Türkiye’de esas egemen devlettir, burjuvazi ya da Finans-Kapital
değildir.
Kimi “Marksist” arkadaşların, devlet egemen sınıfın baskı
aracıdır, egemen her zaman ancak bir sınıf olabilir diyeceklerdir.
Bu, işin temelidir elbette.
Ama sadece o kadar. Bu “temel neden ekonomiktir” demeye
benzer.
“Her şeyi ve hiçbir şeyi” açıklar.
Önce sosyolojik olarak ekonomik iktidar (ya da sosyal
iktidar) ve politik iktidar diye ayrıma gitmek gerekir. Çünkü ekonomik
ilişkiler içinde egemen sınıf konumunda olmak, politik ilişkilerde de egemen
olunacağı anlamına gelmez.
*
Bizzat Marks-Engels’ten örnek verelim. Marks-Engels tarihin
sınıf mücadeleri tarihi olduğunu söylüyorlardı.
Bu, tabiri caiz ise, genel eğilimi belirten bir
yasaydı.
Ama somut mücadelelerinde burada kalmıyorlardı.
O dönemin Almanya’sında, şark despotluğunun o dönemdeki temsilcisi,
Prusya devleti ve devletçiliğinin gerçek iktidara sahip olduğunu da söylüyorlardı
ve ona karşı mücadeleyi başa alıyorlardı.
Almanya kapitalist bir ülke olmasına rağmen, siyasi
iktidarın Prusya Asker ve Junkerlerinde (Toprak ağalığı) olduğunu söylüyorlar
ve esas vuruş yönünü ona yöneltiyorlardı.
Onlar bu Şark devleti ve devletçiliği karşısında bir
Demokratik Cumhuriyet’i savunuyorlardı.
Demokratik Cumhuriyet’i de daha somut olarak Birinci ve
İkinci Paris Komünleriyle tanımlıyorlardı.
Yani merkezi ve bürokratik ve militer bir devlet
mekanizmasının olmadığı, tüm yurttaşların silahlı olduğu, gerçek iktidarın her
düzeyde özgürce seçilmiş organlarda olduğu, birliğin bunların gönüllü
birliğiyle oluştuğu bir Cumhuriyet’i savunuyorlardı.
Burjuvaziye eleştirileri onların korkak ve pısırık
oldukları, Prusya egemenliğine (yani Şark devletine ve devletçiliğine) karşı
açık, uzlaşmaz ve ciddi bir mücadele yürütmedikleri noktasındandı.
Yani bugün Türkiye’de bizim savunduğumuza benzer bir tutumu
savunuyorlardı.
Buna karşılık bugünün Türkiye’sinin ulusalcılarının o zamanki karşılığı olan Lassalle gibiler, burjuvaziye karşı olmak adına Bismark ile ittifak yapıyorlardı.
Buna karşılık bugünün Türkiye’sinin ulusalcılarının o zamanki karşılığı olan Lassalle gibiler, burjuvaziye karşı olmak adına Bismark ile ittifak yapıyorlardı.
(Bizim sosyalistler ve ulusalcılar da kapitalizm,
Finans-Kapital, Emperyalizm, neo-liberalizm vs.’ye karşı olmak adına Devlet
Partisinin yanında yer alıyorlar. Böyle olmayanlar da, korkak Alman
burjuvazisinin Türkiye’deki karşılığı Liberalllerin ve Avrupa birliği
hayallerinin peşine takılıyorlar.)
Marks ve Engels ise bu tavrı kesinlikle mahkûm ediyorlardı.
Almanya’da gerçek iktidarın Şark despotluğunun o zaman ve oradaki versiyonu Prusya
devletinde olduğunu söylüyorlar ve hiçbir iktidarı ve gerçek gücü olmayan Parlamentoyu
“mutlakiyetin asma yaprağı” olarak tanımlıyorlardı.
Yani Marks ve Engels, çıkarsamalarında sadece temel düzeyde
kalmıyorlar, somut politik mücadelelerinde, farklı soyutlama düzeylerinde,
sosyal ya da iktisadi olarak egemen olmak ile politik olarak egemen olmak
arasında bir fark koyuyorlar ve bunun mantıki sonucu olarak da bizzat devletin
bir mekanizma olarak gerçek egemen olacağını ifade ediyorlardı.
Bunu büyük harflerle teorize etmemiş olmaları bir şeyi
değiştirmez. Onların birçok şeyi kavramsallaştırıp teorize etmeye imkanları
olmamıştı. Bu sonra gelenlerin işiydi ama sonra gelenler genellikle eski
metinler üzerine yorum yapan skolastik çalışmalardan öteye gidemediler.
Daha sonra devletin bizzat kendisinin bir egemen güç olması,
bir sınıf gibi olması sorunuyla farklı tarihsel dönemler için Kıvılcımlı ve
Troçki karşılaştı.
Kıvılcımlı antik tarihte devletin bir egemen sınıf gibi
olduğunu gördü. “devlet sınıfları” (Sünuf-u Devlet) gibi kavramlar geliştirmek zorunda
kaldı.
Troçki de Sovyetler Birliği’nin toplumsal ve siyasi yapısını
açıklamak için ister istemez benzer sonuçlara ulaştı. Orada bürokrasinin egemen
olduğunu söyledi.
İkisi de, birbirini bilmeden ve bağımsızca, onu bir sınıf
olarak tanımlamadı, bir ur gibi tanımladılar. İktisadi ilişkilerin sorunlu ve
organik bir bileşeni değil, o organizmanın kanını emen, hatta ölümüne bile
sebep olan bir ur gibi. Ama aynı zamanda onun gerçek bir egemen olduğunu da hiç
atlamadılar.
*
Devlet’in egemenliği konusunda, bu kadar üstünkörü bir
değinme bile yeter.
İşte Türkiye’yi anlamak ve burada politika yapabilmek için
Marksizm’in bu otantik geleneği ve mirasına dayanmak gerekir.
Elbette sosyal ya da ekonomik iktidar kapitalist her ülkede,
burjuvazinin ve tekellerin elindedir.
Ama bu iktidar her yerde her zaman politik iktidarla
çakışmaz.
Şark despotluklarında gerçek iktidar binlerce yıllık devlet
cihazlarının veya bunların özgül versiyonlarının elindedir.
Devlet toplumun artı ürününe “ekonomi dışı zor” ile el koyar.
Kapitalist ise ekonomik zor ile, yani çalışmazsan aç kalırsın ile. Kapitalist
şark despotluklarında, bu iki güç bir simbiyoz ilişkiye girer. Kapitalistin
güçlü bir devlete, devletin de burjuvaziye ihtiyacı vardır. Aralarında hem bir gerilim
hem de bir ortak çıkar vardır.
Ama Egemen olan bizzat devlet mekanizmasının kendisidir.
Bunu tıpkı hisse senetli bir şirkete benzetmek mümkündür. O
şirketi yönetenler genellikle orada yüksek maaşlarla çalışırlar ve çoğu kez
hissedar bile değildirler. O şirketin kolektif çıkar ve amaçlarını gözeten
mekanizmalar, kurumlar vardı. Yöneticiler bunların yöneticisidir.
Devlet de böyledir. Çoğu onun maaşlı memurudur ama onun
genel çıkarlarını koruyan organlar, kurumlar vardır. Onun kendi “aklı” vardır.
Onun içinde hangi stratejinin uygun olduğuna dair mücadeleler vardır vs..
Türkiye’de seçimler ve parlamento bugünkü biçimiyle, bu
devletin egemenliğine esneklik kazandıran ve gerçek egemenin hem gizlenmesine hem
de yıpranmadan kalmasına hizmet eden bir mekanizmadır.
Yani Davul sivil politikacıların parlamento ve
hükümetin boynunda Tokmak ise o soyut devletin, o mekanizmanın
elindedir.
Erdoğan’ın durumu da budur.
Genel olarak meclis ve hükümetlerin durumu da budur.
Demokrasi sorunu bu mekanizmayı, yani bu merkezi,
bürokratik, kırtasiyece, militer mekanizmayı, yani bu devleti parçalama
sorunudur..
Bu olmadan Türkiye’ye demokrasi gelmez.
Sorun hükümet sorunu değildir.
Yani demokrasi güçleri iktidar için değil, bu devleti yıkmak
için, böyle olmayan bir devlet, yukarıda kısaca değinilen Demokratik bir
cumhuriyet için mücadele etmelidirler. Bu devleti ele geçirip onun
dönüştüreceğini sananlar devlet tarafından ele geçirilirler ve dönüştürülürler.
Nasıl mülkiyeti bir elden alıp diğer ele vermek burjuvaziyi ve
kapitalizmi yok etmezse, yapılması gereken ilişkileri ortadan kaldırmaksa, iktidarın
bir elden diğerine geçmesi hiçbir değişikliğe yol açmaz. Yapılması gereken bu
yapıyı ortadan kaldırmaktır.
*
Var mı böyle bir programı olan güç?
Hatta bir söylem, entelektüel bir akım.
Bildiğimiz kadarıyla bizim yazılarımızdan başka yok.
Bildiğimiz kadarıyla bizim yazılarımızdan başka yok.
HDP bile böyle bir programa sahip değil.
O halde bu krizlerden gerçekten bir demokrasiye geçiş, demokratik
bir devrim çıkmaz bir mucize olmadıkça.
Bu krizler bu devletin bir reorganizasyonuyla
sonuçlanacaktır muhtemelen.
*
İşte şimdi böyle bir sürece giriliyor.
Ekonomi ve dış politikadaki tıkanıklığı aşmak için acil
olarak değişikliklere ihtiyacı var bu devletin.
Bütün bu değişiklikleri Erdoğan ile yapmak olanaksız.
Devlet iyice daralan cephesini genişletmek zorunda.
Bunun için geçici geri çekilişler, gevşemeler, hukuk
sistemine geri dönüşler vs. yapılacak ve aydın ve liberallerin desteğiyle de
kesin bir ideolojik egemenlik sağlanarak sistem yeniden ayakları üzerine
oturtulacaktır.
Elbet bu gidiş var olan güçlerin mücadelesi içinde ve bu mücadelenin labirentlerinden geçerek olacaktır.
Elbet bu gidiş var olan güçlerin mücadelesi içinde ve bu mücadelenin labirentlerinden geçerek olacaktır.
Birilerinin bir yerde oturup bir plan yapması ve bunu
uygulaması gibi bir durum değildir bu.
Evet devlet bir restorasyon sürecine girecek, birçok iç
mücadeleler olacak.
Ama soru şudur: Biz ne yapacağız?
*
Yılanların gömlek değiştirme anları en zayıf anlarıdır.
Bu çalkantılı dönemden demokratik bir devrim, bu Türklükle
ve Sünni İslam’la tanımlanmış şark devletinin parçalanıp, halkın üzerinde
yükselmeyen, onun iradesinden bağımsızlaşamayan, militer, kırtasiyeci, merkezi,
bürokratik olmayan, yurttaşlığı hiçbir dil, din, tarih, soy ırk vs. ile
tanımlamayan, aksine böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir Demokratik
Cumhuriyet nasıl çıkarılabilir?
Soru budur.
Soru budur.
Bu soruyu sormak ve ona cevap aramak gündemi belirlerse, bir
küçük umut ortaya çıkabilir.
Bu soruyu soran ve cevap arayanlar ise ister istemez bizim programımızla ve onun arkasındaki teorik arka planla yüzleşmek zorundadırlar.
Bunu yapmayanlar var olan gündemi öne geçirmiş, toplumsal muhalefeti devlet sınıfları ve burjuvazinin zafer arabasına bağlamış olurlar.
Bu soruyu soran ve cevap arayanlar ise ister istemez bizim programımızla ve onun arkasındaki teorik arka planla yüzleşmek zorundadırlar.
Bunu yapmayanlar var olan gündemi öne geçirmiş, toplumsal muhalefeti devlet sınıfları ve burjuvazinin zafer arabasına bağlamış olurlar.
Her şey aslında bu kadar net ve basittir.
24 Haziran 2019 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder