Bugün 5 Mayıs, Marks 200 yıl önce bugün doğmuş.
Muhtemelen her yerde Marks’ın hayatı üzerine yazılar
çıkacak; Marksizm’in yaşadığı ölmediği söylenecek. Ama bu Marksizm’in
yaşadığını söyleyen anmalar, sempozyumlar, yazılar vs. Marks’ın öldüğü
yargısının fiili birer kanıtı gibi olacak. Bir ritüel, bilinenlerin tekrarı,
Marksizm’i geliştirmeyen dogmatik metinler ve sözler olmaktan öteye
gidemeyecekler.
Biz ise bu kısa yazıda, ritüelleşmiş, dogmatik Marks
anmalarından farklı olarak Marksizm’in evrimini kısaca ele alıp, onun gerçekten
yaşadığının kanıtını sunalım.
Ama önce Marksizm nedir sorusuna doğru bir cevap verelim.
Çünkü Marksizm bizzat Marksizm’in ne olduğuna ilişkin tanımlarla daha doğmadan
öldürülmektedir.
Marksizm’i kimi bir “dünya
görüşü”, kimi bir “ekonomi politik
öğretisi”, kimisi bir “felsefe”,
kimisi bir “ideoloji”, kimisi
sosyolojiler içinde “ekonomiye ağırlık
veren bir syoloji ekolü” olarak tanımlar.
Marksizm bunların hiçbiri değildir.
Marksizm Toplum’un, Toplumun Tarihinin Bilimidir. Biricik “Sosyoloji”dir.
Bunu bizzat kurucuları da fiilen ve sözleriyle böyle
tanımlamışlardır.
Marksizm’in kurucuları (Marks-Engels) kendi öğretilerini bir
tarih ve ostoplum teorisi olarak tanımlamışlardı.
“Alman İdeolojisi”
adlı, teorilerini ilk kez formüle ettikleri ve kendilerini aydınlattıkları için
yayınlamayı bile önemsemedikleri ve ölümlerinden çok sonra yayınlanmış
eserlerinde, henüz daha cansız ve canlı doğanın bile tarihinin var olduğunun
düşünülmediği ve bilinmediği bir zamanda, “bir
tek bilim vardır tarih bilimi, o da doğa ve toplum tarihidir” diyorlardı.
Yani cansız doğayı, canlı doğayı ve toplumu açıklayan
teorilerin aslında birer tarih teorisi olması gerektiğini zımnen ifade etmiş
bulunuyorlar ve bir bakıma üç temel varoluş ve hareket biçimi için, (cansız
doğa, canlı doğa (Doğa) ve toplum) bir tür program belirlemiş oluyorlardı.
Biyoloji ve fizik (Paleontoloji ve Astronomi) sırasıyla sonraki
dönemde, Marks-Engels’in bu belirlemesini bilmeden, bilinçsizce, onların
tanımladığı bu programı başarıyla gerçekleştirdiler.
Bugün fizik, evrenin
tarihi ile fizik doğayı açıklayabiliyor. Fizik fiilen cansız doğanın tarihi olmuştur.
Biyoloji Darwin ile birlikte canlıların bir tarihi olduğunu
keşfetti Marks-Engels’ten epey sonra ama onlar henüz yaşarken. Biyoloji ve
paleontoloji de birer tarih bilimidir artık.
Her iki bilim de bu alanda büyük aşamalar kat ettiler.
Marks-Engels, kendilerine toplumun tarihini görev olarak belirlemişlerdi.
Hayatları boyunca bilimsel çalışmalarının merkezinde bu
görev oldu.
Engels, Marks’ın mezarı başında yaptığı konuşmada, bunu
açıkça belirtti. Darwin nasıl organik alemin hareket (evrim) yasalarını
bulduysa Marks da Toplumun tarihinin yasalarını buldu diye onun katkısını tanımladı.
O halde fizik nasıl cansız varlığın, biyoloji nasıl canlı varlığın
tarihinin bilimiyse biricik sosyoloji olan ve bu sosyolojinin kod adı olan
Marksizm de toplumun tarihinin bilimidir.
Bütün diğer sosyolojiler aslında Marksizm karşısında var
olan düzeni yeniden üretmeye yarayan bilim dışı ideolojilerdir.
Marksizm bir felsefe değildir, bir ekonomi politik öğretisi
değildir, bir politika teorisi değildir. Bu bilimin kurucuları, Felsefeden Sosyolojiye
doğru bir evrim geçirdiler ve toplumun tarihinin teorisini kurarken de Alman
İdeolojisi’nde Felsefe’nin ölümünü ilan ettiler.
Ekonomi politik ise, sadece toplumun tarihinde meta
üretiminin egemen olduğu bir dönemin özgül yasalarını anlamak, modern toplum da
(Kapitalizm) biher şeyin metalaştığı bir toplum olduğu için bir uğraktır sadece.
Ve
modern topluma ilişkin bu görevi yapar yapmaz tekrar tarihe döndüler. Marks
ömrünün son yıllarında bütün dikkatini tarihe ve özellikle “ilkel” toplumlara
yöneltmişti. Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, Marks’ın bu
çalışmalarına dayanarak bir vasiyetin yerine getirilmesiydi.
*
Toplum bilimi, doğa bilimlerinden farklı olarak, daha
doğarken bir tarih bilimi olarak doğdu. Yani doğa bilimlerinin esas olarak
yirminci yüzyılda ulaştıkları nokta, aslında bu toplum biliminin hareket
noktasıydı. Bu bakımdan Marksizm 19. Yüzyılda doğmuş, bir 20. yüzyıl bilimidir
denilebilir.
Toplumun tarihine bakınca ne gördüler?
Evrende nasıl dört temel kuvvet onun evrimini açıklamanın temeliyse,
biyolojide nasıl Darwin’in formüle ettiği yasalar canlıların tarihini ve
evrimini anlamının temeliyse, toplumda da üretici güçler, yani insanların yeme,
içme, barınma, giyinme gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları
araçlar, yöntemler ve koşullar toplumların evrimini ve tarihini anlamak için
temel önemdeki olgulardı.
Tarihe bu açıdan bakınca, Aydınlanma’nın “klasik antik
uygarlık” (Yunan Roma), “karanlık ortaçağ” ve “modern aydınlanma” şeklindeki
düz ve doğrusal ve ilerleyen tarih sıralamasını, üretici güçlerdeki değişimle
ve buna bağlı olarak üretim ilişkilerini tanımlayan kavramlarla açıklamak da
mümkün olabiliyordu.
Böylece Antik uygarlıklar kölecilik, karanlık Ortaçağ feodalizm
ve aydınlanma da kapitalizm şeklinde sosyolojik kavramlarla ifade
edilebiliyordu.
En kaba ve şematik biçimiyle, kol gücüyle çalışan değirmen
kölecilik, yel değirmeni feodalizm, buhar gücüyle çalışan değirmen kapitalizm sıralamasıyla,
en azından tarihin genel gidişinin eğilimlerini açıklamak mümkün oluyordu.
(Tabii Marks-Engels sosyalist oldukları için Kapitalizm sonrasına bir öngörü olarak Sosyalizm, daha sonra varlığı
öğrenilince uygarlık öncesine de komünü
eklemişlerdi. Ama genel şema, Aydınlanma’nın tarihe bakışıydı. Sonra bu tarih
değişti, Avrupa’dan dünya tarihine doğru yayıldı bu şemaya sığmaz oldu tarih
veya örneğin Ortaçağ’ın “karanlık” olmadığı da görüldü ama bunlar ayrı
konular.)
Tarih en azından Avrupa için, bir bütün olarak böyle
açıklanabilir olunca, birer eşitlik ve özgürlük savaşçısı da olan Marks-Engels
içinde bulundukları kapitalist toplumun daha derin ve ayrıntılı bir analizini
yaparak, onun yasalarını bularak ona karşı daha iyi savaşabileceklerinden,
içinde yaşadıkları kapitalist toplumu anlamak onun için de onun ekonomi
temelini incelemeyi önlerine görev olarak koydular.
Kapitalist toplumun analizinde yoğunlaştıklarında şunu
gördüler, evet üretici güçler genel eğilimi belirliyordu ama, üretici güçlerin
gelişiminin belli bir aşamasında iş bölümünün
ortaya çıkmasından sonra alışveriş başlıyor
ve ürünler meta haline geliyorlardı.
İki ürün birbiriyle değiştirildiği anda, yani meta ortaya
çıktığı noktada ise, sosyolojinin yasalarından tamamen farklı yasalar, ekonomi
politiğin yasaları, değer yasası
devreye giriyordu. Yani bu farklı ürünlerin, kullanım değerlerinin değişimini
mümkün kılan ortak şeyin ne olduğu sorunu bir cevap arıyordu. Bu onların
içindeki emekti. Fizikte nasıl madde yoğunlaşmış enerji ise, meta da
yoğunlaşmış emektir.
Metanın (değer yasasının) ortaya çıkışından sonraki toplumun
tarihini bu yasalar belirler hale geliyordu.
Klasik uygarlıklarda da meta üretimi vardı ama arızi idi ve Marks’ın
deyimiyle, “toplumun mesanelerinde”
(gözeneklerinde) var olabiliyordu, kapitalizmde ise her şey, tüm ürünler
metalaşıyordu.
O halde metanın, yasaları bize kapitalizmin yasalarını
anlamının olanağını verebilirdi.
Ve bu noktada özellikle iki meta, son derece özgül kullanım değerleriyle, olağanüstü bir
önem kazanıyordu. Para ve İşgücü. Birinin kullanım değeri bir değişim
aracı olması, diğerinin kullanım
değeri artı değer üretmesiydi. (İşte o Kapital
denen eser bu temel üzerinde ikincil, üçüncül ve daha ayrıntılı süreçleri
inceler.)
İşte Marks bu nedenle ömrünün en verimli yıllarını kapitalizmin
hareket yasalarını incelemeye, dolayısıyla ekonomi politiğe ayırdı ve yine
Engels de hayatının en verimli yıllarını Marks’ın bu çalışmasını yapabilmesi
için babasının fabrikasında bir fabrikatör olarak nefret ettiği bir işte ömrünü
işkence altında geçirmeye ayırdı. Bu devasa işi ancak bir tek bütün olmuş iki
insan başarabilirdi.
Das Kapital bugün
içinde yaşadığımız toplumu ve dünyayı anlayabilmek için esas kavramsal temeli
sunmaktadır.
Kapitalizm geliştikçe, her şey metalaştıkça Kapital’in tazeliği artmaktadır. Çünkü
toplum, Kapital’de ele alınan ilişkilerin egemenliği altına girmektedir.
Çünkü Marks Kapital’de aslında prekapitalist kalıntılardan
azade soyutlanmış bir kapitalist toplumun yasalarını ele alır. Kapitalizm
prekapitalist ilişkileri ortadan kaldırdıkça, bu yasalar her alana girdikçe toplum,
Kapital’in ele aldığı o soyut, saf
kapitalist topluma daha bir benzemektedir.
Bu nedenle Marks’ın doğumundan beri 200 yıl geçmesine rağmen
Marks’ın eserinin tazeliği sürekli artar. Yaşlandıkça gençleşir.
*
Ancak Marks-Engels’in hayatlarına bakınca, bu görevi ana
hatlarıyla tamamladıktan sonra, tekrar tüm toplumların tarihine yöneldiklerini
görürüz.
Engels, Marks’ın bu vasiyetini yerine getirmeye çalıştı. Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni
adlı çalışmasında Marks’ın notlarına dayanarak, kapitalizmin öncesine, özellikle
de komünden uygarlığa geçişe, yani tarihe yönelmişti.
Sonraki dönemde Marksistler arasında bu yöndeki çalışmaların,
en azından Avrupa’da, bıçakla kesilir gibi kesildiği görülür. Yani sonra
gelenler araştırmalara, toplumun tarihin yasalarını incelemeye devam
etmemişler, ilk kurucuların söylediklerini tekrarla yetinmişlerdir. Bu noktada
bilinen ve yaygın biçimiyle Marksizm durmuş, taşlaşmış, ölmüştür. Marks’ın
doğum yılı vesilesiyle yapılacak etkinliklerde ve yazılacak yazılarda anlatılan
Marksizm bu ölmüş Marksizm’dir.
Marksizm toplumu açıklar, ama Marksizm’in kendisi de
toplumsal bir olgu olduğundan, kendisi de kendisinin konusudur. O halde bilinen
biçimiyle Marksizm’in neden böyle donup taşlaştığını açıklayan bir başka
Marksizm de olması gerekir. Yoksa, bunu yaratmak gerekir.
Böyle bir, yıkıcı, eleştirel, devrimci, zındık Marksizm
vardır. Ne var ki bilinmez. Bilinmemesi onun var olmadığı anlamına gelmez. İşte
bunda sonrası bu Marksizm’in evrimidir.
*
Marksizm’in tarihsel kaderi aynı zamanda işçi ve sosyalist
hareketin kaderiyle birleşiktir. Toplumun ve sınıf mücadelelerinin tarihi ve
kaderi bir bilim olarak Marksizm’in kaderini belirler. Elbet, bu belirleme
mekanik ve motomot bir belirleme değildir ve çok karmaşık bir niteliğe
sahiptir. Marksizm’in bir görevi de bu karmaşık ilişkiyi açıklamaktır. Neden
böyledir? Bunun mekanizmasını değer yayası ile ve sınıf mücadelesi ile yine
Marksizm bize göstermiştir.
Modern toplumda fizik ve biyoloji gibi “müspet bilimler” nispi artık değeri arttırmak ile ilgili
olduğundan, toplumsal hasıladan önemli bir bölüm, bu bilimlerdeki araştırmalara
yöneltilir ve bu bilimler alanında çalışanlar bilim dışı kaygılardan azade olarak araştırmalarını yapabilirler.
Ama Marksizm’de (Toplumun biliminde) durum farklıdır. O üniversiteler
Marksizm’i geliştirmek için değil, Marksizm’e karşı savaş için vardırlar.
Dolayısıyla Marksizmin var olabileceği, gelişeceği ve öğrenilebileceği bir
“ekosistem” yoktur kapitalist toplumda. Böyle bir ekosistemi ancak yükselen
işçi ve sosyalist hareket besleyebilir.
Her şeyden öce bu nedenle Marksizm’in (Toplum Bilimin)
evrimi başka kuvvetlerin etkisi altındadır, doğa bilimlerinin gelişimini
sağlayan kuvvetler Marksizm’in var oluşuna bile karşıdırlar.
Öte yandan Marksizm’in kendisi de bizzat bir sınıf
mücadelesi alanıdır. Yani bizzat egemen sınıflar, sendika ve parti ve devlet
bürokrasileri, bizzat kendi çıkar ve konumlarını korumak için de “Marksist” olurlar
ve onun söylemini bir egemen grubun imtiyazlarını, çıkarlarını ve konumunu
korumanın aracına dönüştürebilirler.
Böylece Marksizm’in ne olduğunu anlamak, öğrenmek, kendisini
bulmak bile olanaksız hale gelir.
Öte yandan ihtiyaçlar bilimlerin ilerlemesine yüz üniversiteden
daha fazla etki yaparlar.
İşte bu nedenle de Marksizm’i öz suyuyla ve eko sistemiyle
besleyecek sosyalist hareket veya işçi hareketi Avrupa’daki gibi kapitalist
ülkelerle sınırlı olduğunda, Tarih pratik mücadele açısından fazla bir anlam
taşımıyordu ve Marksizm’in ilkel, köleci feodal gibi genel açıklamaları, en
azından Avrupa için iyi kötü doyurucu bir cevap verir görünüyordu.
Bu nedenle sosyalist teorisyenler, Marksistler tarihe değil,
devrimci mücadelenin programatik, stratejik, taktik sorunlarına yoğunlaştılar.
Böylece Marksizm’in gelişmesi Marks-Engels sonrasında adeta
dondu denebilir. Biraz Ekonomi Politik alanında çalışmalar görülür (Lenin Emperyalizm, Rosa Sermaye Birikimi vs.). Ama hepsi o kadar.
*
Ancak yirminci yüzyılın başında Ekim evrimi ve bunun Rusya
gibi geri bir ülkede gerçekleşip, yayılamaması ve tecrit olması ile birlikte, “tarihin
yumağı tersinden çözülmeye” daha doğrusu çözülememeye, kör düğüm olmaya başlar.
Marks, sosyalizm çocuğunun normal bir doğumla geleceğini var
sayıyordu haklı olarak. Yani üretici güçlerin en geliştiği yerlerde bir
sosyalist devrim olacağı çıkarsamasını yapıyordu. Öğretinin en temel önermesinden
çıkan mantıki sonuç buydu.
Ne var ki, her doğum normal doğum olmaz. Normal bir doğumda
çocuk başı önde gelir, ama bazen ayakları önde de, yani “ters” de gelebilir.
Geri bir ülkede sosyalist devrim, bir tür ayakları önde
gelen bir doğumdu. Bu ayakları önde gelişe rağmen bu çocuğu doğurtmaya cesaret
edenler, doğum sürecinin içinde başın öne geçeceğini düşünerek, yani örneğin bir
Alman devriminin yardıma geleceğini düşünerek ve bu devrimi tetiklemek,
kolaylaştırmak için buna girişmişlerdi.
Ancak, bu ayakları önde gelişin uzaması beklenenin
gerçekleşmesini engelledi ve tam tersi oldu. Komplikasyonlar oldu ve bebek doğamadan
öldü. Hatta ileri ülkelerde olabilecek doğumları bile engeller oldu.
Sosyalizm bebeğinin ölmesi, yani 1920lerde Sovyetler
birliğine bir bürokratik kastın egemen olması tarihin önceden öngörülmemiş bir
yola girmesine yol açtı. Bu farkı şöyle daha iyi anlayabiliriz.
Eğer Rus devrimi bir Alman devrimi ile desteklenebilseydi.
Avrupa ve ABD kısa zamanda sosyalist olurlar ve biz bugün dünyada yaşadığımız
problemlerden tamamen farklı sorunları yaşıyor olabilirdik.
İşte Tarihin bu kör düğüm oluşu ile Marksizm’in evrimi bir
bütündür. Marksizm’in kaderi ancak bu kör düğümü anlamak ve açıklamakla mümkün
olabilir. Marksizm bu kör düğümü açıkladığında kendi kaderini de açıklar ve
değiştirme, yani bu kör düğümü çözme olanağı bulur.
Tarihin bu kör düğüme dönüşünü, Rusya’daki karşı devrimi
açıklayan teoriyi (Lenin’in de başlangıçta, hatta Troçki’den önce önemli ve değerli dikkati çekişleri olmakla
birlikte) esas olarak Troçki geliştirdi.
Kapitalizme sonra giren ülkelerin önceki aşamaları yaşamadan
veya minyatür ölçülerde yaşayarak en son teknik düzeyden bu gidişe girmeleri
nedeniyle, burjuvazinin kronik korkaklığının, böyle devasa bir sanayi
proletaryası şeklinde doğan güçlü işçi sınıfı karşısında iyice depreşmesiyle
demokrasi mücadelesinin öncüsü olarak işçileri öne çıkıyordu.
Bu da işçileri öncüsü oldukları devrimde, burjuvazinin
sabotaj ve direnişine karşı ister istemez bir takım sosyalist tedbirler almaya
zorluyordu. Böylece henüz sosyalizm için olgunlaşmamış bir toplum sosyalist bir
devrim yapmak zorunda kalıyordu. Engels’in çok önceden bir uyarı olarak formüle
ettiği teoremi, bir devrimci için en kötü şeyin, tarihsel koşullar oluşmadan
iktidara gelmek olduğu, bu durumda reddettiği her şeyi yapmak zorunda olacağı
yönündeki önermesindeki koşullar ortaya çıkıyordu.
Bu tehlikenin bilincinde olan Lenin, Troçki gibi
teorisyenler, bu koşullara işçilerin egemenliği altında varılabileceğini
düşündüler. En azından bu denenebilirdi, en azından zaman kazanılabilir ve
ileri ülkelerdeki devrimler gelinceye kadar ayakta kalınabilirdi.
Bir tür tarihsel deney yapıyorlardı.
Lenin son yazılarında, Troçki gündelik hayatın sorunları
üzerine yazdığı yazılarda hep bu sorunla boğuşuyorlardı.
Ama karşı devrim, bir devrimci kabarıştan çok daha hızlı
başarıya ulaştı. Lenin’in ölümü bile bu karşı devrimin bu hızlı başarısının
sonucuydu belki de.
Umut bağlanan ileri ülkelerdeki işçi hareketinin
bürokratikleşmesi, sömürgelerden gelen artı karlar vs. oralarda devrimin
gerçekleşmesini engelleyince, Rus devrimi tecrit oldu, bu da zaten bir köylü
ülkesi olan Rusya’da “çarlıktan alınmış
devlet cihazına biraz sovyet cilası sürülmüş devletin” (Lenin) tekrar gücü
ele geçirmesine yol açıyordu.
Evet Lenin ve Troçki’lerin deneyi tersinden, bir bürokratik
kastın egemenliği altında modernleşmeye geçiş olarak “doğrulandı”. Köylü Rusya
sosyalist ve demokratik bir biçimde değil, klasik bir kapitalist birikim
yolundan da değil, bir bürokratik kastın egemenliği altında sanayileşti. Bu
sanayileşme yolunun adı da “tek ülkede
sosyalizm” veya “gerçekte var olan
sosyalizm” gibi bir oksimoron oldu.
Tüm bu gidiş, bizzat yine Marks’ın Alman İdeolojisi’nde belirttiğini doğrulamış oluyordu. Yani
Marksizm kendi yenilgisiyle kandini doğruluyor ve bunu öngörmüş oluyordu: hukuk
hiçbir zaman ekonomiden üstün olamazdı. Yoksulluk temelinde sosyalizm olamazdı,
oldurmaya kalkılırsa bütün eski pislikler yine egemen olurdu.
Böylece Marksizm kendi kaderini de açıklayacak kavramsal
araçları bulunduğunu, hatta bunları öngördüğünü gösteriyor ve Soyyet
bürokrasisinin ve karşı devrimin başarısının açıklamasını yapabiliyordu.
*
Ama kapitalizm yayılmasını sürdürüyordu. Bu sefer sosyalist
hareket ve işçi hareket eski bakış açısıyla ve normal bir doğum olması halinde
kurtarılmış olacak geri ülkelere yayılmıştı, Kurtuluş savaşları başlamıştı.
Şimdi onları kurtaracak olanlar onların kendisin
kurtarmasını bekler olmuşlardı.
Öte yandan “ileri bir
ülke geri bir ülkeye geleceğini” (Marks) göstermiyordu artık, “az gelişmenin gelişmesi” ortaya
çıkmıştı. “Geç gelmenin faziletleri
değil, geç kalmanın reziletleri” damgasını vuruyordu bu kapitalizme geç
giren ülkelere.
Ve bu geri ülkeler, genellikle kapitalizm öncesinin büyük
uygarlık beşikleriydi. Çin, Hint, İran, Ortadoğu ve Akdeniz.
Tarihin bu tür bir gelişimi sonucu Türkiye’de Kıvılcımlı
gibi bir teorisyen bu sorunları açıklamak için bu eski uygarlık beşiklerinin
neden şimdi geri yeni ve yarı sömürgeler oldukları sorusuyla yüzleşti ve bu sorunun
cevabını aramak için Antik tarihe yöneldi ve antik tarihteki devrimleri de
anlamak için de uygarlık öncesi toplumların tarihine ve bunların karşılıklı
ilişkilerine yöneldi.
Yani Marksizm’in evrimi Marks-Engels’in bıraktığı (ve sonraki
Marksistlerce büyük bir ara verilmiş) noktaya yeniden dönüyordu.
Kıvılcımlı, bir bakıma Marks-Engels’in vasiyetini kaldıkları
yerden devam ederek yerine getirmeye çalışıyordu.
Tabii bu arada tarih alanında yepyeni bilgiler de birikmişti.
Tarih, Eski Yunan ve Roma’dan binlerce yıl öncesine, ta Sümerlere uzanmıştı.
Ayrıca Çin, Hint, İran gibi eski uygarlık beşiklerinin
tarihleri ve toplumsal yapılarıyla ilgili de oryantalistlerin yazdıklarını aşan
bilgiler birikmişti.
İşte bu temel üzerinde Kıvılcımlı da bu tarihin yasalarına
yöneldi. Bu tarihte elbet meta üretimi ticaret yollarını, ticaret yolları antik
tarihte genel gidiş eğilimini belirliyordu ama bu tarihte meta üretimi ve
ilişkileri sınırıydı. Sömürü esas olarak, ekonomi dışı cebir ile devlet tarafından
yapılıyordu.
Ve böylece Kıvılcımlı da, Rusya’daki karşı devrimi
açıklamaya çalışan ve Devlet ve Bürokrasi ile karşılaşan Troçki’den bağımsızca,
kapitalizm öncesi tarihi incelerken Devlet sorunu ile karşılaşıyordu.
Tarihin böyle bir gidişi ve bu gidiş sonucu sosyalist hareketin
geri ülkelere kaymasının ortaya çıkardığı ihtiyaçlar Marksizm’i Devlet
sorunuyla yüz yüze getiriyor ve iki büyük teorisyen birbirinden bağımsızca,
aynı sorunla tarihin başka bağlamlarında karşılaşıp benzeri sonuçlara
birbirinden habersizce ulaşıyorlardı.
Ne var ki, devlet sorunu belli bir tıkanıklığı aşamadı. Devlet
cihazının bürokratikliği ve güçlülüğü problematiği dışına, yani Marks’ın Paris Komünü
ve Lenin’in Devlet ve İhtilali’nin
kavramsal çerçevesi dışına çıkamadı ve daha derinleşemedi.
Çünkü sınıflar ve sınıf mücadelesi paradigması doğrudan
doğruya meta üretimine bağlı olarak ele alındığından bu konuyu ele alıp
açıklayacak kavramsal araçlar geliştirilemedi.
*
Marksizm’e göre, devlet her şeyden önce “bir üstyapı kurumu”
idi.
Ne var ki, Marksizm ise bir üstyapılar teorisinden yoksundu.
Kurucuların böyle bir zamanı olmamıştı sonra gelenler de bu
alanda fazla bir şeyler yapamamışlardı. Politik mücadele gereklerinin tüm enerjiyi
ve en iyi beyinleri yutması da buna pek fazla bir olanak bırakmıyordu.
Ama Stalinizmin yükselişi ve Avrupa’daki faşizm, ister
istemez, Alman burjuvazisinin güçsüzlüğünün ona müzik ve felsefe gibi keşfi zor
biçimler içinde kendi programını ifade etmesine ve bu nedenle devasa Alman felsefe
ve müzik geleneğinin gelişmesine yol açması gibi, kıta Avrupası’nda genellikle
işçi hareketine Stalinist partiler veya reformist partiler egemen olduğundan,
en iyi kafaların anlaşması en zor felsefe, metodoloji, estetik, edebiyat,
müzik, sinema, resim gibi alanlara yoğunlaşmasına yol açtı ve epey bir birikim
yapıldı.
Yani üstyapı alanında bir genel teori yoktu ama onun çeşitli
bölümlerine ilişkin derinleşen çalışmalar ve bir birikim ortaya çıktı.
Böylece Marksizm’in evrimi, Kıvılcımlı ve Troçki’de Marks’ın
evriminin devamı gibi bir yol izlerken, Batı Marksizmi’nde ve daha özel olarak
“Eleştirel Teori”de sosyolojiden
felsefe ve metodolojiye doğru tersine bir evrim geçirir oldu.
Öte yandan kapitalizm yayılmaya, değişmeye ve gelişmeye de
devam ettiğinden yeni olguları Kapital’deki
kavramlara dayanarak ve onları geliştirerek açıklama gibi bir görev de vardı.
Buna soyunanlar da oldu ve Troçkist gelenekten Ernest Mandel Geç Kapitalizm gibi çalışmalarıyla bu
alanda önemli katkılar yaptı.
Böylece Marksizmin doğuşunda dayandığı üç kaynak Marksizm
içinde üç farklı ve birbirinden ayrı vadilerde üç damar olarak kendi evrildiler.
Alman Felsefesi Batı Marksizmi geleneğine, İngiliz Ekonomi politiği Troçkist
geleneğe, Fransız tarihçiliği Kıvılcımlı’ya karşılık düştü.
İşte 1968 yükselişi olduğunda Marksizm’in durumu aşağı
yukarı böyleydi.
Marksizmin evrimi birbirinden bağımsız ve habersiz
kanallarda farklı ihtiyaçlara ve koşullara bağlı olarak sürüyordu, kısmi
ilerlemeler vardı ama genel bir teorik bütün, tüm bu katkıların bir araya
getirilip iç tutarlılığı olan kavramlarla sistemleştirilmesi yoktu.
Marksizm’i iyi kötü geliştirmiş veya geliştirmeye çalışmış bu
damarlar birbirinden de pek haberdar değildiler.
*
Bu farklı kanallarda akan evrimi bir ortak bütünsel teori
halinde toparlama gibi bir görevi bu satırların yazarı seksenlerin ortalarında
kendi çalışmalarının hedefi olarak tanımladı.
Biz aslında birikimsiz, taşralı, bir dil bile bilmeyen, gerekli
kültürel alt plandan yoksun ve sıradan bir Marksist militandık.
Ama tek bir şansımız olmuştu. Bu üç farklı geleneği de bilen
belki de tek kişiydik.
On yıllık hapislik bize Marksizmi derinliğine etüt etmek
için belli bir zaman ve imkan sağlamıştı. Marksizm’in suyunu kaynağından
içmiştik ve Kıvılcımlı gibi bir devin omuzlarında duruyorduk. Kıvılcımlı’nın
sınırlarına varınca, Troçki’nin ve Mandel’in omuzlarında durmuştuk. Avrupa’ya
çıkınca da “Eleştirel Teori”yi daha yakından tanıma olanağı bulmuştuk.
Bu üç geleneğin birbirini tamamladığını seziyor bu geleneklerin
katkılarını bir tek bütünsel teorik sistemde birleştirme gibi bir görevi
önümüze koyuyorduk.
Ancak bu arada, Marksizm iyice itibarını yitirmiş “Yeni Sosyal Hareketler” ortaya çıkmıştı.
Bu hareketler iktisadi ilişkiler içindeki konumlarına göre şekillenmiş insan
kitlelerine dayanmıyordu. Bu yepyeni bir olgu idi. Bunu klasik kavram sistemi
içinde açıklama gibi bir teorik sorun da ortada duruyordu.
Seksenli yıllarda aynı zamanda “Yeni Sosyal Hareketler” de denilen Kadın, Siyah, Barış, Ekoloji,
Ulusal Kurtuluş Hareketleri ve bu öznelerin ortaya çıkışı, bu özneler arasındaki
ilişkiler, bunların ortaya çıkardığı strateji, taktik, örgütsel sorunlar
üzerine yoğunlaştık.
Bu soruna “sermayenin gerçek
tarihsel hareketi” ve “eklemlenme”
veya “simbiyoz ilişkiler” gibi
kavramlarla bir açıklama sunduk.
Yani kapitalizmin eski üretim ilişkilerini veya diğer
ilişkileri tasfiye etmediği ama aynı zamanda onlarla simbiyoz bir ilişkiye
girerek onları yaşattığı ve hatta güçlendirdiği şeklindeki, Mandel ve
Kıvılcımlı’ya dayanan bir yaklaşımla bunları açıkladık.
Bu tıpkı Biyolojinin canlıları soyutlanmış olarak değil, hayat birlikleri olarak, bir ekosistem olarak tüm canlıların
birbiriyle ilişkisi içinde incelemesine benziyordu.
*
Ayrıca bu dönemde bizzat kendimiz bir göçmen olarak siyahlar
hareketinde yer aldığımızdan, dünya işçi sınıfının siyah ve beyazlar olarak bölündüğü,
beyaz işçilerin aradaki büyük fark ve siyahların çok büyük bir kitle olması
nedeniyle yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir dünyayı isteyecek, siyahların ise gerçekleştirecek
durumda olmadığı, bunun korkunç bir çıkmaz yarattığı gibi sonuçlara ulaştık ve
bu çıkmazdan çıkışı başka bir uygarlık tasavvurunun sağlayabileceğini
dolayısıyla başka bir uygarlığı programlaştırmak gerektiği gibi bir sonuca
ulaştık.
Bunun yanı sıra dünyanın bir tür apartheit sistemi olması ve
bu sistemin ulusların ve ulusal devletlerin varlığı ile olağan karşılanması
bizi uluslara ve ulusal devletlere karşı bir programın acil bir görev olduğu
sonucuna getirmişti.
Ayrıca Türkiye’de yükselen ve var olmaya devam eden Kürt
hareketine destek, onu inceleme ve onun sınırlılıklarını aşma sorunu da yine
bizi uluslar ve ulusçuluk sorunuyla karşı karşıya getiriyordu.
İşte farklı kanallardan (Avrupa’da ırkçılığa, Dünyada
Apartheida karşı mücadele, Türkiye’de Kürt hareketini destekleme) ulus ve
ulusçuluk sorunuyla karşılaştığımız sırada, yani yine seksenlerde, İngiltere’de
uluslar ve ulusçuluk konusunda bir “Kopernik
Devrimi” yaşanıyordu. Uluslar olduğu
için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardı.
*
Bu “Kopernik Devrimi”nden
oldukça erken bir tarihte, seksenlerin sonuna doğru haberdar oldum ve hemen
buradaki devrimci ve patlayıcı özellik dikkatimi çekti.
Bu teoriyi geliştirenlerin somut programatik sonuçlara
varamadığını, ulusları ve ulusçuluğu hala ulusçuların tanımladığı gibi
tanımladıklarını fark ettim ve bundan somut sonuçlar çıkarmaya çalıştım.
Ulusçuluk ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini (Gellner) savunmak olarak
tanımlanınca buradan Enternasyonalizmin de aslında ulusçulukla aynı ilkeyi
savunduğu ortaya çıkıyordu.
Bu aynı zamanda sosyalist hareketin neden hızla ulusal
hareketlere, ulusal hareketlerin niye sosyalist hareketlere dönüştüğünü de ve
sosyalist hareketler ile ulusal hareketler arasındaki geçişselliği de çok güzel
açıklıyordu.
Böylece Marksist bir ulus teorisi kurma ve uluslara ve
ulusçuluğa karşı bir program geliştirme konusunda bayağı bir ilerleme kat etmiş
oluyordum.
Uluslar, içinde mücadele edilecek tarafsız ortamlar değil, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken
yapılardı.
Sosyalistlerin uluslara ve ulusçuluğa karşı programı
enternasyonalizm değil, ulusal olanla
politik olanın çakışması ilkesine karşı çıkmak, bu bağı koparmak olabilirdi.
Türkiye gibi ülkelerde ise, gerici bir ulusçuluğa yani
devletin ve ulusun bir dille, dinle, etniyle tanımlanmasına karşı demokratik
bir ulus, devlet ve ulusçuluk için mücadele bir başlangıç aşaması olabilirdi.
*
Bu görüşlere ulaşmışken, birdenbire Marksizm’in aslında bir
Din Teorisi olmadığını, Dini programatik olarak Aydınlanma gibi kişinin özel
sorunu veya epistemolojik bir sorun olarak ele aldığını, sosyolojik olarak ele
aldığında ise, sınıf mücadelesi bağlamında bir ideoloji gibi ele aldığını görünce,
sınıfsız toplumlarda da din olduğuna göre “din nedir?” sorusuna ulaştım.
Ve dinin aslında bütün üstyapı olduğunu, onun somut ifadesi
olduğunu, bu analitik kavramın olgusal karşılığı olduğunu, yani toplumun sınırlarını ve tüm ilişkilerini düzenlediğin
gördüm.
Bir üstyapı teorisinin olmaması, tam da bir din teorisi
olmamasının bir görünümünden başka bir şey değildi.
Ayrıca böylece neden bir ulus teorisi olmadığı da ortaya
çıkıyordu. Marksizm, Dinin ne olduğunu anlamadığı için, modern toplumun da bir
dini olduğunu görmüyordu.
Çünkü bu din, dinin tanımıyla kurulmuş bir dindi. Dini özele ilişkin olarak, politik olmayan
olarak tanımlamanın kendisi bir dindi.
Bu görülemediği için modern toplumun dini, dolayısıyla dinin
sosyolojik olarak ne olduğu anlaşılmıyordu.
Ve bu nedenle Marksizm her ne kadar kapitalizme karşı bir
öğreti idiyse de fiiliyatta modern toplumun ilişkilerini ve dinini yaymanın
aracı olmak gibi bir tarihsel ve toplumsal işlev görmüştü.
Keza ulusların ve ulusçuluğun modern toplumun dini içinde
bir karşı devrim olduğu görülmüyordu.
Özel-Politik ayrımı dini (kapitalizm öncesi toplumun sınır
ve ilişkilerini) özele ilişkin, politik olmayan olarak tanımlayarak insanların
eşitliğini sağlarken, bu ayrım üzerinde politik
olanı ulusal olanla tanımlamak bir karşı devrim, Aydınlanmaya karşı ulusçu
karşı devrim oluyordu.
Ayrıca bu karşı devrim içinde ikinci bir karşı devrim daha
gerçekleşmişti ve bu ikinci karşı devrimle ulusal olan sadece lokal veya
territoryal olarak değil, dil, din, tarih, etni, soy vs. ile tanımlanıyordu.
Politik olan aynı zamanda devlete ilişkin olan demekti.
Devlet sorunu üzerine Kıvılcımlı ve Troçki yoğunlaşmalarının
pratik ve politik bir sonucu olmamasının, sadece devletin bürokratik karakteri
üzerine yoğunlaşmalarının eksikliği de ortaya çıkmış oluyordu.
Modern devlet otomatik olarak ulusal bir devletti ve
dolayısıyla karşı devrimci idi.
Ulusa karşı savaş ulusal devlete karşı savaş olmalıydı. Ya
da devlete karşı savaş ulusa karşı savaş olmalıydı.
Marksistler ise, ulusa değil, ulusçuluğa karşı olduklarını,
yani enternasyonalist olduklarını söylemişlerdi, ama ulusçuluk tanımları aslında ulusçuların ulusçuluk tanımları idi. Dolayısıyla
ulusçuluk ve ulular, sözde ulusçuluk karşıtı enternasyonalist bir söylem içinde
yayılmış ve kurulmuştu, yaygın Marksizm bu yayılışın basit bir aracı olması da
açığa kavuşuyordu. Enternasyonalizmin aslında ulusçulukla aynı ulusçuluk tanımı
ve anlayışında olması ile bu paradoks gibi görünen ulusları ulusçuluğa karşı
olan enternasyonalistlerin yayması ve kurması olgusunu da açıklıyordu.
Troçki ve Kıvılcımlı’da eksik olan bu yaklaşımdı, yani
nesnel olarak ulusçuydular ve ulusa karşı savaş diye bir sorunları hiç olmamıştı.
Devlet konusunda tıkanmaları tam da bu noktada gerçekleşmişti. Marks da Paris
Komünü’nü inceler ve Proletarya Diktatörlüğünü tanımlarken tam bu noktada
tıkanmıştı.
Marks’ın dediği gibi nasıl ezilenler bu bürokratik mekanizmayı sınıfsız toplum giderken kullanamazlarsa, onun ulusal niteliğini ve ulusları da kullanamazdı.
Marks’ın dediği gibi nasıl ezilenler bu bürokratik mekanizmayı sınıfsız toplum giderken kullanamazlarsa, onun ulusal niteliğini ve ulusları da kullanamazdı.
Çünkü ulus politik (yani Devlete ilişkin) bir “ceamat idi.
Böylece tekrar şu sonuca ulaşılıyordu: dünya devrimi için
savaş, sosyalizm için savaş, demokrasi savaş, ulusun içinde değil, ulusa karşı
bir savaş olmalıydı.
Türkiye gibi ülkelerdeki demokratik bir ulus ve devlet için
savaş da gerici ulusa karşı, yani ulusun (yani politik olanın, politik
birimlerin belirlenmesinin) bir dille, dinle, bir tarihle belirlenmesine karşı
bir savaş olmalıydı.
Bu sonuç ise önceki bütün program, strateji ve taktiklerin
değişmesi gerektiğini gösteriyordu.
*
Böylece Marksizm’in hem üstyapılar teorisinin temellerini
atmış genel kavramsal çerçeveyi kurmuş hem de gerek modern gerek antik tarihi
anlayacak bir yaklaşıma ulaşmış; hem Dünya çapında mücadele, hem de Türkiye
çapında mücadele için bu en gelişmiş teoriye dayanan programatik, stratejik,
taktik örgütsel sorunları ana hatlarıyla çözmüş bulunuyordum.
Dünya çapında program uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadele,
ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesine karşı savaş, nasıl tanımlanırsa
tanımlansın ulusal olanın da tıpkı aydınlanmanın dinler karşısında yaptığı
gibi, özele ilişkin olması
Bu sonuç aynı zamanda farklı bir uygarlığı programlaştırma
sorununu da çözüyordu.
Türkiye veya Ortadoğu veya dünyanın gerici ulusçuluğa göre
şekillenmiş bütün geri ve despotik ülkelerinde de ulusal olanın bir dille,
dinle, tarihle, soyla, ırkla vs. tanımlanmasına; merkezi ve bürokratik
mekanizmalara karşı savaş, yani demokratik bir cumhuriyet acil bir program
olarak işe yarayabilirdi.
Ayrıca sürekli devrim perspektifi de bu sefer demokratik
ulusçuluktan, uluslara karşı mücadeleye geçiş biçiminde yeniden ortaya çıkmış
oluyordu. Ulusun bir dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla tanımlanmasına karşı
mücadeleden; nasıl tanımlanırsa tanımlansın, tümüyle ulusal olanın politik olanla
çakışması ilkesinin reddi ve ulusal olanın kişisel sorun olmasına geçiş,
demokratik bir ulus için tutarlı bir mücadele ayakta kalabilmek için uluslara
karşı bir mücadeleye dönüşmek zorundaydı.
Çünkü ulusu bir dille, dinle vs. ile tanımlamak reddedilince
bu demokratik ulusun yaşaması için ulusun territoryal olanına da karşı
mücadeleye girmesi gerekiyordu ki, gelişmiş kapitalist ülkeleri kuşatabilsin.
*
Çalışmalar burada da kalmadı. Marksizm’in Yapı ve Özne çelişkisi diyebileceğimiz iki farklı açıklama ilkesi bulunuyordu.
Tarihi sınıflar ve sınıf mücadelesiyle açıklayan teori ile
tarihi üretici güçler, üretim ilişkileri, ekonomik temel ve üstyapı ile açıklayan
teori.
Bu iki farklı açıklama ilkesini Marks, devrimci sınıf aynı zamanda en büyük üretici güçtür diyerek Üretici
güç ve sınıf ilkesi arasındaki bir özdeşlikle birbirine bağlamayı denemişti.
Kıvılcımlı da Marks’ın izinden giderek, antik tarihte bu
sorunu çözmek için, komünün kolektif
aksiyon yeteneğini ve geleneği bir üretici
güç olarak tanımlayarak çözmeyi denemiş ve bu şekilde tarihsel devrimleri
açıklama denemesinde bulunmuştu.
Din tümüyle üstyapı olduğuna göre, üstyapı değişmeleri din
değişmeleri olarak gerçekleşiyordu.
Dinden dine geçişler ve dinlerin yayılmaları devrimlerdi.
Böylece Kıvılcımlı ve Marks’ın üretici güçler ile devrimi
gerçekleştiren gücü (sınıf veya barbarlar) aynı ortak paydada birleştiren teorik
açıklamasının yanlışlığı görülmüş, aynı zamanda olgularla çelişkisi de çözülmüş
oluyordu.
Evet sınıflar
devrim yapamazdı ve yapamamıştı. Çünkü sınıf bir toplumsal bir güç değil, bir
analitik kavramdı. Analitik kavramların somut karşılıkları somut işleri
yapabilirlerdi.
Ezilen sınıflar ancak yeni bir din aracılığıyla devrim
yapabilirlerdi. Sınıf analitik bir kavramdı, analitik kavramlar değil, somut
toplumsal güçler devrim yapabilirler.
Roma’nın köleleri değil, Hristiyanlar yapmıştı devrimi.
Mekke’nin plepleri değil, bu plepler Müslim olduklarında
devrim yapmıştı.
Paris’in donsuzları değil, yurttaşlar yapmıştı devrimi.
Rusya’nın işçileri değil, sekiz saat iş, demokratik
cumhuriyet, köylüye toprak diyen demokratlar, yurttaşlar yapmıştı devrimi.
İşçiler de işçiler olarak devrim yapamazdı.
İşçiler Türkiye gibi ülkelerde ancak Demokrat olduklarında,
yani ulusun bir dille, dinle, soyla, tarihle vs. tanımlanmasına karşı
savaştıklarında; merkezi ve bürokratik devlet yapılarını yıkmayı hedeflediklerinde;
dünyada ulusal olanın politik olanla (devletle) çakışması ilkesini reddedip
ulusal devletlere ve uluslara karşı savaştıklarında, tıpkı Müslim benzeri İnsan
olduklarında, devrim yapabilirlerdi.
Ve tarih boyunca, sınıflı toplumlarda devrimler tam da sınıf
mücadelesinin yasalarına bağlı olarak karşı devrimler ve özellikle devletler
tarafından, devlet olarak örgütlenmiş egemen sınıflar tarafından ele
geçiriliyorlar ve karşı devrimci biçimleri egemen oluyordu.
Devrimler karşı devrimci biçimleri içinde yayılıyorlardı.
Aydınlanma devriminin karşı devrime uğramış ulusçuluk
biçiminde yayılması gibi.
İslam’ın Muaviye egemenliğinde bir devlet dini olarak
yayılması gibi.
Buradan hareketle politik mücadelenin kavramları da tamamen
alt üst oluyordu.
Partiler sınıf mücadelesinin araçlarıdır. Sınıfların devrim
yapamadığı gibi partiler (Mezhepler, tarikatlar da kapitalizm öncesinin
partileriydi) de devrim yapamaz ve yapamamıştır. Devrimleri dinler yapar.
Hristiyanlık Yahudilik içinde bir tarikat oluğunda hiçbir şey
yapamazdı. Ancak Paulus eliyle bütün dinleri bölen bir yeni din olarak ortaya
çıktığında bir devrim yapabilmişti.
İslam da başlangıçta Mekke’nin pleplerine dayanan bir parti karakteri taşıyordu. Ancak var olanlar karşısında yeni bir din olduğunda devrim yapabilmişti.
İslam da başlangıçta Mekke’nin pleplerine dayanan bir parti karakteri taşıyordu. Ancak var olanlar karşısında yeni bir din olduğunda devrim yapabilmişti.
Modern toplum yeni bir din olarak ortaya çıktığında,
Protestanlığın sınırlarını parçaladığında ancak tüm dünyaya egemen olmuştu. Tabii
karşı devrimci biçimi olan uluslar ve ulusçuluk biçiminde.
Görev uluslara ve ulusçuluk dinine karşı, yani ulusal olanın
politik olanla çakışması ilkesine karşı mücadeledir. Böylece tekrar ulusların tarafsız
ortamlar değil, kendisine karşı mücadele edilecek yapılar olduğu önermesi
tekrar doğrulanmış oluyordu.
O halde devrim yapabilmek için bir din olarak ortaya çıkmak
gerekir.
Modern ulus politik bir cemaat, yani devlete ilişkin bir
cemaat olduğundan, modern devlete karşı, ulusa karşı bir devrimci hareket,
topumu, bir anti ulus olarak, bir demokratik ulus olarak ortaya çıkılarak
devrim yapılabilir. Bu ise var olan devletin karşısında demokratik bir devletin
veya ulusa dayanmayan bir devletin tohumu olan mekanizmaları bu toplumun
bağrında tohum halinde oluşturmayı gerektirir.
Bu gibi sonuçlar, bütün bilinen, alışılmış politika ve strateji anlayışını alt üst ettiği gibi, neden modern toplumdaki bütün devrimci kabarışların birer ikili iktidar, üzerinden gerçekleşme eğiliminde olduğunu da göstermekteydi.
Bu gibi sonuçlar, bütün bilinen, alışılmış politika ve strateji anlayışını alt üst ettiği gibi, neden modern toplumdaki bütün devrimci kabarışların birer ikili iktidar, üzerinden gerçekleşme eğiliminde olduğunu da göstermekteydi.
Buna bağlı olarak bir karşı “iktidar”ın tohumu olacak
biçimlerin örgütlenmesine yönelik, örgüt, mücadele biçimi, strateji ve
taktikler geliştirmeye başladık. Bunları her fırsatta fiilen öneriyoruz.
*
Buraya kadar kısaca özetlenen Marksizm’in evrimidir.
Bizim katkımız, Marksizm’in ekonomi temeli ve sınıflarla sınırlı
kalmış Marksist kavram sistemini bir üstyapılar teorisiyle (Din ve bunun özel
bir hali olan ulus) geliştirmek, toplumu ve onun tarihini daha derin ve daha
dakik olarak açıklayacak bir kavramsal temel sağlamak olmuştur.
Bu çabalar, sonradan gelecekler için bir temel sağlar.
Elbette yapılacak çok iş vardır.
Burada kısaca özetlenen evrimin ve sonucu olan teorik
sistemin kendisi bile dört başı mamur olarak formüle edilmiş olmaktan uzaktır.
Tıpkı Marks’ın tarih çalışmaları gibi fragmanlar şeklindedir ya da politik
mücadele içinde somut sorunlara ilişkin değinmeler biçimindedir.
Bunları tamamlayacak, daha somutlayacak bu teori ışığında
açıklanmamış olayları da açıklayabilecek çalışmalar yapılmalıdır.
Bizim ömrümüz ve gücümüz buna yetmeyecek. Bu iş sonra
geleceklerin sırtına kalıyor.
Bunların bazılarını son zamanlarda yazdığımız “Bir Devrimin Eşiğinde”
gibi yazılarda yine fragmanlar şeklinde kısmen ele almaya çalıştık. Ama bunlar
sonradan geleceklere küçük ip uçları vermekten başka bir şey değildir.
İşte Marksizm’in durumu budur.
*
Şimdi bir de bugün İstanbul’da yine Marks’ın 200. doğum
yıldönümü vesilesiyle yapılan iki toplantını konularına bakınız.
Birinin adı “Marksizm
sempozyumu Güncel bir kuram olarak Marsizm, Karl Marks 200 Yaşında”
Sunuş ve içindekileri okuyun. Burada anlatılanlarla bir
ilişkisi var mı?
Yok.
Orada başka bir Marksizm, Marksizm olmayan bir Marksizm var.
Orada başka bir Marksizm, Marksizm olmayan bir Marksizm var.
*
Diğerinin adı Marksizm
2018: Aslolan Dünyayı Değiştirmektir
Onun programına da bakın. Konuşanlar bırakın Marksizm’in
genel evrimi veya buna katkı gibi sorunları ele almak bir yana veya buna katkı
bir yana, çoğu Marksist olarak bile kendini tanımlamıyorlar
*
Biz hemen görüleceği gibi bütün bu Marksizmlerin karşısında
bir yerdeyiz.
Marksizm’i eleştiriyor ve geliştiriyoruz.
Onlar ise liberallerle, ulusalcılarla Marksizm anmaları
yapıp bu anlatılanlar karşısında yokmuş gibi davranıyorlar.
Susuş da savaşta bir hiledir.
Marksizm’e karşı savaş Marksizm bayrağı altında böyle
yürütülmektedir.
Şu formülasyon bizi yazının başına döndürür ve onlarla farkımızı
daha iyi ortaya koyar:
Yukarıdaki Marks
anmaları ve yazıların çoğu şu önermeyi tekrarlıyor veya ona göndermelerde
bulunuyor: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”
Marks’ın bu önermesi, henüz Marksist olmadan, yani tarihsel
maddeciliği ya da sosyolojiyi, toplumun genel hareket yasalarını keşfetmeden
önceki bir önermesidir. Tezde belirlenen görevi yapmak için gereken yol kat
edildiğinde keşfedilen ise tarihin ve toplumun hareketin yasaları olmuştur.
Toplumun bilimi ortaya çıktığı, yani tarihin hareket yasaları
formüle edilmeye başlandığı noktadan itibaren, Toplum, felsefenin bir konusu olmaktan çıkar, bizzat felsefe toplumun biliminin bir konusu olur.
Çünkü bizzat felsefenin kendisi de bir toplumsal olgudur. Ve bir toplumsal olgu
olarak ele alınıp açıklanması gerekir.
Bu durumda, 11. Tez’i, Marks’ın bu başlangıç önermesini, Marksizm’in (Sosyolojinin,
Tarihsel Maddeciliğin) şu şekilde yeniden formüle etmesi gerekir:
“Şimdiye kadar
filozoflar (veya felsefe) dünyayı anlamaya ve değiştirmeye çalıştı, oysa sorun felsefenin ve filozofların, yani
dünyayı anlama ve değiştirme çabasının ne
olduğunun sosyolojik olarak açıklanmasıdır.”
Önerme böyle formüle edildiği anda yine bizzat felsefe
tarafından formüle edilmiş bilim, din, felsefe kavramları, bizzat sosyolojinin
konusu haline gelir. Bu kelimenin gerçek anlamıyla bir “Kopernik Devrimi” olur.
Bu devrimin ve Marksizmin evriminin bize gösterdiği de şudur:
Marksistler dünyayı değiştirme çabası içinde oldular, şimdi
görev onu anlamaktır. Anlamadan değiştirmek mümkün değildir. Ama anlayabilmek
için de değiştirme çabası içinde olmak gerekir.
Burada anlatılan evrimin geniş bir özeti ve sonuçları Marksizmin
Marksist Eleştirisi adlı kitapta daha geniş olarak ele alınmaktadır. Kolaylıkla
indirilebilir: https://yadi.sk/d/MJFiKAlj328QtJ
6 Mayıs 2018 Pazar
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:https://steemit.com/tr/@demiraltona/marks-in-dogumunun-200-yilinda-marksizm-in-evrimi-uezerine
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder