemimize gelmiş, bizim sesimizi duyurmuş olurdu.

Böylece hem iktidarın hem muhalefetin gerçek yüzü çok daha somut olarak görülmüş olurdu. Tüm gayrı memnunlar HDP’nin dediklerine daha bir kulaklarını açmış olurlar, önerilen politikaların doğruluğu diğer ülkelerin deneylerinde gösterilmiş olurdu.

HDP, sosyalistler ve demokratlar haydi bunları yapmadılar ve yapamadılar en basit şeyleri bile yapmadılar ve hala yapmıyorlar çok daha temel ve basit bazı şeyleri yapabilirlerdi.

Örneğin en azından, Türkiye hastahanelerindeki binlerce ilerici ve demokrat doktor, hasta bakıcı ve hemşire ile bir haberleşme ağı kurup gerçek hastalık ve ölüm rakamlarını her gün açıklayan alternatif ve güvenilir bir bilgi merkezi bile kurabilirdi. Böylece algı savaşı veren Erdoğan ve Sağlık bakanının algı savaşına karşı savaşmış olurlardı. Bu bile yapılmamıştır.

Burada HDP’nin çok baskı altında olduğunu söyleyenler, HDP’nin sorunun esas olarak politikasızlık ve programsızlık olduğunu atlamış oluyorlar. Onu eleştirmeyerek ona kötülük ediyorlar.

*

İşte bu derlemedeki yazılar bizim adım adım bütün bu yaklaşımı geliştirmemizin de hikayesidir. Biz de elbette hayatımızda ilk kez böyle bir sorunla karşılaşıyorduk. Ortada hiçbir ders alınacak deney yoktu. Ama bugün baktığımızda önerilerimizin biricik doğru politika olduğu daha da netleşmektedir.

Doğrudan pandemiyle ilgili olmasa da elbet işçi ve sosyalist hareketinin birikimi ve derslerine dayanıyorduk. Bugünkü gerek sosyalist gerek demokrat denebilecek kuşaklar maalesef bunları bilmiyorlar veya bilenler de unutmuş bulunuyorlar.

Bunlardan ikisine özellikle değinmeden geçmeyelim. Sadece bu dersler bile bilinseydi veya unutulmasaydı, bırakalım ulus ve din gibi yukarıda açıklanan teorik ve programatik sorunları bir yana, yine de iyi kötü demokrat ve devrimci bir politika yapılabilirdi.

Birincisi.

Lenin Ne Yapmalı’da bir devrimci ve sosyalistle bir sendikacı (veya Kitapta eleştirdiği akımın adıyla ekonomistin, kendiliğindencinin) farkını anlatırken, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadelenin hatta bunun için politik mücadelenin özünde sendikalizm olduğunu gayet güzel anlatır. (Bunu bir videoda ayrıntısıyla ele aldık.)

İşçilerin tüm toplumdaki gayrı memnunların sözcüsü olması gerektiğinden, demokrasi mücadelesinin önüne geçmesi gerektiğinden ve demokratik ve sosyalist politikanın bu olduğundan söz eder.

İşte sol ve sosyalistler Lenin’in hiç anlaşılmamış ve unutulmuş önerileri bile solda savunulmamış ve uygulanmamıştır. Solun bütün pandemi boyunca yaptığı işçilerin pandemi boyunca uğradıkları haksızlıkları ifade etmekten ve buna yönelik politikaları eleştirmekten öteye gitmemiştir. Yani aslında sendikalist bir politika izlemişlerdir. Yaptıkları ekonomizm veya sendikalizmden başka bir şey değildir. Sosyalist politika işçiler için bir eyler istemenin ötesi, işçilerin toplumun karşısına sorunlara çözüm olacak, tüm toplumu düzeltecek alternatif bir programla çıkmasıdır.

Sadece böyle bir bakışa ve yaklaşıma sahip olmak bile, sosyalistleri Pandemi karşısında tüm somut sorunları çözecek, tüm sınıflara hitap edecek bir program sorunuyla karşı karşıya getirirdi.

İşte yukarıda anlatılan önerilerimiz genel anlamda, Lenin’in Ne yapmalı’da anlattığı sosyalist politikanın pandemi koşullarında bir somutlanması girişimi olarak da görülebilir, aynı öneriler alınmasa bile bu yaklaşımla bir şeyler önerilebilirdi.

İkincisine gelince.

 Lenin “Yaklaşan Felaket” yazısında, yaklaşan bir açlık tehlikesi karşısında, (ki biraz Pandemiyi andırır, bu anlamda bir örnek gibi görülebilir) bir sosyalist olarak, tüm toplumun karşısına, yaklaşan bir açlık tehlikesini yok edebilmek için somut önerilerle çıkar. İktidarda burjuva bir hükümet vardır. Lenin somut olarak yapılabilecekleri sıralar. Yani bir sosyalist olarak, yaklaşan açlığı yenebilmek için, somut bir program ve talepler sunar.

Bunlara Geçişsel Talepler denir. Bunlar var olan sistemi yıkmazlar ama halkın örgütlenmesinin ve halkın kendi deneyleriyle o sistemin aşılması gerektiğin görmesinin somut biçimlerini sunarlar.

Üçüncü Enternasyonal’in ilk kongrelerinde geliştirilmiş bu Geçişsel Talepler anlayışı sonradan Troçkist gelenek haricinde unutulmuştur.

İşte bizim önerilerimiz, aynı zamanda bu Geçişsel Talepler anlaşışının pandemi vesilesiyle somutlanmasıydı.

Hatta bu nedenle bu konuyla ilgili önerimiz olan yazılara, Lenin’in bu geleneğine bağlılığımızın ve onu sürdürdüğümüzün ifadesi olarak “Yaklaşan Felaket” başlığını koyduk.

Yani önerilerimiz aslında klasik devrimci Marksist hareketin Geçişsel Talepler yaklaşımının günümüz Türkiye’sinde ve Pandemi salgınında somutlanması olarak görülebilirler.

*

Dediklerimiz ve önerilerimizin haklılığı ve doğruluğu arada geçen dönemde kanıtlanmış bulunuyor.

Geçen yıl bahar aylarında yazılarımızı çok abartılı bulanlar, susanlar artık senin o zaman yazdıkların çıkıyor diyorlar.
Ama o zaman yazılanların hala en küçük bir yankısı bile görülmüyor sol politik ortamda.

Zizekleri çevirenler, spekülasyonlara bol bol sayfaları ayıranlar bu somut deney karşısında onu görmezden gelip, yok saymaya devam ediyorlar.

Aslında sadece ezilenlere, demokrasi mücadelesine değil, kendilerine de kötülük ediyorlar.

*

Peki bu deneyden başka ne gibi sonuçlar çıkmaktadır. Yani biz ne gibi dersler çıkardık?

Bu deneyden çıkan bazı sonuçlar var.

Bunu ön almanın trajedisi olarak da tanımlayabiliriz ama yeterli olmayabilir.

Şöyle formüle edilebilir belki: artık bizlerin politikası başarıya ulaştığında bile kadri bilinmemeye yazgılı olmaya hazır olmalı.

Buna ön almanın trajedisi deniyor. Sorunu şöyle somutlayabiliriz belki.

Diyelim ki, Türkiye’de bizim önerdiğimiz politikaları uygulayacak bir demokratik ve devrimci bir hükümet vardı. Bu politikaları uyguladığı takdirde, pandemi hiç de büyük bir hasar yaşamadan kolayca atlatılmış olurdu.

Ama tam da bu nedenle, çok abartıldıği, aslında böyle tedbirlere hiç gerek olmadan da pandeminin atlatılabileceği gibi bir sonuç çıkarılmasına da yol açar başarılı bir ön alma. Yani bir kadri bilinmemeye. Bunu göze alarak politika yapılmalıdır.

Ama sadece bu kadar değil, uygulama olanağı olmadan da, bizim yazılarda yaptığımız gibi, uyarmak için gelen felaketi “abarttığınızda”, çanları güldür güldür çaldığınızda, felaketi önleyecek tedbirleri erkenden önerdiğinizde panik çıkarmakla, abartmakla suçlanmayı ve anlaşılmamayı, yankısız kalmayı göze alan bir politika ve strateji izlemek gerekmektedir.

Çünkü toplumsal ve doğal süreçlerde geri dönülemez sınırlar vardır, o sınıra gelmeden sürekli olarak alarm zilleri çalmak gerekmektedir, o noktadan sonra bir geri dönüşün olamayacağına dair. Ama bir gökdelenden düşen insana yere çakılacağı ana kadar hiçbir şey olmaz. Paradoks tam da buradadır.

Bu pandemide açıkça görüldü, tam bir kapanma yapılmadığı takdirde en kötü senaryoyu önerenler, tehlikeyi abartmakla suçlanmışlardır, işin ilginci birçok faktör nedeniyle, (örneğin bahar aylarında havaların ısınması ve pandeminin hız kesmesi gibi nedenlerle) olgular sanki bu ithamın doğru imiş gibi görünmesine de yol açar.

Bütün bunları göze alarak, gereğinde tehlikeyi abartmaktan çekinmeyerek politikalar önermek gerekmektedir.

Çünkü bir süre sonra olayların gelişimi abartma olmadığını gösterecektir. İşte o zaman ezilenlerin ve toplumun size güvenmesi, direncin kırılması ve belki son bir umutla felaketin önlenmesi için bir şansınız olabilir.

Evet, belki son anda insanlığı kurtarabilmek için, küçük de olsa bir şans yaratabilmek için, “kötümser senaryolara”,abartmaya” girmek, bu “kötümser senaryolara” göre “panik yaratan” tedbirler ve programlar önermek gerekiyor.

Örneğin karbon salınımı böyle giderse 15 yıl sonra geri dönüşü olmayan bir noktaya geleceğimiz, belki de gezegende “yüksek canlıların” yaşama şansının olamayacağını söyleyip bunun için somut tedbirler ve politikalar önermeliyiz.

Bunların hemen hepsi reddedilecek, alayla karşılanacaktır. Ama belki son anda bir kurtuluş umudu, son anda paraşütü açabilme olanağı yaratabilmek için Marksistlerin, sosyalistlerin, tanımı gereği başarıdan sonra gelen ön almanın trajedisini ön almanın başarısı bile gerçekleşmeden yaşamayı göze almaları gerekiyor.

Antik tarihin ifadesiyle Kassandra’nın kaderini paylaşmayı baştan kabul etmeliyiz.

Çünkü aslında gerçek Pandemi biziz, yani Toplum, alışılmış ama bilimsel olarak yanlış ifadeyle insan türü.

Bizler, devrimci Marksistler yenilgiciliği savunmuşuzdur ve savunmalıyız, “kendi” millet, “kendi” devlet ve “kendi” sermayemiz karşısında olmalıyız.

Şimdi ise artık sadece yenilgiciliği değil yenilmeye mahkûm, hiçbir başarı vaat etmeyen politikaları savunmalıyız ki bir başarıya ulaşabilelim.

Berlin, 17 Ocak 2021 Pazar

Demir Küçükaydın

 

Hiç yorum yok: