5 Ekim 2017 Perşembe

Oktay Etiman’ın Ardından “Dev-Genç’in Delikanlısı”

"DESTINY IS CHARACTER - İnsanın alınyazısı mizacıdır"
Oktay'ın bir paylaşımı
Birkaç saat önce neredeyse yarım yüzyıllık dostum, arkadaşım, yoldaşım Oktay Etiman’ı kaybettiğimizi öğrendim.
Son birkaç günde ses çıkmayınca bu haberi bekler olmuştuk.
Aşağıdaki yazı Oktay yaşarken, onun için düşünülen bir armağan kitabı vesilesiyle yazılmıştı.
Oktay henüz hasta değilken, Oktay için bir armağan kitabı yazma projesi ortaya çıkmıştı. Bu kitaba benim de katkıda bulunmam istenmişti.
Ama bir süre sonra, bundan bir yıl kadar önce, Oktay hastalığını bildirdi, kanserin metastaz yaptığını söyledi. Ama morali yerindeydi.
Daha sonra Armağan kitabını derleyen Muazzez Avcı, Oktay’ın hasta olduğunu ve kitabı yaşarken çıkarmak istediğini söyledi.
Aşağıdaki yazı bunun üzerine yazıldı. Kitabın Oktay yaşarken yayınlanması ve kendisinin okuyacağı düşünülüyordu.
Ancak hasta olduğunu bildiğimden içinden bir türlü bitirmek gelmiyordu. Yazıyı aslında bitirmiş sayılırdım ama bir türlü son noktayı vuramıyordum. Sanki son noktayı vurduğumda Oktay da ölecekmiş gibi geliyordu; yazıya son noktayı koymayarak Oktay’ın ömrünü uzatıyormuşum gibi geliyordu bana. Biliyorum, saçma ama böyleydi.
Bu arada Muazzez Avcı’dan da pek ses çıkmamış ve bir daha yazıyı istememişti.
Bir süre önce öğrendim ki, meğer Oktay’la buluşmuşlar kitap hazırlığı ve bir söyleşi için ama araya başka şeyler girmiş olmamış. Sonra da uygun zaman olmamış. Hastalık da ağırlaşınca Oktay’ın iyileşmesi beklenmiş.
İşte aşağıdaki satırlar Oktay’a armağan kitabı için ve sağlığında okuyacağı düşünülerek yazılmıştı.
Kendisinin okuması kısmet olmadı.
Birkaç küçük ve önemsiz üslup düzeyindeki düzeltme dışında hiç dokunmadan olduğu gibi yayınlıyorum.
Aslında Oktay’ın okuması için yazmıştım. Oktay’ın ardından yazılan bir yazıya dönüştü.
5 Ekim 2017

Dev-Genç’in Delikanlısı

Eşi Selçuk Avcı ile Niğde Cezaevi’nde yattığım Muazzez Uslu Avcı, yanlış hatırlamıyorsam Sezai Sarıoğlu’nun tertiplediği, şiirli, müzikli ve muhalif, “bizim mahalle”den dostların bulunduğu ve buluştuğu bir gecede, bana Oktay Etiman ile ilgili bir kitap hazırlamayı düşündüğünü ve bunun için benden de bir yazı isteyeceğini söylediğinde ne kadar sevindiğimi anlatamam.
Benim de Oktay Etiman hakkında bir şeyler söylemeye değer görülmüş olmam ve yazı istenmesi, hayatımda aldığım en onur verici görevlerden biriydi.
Orada Muazzez’e de , Oktay’ın, Türkiye devrimci hareketinin kadri bilinmemiş bir değeri olduğunu; bunu düşünmekle ve iş edinmekle çok büyük bir eksikliği kapatacağını söylediğimi hatırlıyorum.
*
Bir süre önce, Muazzez tekrar beni aradı ve artık yazıyı istediğini söyledi.
En kısa zamanda yazıp yollarım dedim.
Ama yazıya oturunca nasıl altından kalkması ağır bir görevin altına girdiğimi; Oktay’ın önemine ve değerine uygun bir yazı yazabilmek için hiç de hazır olmadığımı gördüm.
Diğer yandan da Referandum yaklaşıyordu, bizlerin saflarında müthiş bir dağınıklık ve umutsuzluk egemendi. Eğer ne yapıp edip, bu referandumda Erdoğan’ı yenilgiye uğratamaz isek, onlarca yıl sürebilecek bir İslamcı-Türkçü bir faşizmin yerleşmesi işten bile değildi. Bu nedenle varımızı yoğumuzu ortaya koyup bu ölüm kalım savaşını kazanmak gerekiyordu. Gerçi kazansak tehlike gitmiş olmayacaktı ama en azından bu bir toparlanma sağlar; kartların yeniden karılmasına, yenilgi ve umutsuzluk atmosferinin dağılmasına yol açabilirdi.
Bu nedenle hemen her gün bir yazı ile bu #HAYIR kampanyasına bir katkı bulmaya çalıştım ve çalışıyorum.
Ama aklımın bir köşesinde de hep, Oktay için yazacağım yazı.
Belki de bu #HAYIR’a yoğunlaşma, Oktay’la ilgili yazıyı yazmayı ertelememi kendime karşı meşru göstermeye yarayan bir bahane oluyordu.
Yoksa aslında yazı yazmakta zorlanan bir insan değilimdir.
Ama ne yaparsam yapayım yazmaya oturunca bilgisayardaki bomboş sayfaya bakıyor; sonra acaba şu gelişme ne oldu, bu olay ne oldu diye yine kendime bahaneler bulup, çeşitli site ve yayınlara bakarak bir kelime bile yazamadan saatleri geçiriyordum.
Acaba Muazzaz’e beni affetmesini, Oktay için bir yazı yazabilecek durumda olmadığımı mı söyleseydim?
Ama bu da görevden kaçmak olurdu.
Kaldı ki, böylesine önemli gördüğüm bir çalışmaya katkıda bulunamamayı kendime de açıklayamaz ve kendimi de affedemezdim.
Böylece ha bugün, ha yarın diye günler geçerken, Muazzez tekrar “yazı hazır mı?” diye sordu.
#HAYIR yazıları bahanesine sığınarak “yok henüz yazmadım” dedim.
Muazzez, birçok kişinin yazıp yolladığını; benim ve daha bir iki kişinin daha kaldığını söyleyince kaçacak delik kalmadı. Birkaç gün müsaade istedim ve kendime bugüne kadar bir süre tanıdım.
Birkaç saat sonra sürem bitecek. Ama hala bir şey yazmadım.
Bir yazıya bir kere başlayınca o kendisi akacağı yatağı bulur.
Bazen böyle, şimdi olduğu gibi, bir yazıya bir türlü başlayamadığım durumlarda baş vurduğum bir “hile” vardır. O yazıyı yazmaya nasıl ve ne kadar zorlandığımı anlatarak başlarım.
Şimdi de bu hileye baş vurdum ve Oktay’a armağan için yazıyı yazmaktaki zorlanmalarımı bu satırlarda anlatarak, sahanın kenarında maça çıkmak için ısınan bir oyuncu gibi ısınmaya çalıştım.
*
Delikanlı” sözcüğü, “genç erkek” anlamının yanı sıra, sözcüğü sözcüğüne anlaşılırsa, “kanı kaynayan, yerinde duramayan” gibi bir anlama sahiptir.
Kim bilir belki kökeninde tam da böyle bir anlamı vardı. Ama bugünkü kullanımda anlamı sözcüklerden bağımsızlaşmıştır. Sözüne güvenilir, insanlara karşı saygılı ve hak güder, bir sözü söylemeden, bir davranışı yapmadan önce önünü ardını düşünen; ama gereğinde sözünü sakınmayan, dobra dobra da konuşan; kısaca sırtını verebileceğin; seni yolda bırakmayacak gibi sıfatlarla tanımlayabileceğimiz bir anlam kazanmıştır.
Kim bilir, belki de bu yüzden, kelimelerinin çağrıştırdığı ile kazandığı anlam arasındaki bu farklılık nedeniyle, “ağır” sıfatıyla birlikte “ağır delikanlı” biçiminde kullanılması yerleşmiştir.
Oktay Etiman, Dev-Genç’in “ağır delikanlı”sıydı.
Elbet tüm Dev- Gençlilerde bu özellikler vardı. Hepsi delikanlıydı. Aydınlık bir alın, parlayan ve gülümseyen gözler ve ille de o sarkık bıyıklar.
Hepsi birbiriyle aynı göz hizasından konuşan, sözlerini sakınmayan, birbirlerine güvenen, birbirlerini seven, ama kendilerinden daha yetenekli, bilgili, tecrübeli gördüklerini de öncü ve önder olarak tanımaktan da çekinmeyen, hatta öylelerini öne geçmeye teşvik eden komplekssiz gençlerdi.
Ama Oktay’ın haline, tavrına, ses tonuna, konuşmasına sinmiş; kim bilir belki de Adanalılığından gelen, tam da o “ağır delikanlı” kavramına denk düşecek bir imge olmaya uygun bir özellik vardı.
En azından bana öyle gelirdi.
Şimdi yetmişlere merdiven dayadık, ama Oktay’ın o delikanlı tavrını hala koruduğunu söyleyebilirim.
Oktay kafamda hep bir “delikanlı” imgesi olarak yer etmiştir.
Ve Oktay sadece hali, tavrı, oturup kalkması, ses tonu ile değil; tüm yaşamı ve duruşu ile de gerçek anlamda bir “delikanlı” olmuştur.
Ve aynı zamanda sözcüklerin motomot anlamıyla da gerçekten bir “delikanlı”, bir genç olarak, bir Dev-Genç’li olarak kalmıştır.
*
“Peki niye Dev-Genç?” diye sorulabilir.
Oktay THKP-C’nin önde gelen bir militanıydı ve sonraki kuşaklarca genellikle o yanıyla bilinir.
Niye THKP-C’nin değil de “Dev-Genç’in Delikanlısı”?
Gerçi benim Oktay’ı ilk gördüğüm ve tanıdığım zamanlarda henüz Dev-Genç, Dev-Genç adını bile almamıştı, adı FKF (Fikir kulüpleri Federasyonu) ve İstanbul’da da DÖB (Devrimci Öğrenci Birliği) idi.
Ama işin bu formel ya da hukuki yanı bir tarafa bırakılırsa, Oktay’ı bir Dev-Gençli olarak tanıdım diyebilirim.
Bu arada kendi açımdan şunu belirteyim ki, gözümde, Dev-Gençlilik, sonradan Dev-Genç’ten çıkan bütün hareketlerden, (THKO, Mihriciler, THKP-C, Doktorcular) daha yüksek ve önemli bir yerdedir.
Belki bu nedenle, Oktay’ı sonra içinde bulunduğumuz eğilim veya örgütlerin dar sınırlarına sığdırmaya gönlüm razı gelmez.
Ama bundan daha öte bir şeyler de olduğunu sanıyorum.
Bizler, Dev-Gençliler, (Buna “Kırmızı Aydınlıkçılar” da denebilir, FKF’nin Dev-Genç olduğu kongrede, Doğu Perincek’in lideri olduğu, sonra Beyaz Aydınlıkçılar adını alacak ekip ile de bölünmüştük)  aslında 1970 sonuna kadar bir aradaydık, ayrılmalar olmamıştı.
Dev-Genç içinde, THKP-C, THKO, Mihriciler, Doktorcular şeklindeki ayrılıklar 15-16 Haziran işçi hareketlerinin ardından gelen o yaz aylarında şekillenmeye ve sonbaharda kesinleşmeye başladı.
Her şey birkaç ay içinde olup bitti ve ayrılıklar aslında bizler o ayrılıkları bile ayrılık olarak görmez iken, birden olayların akışıyla kesinleşti. Daha doğrusu hızlanan olayların baskısı bizleri başka vadilere sürükledi. Oturup doğru dürüst tartışamadık. Birbirimizi ikna etmeyi deneyemedik. Kafamızdaki soruları ortaya koyamadık.
Bazıları bir yere yeni geldiğinde “henüz ruhum gelmedi” der. Bizlerin de ruhlarımız ayrılmamıştı ayrıldığımızda. Hala birbirimizi seviyor ve sayıyorduk, ayrılıkları biraz oyun gibi yaşıyorduk.
Sonraki kuşakların anlaması güç bir ortaklığımız vardı, birbirimize karşı sevgi ve saygımız; o günlere özlemimiz baki kaldı.
Bu ayrılıklar, örneğin bir Beyaz Aydınlıkçılarla ayrılık gibi bir ayrılık olmamıştı.
Sanki bir ormanda çıkış yolu arayan ve ilerde tekrar buluşmak üzere, farklı yönlerde keşfe çıkan bir gruplar gibiydik.
Yani aslında ayrı örgütlerdeki hayatımız, 1970 sonbaharında başlar, kışa doğru kesinleşir denebilir. Bu tarih kabaca 1971 başına kadar uzar.
Zaten yuvarlak hesap bir yıl sonra da arkadaşlarımızın çoğunu kaybetmişizdir, kalanlarımız da hapistedir veya kaçaktır.
Böyle bakılınca bizlerin ortaklaşa yaşadığımız, aynı havayı soluyup, aynı tartışmaları yaptığımız, aynı kitapları okuduğumuz, aynı eylemlerde yer aldığımız dönem 1968 baharından 1971 başına kadar olan dönemdir.
Bu Türkiye tarihindeki gerek entelektüel, gerek teorik, gerek kitle hareketleri, gerek mücadele biçimleri bakımından eşi benzeri bulunmayan en zengin dönemdi denebilir.
Ve bizler, Dev-Gençliler, dönemin en canlı, en entelektüel, en teorik, en hareketli ve kitlesel noktasında; fırtınanın merkez üssündeydik.
Ve üstüne üstlük, gençliğimizi soluyorduk.
Hayatlarımızda sonraki hiçbir zaman bu dönemle kıyaslanamaz.
Ayrıca bu ortaklık sadece bu dönemle de sınırlı değildir. Dev-Gençlilerin ardında farklı yerlerde de olsa benzer bir geçmiş vardır.
27 Mayıs sonrasının o özgür atmosferi ve entelektüel canlılığı; Yön dergileri, hatta sosyalist bile olmadan, Sartre, Kafka vs. okumalar, TİP’in yükselişi. Hepimiz bu atmosferi solumuştuk ergenlik çağlarımızda.
Hepimiz aynı zamanda bir şekilde TİP ile bağlantılı bir geçmişten geliyorduk.
Ve öğrenci, işçi, köylü hareketlerinin adeta senkronize olarak yükseldiği bir dönemde, Türkiye’nin üç büyük şehrinin üniversitelerinde bulunmak gibi bir şansımız olmuştu.
Ayrıca hepimiz genellikle bölümlerimizin başarılı ve dikkati çeken öğrencileriydik.
Çoğumuzu önünde sistem içinde kaldığımız takdirde iyi bir gelecek ve mevki bulunuyordu.
Ve hiçbirimiz buna değer vermiyor; kaderimizi ezilenlerin kaderiyle birlikte görüyor ve onunla birleştirmeye çalışıyorduk.
Bütün bunlar bir araya gelince, Dev-Genç çok özel bir örgüt olmuştu.
Aslında hiçbir bürokratizmi, hiyerarşisi olmayan; aynı amaç için bir araya gelmiş; önderliğin ya da otoritenin bir kurumsal yetkiden ya da idari bir karardan değil; öngörüden, diğer eşitlerin “önümüze geç” deyişinden kaynaklandığı; herkesin her an “eşitler içinde birinci” olduğu, Engels’in “devlet olmayan devlet” sözlerinden ilhamla, “örgüt olmayan bir örgüt”tü Dev-Genç.
*
Dev-Genç’i bugünkü kuşaklar pek gözlerinde canlandıramayabilirler.
Dev-Genç’in devlete, dernekler kanunu nedeniyle adlarını vermek, dolayısıyla kongrelerde seçmek zorunda olduğu yöneticiler, isimler, vs. yanıltabilir.
Dev-Genç’te resmi organlar, ilişkiler ile gerçek ilişkiler çakışmaz.
Örneğin Dev-Genç’in “Genel Merkezi” Ankara’dır. İstanbul’da “Bölge Yürütme” vardır.
Bu, işin formel, hukuki, dernekler kanununa uygun kısmıdır.
Ama aslında, gerçek ilişkiler içinde İstanbul Bölge Yürütme Ankara’daki Merkez’in altında bir organ değildi.
İstanbul en azında Ankara’daki merkez gibi, onunla aynı göz hizasında, hatta kimi zamanlarda daha önde gelen bir “Bölge Yürütme”ydi. Ya da “Genel Merkez”, bir tür “Ankara Bölge Yürütme” gibi de düşünülebilirdi. Gerçek duruma böyle bir adlandırma daha uygun düşerdi.
En küçük bir bürokrasi yoktu. En küçük bir hiyerarşi yoktu.
Bütün Dev-Genç militanları aynı göz hizasındaydı. Belli insanlar öne çıkıyorsa, bu onların idari veya hukuki yetkilerinden değil; arkadaşlarının onlardaki bilgi, görgü, tecrübe veya atılganlık karşısında geri çekilmeleri ve onların öncülüğünü tanımalarıyla, İslam’ın devrimci döneminin bugün gerçek anlamını yitirmiş deyişiyle “biat” etmeleriyle ilgiliydi.
Kimsenin tanımadığı birinin, Dev-Genç içindeki ilişkilerde, sözünün ağırlığı çok fazla olabilirdi. Örneğin Deniz ve Sinan geniş öğrenci kitlesinin tanıdığı liderler idi. Ama onlar, THKO’yu kuranlar içinde, geniş kitlenin tanımadığı ve adı hala Deniz ve Sinan’ın gölgesinde kalan, Hüseyin İnan’ın önderliğini tanımışlardı.
Oktay Etiman da böylelerden biriydi. Ama Oktay hep kendini geri çeker sıradan, görevini yapan bir militan konumuna çekilirdi. Ama herkes bunun böyle olmadığını bilir Oktay ve Oktay gibilerin ne diyeceğini ne yapacağını dikkatle izler, onu bir kerteriz noktası gibi alırdı.
Oktay’ın adı bugün dar çevreler dışında pek bilinmeyebilir.
Ama Dev- Gençliler içinde, bugün bir şekilde tanınmış, Dev-Genç’li ve 68’li diye bilinen nicelerinin önünde bir yeri vardı ve hala da vardır.
*
Yeni kuşaklar şunu iyi görmeli.
Dev- Genç aynı zamanda, taktik esneklikler de gösteren; tüm öğrenci kitlesini de örgütlemeye, mücadeleye çekmeye çalışan; resmen tanınmış derneklerde de öğrencilerin çoğunluğunun oylarını alarak etkisini arttıran bir örgüttü.
Bu nedenle ortalama bir Dev-Genç militanı kadar sosyalizme yakın olmayan veya o kadar militan ve diğerkam olmayan; ama öğrencilerin geniş kitlesinin eğilimlerine daha yakın kimi isimler de çeşitli derneklerin yönetiminde Dev-Genç tarafından aday gösterilebiliyor ve desteklenebiliyor, bunlar da ister istemez daha çok tanınabiliyordu.
Hatta şimdi 68’li diye bilinen meşhurların çoğu da böyle kişilerdir.
Ama çoğu durumda, öğrenci kitlesi ve kamuoyu tarafından çok daha fazla bilinen, tanınan öne çıkmış bu gibi isimlerin Dev-Genç içindeki ağırlığı, en sıradan bir Dev-Genç militanınınki kadar bile olmayabilirdi.
Özetle, yükselen bir kitle hareketi ve bu harekete dayanan; onunla birlikte yükselen bu örgüt gibi bir örgütü bir daha görmedi ve yaşamadı o kuşak.
En azından ben hep öyle öyle hissetmişimdir; hep Dev-Genç günlerini aramışımdır.
Sonra birçok örgüte girdim ama hiçbirinde o DÖB veya Dev-Genç’teki yoldaşlığı, dayanışmayı, güvene dayalı ilişkileri bulamadım. Hep o dönemin atmosferini, ilişkilerin aradım; sonraları neredeyse bütün yaşamım boyunca, hep “ben burada ne arıyorum?” duygusuyla yaşadım.
Bu duygunun benim kuşağımda herkeste belli bir ölçüde olduğunu düşünüyorum.
Bu duygunun Oktay’da da olduğunu düşünüyorum.
Bu yönde, benzer duyguları paylaştığımız epey konuşmalarımız da oldu.
Ama en somutu, benim için de çok onur verici olan şu paylaşımı.
Oktay’ın sayfasında paylaşımlarına bakarken eski bir paylaşımına rastladım benimle ilgili. Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetesinde yayınlanan, bir devrimci olarak yazdığım ilk yazıyı paylaşmıştım yıllar sonra. Onu, benim için onur olan şöyle bir notla paylaşmış Oktay da:
“60'ların devrimcileri nasıl insanlardır hakkında:
Bizim dönemde sadece yazdıklarından dolayı 11 yıl hapis yatmış olan Demir Küçükaydın'ın 21 yaşında iken yazdığı ve 1970 yılında yayınlanmış, günümüzde belge niteliğindeki ilk yazısı.” (9 Aralık 2016)
Burada Oktay’ın koyduğu başlık da o döneme ve o dönemin insanlarına çok özel bir değer verdiğinin en açık delili: “60’ların devrimcileri”, yani örgütsel ifadesiyle Dev-Gençliler.
Bu nedenle “Dev-Genç’in Delikanlısı”.
Belki de ben ne kendimi, ne Oktay’ı; ne de o zamandan kalan diğer arkadaşlarımı hiç bir zaman, artık sonradan iyice içine kapanan o örgütlerin birer elemanı olarak görmediğim veya görmeye alışamadığım için böyle diyorum.
O nedenle, Oktay benim için THKP-C’li olmadı hiçbir zaman. Bir Dev-Gençliydi, bir Dev-Gençlidir ve öyle kalacaktır.
O başka bir yönde çıkış aramaya giden bir gruptaydı sadece.
O nedenle “Dev-Genç’in Delikanlısı”.
*
Oktay’ı ilk kez ne zaman gördüm?
Hafızam beni yanıltıyor olabilir ama sanırsam Samsun Ankara yürüyüşünden geldiğimizde, “Siyasal”ın yurtlarının altındaki o geniş alanda.
Günlerce yürümüştük. İç Anadolu’nun kara iklimi nedeniyle geceleri çok soğuk olduğu için, çoğumuzun dudakları yarılmış, yüzü yara olmuştu; yürüyüşten tabanlarımız patlamıştı. Yorgun ve kirliydik.
Son geceyi karlı ve soğuk Elmadağ’da bir kahvede sandalyelerin üzerinde geçirmiştik. Sabah Mihri Belli ve Kadri Kaplan’lar gelmiş. O zamanlar aklımın almadığı bir nedenle, Ankara’ya yürümeyeceğimiz bildirilmişti. O zamanki ruh halimle hiç sorgulamamıştım. Ben bir militandım, yüksek politikadan anlamazdım. Ayrıca ilk tecrübelerimi yaşıyor, kimseyi tanımıyor, hiçbir şeyi bilmiyordum. Benim için önemli olan üzerime düşen görevi hakkıyla yerine getirmekti. Samsun’dan Ankara’ya yürüyeceğiz denmişti ve hiç aksatmadan yürümüştüm. Görevimi yapmıştım.
Sonra otobüslerle Ankara’ya geldik ve biz İstanbullulara Siyasal’ın yurdunda gösterdikleri bazı odalarda kalabileceğimiz söylendi.
Siyasal’ın yurdu kaloriferli bir binaydı; bir duş almak, biraz temizlenmek gibi konforla tanışmıştık. Cepheden izine gelmiş askerler gibiydik.
Pek kimseyi tanımıyordum. Gerçi yürüyüş boyunca birçok arkadaşla tanışmıştık ama İstanbul ve Ankara tanışıklıkları yeni yeni oluşuyordu.
Yurtların altındaki o geniş alanda, genellikle kaloriferlere yakın oturan, üçerli beşerli sohbet eden çeşitli gruplar vardı. Hepsine yanaşıp, biraz dinleyip tanımaya, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam bu gruplardan birinde ilk kez Oktay ve Hüseyin Onur dikkatimi çekmiş olmalı.
Sonradan Oktay’ı hep birlikte olduğu Hüseyin Onur ile görürdüm. Hiç birbirlerinden ayrılmazlarmış gibi gelirdi bana. O delikanlı havası ikisinde de vardı. Ama Oktay’da daha belirgindi.
Biz İstanbullular, yani DÖB’lüler veya Deniz’in Çin Halk Cumhuriyeti’ne nazire deyimiyle, “DÖB Halk Cumhuriyeti”nin ahalisi, ikisini de çok sever, çok tutardık.
O zamanlar biz İstanbullular, Ankara’ya her gidişimizde genellikle ya Siyasal’ın; ya da ODTÜ’nün yurtlarında kalırdık. Ama daha ziyade Siyasal’ın. Dolayısıyla Siyasal’daki arkadaşları daha iyi tanırdık.
Gerçi “Siyasal” diyoruz ama Ankara Hukuk ve Basın Yayın da beraber olduğundan bu üç fakültenin devrimcilerinin bulunduğu yerdi Siyasal’ın kantini ve alttaki büyük salon.
Ben Oktay’ı böyle bir ortamda tanıdım.
Ama sadece Oktay’ı değil; Mahir, Cevahir, Sabahattin Kurt, Mustafa Kuseyri, Hüseyin Onur ve adı şu an aklıma gelmeyen, bir çoğu bu devlet tarafından öldürülmüş arkadaşlarımızın çoğunu bu kantinde ve salonlarda birer Dev-Gençli olarak tanıdım.
O 1968-69 yılı, neredeyse her hafta bir yürüyüş, bir miting; sayısını hatırlamadığımız forumlar yaptığımız bir dönemdi.
Örneğin birkaç gün Akhisar ve Ödemiş köylerinde miting yaptıktan sonra gece İstanbul’a dönüp Altıncı Filoya karşı yürüyüşler yaptığımız; peşinden Kanlı Pazar’ı yaşadığımız; Sol Yayınlarından çıkan, Marks, Engels, Lenin’in kitaplarını yutarca okuyup tartıştığımız o yıl, 10 Haziran’da İstanbul Üniversitesinde Polis’e karşı ta Cağaloğlu’ndan Saraçhane’ye kadar geniş bir alanda adeta taşlarla sokak savaşı verdiğimiz ve esnafın ilk kez bizi koruyup destek verdiği o günden sonra bitti sayılabilir.
Hepimiz belli bir sınıra gelip dayandığımızı hissediyorduk.
Deniz, Cihan, Yusuf Küpeli ve diğer bazı arkadaşlar Filistin’e gitmişti Demokratik Cephe’ye gerilla savaşını öğrenmeye; ben işçi sınıfıyla bağlar kurmak için İsmet Demir’le Aliağa’ya gitmiştim; kimileri gerilla hazırlığı için Ege kıyılarına, Güllük’e; kimimiz Toroslara gitmişti. Daha sonra ODTÜ’den bir ekip Filistin’e El Fetih’e
Hepimiz üniversitenin kabuğuna sığmaz olmuştuk. Bir sınıra dayanmıştık. Onu aşmak istiyorduk.
Deniz Filistin’den döndükten sonra Siyasal’da “gizlenirken” bana haber yollamıştı Aliağa’ya, gel bir görüşelim diye. Bahar’da Gerilla savaşını başlatmayı düşünüyordu. Niye olmasındı?
Filistin botlarıyla Ho Şi Ming anmasında gerilla savaşını başlatacağımızı ilan ediyordu.
O kış hazırlıklarımızı yapar, militanları seçer ve bahar aylarında yeni bir Vietnam yaratmak için gerillaya başlayabiliriz diye düşünüyorduk. Kafamızda Granma yatıyla Küba’ya çıkan Fidel ve arkadaşlarının örneği vardı.
Deniz sürekli Taylan’laydı o günlerde. O da Kürdistan’a gitmişti.
Her konuyu konuşuyorduk.
*
Bu ortamda Doğu Perincek’lerle ayrılık oldu.
Onlar (Şahin Alpay) işçi sınıfının “objektif sübjektif şartları yok” diyorlardı.
Bu o zamanki varsayımlarımız ve kavramlarımız içinde, “halk savaşı”ndan vaz geçmek; “kapitalist olmayan yol” demekti; yani “asker sivil aydınlara” bel bağlamak ve onların darbesinden medet ummak anlamına geliyordu.
Biz ise, bu yol Kongo gibi çok geri ülkelerde düşünülebilir belki ama Türkiye için geçersiz diyorduk.
Bizler, “İşçi sınıfının objektif, sübjektif koşulları var” diyerek, o zamanki varsayımlarımız içinde “halk savaşını” savunmuş oluyorduk.
Tam da Dev-Genç kongresinin arifesinde patlayan bu bölünmede Dev-Genç’in bütün militan kadroları iç güdüleriyle daha sonra Kırmızı Aydınlık denecek tarafta yer aldılar.
Beyaz Aydınlık’ta ya da Doğu’nun yanında yer alanlar ise, iyi halli ailelerden gelen, kültürel ve entelektül sermayesi daha geniş kesimlerdi (Erdoğan Güçbilmez, Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Atıl Ant, Oral Çalışlar, Gün Zileli, Halil Berktay vs.).
Bizler gibi şehirli fırlamalarla ciddi bir kültürel uyumsuzluk içinde bulunan ve bu nedenle o tarafta kalan diğer plepler ise (örneğin Kaypakkaya ve Yüksek Öğretmenliler) sonra bu yanlışlığı düzeltip ayrılacaklardı.
Bizler de elbet teori bilirdik, ama onlarla söz düzeyinde aşık atabilecek durumda değildik. Teorik bakımdan aramızda büyük farklar yoktu. Sadece kimimiz daha iyi ifade ediyordu, bizim düşündüklerimize tercüman oluyordu. Ve o yıllarda bir iki yaş büyük olmak, bir dil bilmek, bir başka ülkeyi görmüş olmak, bu eşitler içinde belli bir öne çıkışa yol açıyordu.
Bir de bizler eylemle konuşan, “söz mavzer yoldaşın” diyenlerdendik.
Mahir işte bu tartışmalarda, sonra Kırmızı Aydınlıkçılar adını alacak olan, bizim kanadın teorisyeni olarak; yani bizlerin düşündüklerini en iyi ve sistematik olarak, hem de yazarak ifade eden olarak öne çıkmaya başladı.
Mahir, bir tür sözcümüz olmuştu Beyaz Aydınlıkçılara karşı mücadelemizde.
*
Siyasal’da yapılan ve FKF’nin Dev-Genç adını aldığı kongrede İstanbul Bölge Yürütme’ye seçildim.
Bu seçilişim, aslında o sıra çok yakın olduğum Deniz ve Cihan’la, baharda dağa çıkıp gerilla savaşını başlatma projemizin bir parçasıydı. Cihan’la birlikte seçildiğim İstanbul Bölge Yürütme aracılığıyla daha etkili hazırlıklar yapabilirdik.
Bir süre önce, İstanbul’da Filistin’e, gerilla eğitimi almaya gidecek gruplar kurmuştuk, örneğin İbrahim Kaypakkaya’nın da içinde olduğu.
Ama gerek ayrılıklar; gerek ayak sürümeler nedeniyle bu girişimlerden hiçbir sonuç çıkmayacağı ortaya çıkmıştı.
Ayrıca üniversite ve öğrenci ortamı bana biraz oyun oynuyorlarmış gibi geliyordu, hele o yaz özellikle Aliağa ve İzmir’de işçilerin arasında İsmet Demir ile çalıştıktan sonra.
Tıkanmıştım, yaptıklarım doyurmuyordu. Bölge Yürütme üyeliği, yani İstanbul Dev-Genç yöneticiliği bile yetmiyordu.
O yaz çoğu Kürdistanlı olan yapı işçilerini tanımıştım. Zaten gerillaya Doğu Anadolu’nun dağlarında başlamayı düşünüyorduk. Şimdi de gerilla savaşını öğrenmeliydim iyi bir gerilla da olmalıydım.
Cihan da, Deniz de gitmeye kararlı olduğumu görünce, “gitme, burada kal, daha yararlı olursun; orada bir şey öğrenemezsin, öğreneceklerin Türk ordusunun yakın düzen piyade eğitiminden fazla değil” diyorlar, İstanbul’da kalmamı istiyorlardı.
Ama aklıma düşmüştü gerilla savaşı için eğitim görmek. Zaten artık yetmiyordu öğrenci hareketi ve çevreleri.
Bu nedenle İstanbul’daki Filistin’e gitme girişimleri akamete uğrayınca, gitmek için başka yollar aramaya başlamış ve bu bağlamda da Ankara’ya gelmiştim, gidebilme yolları aramak için.
O aralar günlerimi Siyasal’da geçiriyordum. Hiçbir gelirim olmadığından başka yere de gidemezdim zaten. Orada yatma ve yemeye para vermeden yaşamak mümkündü.
Bu dönemde Oktay ve siyasaldaki diğer arkadaşlarla da daha yakından tanışma ve onları gözleme imkânım da oldu. Hepsini tanıdıkça daha çok seviyor, daha çok güveniyordum.
*
Son anda biraz da rastlantıyla bir araya gelen dört arkadaş birlikte (Fehmi Erbaş, Zihni Çetiner, İbrahim Seven ve ben) Filistin’e, Demokratik Cephe’ye gittik.
O zamanlar Filistin’e gidip döndüğümüz yollar, şimdilerde ismini herkesin öğrendiği yerler oldu. Zimnara, Cinderis, Afrin, Halep üzerinden gittik; Cerablus - Kargamış üzerinden döndük. Dönüşte, Fırat’ın hemen yanı başında, Kargamış-Cerablus arasında, demiryolu hattında hudutta yakalandık.
Yaz ortasına kadar hapis yattım. Sonra da çıkınca tekrar Aliağa’ya giderek Necmettin Giritlioğlu’nun öldürüldüğü sendikal çalışmalar ve grevlere İsmet Demir’in yanında katıldım.
*
Görüşlerim Filistin’de değişmişti.
Orada Klasikleri ve Kıvılcımlı’yı iyice okuma olanağım olmuştu.
Arap komünistlerini görmüştük. Onların disiplinli ve örnek tavırlarından çok etkilenmiştik. Bize hep sizin ülkenizde koca bir işçi sınıfı var diyorlardı.
Çin’in hiç de öyle sandığımız gibi devrimci olmadığını görmüştük. Bir tür köylü sosyalizmiydi. Bürokratlaşmıştı.
Filistin’de herkesin elinde bir Klaşinkof vardı ama sınıf temeli yoktu. İşsiz ve yoksul Filistinli göçmenlerden bir şey olacak gibi de görünmüyordu.
Bu gözlemler, okumalar ve zaten bir işçi çocuğu olmam ve işçiler arasındaki önceki çalışmaların da etkisiyle “işçi sınıfı içinde sabırlı bir çalışma ile bir Proletarya Partisi kurulmadan, aydın ve işçi kaynaşması olmadan, hiçbir şey olamayacağı” sonucuna varmıştım.
Öğrenci hareketi ilgimi çekmiyordu. Öğrencilerle ilişki, onları işçilerle ilişki kurmaya çekmek için anlamlıydı benim gözümde.
Cezaevindeyken 15-16 Haziran olayları olmuş. Bu olaylar ulaştığım sonuçları doğrulamıştı
Kıvılcımlı’nın okunmaya başlayan ve peş peşe çıkan kitapları da ulaştığım bu görüşleri daha mükemmel biçimde ifade ediyordu.
Proletarya Partisi olmadan bir şey olmazdı, böyle bir parti de ancak, sosyalist aydınlar ve işçilerin kaynaşmasıyla olabilirdi. O halde hedef işçi sınıfı ve hareketi; orada küçük burjuva alışkanlıklardan kurtularak çelikleşmekti.
*
Bir yıl önce birlikte davrandığım Deniz ve Cihan ise Regris Debray’ın Devrim’de Devrim kitabındakine uygun eski “fokocu” çizgiye sadık kalmışlardı.
Parti bile olmadan bir an önce bir öncü grubun gerilla savaşına başlamasını savunuyorlardı. Birbirimizi seviyor, sayıyor ve dayanışıyorduk ama yollarımız giderek ayrılıyordu.
Mihri Belli’ye güvenimiz ise daha Beyaz Aydınlık ile bölünme günlerinde sarsılmıştı. Kongre öncesinde İstanbul ve Ankara’dan militanlar olarak her gece evinde buluşurduk. Doğu’larla orada da tartışırdık. Mihri Belli’nin başlangıçta Doğu’lara yakın bir pozisyonda olduğunu ama bizlerin tavrını görünce bizim tarafa yakın durmaya başladığını gözlemlemiştim.
Kıvılcımlı’nın Mihri Belli eleştirileri tam da düşündüklerime uygun düşüyordu.
Yani sonradan THKO ve Mihrici dile anılacaklarla zaten fiili olarak bir ayrılık gerçekleşmişti. Benim için bunun acılı bir yanı vardı. Çünkü neredeyse bütün eski DÖB’lü arkadaşlarım “Mihrici” tarafta kalmıştı. “Doktorcular” arasıda ise Dev-Genç’i yaşamış olanlar pek azdı.
Birbirinden en son ayrılan iki eğilim Kıvılcımlı ve Mahirlerdir denebilir.
İki akım da “işçi sınıfı” diyerek Beyaz Aydınlık’tan, “Asker sivil Aydınlar”ın yapacağı “devrim”den; “Parti” diyerek fokoculuktan ayrılıyorlardı.
Ancak onların da arasında yavaş yavaş bir ayrılık netleşiyordu.
Daha sonra THKP-C’yi oluşturacak olanlar, köylülük temel güç, işçi sınıfının ideolojik öncülüğü diyorlar ve fiilen kendilerini sınıfın yerine öncü olarak tanımlıyor ya da ikame ediyorlardı.
Kıvlıcımlı ise, İşçi sınıfı temel güç, köylülük yedek güç diyordu ve esas ana halkanın bir proletarya partisini yeniden örgütlemek olduğunu bunun için de işçi sınıfı içinde örgütlenmenin esas olduğunu söylüyordu.
Bu fark elbette somut acil görev tanımlarına da yansıyordu.
Görünüşte iki taraf ta işçi sınıfı ve parti diyordu ama, bizler için İşçi sınıfı içinde uzun hazırlık ve mücadelelerle kaynaşmayla ulaşılabilecek bir hedef iken; diğer arkadaşlar için işçiler içinde çalışma, gerilla savaşına kaynak ve adam bulmak için bir imkân olarak görülüyordu.
Bunu özellikle Aliağa’daki çalışmalar sırasında görüyordum ve bu nedenle sendikayı bile bölmekten çekinmemişlerdi.
Evet iki taraf da “Parti” diyordu ama bizler için Parti, aydınların işçilerle kaynaşmasıyla oluşabilirdi; diğer arkadaşlar ise, “ideolojik öncü”nün, yani kendilerinin kurabileceği bir şey olarak görüyorlardı.
Ancak bu farklılıklar öyle bir günde ortaya çıkmadı. Zaman içinde billurlaştı. Doktor’un kitapları Mihri Belli’ye karşı ideolojik mücadelede THKP-C’yi oluşturacaklar için de önemli bir teorik ve ideolojik silah olmuştu. Aynı zamanda bir yakınlaşma çabası da vardı her iki tarafta. Bu nedenle Kıvılcımlı ile THKP-C’nin ayrı çizgiler olarak billurlaşması en son olmuştur. Biyolojide birbirinden en son ayrılan türler gibidirler.
Bugün bakıldığında, 1974 sonrasının THKP-C kökenli hareketleri içinde Kurtuluş, o zamanın yaşayan canlı örneği olarak görülebilir.
Diğer THKP-C kökenli hareketler ise diğer kesintisizlerin; bu ayrılıştan sonrasının çizgisinden türerler dolayısıyla çok farklıdırlar.
Dev-Yol ise, her ne kadar o geleneğin devamı olduğu iddiasında ise de aslında 1974 sonrasının özgül koşullarında ortaya çıkmış bir özgün kitle hareketinin; faşistlere karşı öz savunma girişimlerinin somut biçimidir. Dayandığını söylediği teori ve gelenek ile ilişkisi son derece zayıftır ve söylem düzeyindedir.
İşte Oktay, gerçi Kurtuluşçu değildir ve olmamıştır ama THKP-C’nin bu ilk dönemin geleneğini taşır; o dönemin mantalitesini; politik kültürünü baskın olarak yansıtır ve erbabının anlayacağı bir şekilde, özlemle dile getirir.
*
Bütün ayrılıkların billurlaştığı dönem boyunca, Oktay’ı gördüğümü hatırlamıyorum.
Zaten esas olarak İsmet Demir ile birlikte Aliağa’daki grevler ve direnişlerle meşguldük. Necmettin Giritlioğlu yanı başımda öldürülmüştü. Dev-Genç kongresine bile gitmemiştim. Bir yandan da Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetesinin örgütlenmesinde çalışıyordum.
Cevahir ve Yusuf’un Aliağa’ya gelişleri olmuştu bir kere, Necmettin’in ölümünden sonra. Bir iki Ankara’ya gidişimde görmüş de olabilirim. Ama o zamanın hay huyu içinde pek hatırlamıyorum.
Sonra bilinen 12 Mart Muhtırası geldi. Her birimiz bir yerlere savrulduk. Arkadaşlarımızın çoğunu yitirdik.
Bütün bu 12 Mart dönemini kısmen Dev-Genç İstanbul davasından hapiste ve dışarda olduğum zamanı da fabrikalarda çalışarak veya işçiler arasındaki çalışmalarla geçirdim.
Nasıl sonraki THKP-C ile ilk dönemin Kurtuluş’u ve THKP-C’si farklı ise, “Doktorcular” da aynı şekilde farklılaşmış, Doktor’un adına bağlı olduğunu söyleyen çizgiye giderek bir burjuva sosyalizmi ile bir tür esnaf ve köylü sosyalizminin damga vurduğu eğilimler egemen olmuş; bu karakterde örgütler kurmuşlardır. Burjuva sosyalizmi TSİP’i; o köylü sosyalizmi de bugünün ulusalcı ve Aydınlığın “Doktorcu” versiyonu, faşizan renkler taşıyan partiyi çıkarmıştır.
Kurtuluş veya kişi olarak Oktay ve diğerleri nasıl THKP-C’nin henüz şekillenmeye başladığı, Dev-Genç içinde birlikte olunduğu dönemin yaşayan örneği veya o geleneğin temsilcisi sayılabilir ise, bu satırların yazarı da aynı dönemin yaşayan “Doktorcu” muadillerinden biri olarak görülebilir.
Son duruşmada, Dev-Genç’liliğin o bürokratik ve hiyerarşik yapılarla kan veya doku uyuşmazlığı nedeniyle, 12 Mart döneminde, TSİP’i kuracak “Doktorcu” “ekip” tarafından tecrit edildim.
Bunun üzerine 12 Mart dönemi biterken Kıvılcım gazetesini çıkararak fabrika çalışmalarından doğrudan politik mücadeleye geçtim.
Ancak, altı hafta çıkabilen bu gazeteden dolayı tutuklandım ve DGM’de ağır cezalara çarptırıldım ve on yıl yattım.
Herkes çıkarken içeri giriyordum. Ben ve beraber tutuklanan arkadaşlarım içeriye girdikten az sonra af çıktı ama kapsamına girmediğimizden 12 Mart’ın “kılıç artıkları” ile içeride kaldık.
Böylece 74 ve 78 arasında, Türkiye’nin tarihinde gördüğü en büyük politikleşme ve radikalleşme dalgasında hapiste, “içeride” ya da dışarıdaki gelişmelerin “dışında” kalacaktım.
*
Ancak 12 Mart döneminde, dolaylı olarak, elbette zaten hepsi tanıdığımız, arkadaşlarımız olan THKP-C’lilerin evrimleri ve tartışmalarını da yakından izlemeye çalışıyorduk. Çünkü çok dramatik gelişmeler oluyordu.
İşte bu dönemde Oktay’ın durumu ve duruşu gözümüzde onun daha bir değer ve ağırlık kazanmasına yol açmıştır.
Oktay’ın bu fırtınalı günlerde, sirenlerin seslerine kapılmamak için Odysseus’un kendini geminin direğine bağlaması gibi: Marksizm; Sınıf; Devlet karşı olmak; hatalı politikalar ve mücadele biçimleri bile izleseler ezilenden yana olmak; tarihsel ve toplumsal haklılığa vurgu yapmak gibi direklere bağlamıştır kendini.
Bu duruş Oktay’ın bütün hayatı boyunca bugüne kadar sürmüştür.
Kanımca her devrimci, her sosyalist için de geçerli, olması gereken, asgari bağlardır bunlar.
*
THKP-C’lilerin aralarındaki ayrılıklar, çözülüşler sonradan doğru dürüst incelenip tartışılabilmiş değildir.
Bunlar hep, ihanet, korkaklık gibi kavramlarla o sıra var olan THKP-C’nin devamcısı olduğu iddiasındaki politik hareketlerce, politik ve örgütsel ihtiyaçlara göre ele alınmışlardır.
Bu vesileyle, bu konuya biraz değinilebilir.
Tarih insanları iki türlü harcar: ya onları birikimlerinin ve kapasitelerinin üstündeki görevlerle karşı karşıya bırakır, onlar bu yükün altından kalkamaz; ya da birikimlerinin ve kapasitelerinin altındaki görevleri yükler, bu görevler onların tüm zaman ve enerjilerini yutar, potansiyellerini somut bir iş olarak ortaya koyamazlar.
Kanımca THKP-C’nin yöneticileri veya teorisyenleri (Mahir, Yusuf, Münir) kapasitelerinin üstündeki sorumluluklarla karşılaştılar; bunu karşılayacak teorik birikimleri, siyasi tecrübeleri ve hayat tecrübeleri, dolayısıyla kişisel olgunlukları yoktu. Bunun altında ezildiler.
Ancak, onlar kadar önde olmamakla birlikte, hayat tecrübesi daha fazla olanlar, ya da hayatının önceki akışı nedeniyle daha karakter direnci geliştirmiş olanlar, yani ikinci sıradakiler, bu fırtınalara daha iyi direndiler ve o fırtınaları büyük savrulmalar yaşamadan geçirdiler.
Ama konuyu kişisel trajedilere yol açmış bu boyutu bir yana bırakıp sosyolojik boyutuyla da ele almak gerekir.
Bugün “Askeri Bürokratik Oligarşi”, “Derin Devlet”, “Vesayet Rejimi” dediğimiz şeyle karşılaştı bu genç insanlar.
O zamana kadar “devlet burjuvazinin bir egemenlik aracıdır” diye okumuşlardı klasiklerden.
Ama o klasikler Şark devleti, Şark Despotluğu ile modern burjuva devleti ayrımı yapmamışlardı. “Şark devleti”, kapitalizm öncesi feodalizm olarak toprak ilişkilerinde aranıyor, Devlet’in o geçmişin kamburunu oluşturduğu, demokratik devrimin bu devlet’i parçalamak zorunda olduğu görülmüyor,  geçmişte kalmış bir olgu olarak kavranıyordu. (Ki hala da böyledir ve ulusalcılığın ve Kemalizm’in sol içindeki etkisinin metodolojik kökleri buradadır.).
Geçmiş biçimlerin kendi içinde evrim yaşayarak ama temel özelliklerini koruyarak var olabileceği yönünde bir evrim kavrayışı yoktu. Örneğin, mürekkep balıkları, ahtapotlar omurgasız bir yumuşakçadırlar özünde, ama bir yumuşakça ve omurgasız olma nitelikleri çerçevesinde bir evrim yaşamışlar, son derece gelişmiş gözler, zeka, renk değiştirme gibi özellikler vs. geliştirmişlerdir. Bütün bu evrimlerine rağmen temel özelliklerini, yani omurgasız bir canlı olma özelliklerini korumuşlar ve bu evrim bu nitelik (yumuşakçalık) çerçevesinde gerçekleşmiştir.
Şark Devleti de, Padişahlık da olsa, Cumhuriyet de olsa, İnterneti de kullansa, süvarinin yerine tanklar ve süpersonik uçaklar da kullansa, kapitalizm öncesinin Şark Despotluğu olmaktan çıkmaz. Türkiye’nin toplumsal yapısını ve sınıf ilişkilerini bu geçekliği anlamadan açıklamak mümkün olmazdı.
Bunu açıklayacak ve kısmen anlamayı sağlayacak yaklaşımlar Kıvılcımlı’da olsa da, o zamanın Marksizm’i yeni öğrenen devrimci gençleri bu gibi derinleşmelerden, kavramsal ve metodolojik araçları kullanabilmekten uzaktılar.
Bu gençler, birdenbire, kendi yaptıklarının ve eylemlerinin, kendileri bu niyetle yapmamış olsalar bile, burjuvaziyle arasındaki rekabetinde “derin devlet”in kullandığı bir araç da olduklarını gördüler.
Bu, kitaplarda okunana benzemiyordu. Burada tabiri caiz ise, devlet ile burjuvazinin politik iktidarı arasında bir çatışma da vardı. Bu mücadeleyi hiç düşünmemişler ve görmemişlerdi.
Aslında Kıvılcımlı’nın “Babil çağından kalma Devletçilik” dediği şeyle karşılaşıyorlardı.
Bu şok, onların bazılarının, yaptıklarının tarihsel ve ezilenlerden yana anlamını bütünüyle inkar etmelerine ve görmezden gelmelerine yol açtı.
Kimileri komplo teorilerine kadar vardı; kimileri düzgün ve ilerleyen pozitivist bir tarih anlayışıyla, Demirel’lerin kapitalizmi geliştirdiği; bunun da olumlu olduğu; kendilerinin bu gelişimi engellemek isteyenlere nesnel olarak hizmet eder durumda olduğu gibi sonuçlara vardı. Bunu da fizikten veya sistem teorilerinden aktarmalarla daha da sistemleştirmeye veya teorize etmeye kadar vardıranlar oldu.
Devletin öldürdükleri ise bu şokları yaşamadan tüm masumiyetleriyle gönüllere yerleştiler.
Bu sallantılar, polisin işkenceleri, çözülmeler, önder olarak görülenlerin yaşadıkları savrulmalar vs. hepsi birden üst üste binince, birçok insanın psikolojik ve ruhsal bunalımlara girmesi gibi sonuçlar da ortaya çıktı.
Bunun karşısında ise, özellikle 74’ten sonraki dönemde, yükselen radikalleşme dalgasının yitirilenlere bağlılığı nedeniyle, bu yükselen dalgaya ayak uydurarak, onun suyuna giderek, THKP-C’nin ve Mahir’in doğruluğu ve yanılmazlığı üzerinden, yukarıda anlatılan savrulmaları çeşitli derecelerde yaşayanları ihanetle suçlayan bir söylem gelişti.
İşte bütün 12 Mart dönemi boyunca, iki tarafa da savrulmayıp; birine karşı, yapılanların ezilenlerden yana ve haklı niteliğini öne çıkaran; diğerlerine karşı da işçi sınıfı, teori gibi vurguları öne çıkaran bir tavrı ve duruşu ısrarla sürdürenler de oldu.
Oktay bu çizginin en tipik temsilcisidir.
Elbet bu duruş birçok isimsiz militanın da duruşu olmuştur. Ama özellikle bilinenlerden, Okay Etiman, Orhan Savaşçı, Ziya Yılmaz gibi isimler, o zaman bu tarz bir duruşla daha öne çıktılar ve hafif savrulmalar yaşayanların da tutunabilecekleri ya da savrulmalardan kendilerini koruyabilecekleri korunaklı bir liman oldular.
Ben bu süreci elbette, dışardan biri olarak uzaktan izledim.
Ama uzaktan izlediğim kadarıyla bu dönemde Oktay’a olan güven duygum ve saygım daha da pekişti.
*
Oktay ile ikinci karşılaşmam yıllar sonra 1978’de Niğde Cezaevi’nde oldu.
CHP hükümet kurunca, Türkiye’de faşistlerle mahallelerde mücadele yaygınlaşırken, Mamak’ta hükümlü olarak bekletilen THKP-C’nin son kalanları (Orhan Savaşçı, Oktay Etiman, Ertuğrul Kürkçü, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga) Niğde’ye getirildiler.
Çok sevinmiştim. Nihayet konuşacak eski Dev-Genç’ten tanıdık arkadaşlar gelmişti. Böylece 12 Mart’ın bütün kılıç artıkları Niğde Cezaevi’nde toplanmış oluyordu.
Helikopterle getirilmişlerdi. Oktay’ın “helikopter yükselirken insana dünya düşüyormuş gibi geliyor” deyişini hatırlıyorum.
Bu sözler üzerine, farklı koordinat sistemlerinden aynı olay çok farklı görülebilir ve algılanabilir diye düşünmüştüm.
Halkın Kurtuluşu, Partizan, Devrimci Halkın Birliği, gibi akımların neredeyse bütün önde gelen ve teorisyen kadrosu Niğde’deydi. Şimdi THKP-C’nin içerde kalan en ağır hükümlüleri de gelmişti.
Yetmişlerin dışardaki radikalleşme dalgasıyla hapishaneye düşenler ise henüz Niğde’ye gelmemişti.
Türkiye’nin devrimci ve sosyalist hareketleri dışarıda birbiriyle en sert biçimde çatışmaya bile girerlerken, Niğde Cezaevi, eski Dev-Gençliliğin ilişkilerinin fiilen yaşadığı, zamanın dışına düşmüş sakin bir vaha gibiydi.
*
Niğde’de ağır cezalılar, sağlık bahanesiyle Ankara Cezaevi’ne orada muayene veya tedavi olmak için giderler ve orada kaçma olanakları olup olmadığına bakarlardı.
Bir ara Oktay da Ankara’ya gitmiş sonra gelmişti.
Geldiğinde izlenimlerini konuşmuştuk.
Gözlemleri çok ilginç gelmişti bana ve ilk kez dışarda neler olduğunu; nasıl bir alt üstlük yaşandığını o zaman sezmeye başladım.
“Devrimci kavramı bizim zamanımızdaki gibi değil. Hareket çok yayılmış. Şehirlerin gecekondu semtlerine, hemşeri gruplarına, akrabalara yayılmış. Bir kere teorik konular hiç yok. Devrimci deyince bizim zamanımızdaki gibi bir şey anlaşılmıyor. O mahalledeki, akrabalar, arkadaşlar gibi çok geniş ve belirsiz bir çevreyi kapsıyor. Bizim zamanımızdaki davranış kotları yok. Ama öte yandan bizler hepimiz öğrenciydik, onlar gecekondu semtlerinin yoksul gençleri” gibi gözlemler anlatmıştı.
Tamı tamına nasıldı hatırlamıyorum ama en azından ben böyle anlamıştım.
Ben ise, dışardakileri hala bizim zamanımızın devrimci tipinin yeni bir versiyonu gibi sanıyordum.
Oktay’la bu konuşmamızdan sonra, niye beni görmeye gelen güya aynı gelenekten olduğum yeni kuşaktan ziyaretçilerle hiçbir diyalog bile kuramadığımı; aradaki muazzam uçurumun nedenlerini kavramaya ve bunun üzerine düşünmeye başladım.
İlk kez Oktay’ın bu izlenimleri ve anlattığı olgular, giderek, Türkiye’deki Faşist saldırılar karşısında eldeki teorinin yetmezliği sonucunu çıkarmama ve oradan da Faşizm teorilerini incelemeye kadar gidecek ve Troçki ile karşılaşmama yol açacak teorik evrimim için bir tür başlangıç vuruşu gibi olmuştu.
*
Bu konuşmadan sonraki dönemde, ama yine bu konuyla da bağlantılı olarak, sanıyorum ki Oktay belki benim hayatımı da kurtarmıştır.
Oktay’ın sözünü ettiği o yeni kuşak, gecekondu semtlerinin plepleri olan devrimci arkadaşlar daha sonra kitle halinde Niğde Cezaevi’ne de geldiler. Çoğunluğu da THKP-C kökenli hareketlerdendi. Dolayısıyla onların gözünde Oktay’ın belli bir ağırlığı bulunuyordu.
Büyük bir çoğunluğunun gözünde, Niğde’dekiler “pili bitmiş hainler” gibi bir şeydi, ilk geldiklerinde.
Onların bir suçu yoktu. Ya böyle fikirler işlenmişti onlara ya da böyle olmadığını bilenler seslerini çıkarmamışlar ve böyle yargıların yayılmasına yol açmışlardı.
Bu gelenlerin gözünde sadece Orhan Savaşçı ve Oktay’ın adı temizdi ve belli bir ağırlıkları vardı.
Tabii bir süre sonra işlerin hiç de bildikleri, duydukları gibi olmadığını gördüler ama arada çok kritik zamanlar da yaşandı.
Bu kritik dönemde CHP, Radikal sol örgütlerin bir tür ziyaretgahı durumunda olan Niğde Cezaevi’ni bir akrabası da CHP’den Senatör veya milletvekili olan Fevzi Bal ile kontrol altında tutmaya çalışıyordu. (Uğur Mumcu’nun CHP’nin özel izniyle Niğde Cezaevine gelmesi ve söyleşiler yapması ve sonra da bunları Çıkmaz Sokak diye yayınlaması da bu bağlamda düşünülmelidir.)
Bütün gün Cezaevi Müdürünün odasından Ankara ile telefon görüşmeleri yapan Fevzi Bal, yeni gelen Dev-Yol’culardan, “kaç cesedin var” diye konuşmaya başlayan, cesedi çok olduğu için Niğde’deki Dev-Yol’cuların önderi ve yöneticisi durumuna gelmiş birini de kendi kontrolü altına almıştı ve onun aracılığıyla cezaevini kontrol altına alıp herkesi boyun eğdirmek istiyordu. Direnen olursa da ezilecekti. Dev-Yolcular Cezaevindeki en kalabalık gruptular o sıra.
Yanlış hatırlamıyorsam Mahirlerin öldürüldüğü günün bir yıl dönümünde, ve yine yanlış hatırlamıyorsan hepimizin ortaklaşa koridorda baktığı televizyonda Lord Jim filminin oynayacağı akşam; Televizyona bir kağıt asılmıştı. Kağıtta “Bugün Mahirlerin ölüm yıldönümüdür kimse televizyon seyretmesin” anlamında bir ültimatom vardı.
Bu o zamana kadar aramızda görülmemiş bir şeydi. Kimseyi zorlamak aklımızdan geçmezdi.
Açık ki, tıpkı şimdilerde hükümetlerin İnterneti kontrol altına almak için pedofiliyi veya benzeri kullanımları gerekçeleri göstermeleri gibi, Mahirlerin ölüm yıldönümü, hapishanede bir terör rejimini oturtmak için bahane yapılıyordu.
Bunun karşısında ses çıkarmamak, bu ültimatoma uymak veya görmezden gelmek, kesin bir teslimiyet anlamına gelirdi ve ilerde yeni dayatmaların kapısını açardı.
Ama Mahir’lerin ölüm yıldönümü olunca, herkes de işin bu ilkesel yanını sorun etmekten çekinip, “bugün de Film seyretmeyiz” diyerek, bu baskı karşısında, yapılan hileyi ve gerçek hedefi görmezden gelmeyi seçiyordu.
Aslında bu dayatmanın hedefi özellikle THKP-C kökenli başkalarıydı.
Onlar da tam bu provakasyona düşmemek için ses çıkaramaz durumdaydılar.
İşte ben orada buna karşı durdum. Tek bir kişiydim.
Sonra başka arkadaşlar da, özellikle Sami Sarı, Mehmet Çalışkan, Uzun Apo, Ali Asker gibi DHB’liler de karşı durdu.
Bunun üzerine, tarafsız duran ve cezaevinde ikinci büyük güç olan Halkın Kurtuluşu da güçlü bir grup olarak bizlere karşı bir saldırı yapılmasına karşı duracağını belirtmek zorunda kaldı.
Böylece denge değişti, terör ve provakasyon başarısız oldu.
Bir örgütüm olmadığı için, tek kişi olduğumdan, bu davranışımdan sonra Fevzi Bal’ın etkisindeki “kaç cesedin var” diye konuşmaya başlayan önde gelen kişi tarafından bir hedef haline getirildim.
Dev-Yol’cuların birkaç kere toplanıp öldürülmem üzere konuştuklarını duymuştum.
Ama her seferinde içlerinden birileri, “o fikrini açıkça söylüyor” diyerek öldürülmeme karşı çıkmış ve böylece bir karar çıkması engellenmişti. Sonunda beni halledemeyince, bana yakın duran Bergamalı bir arkadaşı şişlemişlerdi.
İşte bu dönemde, Dev-Yol’cular ve THKP-C kökenliler üzerinde ağırlığı olan Oktay’ın tutumunun ve konuşmalarının, benim hakkımda onlara söylediklerinin, benim öldürülmemi engelleyen önemli nedenlerden biri olduğunu düşünüyorum.
Bu konuyu kendisi bana hiç açıp konuşmadı.
Ama sanırım Tayfun Şen’in Kitapça’sının arka balkonunda üç beş arkadaşla bir araya da geldiğimizde, konudan konuya atlayarak sohbet ederken bu olayın olduğu günü açacaktı, Lord Jim adlı filmden söz etti. O gece bu film vardı televizyonda. Ama bu arka planı bilmeyen o kalabalık ortamda konuşmalar başka bir mecraya aktı ve belki de bu yüzden hiç konuşmadık.
Lord Jim Oktay’ın üzerinde epey düşünmesine yol açtığı cesaret ve korku sorununu işleyen bir filmdi. Sanırım o filmden giderek sözü o geceye getirecekti.
Ama bugün yaşıyorsam biraz da Oktay’ın sayesinde yaşadığımı düşünüyorum.
Sonradan o çocuklar nasıl kullanıldıklarını gördüler. Çoğu gelip özür dileyip özeleştiriler yaptılar. Hatta çok sonra, dolaylı olarak duyduğuma göre, tam da o provakasyona alet olan ve çok cesedi olan çocuk, “biz o eli öpülecek insanlara karşı kötü şeyler yaptık” demiş.
Gerçekten de Niğde’de kan gövdeyi götürebilirdi. Çok ucuz atlattık. Bu kritik dönemin böyle cesetsiz aşılmasında Oktay’ın duruşunun çok önemli bir yeri olduğu kanısındayım.
Onun THKP-C kökenliler ve özellikle de Fevzi Bal’ın kontrolündeki Dev-Yol’cular üzerindeki ağırlığının ve duruşunun, daha yanlış hareketler yapılmasını engelleyici bir etki yaptığını düşünüyorum.
*
Fevzi Bal’ın tahliye olması, etkilediklerinin başka cezaevlerine nakli ve kalanların da arada geçen zamanda eskileri daha yakından ve iyi tanıması ile bu kritik dönem aşıldıktan; olağan, insani, uygar ilişkiler nispeten tekrar kurulabildikten sonra, artık tekrar nasıl kaçılabileceği üzerine kafa yorulabilir ve girişimlerde bulunulabilirdi.
Cezaevinde mahkumlar arasında belli bir güven ve dayanışma ortamı olmadan firar girişimlerinin hiçbir şansı olmaz.
Böylece Niğde’de bütün belli başlı siyasetlerin katılımıyla tünel kazmaya başladık.
Bu tünel işinden Oktay’ın haberi yoktu. Güvenilmediğinden değil, Oktay’ın kaldığı koğuşu, orada kalan ruhsal rahatsızlığı bulunan bir mahkum arkadaş nedeniyle de, bu tünel kazma işinin dışında bırakmıştık. Öte yandan yeterince insan vardı kazacak.
Kaldı ki, en başında, biz işi yürütenler kaçtıktan birkaç saat sonra, tüm mahkumlara “tünel var isteyen kaçabilir” denilmesinde de anlaşmıştık.
Tünel’in kazılması aylarca sürdü. Sonunda her halde çimento Fabrikasının bahçesinin altına gelmişizdir diye hesaplayarak yukarı çıkmaya ve firarı gerçekleştirmeye karar verdik.
Tabii bu arada cezaevinde mahkûm trafiği nedeniyle, bir sürü çok ağır cezalı İdam ya da müebbet bekleyen veya almış arkadaşlar da gelmişti çeşitli siyasetlerden.
Tünel hazır olup da kimlerin nasıl kaçacağını planlarken, elbet her siyaset, kendi içlerinden arada cezaevine gelmiş böyle ağır cezalı arkadaşların da ilk kaçacaklar kafilesine dahil edilmesini önerdi. Tabii ağır cezalı kimseye, “ikinci postaya kalsın” diyemezdik. Böylece siyasetlerin birbirine karşılıklı jestleriyle ilk kaçacaklar kafilesinin sayısı kırka yaklaştı yanlış hatırlamıyorsam.
Ben ve Ertuğrul, bütün siyasetlerin önerdiklerine onay verdiğimizden, bu durumda bana ve Ertuğrul’a da ister istemez “biz de şu arkadaşları öneriyoruz” deme hakkı doğdu.
Biz de bu hakkımızı Oktay için kullandık. Tabii hiç itirazsız kabul gördü.
Kaçıştan önce, ilk kez haber verilenlerin, tüneli görmesi, içine girmesi, işin ciddiyetini anlaması, güvenmesi, yolun tanınması vs. gerekiyordu.
Oktay’a tünel olduğunu, kaçacağımızı, kendisinin de isterse bizlerle kaçabileceğini ve kaçtıktan sonra emniyete ulaştırmayı da üstlendiğimizi söyleme ve “tüneli gezdirme” işi bana düştü.
Sanırım çok mutlu olmuştu.
Hem birdenbire yakın bir zamanda hapisten kurtulma olasılığı; hem de kendisine güvenildiğini, değer verildiğini görmesi nedeniyle.
Oktay’ı yakından tanıyanlar iyi bilir. Oktay çok güçlüdür.
Ama aynı zamanda bir çiçek gibi narindir, kırılgandır; çok hassastır. Belki de böyle olduğundan, kendini, o kırılgan ve hassas Oktay’ı korumak için, insanlara biraz uzak durur, mesafelidir.
Oktay’ın “kabuğunu kırmak” kolay değildir. Bu nedenle aynı zamanda hep bir “yalnız adam” da olmuştur.
Bir bitkinin suya, ışığa, gübreye ihtiyacı vardır serpilebilmek, çiçek açabilmek için.
Kendisine gösterilen güven, verilen değer, Oktay’ın gözlerinde çiçekler açtırır.
*
Yıllar sonra peyderpey hepimiz dışarı çıktık. Ben Avrupa’da sürgündeydim.
Oktay’ın dışarda maddi bakımdan epey zorluklarla karşılaştığını duyuyordum.
İnternet yayıldıktan sonra zaman zaman haberleşmeye başladık.
Tabii her zaman olduğu gibi şikâyet etmiyor, durumunu olduğundan iyi ve sıkıntılarını önemsiz göstermeye çalışıyordu.
Zor günler geçiriyordu. Ankara’nın dış semtlerinden birindeydi. Fotoğrafçılık yaparak geçinmeye çalışıyordu.
Sonra bir gün birdenbire Avrupa’ya geldi. Bir olanak çıkmış Hollanda’ya gelmişti. Çıkmışken bizleri de görmek, ziyaret etmek istiyordu. Çok sevinmiştim.
Geldi, benim evim müsaitti bende kaldı. Çok güzel günlerimiz geçti. Güzel sohbetlerimiz oldu. Arkadaşlardan yeni tanıyanların hepsinin de gönlünü feth etti.
Bir gün Hamburg’taki diğer 68’li sürgün arkadaşlarla Müze haline getirilmiş Neuengamme Konsantrasyon kampına gittik.
*
Burada Oktay’ın bu Avrupa seyahatindeki tipik bir davranışını anmak isterim.
O zamanlar Öcalan’ın kaçırıldığı, Kürt hareketinin ciddi bir yenilgi ve moral bozukluğu içinde olduğu zamanlardı. Herkes Kürt hareketinin bittiğini söylüyordu.
Kürt hareketinin yanında adeta kimse kalmamıştı. Avrupa’da üç beş kişi kalmıştık yayınlarında yazan ve zaman zaman Televizyona çıkan. Aslında hiç de tesadüf sayılamayacak bir şekilde hepimiz Dev-Genç’ten kalanlar sayılırdık.
İşte Oktay Avrupa’da bulunduğu sırada, bu zor günlerinde, hem de Türkiye’ye dönecek olmasına ve kendisine uzun bir hapisliğe ve davalara yol açabilecek olmasına rağmen, Kürt Hareketinin yanında olmak ve ona destek vermek için Med TV’ye çıktı. Kürtlerin mücadelesine destek oldu.
Bu o zamanlar herkesin göze alabileceği bir davranış değildi.
Sonraları Kürtlerin yayın organlarının baş köşelerini ve Televizyon programlarını dolduranların Kürt hareketinde uzak durduğu zamanlardı o zamanlar.
Aynı şekilde Kürtlerin yanında durduğu, ulusalcıların çizgisine direndiği için Mülkiyeliler Birliği’ndeki işinden de olduğunu; bu nedenle çok zorluklar çektiğini de buraya kaydetmek gerekir.
Ezilenlerden yana olmak; onların mücadelesini desteklemek, en zor zamanlarında arka çıkmak. Bunlar Oktay’ın en tipik özellikleridir.
Ağır hasta olmasına rağmen, şimdi bile, direnenlerin yanında olduğunu görüyoruz çeşitli paylaşımlardaki resimlerinden.
Bir süre önce, ağır bir kemoterapinin izleriyle, İsmail Beşikçi ile birlikte Siyasal’daki direnişçilerin yanında olduğunu görmüştüm bir paylaşımda.
Örneğin artık baskılar, dava ve tutuklama tehditleri nedeniyle, insanların sosyal medyada beğenmeye ve paylaşmaya çekindiği şimdilerde, paylaşımlarıyla mücadeleye destek olmaya, haksızlıkları teşhir etmeye devam ediyor.
*
2001 yılında Almanya’da Wremen kasabası yakınlarında bir Kıvılcımlı Sempozyumu düzenlemiştik. Mihri Belli, Sevim Belli, Vedat Türkali, Rasih Nuri İleri gibi eskiler, Mete Tuncay gibi akademisyenler de katılmıştı. Oktay’ın da katılmasını çok istiyordum.
Maalesef işsiz olduğu için vize verilmedi ve gelemedi.
Gelemediği sempozyuma yolladığı mesajda şunları yazıyordu:
 “Merhaba Demir,
Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi temiz, dürüst ve çalışkan bir devrimci için düzenlediğiniz Sempozyuma elimde olmayan nedenlerle katılamıyorum. Aranızda olup bu topraklarda yetişen gerçekten inatçı, doğrularını yılmadan savunabilmiş ve insanlığın bu topraklar üzerinde ileriye doğru yürüyüşüne büyük emeği geçmiş bir devrimci ile ilgili fikirleri paylaşmak ve tartışmalara katılmak isterdim ama olmadı.
Hikmet Kıvılcımlı’nın hayatı, ilişkileri ve yaşama tarzı iyi incelendiğinde Türkiye deki devrimci,komünist hareketin dünü, bugünü ve geleceğine dair önemli ipuçlarının bulunabileceği kanaatindeyim. Saygın bir devrimci için düzenlediğiniz Sempozyuma katılan arkadaşlara Selam.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ya selam.
Dostlukla kalın.
Oktay Etiman”
Bu mektupta Oktay için önemli olan bütün kavramlar bir tür resmi geçit yaparlar.
Bir kamera gösterdiğinden çok arkasındakini anlatır.
Oktay’ın “kamerası” şu kavramlara zom yapıyor: “temiz”, “dürüst”, “çalışkan” “devrimci” “inatçı” doğrularını yılmadan savunmuş”, “insanlığın ileriye doğru yürüyüşüne emeği geçmiş”, “paylaşmak” “katılmak”, “ilişkiler”, “yaşam tarzı” “saygın bir devrimci”.
Oktay, Kıvılcımlı’yı anlatırken kendini anlatıyordu.
*
Aradan yıllar geçti. Sonra da ben de Türkiye’ye gidebilir oldum.
Gitme kararını verdiğimde ilk danıştığım ve yardımını istediğim Oktay oldu.
Tabii Türkiye’ye gidince şöyle bir etraf dolaşılır. Eski tanıdıklar ziyaret edilir. Ankara’da elbette Oktay’da kalabilirdim. Zaten “evim evindir” deyip anahtarını verirdi.
Oktay’ı biraz daha iyi gördüm ve çok sevindim.
Çevirdiği bir kitap çok satmış ve oradan kazandığı parayla başını sokacak bir çatı katı bulmuştu. Maddi durumu yine iyi değildi. Ama en azından oturduğu yer Ankara’nın merkezindeydi artık. Geniş bir sosyal ilişki ağı vardı görebildiğim kadarıyla. Çeviri yapıyor, kitaplar okuyor ve her zaman olduğu gibi ezilenlerden yana elinden geleni yapmaya çalışıyordu.
Bundan sonra her Ankara’ya yolum düştüğünde ya Oktay’da kaldım ya da muhakkak uğradım.
Çok güzel sohbetlerimiz oldu.
*
2013 yılında bu sefer de Türkiye’de bir Kıvılcımlı Sempozyumu düzenleme girişiminde yer aldım.
O sıralar Ertuğrul HDP vekili olduğundan sempozyumun Açılış konuşmasını yapmayı Ertuğrul’a önermeyi kararlaştırmıştık. Böylece ham 68 ile hem de Kürt Hareketi ile Kıılcımlı’nın bağına ve geleneğin derin akıntısının sürekliliğe sembolik bir vurgu yapmış; hem de Kürt hareketine destek de vermiş olurduk.
Bu vesileyle Ertuğrul belki bazı politik mesajlar verecekse verebilir böylece Kıvılcımlı ve Kürt hareketi arasındaki bağlantılara da dikkati çekilmiş olabilirdi.
Kapanış konuşmasını da zaten Vedat Türkali yapacaktı. Bunu bizzat kendi istemişti.
Ancak bir süre sonra Ertuğrul çok istemesine rağmen gelemeyeceğini o güne başka bir görevin koyulduğunu bildirdi.
Bunun üzerine Ertuğrul’a, yerine Oktay’a önermeyi düşünüyorum dediğimde, “olabilecek en uygun insandır” dedi.
Oktay’a önermeyi kararlaştırdık.
Oktay’a önerdiğimizde de “benim için onurdur” diyerek kabul etti.
*
İnsanın bazı dostları vardır. Onlarla her zaman sık sık görüşüp görüşmemesinin önemi yoktur. Ama insan bilir ki o oradadır.
Nasıl Ay ya da bir dağ veya bir deniz, biz ona bakmasak; onu göremeyeceğimiz bir yerdeysek de oradadır, öyle.
Bazı insanlar da, fizik olarak değil, bir dost olarak, başın sıkıştığında baş vuracağın bir insan olarak hep oradadır.
Oktay’la ilişkimi hep böyle gördüm. Pek sık görüştüğümüz söylenemez belki.
Ama Oktay benim için “hep orada”dır.
*
Oktay hakkında yazdıklarımı burada bitirmeyi düşünüyordum.
Ancak Oktay’ın trajedisi, onun trajedisine tevazuunun yol açtığı üzerine de bir şeyler söylemem gerektiğin düşünüyorum.
Biz Dev- Gençliler birbirimize görüşlerimizi açıkça söylerdik ve söylemeye devem etmeliyiz. Geleneği sürdürmeye çalışalım.
*
Troçki gelecekte trajedinin olup olmayacağı üzerine yazarken aşağı yukarı şunları söyler:
Klasik Yunan trajedisinde tanrıların çizdiği alın yazısı ve insanın bu yazgıdan kurtulma çabasının bizzat bu alın yazısını gerçekleştirmenin aracı olması trajedinin özünü oluşturur.
Modern çağda, Shekespare’in trajedilerinde ise ihtiraslar, kıskançlıklar vs. adeta bir kader haline dönüşür ve modern trajedinin temelini oluşturur.
Ama sadece, ihtiraslar, kıskançlıklar gibi olumsuz nitelikler değil, kimi olumlu nitelikler ve bunların “aşırı” biçimleri de bir tür alınyazısı olur ve bir trajediye yol açar.
Kanımca Oktay’ın tevazuu da onun kaderi olmuş ve trajedisinin temelini oluşturmuştur denebilir.
Bunu THKP-C’den birkaç örnekle göstermeyi deneyelim.
Oktay her kritik noktada doğru bir tavır içinde olmuş, doğru öneriler yapmış ama alçak gönüllülüğü yüzünden geri çekilmiş, üzerine gitmemiştir. Böylece Oktay’ın alçak gönüllülüğü, kendisi ve diğer kahramanlar için trajik sonuçlara yol açmıştır.
En şifalı ilaçlar yerinde ve dozunda kullanılmazsa en öldürücü zehirlere dönüşürler; ama en öldürücü zehirler de yerinde ve dozunda kullanılırsa en şifalı ilaçlar olurlar.
Tevazu da yerinde ve dozunda verimli sonuçlara yol açabilir.
*
Daha önce de değinildiği gibi, THKP-C’yi konuşmak kolay değildir. Çünkü Devlet korkunç bir katliam yapmıştır ve sonraki kuşaklar bu katliamın kurbanlarıyla dayanışma içinde olmuş, onları bir kutsallık halesiyle sarmıştır.
Öte yandan kimileri de THKP-C’yi bir komplo teorisinin aracı gibi göstermeye çalışmıştır.
Bu durumda, kalanlar, bir yandan devlete ve komplo teoricilerine karşı savunma; bu nedenle de ağacı bu yöne bükme gereği nedeniyle; ama aynı zamanda yeni kuşağın baskısı nedeniyle de, kimi görüşlerini ve değerlendirmelerini ancak bir Ezop dili ile, çok örtük bir dille yapabilmişlerdir.
Oktay’ın trajedisini anlayabilmek için ister istemez bu netameli alana girmek gerekiyor.
*
Oktay, uzun yıllar THKP-C hakkında pek konuşmazdı.
Kim bilir belki de sorulmadığı için, belki tevazuu nedeniyle konuşmazdı.
Son yıllarda ise epey açıklamalar yaptı, anılarını ve değerlendirmelerini anlattı.
Bu konuşma ve değerlendirmelerinde, sadece söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle de; vurguladıklarıyla değil, vurgulamadıklarıyla da sonradan daha nesnel ve soğuk kanlı bir bakış açısıyla olguları inceleyecekler için birçok işaret kazıkları çakmıştır.
*
THKP-C’de yaşananlar içinde en çok spekülayon konusu olmuş iki olay vardır. Zaten komplo teorileri de bu iki olaya dayandırılmaktadır. Elrom’un ölümü ve İlyas Aydın.
Oktay’ın bu çok kritik iki olaya ilişkin olarak hem davranışları hem de özellikle son dönemlerinde söyledikleri çok kritik önemdedir.
Ama aynı zamanda Oktay’ın trajedisini anlamak için de önemlidir.
Oktay’ın trajedisi anlaşılmadan THKP-C’nin tarihi de pek anlaşılamaz.
*
Oktay bütün kritik anlarda hem de en başında hep doğru bir tavır almıştır. Ne var ki, bu tavrını istikrarlı bir şekilde savunmamış, tevazuu nedeniyle geri çekilmiştir. Trajediye yol açan bu durumdur. Halbuki, Oktay’ın ağırlığı çok daha fazlaydı. İtirazını biraz daha ısrarlı ve yüksek sesli dillendirse bir çok olayın gidişini değiştirebilirdi. Ve bunu yapabilecek çok az sayıdaki kişilerden biriydi.
Doğru tavır almayı ama alçak gönüllülük nedeniyle üzerine gitmemeyi bir saat intizamıyla her kritik noktada Oktay’da görüyoruz.
İlk baştan başlayalım
Örneğin kendisi ile yapılar bir söyleşide şunları söyler Oktay:
“Mücadelenin herhangi bir anında durup biz ne yapıyoruz dediğiniz oldu mu?
“Elde silah mücadele ettiğimiz dönemde evet. Mahir Çayan’a Efraim Elron’u kaçırmazdan önce, iki iş adamını kaçırdıktan sonra “bu noktada biraz duralım düşünelim nasıl bir çizgi izleyeceğimize bir karar verelim” dedim. Bir durumumuzu değerlendirelim dedim ama böyle bir şey olmadı. Ben bu dönemdeki eylemlerimizi 12 Mart faşizmine karşı mücadele olarak algıladım. Biz ne yapıyoruz değildi de, bundan sonraki çizgimizi nasıl belirleyeceğimize karar verelim diye düşündüm ama öyle bir toplantı gerçekleşmedi.
Yine aynı durum söz konusu, tam da en kritik anda en doğru soruyu soruyor ama alçak gönüllülüğü ile ifade ediyor ve geri çekiliyor. Üzerine gitmiyor.
*
Önce, Elrom konusu.
Elrom’un öldürülmesiyle ilgili Oktay’ın anlattığı mealen şöyledir.
Fırtına Harekâtı olacağında, Şişli’de gizlendikleri Apartmanı’nı terk edeceklerdir. Terk etmeden önce, Oktay, Cevahir’le, aralarında da konuşarak Elrom’un öldürülmeden, evde bırakması yönündeki görüşlerini Mahir’e söylerler.
Evi terk ettiklerinde Elrom yaşamaktadır.
Sonradan tekrar karşılaştıklarında Elrom’a ne olduğunu sorduğunu, Mahir’den öldü cevabını aldığını; “kim öldürdü?” sorusuna da Mahir’in “ben” cevabı verdiğini anlatır.
Oktay sadece bu olguları anlatır.
Hiçbir yorum yapmaz.
O zaman yorumu biz yapalım.
Mahir’in böyle bir durumda, yoldaşlarının önerisini dikkate alması gerekirdi. Evet Mahir teorisyendi, Yusuf ve Münir’le, seri kararlar alıp uygulayabilmeleri için yönetici olarak seçilmişti.
Ama Dev-Genç’liler arasında birbirimize güven ve birbirimizin görüşlerine değer verme ve hesaba katma da bunun ayrılmaz bir parçasıydı.
Hele Oktay ve Cevahir gibi mütevazı arkadaşlar her zaman Engels gibi “ikinci keman” olmayı seçerler ve kendilerini geri çekerlerdi; ama Dev-Genç’in dar kadrolarının içinde, bu gibi arkadaşların sözünün ağırlığı, görüşlerinin ağırlığı çoğu durumda öne çıkanlardan daha fazla olurdu ve olması gerekirdi.
Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, bizler hep aynı göz hizasından konuşurduk birbirimizle.
Mahir, son derece önemli iki THKP-C’linin görüşlerini ve önerisini dikkate almadan karar vermiş, uygulamış ve bunun bir açıklamasına da gitmemiştir.
Şimdi olguya dikkat edelim.
Oktay’ın Cevahir’le birlikte yaptığı öneri doğru olandır.
Mahir’in yapması gereken onların önerisine uygun davranmaktır.
Dev-Genç’in gelenekleri, ilişkiler bunları gerektirirdi.
Ama Mahir hem biçimsel olarak arkadaşlarının önerisini dikkate almayarak yanlış davranmıştır; hem de içerik olarak, politik olarak öldürmekle yanlış yapmıştır.
Burada Oktay’ın trajedisine geliyoruz. Hem biçimsel olarak hem de politik olarak doğru davranmasına rağmen, ne Mahir’e ne neden böyle yaptığını sormuş, ne de onu eleştirmiştir.
Ve bugün bile bu olayı anlatırken hiçbir değerlendirme yapmadan aktarmaya özen göstermektedir.
Peki Oktay bu kadar alçak gönüllü davranmayıp Mahir’den niye böyle yaptığını açıklamasını isteseydi; ikna olmadığı takdirde eleştirseydi ne olurdu?
Muhtemelen Mahir böyle bir eleştiri karşısında en azından sonraki davranışlarında daha ölçülü, yoldaşlarının öneri ve fikirlerini daha çok gözeten davranışlar gösterebilirdi.
Kim bilir belki Kızıldere’deki o korkunç katliama kadar giden olaylar silsilesi gerçekleşmeyebilirdi.
*
Bu durum daha sonra da sürecektir. Kızıldere ile biten süreçte d, Mahir’in kararları ve yaptıklarıyla, yoldaşlarını benzer biçimde fiilen emri vaki denebilecek durumlar karşısında bıraktığı tahmin edilebilir.
Halbuki, iyi bir önder, önceden gören, bağımsızca karar alabilen ama bunu organ kararıyla birleştirebilendir.
Mahir’in böyle kritik bir konularda kendi başına karar alıp uygulaması tamamen yanlıştır ve önderlik kriterlerine uymaz.
Gerçek bir önder, kendisi diyelim ki, Elrom’u öldürmenin doğru olacağına karar vermiş olsa bile, bunu arkadaşlarıyla görüşüp, onları da ikna edip, ondan sonra bu organ kararına uygun olarak böyle bir davranışta bulunur ya da buna çalışır.
Mahir ise, sonuçları, sadece kendi örgütündeki başkalarını değil, hatta bütün solu bile etkileyecek bir davranışı, yoldaşlarının karşı yöndeki eğilimini bilmesine ve danışma olanağı da olmasına rağmen sadece kendi kararıyla uygulamıştır.
Ayrıca Mahir’in önceden Oktay ve Cevahir’e “ne yapalım, nasıl davranalım?” diye sormamış olması; onların bunu kendi inisiyatifleriyle Mahir’e söylemeleri de anlamlıdır.
Halbuki onun bunu sorması gerekirdi öncelikle.
Yani yapılan, önderlik ve kollektif davranış kriterleri; Dev-Genç’in gelenekleri bağlamında baktığımızda biçimsel olarak yanlıştır.
Ama aynı zamanda içerik olarak da yanlıştır.
Bu halk niçin Deniz’i, Sinan’ı çok sevmiştir?
İkisi de kimseyi öldürmemiştir.
Mahir’i gençler, THKP-C kökenli örgütler tutar ama halkımız pek tutmamıştır bir Deniz ve Sinan kadar.
Bunun nedeni vardır.
Bizler çok çaresiz kalmadıkça, öz savunma dışında kimseyi öldürmeyi düşünmezdik. Hele elimizde esir bir insanı.
Deniz ve Sinan, silahla çatışma içinde, yani eşit koşullarda olmalarına ve böyle bir durumda vurmaları anlaşılabilir olmasına rağmen, kimseyi öldürmemişlerdi.
Mahir, Dev-Genç’in bu masumiyetini yok etmiş; bu geleneklerini çiğnemiş oluyordu.
Oktay’ın sadece anlatmakla yetindiği ama çıkarmadığı, sustuğu; ama mantık sonuçlarına götürüldüğünde çıkarılacak sonuç kanımızca budur.
Kanımca, Oktay doğrudan bir eleştiri yapmasa da, anlattığı olguyla ve vurguladıklarıyla halkımızın tavrına benzer bir tavrı, bir Dev-Genç’li tavrını sürdürmektedir.
Konu üzerine sonra daha rahat konuşacak ve araştıracak kuşaklara bir işaret bırakmaktadır.
*
Diğer konu, İlyas Aydın konusudur.
Lord Jim’den söze girdiği ama sonra konuşmanın başka yöne aktığı Kitapça’daki gecede birçok arkadaşın yanında Oktay’ın anlattığı şudur.
Mahir Oktay’a, İlyas Aydın’ın kendisine MİT’in kendisine ajanlık teklif ettiğini söylediğini söyler.
Oktay, “sen ona ne dedin?” deyince
Mahir, “kabul et bize çalış” dediğini söyler.
Oktay, “derhal onunla da ilişkiyi kesiyoruz, evi de değiştiriyoruz” der.
Ancak olayların akışı içinde bu konu bir daha gündeme gelmez.
Yani yine aynı şey olur. Oktay’ın ilk tepkisi, önerisi hep doğrudur.
Ama o her zaman olduğu gibi, fikrini ve uyarısını söyledikten sonra tevazu ile geri çekilmekte arkadaşının davranışını izlemektedir. Bu tevazu, bu geri çekiliş, Hamlet’in kararsızlığı gibi, bir kader haline gelecektir.
Burada Mahir’in davranışını tamamen yanlış bulduğunu ve bunu Mahir’e söylediğini görüyoruz.
Mahir yine, böylesine çok önemli bir konuda arkadaşlarına danışmadan karar almıştır: biçimsel olarak yanlıştır.
Ama aldığı karar da yanlıştır. Yani kararın içeriği de yanlıştır. Bir parça tecrübesi olan, bu devleti tanıyan bir devrimci bu gibi oyunlara girmez; girmemesi gerekir.
Oktay yine, daha öncekilerde olduğu gibi bunun da üzerine gitmemiş ve tekrar konu etmemiştir. Oktay burada sorunu olayların akışına vermektedir.
Ama Oktay’ın Mahir’in birçok davranış ve kararını doğru bulmadığı, bunu açıkça belirtmese de çok açıktır.
Elbet bazı durumlarda olanak yoksa insan bir karar alıp uygulayabilir ve bunun sorumluluğunu alıp sonuçlarına katlanır. Ama anlatılanlarda durum tam tersinedir.
THKP-C’nin ve Dev-Genç’in, en sözünün ağırlığı olan Cevahir gibi, Oktay gibi militanlarının görüşlerini bilmesine rağmen, ikna etmek için; başkalarının da görüşlerini öğrenmek için hiçbir girişimde bulunmadan kararlar alması hem usulen yanlıştır; hem de içerikçe yanlıştır.
*
Ancak olay sadece bu kadar değildir.
Mahir, İlyas Aydın’la ilgili olarak mahkeme safhasında iki şey daha söyler.
1)      “Elrom’u İlyas Aydın öldürdü” der
2)      “İlyas Aydın Ajandı” der.
Mahir’in bu farklı sözlerinden çıkacak bir tek sonuç vardır.
Devletin bir ajanı Elrom’u öldürmüştür.
Zaten bunca komplo teorisinin ardında da Mahir’in bu söyledikleri vardır.
*
Ancak Oktay’ın diğer ifadesinden Mahir’in Elrom’u kendisinin öldürdüğünü söylediğini biliyoruz.
Ayrıca Oktay kendi kanısının da Elrom’u Mahir’in öldürdüğü yolunda olduğunu söylemektedir.
Oktay’ı tanıyanlar bilirler, öyle kolay kolay, kanısını, böyle kritik bir konuda, eğer çok emin değilse söylemez.
Mahir’in kendi yaptığı bir işten dolayı başkasını (İlyas Aydın’ı) itham etmesi bir kere yanlıştır.
Devrimciler her zaman yaptıklarını savunurlar politik olarak.
Ve mümkün olduğunca diğer yoldaşlarını sorumluluktan azade kılıp kendi omuzlarına almaya da çalışırlar.
Kaldı ki, bundan daha büyük bir yanlış daha vardır.
İlyas Aydın’ın Mahir’e kendisine MİT tarafından teklif yapıldığını söylediğini Oktay’ın sözlerinden biliyoruz. İlyas Aydın’a teklifi kabul etmesini söyleyen de Mahir’dir.
Bu durumda Mahir’in, bizzat kendisinin verdiği  onayla ajanlığı kabul eden birinin ajan olduğunu ilan etmesi, hem o insana karşı dürüst bir davranış değildir; hem de o insanın ölüm emri anlamına gelir.
*
Mahir tüm davranışlarıyla tutarsızlıklar içindedir. Kafasında birtakım hesaplar vardır ve bunlara göre davranmaktadır ama bunları yaparken tüm yoldaşlarını da çiğnemekte onları emrivakiler karşısında bırakmaktadır.
Yani Mahir, liderlik kaliteleri bakımında aslında son derece başarısız bir imtihan vermiştir.
Ama sorun şuradadır.
Yaşayanların hepsi bunu bilmesine, görmesine, hatta bu hükme varmış olmasına rağmen, hiçbir zaman bunları ifade etmemişler, devlet tarafından katledilmiş bir arkadaşlarına saygısızlık etmeme gerekçesi ile, konuyu hep genel yanıyla ele almaya çalışmışlar, bu netameli konulara girmemeye çalışmışlardır.
Oktay da genel değerlendirmeler çerçevesinde kalmakla birlikte, özellikle son yıllarda, kendisine sorulduğunda, en azından olguları ifade ederek, gelecekte daha serin kanlı olarak yapılacak değerlendirmeler için bazı işaret kazıkları çakmaktadır.
Benzer eğilim, son zamanlarda yayınlanan Orhan Savaşçı’nın anılarında da görülmektedir. İlk bakışta kitapta sanki sadece belgeler vardır ve hiçbir şey yokmuş gibi görünmektedir.
Ancak Orhan savaşçı da birtakım ipuçlarını sunmakta, hassas dokunuşlar yapmakta, gerisini gelecek kuşaklara bırakmaktadır.
*
Bu kritik dönemin yaşayan tek şahidi olarak, Oktay bütün o ağır yüke rağmen başarılı bir sınav vermiştir diyebiliriz.
Tavrı yine aynıdır.
Tarihsel haklılığa vurgu, ölen bir insanın ardından konuşmama, ama olguları da yok saymama.
Dengenin bulunmasının zor olduğu bir bıçak sırtıdır bu.
*
Oktay hakkında bu yazdıklarımı, Oktay’ın aşırı alçak gönüllülüğünün, daha geniş bir çerçevede bakıldığında, başka varoluşlar, alternatifler ve gelenekler karşısında bir söz etmeme, genel geçer yargıları tekrarlama ile, yani bir anlamda nesnel olarak tevazuun tam zıddı ile sonuçlandığını göstererek tamamlamayı deneyeyim. Bu tabii aynı zamanda THKP-C’nin bir eleştirisi; 1970’de yapılamamış bir tartışmanın gecikmiş olarak yapılması olacaktır.
Tekrar vurgulamak gereğini hissediyorum. Bizler birbirini seven, değerini bilen, güvenen ama siyaset ve teori söz konusu olduğunda da en yakınlarımıza en sert eleştirileri yapmaktan çekinmeyen insanlardık.
Bu geleneği sürdürmek ve yeni kuşaklara aktarmak açısından da bu son bölümde, Oktay’ın siyasi ve teorik yaklaşımlarına ilişkin eleştirilerimi belirtmek ve bu bağlamda bir tarihsel haksızlığa son verip, tarihsel adaleti de yerine getirmem gerekir diye düşünüyorum.
*
Oktay Kıvılcımlı Sempozyumu’nun açış konuşmasında her zamanki bir yanılma payına da vurgu yapan mütevazi üslubuyla Kıvılcımlı hakkındaki görüşlerini anlattı[1].
Oktay’ın bu konuşması Kıvılcımlı’nın mücadeleci; devrimci ve sosyalist yanına vurguyu içeriyordu. Ancak teorik ve politik kısmında üç özellik belirgindi.
1)      Kıvılcımlı’nın görüşlerini özellikle 1930’larda yazdığı Yol üzerinden ele alarak olumladı.
2)      1960’lar ve yetmişlerin başlarındaki görüşlerine ve politik çizgisine pek girmedi ama doktorun “cuntacılığına” katılmadığını ama bu konuya girmeyeceğini belirtti. Ama “cuntacı” olarak tanımlayarak da fiilen girmiş oldu.
3)      Kıvılcımlı’nın Marksist teoriye yaptığı veya en azından yaptığını iddia ettiği katkılar konusuna, kısaca “Tarih Tezi” konusuna hiç girmedi. Yani Marksizmin teorik sorunlarına, kapitalizm öncesi toplumların hareket yasalarına ve bunun çağımıza ilişkin sonuçlarına hiç girmedi. Yokmuş gibi davrandı.
Kanımızca bu üç nokta, Oktay’ın teorik ve siyasi olarak en zayıf noktalarını oluşturmaktadır ve Oktay bu noktalarda neredeyse bütün Cephe hareketinden gelenlerin ortak özelliklerini taşımaktadır.
Şimdi, burada bu üç nokta üzerinden Oktay’ın görüşlerini ele alalım.
*
Birincisi, Kıvılcımlı’nın Yol’da başka, sonra başka bir çizgiyi izlediği şeklinde oluşmuş, Oktay’ın da paylaştığı anlaşılan yargı baştan aşağı yanlıştır ve Kıvılcımlı’nın hiç anlaşılmadığını gösterir.
Elbet Kıvılcımlı’nın 1930’larda yazdığı Yol adlı eserinin illegal bir parti için yazılmış bir metin olması nedeniyle dilinin devrimci ruhları çok daha okşaması; bir Ezop diliyle yazılmamış olması gibi bir farklılığı vardır.
Öte yandan Yol aynı zamanda 1930’ların başının, Almanya’da işçi hareketinin tarihindeki en büyük yenilgiye sebep olan, Üçüncü Enternasyonal’in “sınıfa karşı sınıf” taktiği döneminin kimi yankılarını içerdiği de bir gerçektir.
Ancak bunlar onun özünü ve içeriğini vermez. Kıvılcımlı’nın Teori, Program, Strateji, Taktik ve Örgüt konularında görüşleri esas olarak hep aynı kalmış ve hayatı boyunca da Yol’da son bölümünde anlattığı yakalanması gereken taktik halkanın “legaliteyi istismar” olduğu şeklindeki taktiği uygulamıştır.
Aslında Legal alanda yaptığı bütün çıkışlar: 1930’larda Marksizm Bibliyoteği, 1950’lerde Vatan Partisi; 1960’larda TİP’e, Yön’e yönelik olarak yazdıkları ve girişimleri; ve 70’in başında yayınladığı triolojisinde (“Oportunizm Nedir?”; Halk Savaşının Planları”, “Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama”) yazdıkları, Yol’da savunulan Program, Strateji, Örgüt ve Taktiğin, legalitenin imkanlarını zorlayan bir dille ve günün dinamikleriyle bir tekrarından ve aktüalizasyonundan başka bir anlam taşımazlar.
Tabii bu ortaklığı görebilmek için, Kıvılcımlı’nın, aynı zamanda her devrimcinin yapması gerektiği gibi, verili koşullar içinde, bir politik hareket yaratmak için, hangi halkayı yakalamak gerektiği ve bunu da o zamanın Dünya Sosyalist sisteminin genel çıkarlarına bağlamak gerektiği şeklindeki klasik komünist yaklaşımıyla birlikte ele almak gerekir.
Bunu en açık biçimde Kürt sorunu ve Ordu konusuna görebiliriz.
Ne Yol’da, ne Vatan Partisi Programı’nda, ne 60’ların başındaki yazılarında Kıvılcımlı’nın “Vurucu Güç”, “Proletarya Aydınları” ve “Jön Türkler Geleneği” gibi konularda bir şey yazdığı görülmez.
Tersinden, illegal Partiye yazılmış Yol’da, Kürt sorunu konusunda strateji başlığı altında koca bir kitap yazdığı görülür ama 70’de kendisine Kürt sorunu konusunda legal ortamda soru soran ve aslında provakasyon yapan muhatabına bu konuda konuşmak “sıkmıyor” der ve cevap vermez.
Buradan kaba bir gözlemle şu sonuç çıkarılmaktadır. Kıvılcımlı 1930’larda devrimci bir pozisyondaydı, Kürt sorunu üzerine kitap yazmıştı, Kürdistan’a sömürge demişti, Kürtlerin ayrılma hakkını hatta ayrı parti kurma hakkını savunmuştu; ama 60’larda bu görüşünü terk etmiş darbeci bir pozisyon almıştır.
Bu çıkarsama maalesef çok yaygın ve egemen bir çıkarsamadır, kabadır ve yanlıştır.
Oktay’ın konuşmasında da aynen bu yaklaşımın izleri bulunmaktadır. Kıvılcımlı’yı kendi mantığı içinde ele almadığından, o günün koşulları ve varsayımları içinde düşünmediğinden görüşlerini değiştirip bir darbe savunucusu olduğu sonucu çıkarılmaktadır.
Yukarıda dedik ki, Kıvılcımlı bir Komünist Enternasyonal militanıdır.
Yani Dünya sosyalist hareketinin çıkarlarına tabi olarak ülke içindeki taktikleri ve stratejiyi belirlemeye dikkat eder. Çünkü parça bütüne tabidir. Her ülkedeki Komünist Partisi bir tek Dünya Partisi’nin bir şubesidir. Herhangi bir ülkedeki partinin bir il örgütü gibidir. Sonradan Enternasyonal lağvedilmiş olsa bile Sovyetler tarafından böyle hareket etmesi beklenmiş, dikte edilmiş ve dünyadaki komünistler de genellikle sorunu böyle görmeye devam etmişlerdir.
Keza bu amaca bağlı olarak her Komüniste düşen görev, var olan canlı hareketlere ve dinamiklere göre bir devrimci hareket yaratmanın imkanlarını zorlamaktır.
Kıvılcımlı’nın yaptığı ve yapmaya çalıştığı hep bu olmuştur. Ancak bu amaçlar açısından ancak Kıvılcımlı eleştirilebilir. Bu amaçlara hizmet etmediği açısından bir yanlış var mı diye bakmak gerekir.
Bu açıdan bakıldığında, her şey gayet kolay anlaşılır.
Elbette 1930’ların Türkiye’sinde bir Kürt hareketi vardı ve canlılığını koruyordu. Kıvılcımlı, “biz Batı’da bildiri dağıtıyoruz, Doğu’da isyan oluyor” diye yazıyordu. 1925’te bir Şeyh Sait İsyanı olmuştu; 1929’da Ağrı İsyanı olmuştu ve Yol’un yazılmasından birkaç yıl sonra da Dersim Katliamı olacaktı.
Dolayısıyla Kıvılcımlı, hala varlığını hissettiren bir harekete böyle ilgi göstermesi kadar doğal bir şey olamazdı. O her durumda, sinekten yağ çıkarırcasına en küçük bir olanağı bile değerlendirerek bir politik hareket yaratmanın imkanlarını araştıran bir devrimciydi.
Kaldı ki, Yol’da sorunu Strateji bağlamında ve illegal bir parti için ele alıyordu.
1950’lerde ise ne Kürtler ne de “vurucu güç” vardır. Türkiye’de köylülük hızla dağılmakta, İstanbul’u yeniçeri orduları gibi Gecekondu semtleri ve fabrikalar çevirmektedir. Bu umutsuz işçilerin gittiği yer Eyüp Sultan’dır. Aynı Kıvılcımlı burada İslam’dan, Ergin halifeler devrinden söz etmektedir. Ama içeriğe bakıldığında ne görülür. Kıvılcımlı orada Vatan Partisi Programını yani “Ucuz Devlet”i, yani Paris Komünü tipi devleti, İslam örneği üzerinden anlatmaktadır.
27 Mayıs olur, MBK’ya mektup yazar, aynı programı önerir. Amaç en küçük bir legalite olanağından yararlanmaktır.
Ve 1970’de Sosyalist gazetesini çıkarırken, Dev-Genç’lilere de aynı programı önerir.
1960’larda ve Doktorun’un yaşadığı zamanlarda ise, Türkiye’de bir Kürt hareketi yoktu. Kürt hareketi henüz sosyalist hareketin kanatları altında tekrar yeni yeni doğar durumdaydı. Ama öte yandan Dev-Genç’te genç aydınlar, sosyalist oluyorlardı, benzeri bir radikalleşme Ordu içindeki gençlikte de vardı. Bizzat Orhan Savaşçı’nın anıları bile bu kaynaşma ve radikalleşmenin en açık delilidir.
Sadece sosyalistler de yoktu, Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk gibi, bağımsızlıkçı, NATO’dan çıkmayı; Amerikan üslerini kapatmayı ve tarafsızlığı savunan geniş bir kesim de vardı. (Bunları bugünkü ulusalcılarla karıştırmayalım. Dünyayı bir atom savaşı tehlikesinin sardığı ve Sovyetlerin var olduğu bir zamanda, bugünkü ulusalcılar ve Doğu Perincekler ordu Sovyet hududuna diyorlardı. Bütün hedef var olan askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini korumaktır.)
Bir sosyalistin kendi dışındaki bu hareketliliğe ve radikalleşmeye kör ve sağır kalması düşünülebilir mi?
Eğer kör ve sağır kalırsa bu politik mücadele ile nasıl bağdaştırılacaktır?
Ayrıca bu sivil ve asker eğilimliler, ister gerilla ile, ister Bonapartist yöntemlerle olsun, NATO’dan çıkma; toprak reformu yapma; Amerikan üslerini kapatma gibi bir programa da eğilim gösteriyorlar ve hatta bunu savunuyorlardı. 68 Öğrenci hareketlerinin de gerilla hareketlerinin de esas talepleri bunlardı.
O dönemde, Sovyetler Birliğini savunma temel görevi ile yetişmiş bir Üçüncü Enternasyonal militanının, taktik düzeyde böyle bir programa karşı tarafsız ve ilgisiz kalması düşünülebilir mi?
O dönemde örneğin Türkiye’de, genç subayların, örneğin Doğan Avcıoğlu ekibinin, Bonapartist ama, diyelim ki bağlantısızlar hareketini seçecek; NATO’dan çıkacak ve ABD üslerini kapatacak bir darbe yapması koşulunda tüm dünya dengeleri değişir bir üçüncü dünya savaşı olasılığı uzaklaşırdı. Sovyetler birliği biraz nefes alır, dünyada işçi ve kurtuluş hareketleri yükselirdi.
Elbet bu darbe yapanlar başta bizzat Kıvlcımlı da olmak üzere sosyalistleri ezerlerdi ve Kıvılcımlı da bunun böyle olacağını da bilirdi ama aynı darbeciler Dünyada savaş tehlikesinin ve emperyalistlerin tehditlerinin gerilemesine de yol açardı. Arap dünyasındaki darbelerin böyle bir sonucu olmuştu.
Peki Kıvılcımlı ne yapmıştır?
Bu gerçeklik içinde Ordu’dan devrim mi beklemiştir?
Taktik görevlerini buna mı bağlamıştır.
Onları devrimin öznesi kabul edip onlara yönelik yayın mı yapmıştır?
Bu soruların hepsinin cevabı hayırdır.
Sosyalist gazeteleri ve kitapları ortadadır.
Hepsi işçilere yöneliktir hem de hiçbir eğilimin olmadığı kadar.
Hepsi bir Proletarya Partisinin örgütlenmesi gereğinden ve bunun için bir programdan söz eder.
Yani Kıvılcımlı’nın kitabında veya yazılarında kendi dışında bir güç olarak bunlardan söz etmesi, Kürtlerden söz etmemesi ne görüşlerinin değiştiği ne de görev tanımlarının mantığında en küçük bir değişme olduğu anlamına gelmez.
Hatta aksine, Kıvılcımlı Orduyu yapılacak devrimin öznesi olarak görenlerin en sert eleştirilerini yapmıştır. Bu eleştiriler “27 mayıs ve Yön Hareketinin Sınfsal Eleştirisi” kitabında okunabilir.
Bu kitap aynı zamanda Ordu’nun ve subayların nefis bir sosyolojik analizi olduğu gibi; Türkiye’deki devletin ve devletçiliğin ve devletten bir şey beklemenin en sert ve acımasız bir eleştirisi ve teşhridir.
Yani, Kıvılcımlı, ortadaki olguyu hem sosyolojjk olarak açıklamaya çalışmış; hem de onların ideolojisine karşı keskin bir ideolojik, programatik ve stratejik mücadele vermiştir.
Öte yandan onların hitap ettiği asker ve sivil aydınlara hitap etmek ve özellikle onları örgütlemek, onlara dayanmak gibi en küçük özel bir çabası olmamıştır.
Elbette her komünist, her devrimci toplumun bütün katmanları içindeki devrimcilere ve gayrı memnunlara hitap eder ve onları etkilemeye ve örgütlemeye çalışır, bu çerçevede oralardan fikirlerine ilgi duyanlar gelirse elbet onları da örgütlemeye çalışır ama bu zaten özel bir görev oluşturmaz; bir stratejiyi belirlemez.
Örneğin 1930’larda da Kıvılcımlı’nın yayınlarından ve Nazım’ın şiirlerinden etkilenen genç Harbiyeliler ve subaylar olmuştur. 1938 Harp okulu ve donanma davaları budur.  Ama bu Kıvılcımlı ve Nazım’ın bir darbeci oldukları veya ordudan medet bekledikleri anlamına gelmez.
Yani ne Program, ne Strateji, ne Taktik, ne Örgütlenme düzeyinde Kıvılcımlı’nın “cuntacı” olduğu; yani bir askeri darbeyle devrimi savunduğu yönünde ne teorik, ne politik, ne örgütsel en küçük bir kanıt gösterilemez.
Peki bu nereden çıkıyor?
Hikmet Kıvılcımlı, o üçlü kitabın sonunda, Türkiye’de güçleri ve bunların yer alışını şemalaştırırken, Özgüç: İşçi Sınıfı; Yedek Güç: Köylülük, dedikten sonra, bir de “Vurucu Güç” (Proletaya Aydınları) diye o güne kadar görülmemiş ve duyulmamış bir kategoriyi eklemiştir.
Bunun eklenmesinin anlamını önce doğru koymak ve anlamak gerekir.
Kıvılcımlı burada nesnel eğilimleri ve çıkarları olan güçleri tanımlamaktadır.
O sırada Türkiye’de Dev-Genç sivil gençler ve aydınlar arasında hızla yayılmamakta ve radikalleşmektedir; Dev-Genç’in paraleli bir gelişme de silahlı kuvvetlerin içinde, Harbiyeliler ve genç subaylar arasında da vardır. Özellikle de deniz ve hava kuvvetlerinde.
Kıvılcımlı için, bir Marksist olarak Dev-Genç fenomenini (ve bunun Ordu içindeki yansımasını da) açıklama gibi bir sorun vardır. Aydınlar ve gençler genellikle sınıfsal konumları gereği burjuva devrimcisi olurlardı. Şimdi hepsi Marksist oluyorlar ve Proletarya ile kaynaşma yollarını arıyorlardı. İşte Dev-Genç ortadaydı,
Biz Dev Gençliler kendimizi komünist ve sosyalist görüyorduk ama Kıvılcımlı’nın kategorileri çerçevesinde, Gençlikteki bu radikalleşme, bizim kendimizi böyle tanımlamamız nasıl açıklanmalıydı.
Kıvılcımlı klasik bir komünist olarak, Dev-Genç’i, Dev-Genç, “Proletaryanın kendi yapısı içinde kabul edilen” Komünist bir parti olmadığına göre, öyle bir kategori olarak, öncü güç olarak görmüyordu. Bu kategori komünist partisinde örgütlü olur. Bizlerin kendimizi Komünist ve proletaryanın bir parçası olarak görmemiz, sosyolojik olarak bizim öyle olduğumuz anlamına gelmiyordu. Keza Kıvılcımlı’nın gözünde de gelmiyordu.
Bu aydın gençler esas olarak küçük burjuva ve memur kapı kulu ailelerin çocuklarıydı ve nesnel konumları ile de sosyolojik bir olgu olarak oraya aittiler.
Bu gençler sosyalist oluyorlar, Marksist oluyorlar ve kendi kaderlerinin işçi sınıfıyla birlikte olduğunu düşünüyorlardı.
Kıvılcımlı’nın bulunduğu yerden ise, (yükselen bir helikopterde dünyanın aşağı düşüyormuş gibi gelmesine benzer biçimde) Proletaryanın bir parçası olmayan, Komünistler tarafından bir Partide örgütlenmemiş; ama kendilerini eski burjuva devrimcilerinden farklı olarak Proleter devrimci olarak tanımlayan bu gençleri, bu olguyu nasıl açıklamalıydı?
Kıvılcımlı bunu açıklayacak kavramsal çerçeveyi geleneklerde bulduğunu düşünerek bir açıklama sunuyordu.
Ama bu açıklama onun bu güce bel bağlamak gerekir gibi bir sonuca varmasına da hiçbir şekilde yol açmıyordu. Onun için görev belliydi. Söylediği de çok açıktı. Bunlar bir darbeyle veya başka bir biçimde iktidarı alabilirler. Eğer aydınlar ve işçiler kaynaşıp bir proletarya partisi örgütlemez ve halkı teşkilatlamazsa, kısa zamanda kendilerini amorti edip, tamamen ters işlev görürler diyordu.
Yani kendisi ve Marksistler açısında görevlerde en küçük bir değişime yol açmıyordu bu “proletarya aydınları”nın varlığı. Bizim dışımızda böyle bir şey var. Bu bir olanak yaratabilir. Ama biz işimize bakıp görevlerimizi yaparsak belki bu olanaktan yararlanabiliriz. Dediğinin özü budur.
*
Bu vesileyle ben bir anekdotumu da anlatayım. Sosyalist gazetesine Yazı İşleri müdürü olmam için ve bu nedenle Orhan Müstecaplı tarafından tanıştırılmak üzere Kıvılcımlı’ya götürüldüğümde, Kıvılcımlı’ya o zaman bir türlü anlayamadığımız bu “Proletarya Aydınları” konusunu sordum.
Kıvılcımlı bana “sen nesin evladım, sizler nesiniz?” dedi.
O an Kıvılcımlı’nın ne dediğini neden anlamadığımızı anladım.
Bizler kendimizi zaten Proletaryanın bir parçası olarak Komünistler olarak görüyorduk. Elbet tek tek, sübjektif olarak bizler böyle olabilirdik ve kendimizi böyle hissedebilirdik ama Kıvılcımlı gibi dünya Komünist hareketinin bir militanı ve teorisyeni bakımından ben, sosyolojik olarak bir burjuva veya küçük burjuva aydınından başka bir şey değildim ve aslında bir yanıyla ta Osmanlıdan beri süren, memleketi kurtarmaya kalkan sivil aydın ve askerlerin modern bir devamcısından başka bir şey değildim. Kendimi bir proleter devrimci olarak görmem de, önceki kuşakların burjuva fikirleri savunmalarından, burjuva aydınları olmalarından farklı olarak “proletarya aydını” denebilecek yeni bir kategori olduğum anlamına geliyordu.
En azından Kıvılcımlı’nın gözünde durum buydu.
Teorik düzeyde bu açıklama ve kavramsallaştırmanın doğru olup olmadığı ayrıca tartışılır. Ben bugün ulaştığım noktada, Kıvılcımlı’nın kavramsal çerçevenin pek doğru olmadığı; Kıvılcımlı’nın Marks’taki Yapı ve Özne çelişkisini çözmekte başarısız kaldığı; dolayısıyla Tarih Tezi’nin kavramsal çerçevesiyle bunu açıklamanın da başarısız olduğu kanısındayım. Ama bu ayrı bir konu. Din ve Ulus teorilerine kadar gidiyor. Bu kökenleri Marks’ta bulunan klasik Marksizmin temelindeki kimi metodolojik yanlışlarla ilgili.
 İşin bu yanı sarfı nazar edilirse, Kıvılcımlı’nın bu yanlış kavramsallaştırma ve açıklama denemesine rağmen aslında oldukça derin düşünceli davrandığı kanısındayım.
Dev-Genç’in nesnel olarak yaptığı ne oldu?
THKO, THKP-C vs. hepsine, kendi iddialarıyla değil de nesnel tarihsel ve sosyolojik anlamıyla baktığımızda, bunlar aslında sosyolojik olarak İttihat ve Terakkilerin yeni bir versiyonu olarak görülebilirlerdi. Yani devlet sınıflarının bir modernleşme çabası.
Bugün yaptıkları nesnel olarak bundan başka bir şey de değildir. Ayrıca Dev-Genç’lilerin büyük bölümünün ulusalcı olması da, Kıvlıcımlı’nın bu tanımlamasının, yani Dev-Genç’i bir zamanların burjuva devrimcisi aydınların sosyalizmde çıkış arayan yeni bir versiyonu, bir “Vurucu Güç”, Proletarya Aydınları”  olarak değerlendirmesinin pek de yanlış olmadığını gösterir kanımca.
Özetle. Kıvılcımlı’nın Yol’daki ve sonraki görüşleri arasında özünde, temel görevler vs. bakımından hiçbir değişme yoktur. Sadece verili durumda o an canlı olan, radikalleşmiş, bir hareket yaratan bir özneye dikkat vardır.
Ayrıca Kürt sorununda da görüşleri değişmemiştir. Kıvılcımlı el altından Yol’u yeni Türkçeye çevirip yayınlamaya çalışıyordu. Ayrıca Deniz Gezmiş’in ölürken Kürt halkından söz etmesi doğrudan Kıvılcımlı’nın etkisidir. Kıvılcımlı o sıralar dinamik ve kitlesel bir Kürt hareketi olmadığı ve Kürt sorunu ile aydın gençlerdeki radikalleşme ve özellikle ordudaki radikalleşme arasında bir çelişki bulunduğu için, canlı bir radikalleşmenin olduğu öbür yana vurgu yapıyordu.
Ayrıca MDD’cileri TİP içindeki davranışları dolayısıyla eleştirdiği yazılarında TİP içindeki Kürtlerden söz ettiği bölümler, çok açıktır. Herkesin Doğu’da feodalizm gördüğü zamanlarda Kıvılcımlı komünal ve eşitlikçi geleneklerden söz etmektedir. Daha sonra benzer şeyleri Abdullah Öcalan da söyleyecektir. Ki bunları da o Kıvılcımlı’dan öğrenmiştir. Kıvılcımlı’nın dediklerini en iyi anlayan ve uygulayanlardan biri Abdullah Öcalan olmuştur.
*
Ama şimdi şu cuntacılık meselesine devam edelim.
Çok söylenen bir iddia da 12 Mart ‘ta “Ordu Kılıcını Attı” başlığının cuntacılığının kanıtı olduğudur.
Muhtemelen bu iddiada bulunanların hiç birisi bu yazıyı okumamıştır.
Kıvılcımlı’nın bu yazısı Ordu’ya bir övgü veya darbeyi bir destekleme değildir.
Ordunun politikaya müdahale ettiğin söyleyen bir durum tespitidir. Sıcağı sıcağına bildiriyi analiz ederek durumu anlam çabasıdır. O kadar.
Zaten sonraki bütün diğer yazıları da Muhtıra’nın en küçük bir ilerici veya demokratik iş göremeyeceğini açıklamaya yöneliktir.
*
Bir de Sarp Kuray adına bağlı olarak, Kıvılcımlı’nın cuntacı olduğu söylenir. Bunu hem Sarp Kuray gibileri, hem basın, hem de Kıvılcımlı’nın muhalifleri işlemiş ve onların işine gelmiştir böyle bir özdeşleştirme.
Bu arada şunu da not edelim. Tıpkı hava kuvvetlerinde olup da THKP-C’nin örgütledikleri gibi, denizcilerin çoğu da, darbeci değildir.
Denizcilerin çoğu da ayrıca Sarp Kuray’ı benimsemezlerdi ve işçi sınıfına da inanırlardı. Birçoğu da işçiler içinde çalışırdı ve sonradan da çalışmışlardır. Sarp Kuray’ın şişirilmiş adı ve şöhreti bu gerçeği gölgelemiştir.
Ama bizzat Sarp Kuray, Kıvılcımlı’nın bir darbeci olmadığının en esaslı kanıtını kendisi itiraf eder.
Şu an kaynağını bulamadığım bir konuşma veya yazısında mealen, Kıvılcımlı’ya bir toplantıya gideceğini, kendisine ne önereceğini sorduğunda, Kıvlıcımlı ona Vatan Partisi Programını verir ve evladım bunu orada savun der.
Bunun üzerine Sarp Kuray, Kıvılcımlı ile konuşacak bir şeyi olmadığını düşünür ve fiilen ilişkisi biter.
Yani bizzat Sarp Kuray, istemeden Kıvılcımlı’nın bir “cuntacı” olmadığını itiraf eder.
Ve Kıvılcımlı, cuntacı Sarp Kuray’a da, tıpkı Milli Birlik komitesine mektubunda olduğu gibi, veya Eyüp sultan camiinin bahçesinde İşçilere yaptığı konuşmada olduğu gibi veya Dev-Genç’in sosyalist militanlarına Sosyalist gazetesinde önerdiği gibi, Vatan Partisi Programını, yani Paris Komünü tipi bir devlet kuran, demokratik devrim programını önermektedir.
Özetle, Kıvılcımlı’nın cuntacı olduğunu, Ordudan veya darbeden medet beklediğini doğrulayacak hiçbir olgu, yazı vs. yoktur.
O ortaya çıkan yeni bir olguyu, yani Dev-Genç’i ve onun askerler içinde de bulunan paralellerini, birdenbire bu aydınların proletaryaya ve sosyalizme yönelmesini sosyolojik olarak açıklamak istemekte ve bunun için Tarih Tezi’nin bir açıklama imkanı sunduğunu düşünmektedir.
Yani bir yandan bir Marksist, yani toplumsal olayları bilimsel olarak açıklayan bir metodolojiyi savunan olarak bir bilim adamı olarak bunu yaparken; diğer yandan politik mücadele veren bir Marksist olarak, Dev-Gençlileri Marksizme ve işçi sınıfı mücadelesine kazanmak için zaten yapması gerekeni de yapmaktadır.
*
Burada Oktay’ın da unuttuğu ve bugün kimsenin hatırlamak istemediği bir gerçeği daha hatırlatalım.
Mahir ya da daha sonra THKP-C olacak Kurtuluş ekibi ile Doktor arasındaki ayrılık, cuntacı olup olmama noktasında değildi.
O zamanlar kimse Doktor’u cuntacı olmakla, ordudan medet beklemekle de itham etmiyordu.
Doktor, “Sovyetik Ayaklanmacı” olmakla suçlanıyordu.
Mahirler Doktor’dan “Sovyetik Ayaklanmacı” olduğu için ayrı düşmüşlerdi.
Çünkü o zamanın varsayımları içinde, Kıvılcımlı’nın “öz güç işçi sınıfıdır, yedek güç köylülüktür” demesi, Rus devriminin strateji şemasıyla paralellik içinde olduğundan, “Sovyetik ayaklanmacılık” olarak tanımlanıyordu Cephe’yi oluşturacak arkadaşlar tarafından.
Onalar ise, “İşçi Sınıfı öncü güçtür”, bu da ideolojik öncülüktür; köylülük temel güçtür diyerek aslında koca işçi sınıfını devrim stratejisinden okus pokusla yok ediyorlar ve ideolojik öncü diyerek kendilerini köylülüğü örgütlemek ve yedeğe almak üzere işçi sınıfı yerine ikame ediyorlardı.
O zamanlar esas tartışma buydu ve böyle yürüyordu. Her halde bunu hiç kimse inkar edemez.
Gerek Oktay’ın Kıvılcımlı Sempozyumu açış konuşmasında; gerek o dönemi ele alan bütün THKP-C’lilerin yazı ve konuşmalarında hep bu gerçek ayrılık noktası unutulmakta, yok sayılmakta ve günümüzün modasına uyarak ayrılığın nedeni cuntacılık veya Doktor’un ordudan medet beklemesi gibi ifade edilir.
Aslında Doktor’la cuntacılığı nedeniyle ayrı düşüldüğünü söylemek gerçek bir özeleştiri ve hesaplaşmadan kaçışın aracıdır.
Çünkü o zaman Kıvılcımlı’yı “Sovyetik Ayaklanmacı” olarak suçlayanların hiç birisi sonradan suni dengeyi bozmak için gerilla yapmaya kalmamış, hatta Sovyet çizgisine yakın; işçi sınıfına vurgu yapan, yani “sovyetik ayaklanmacı” bir çizgiye ayaklarıyla gelmişler ama Doktor karşısında gerçek bir hesaplaşma yapmaktan kaçınmak için de, Kıvılcımlı’yı eski kafalarıyla ya susuşla geçiştirmişler; ya da Cuntacı olduğu için ayrılındığı gibi hiçbir olguyla desteklenemeyecek, hiçbir tarihsel karşılığı bulunmayan yeni bir argümanın ardına gizlenmişlerdir. Nasıl olsa yeni kuşakların bunları araştırmazlar.
Cephecilerin bu davranışını anlamak için çok meşhur bir fıkra belki aydınlatıcı olur
Sarhoş bir adam gece sokak lambasının altında yere bakıp bir şeyler arıyormuş. Oradan geçen ve yardım etmek isteyen biri, “ne arıyorsun” diye sorunca, bir şeyler arayan, “anahtarımı düşürdüm onu arıyorum” diyor. Yardım etmek isteyen, “burada mı düşürdün” diye sorunca, “hayır orada düşürdüm” diye biraz ötedeki karanlık bir yeri gösteriyor. “Niye orada aramıyorsun” diye sorunca da “orası karanlık” diyor.
Evet orası karanlık. Şimdi o karanlık yeri biraz daha aydınlatmaya çalışalım.
*
Aslında THKP-C’lilerin önemli bir bölümü, buna en başta Oktay’ı da eklemek gerekir, sonraki hayatlarında, gerek hapiste, gerek çıktıktan sonra, hem işçi sınıfının ideolojik değil, sınıf olarak temel bir güç olduğunu söylemişler, benimsemişler ve azından böyle bir politikaya yakın olduğunu düşündükleri TKP, TSİP, Kurtuluş gibi hareketleri desteklemiş veya onlarda yer almışlardır.
Ancak hiç birisi de çıkıp, biz o tartışmada Kıvılcımlı karşısında hata yapmıştık; Kıvılcımlı o zaman “temel güç işçi sınıfıdır”, “Parti olmadan, bunun için de aydın ve işçi kaynaşması olmadan bir şey olmaz diyerek doğru olanı savunuyordu” dememişlerdir.
İşte, Kıvılcımlı’nın cuntacılıkla suçlanması bu özeleştiriden kaçmanın bir bahanesi olagelmiştir. Gerçeği yansıtmaz ama işlevi vardır.
Aslında olan biten tipik merkezci tavrıdır.
Merkezcilik küçük burjuvazinin temel özelliğidir.
Küçük burjuvazi geçmiş üretimin yadigarı olduğu veya modern üretim biçiminin doğrudan kendi ürünü olmadığı için, iki modern sınıf olan Proletarya ve Burjuvazinin tarihsel ve kültürel arka planından yoksundur. Bu yanıyla orijinal bir uygarlık yaratamayan göçebe barbarlara benzerler. Çünkü orijinal bir uygarlık yaratacak, burjuvazinin karşısına bambaşka bir program ve teoriyle çıkacak kavramsal ve kültürel temelleri yoktur.
Bu durumda küçük burjuvazi radikalizmini, program düzeyinde ve teoriyle değil; mücadele biçimleriyle ifade etmeye çalışır. Çünkü ufku, burjuvazinin programını aşamaz. Gizli bir varsayım olarak onu kabul ederek radikal bir çizgi çekmeye çalışır. Bu radikal çizgi mücadele biçimleri ile çekilir, teori ve programla değil, stratejiyle değil. Mücadele biçimlerini gündemleştirmek küçük burjuva devrimciliğinin temel karakteristiğidir.
Kıvılcımlı’nın tartıştığı ve gündeme getirmeye çalıştığı ise, her zaman Program, Strateji ve Teoriydi.
Cepheciler, Kıvılcımlı’nın teorisine, programına ve stratejisine bir eleştiri yapamıyor, sorunu program ve strateji düzeyinde tartışmıyor ve bundan kaçıyorlardı.
Böylece devrimde sınıflar ve yer alışı gibi bir strateji sorununu sanki mücadele biçimlerine ilişkin bir sorun tartışılıyormuş gibi bir mücadele biçimleri tartışması gibi kabul ediyorlar ve bu mantıkla Kıvılcımlı’yı “Sovyetik ayaklanmacı” olarak suçluyorlardı. Kıvılcımlı ise, bunu değil, program ve stratejiyi tartışıyordu. Mücadele biçimlerine gelince hiçbiri ilke olarak önceden reddedilemez ve bilinemezdi.
İşte ayrılık tam da bu noktadaydı ve özünde metodolojikti.
THKP-C’nin yaşayanları, eleştirilerini bu teorik ve sosyolojik temellere götürüp Doktor karşısında özeleştiri yapıp, Doktor’u Doktorculara rağmen sahiplenip geliştirecek yerde, bu hesaplaşmadan ve Kıvılcımlı karşısında yanlış konumlanışlarının özeleştirisini yapmaktan kaçmışlardır.
Birçokları Kıvılcımlı’nın susuş kumkumasına getirildiğini söylerler, ama bizzat bunun en birinci sorumluları kendileridir. Tam kendilerinin yaptığı da budur. Hatta denebilir ki, Kıvılcımlı’nın susuşa getirildiğini söylemek bile, susuşa getirmeye devam etmenin bir aracı olmuştur.
Susuşa getirildiyse o görüşlerle tartış. Susuşa getirme. Tarih tezini tartış. Stratejisini tartış. Programını tartış. Ama bütün bunları yapmadan. Kıvılcımlı’ya övgüler düzüp, susuşa getirildiğini söyleyip sonra da cuntacı olmakla suçlamak susuşa getirmenin ta kendisinden başka nedir ki?
Hatta bu Kıvılcımlı karşısında, onu devrimci olarak takdir etme ama teorik, programatik, stratejik olarak tartışmama veya gerçekte karşılığı olmayan yaygın suçlamalarla geçiştirme o kadar ileri gider ki, aslında Kıvılcımlı’nın katkısı olduğu çok açık kimi önermeler bile Mahir’e mal edilir.
Aynısını Oktay da aynısını yapar. Örneğin Mahir’in emperyalizmi bir dış değil de iç olgu olarak tanımlamasının bir katkı olduğundan söz ediyor.
Halbuki, bu Kıvılcımlı’nın katkısıdır ve Mahir bunu Kıvılcımlı’dan almıştır. Birçok diğer görüşü gibi.
Daha 1930’da yazdığı, Emperyalizm Geberen Kapitalizm’de Emperyalizmi bir iç olgu olarak tanımlar ve Türkiye’de finans kapitalin egemen olduğunu yazar.
Bu sadece bir sonuç önermesi olarak değil, metodolojik düzeyde de ciddi bir katkıdır. Belli aşamaların sırasıyla geçilmek zorunda olduğu anlayışıyla da bir kopuşmadır. Mihri Belli ve Şefik Hüsnü gibiler, bir ülkenin emperyalizmin veya finans kapitalin egemenliği altına gelmesi için bir milli veya rekabetçi kapitalizm aşamasından geçmesi gerektiği gibi, düzgün doğrusal belli aşamalardan geçilen bir evrim kavramına sahip oldukları için Kıvlıcımlı’nın Türkiye’de daha 1930’larda Finans Kapital hakimiyeti olduğu, hatta bunun Tekelci bir devlet kapitalizmi olduğu tespitiyle alay etmiş ve buna karşı çıkmışlardı.
Daha sonra 1960’larda İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu gibiler de Emperyalizmi bir dış olgu olarak tanımlıyorlar ve Türkiye’deki iş birlikçilerinden söz ediyorlardı. 1960’ları hatırlayanlar bilir, dış emperyalizmin işbirlikçisi bu burjuvaziye de “komprador burjuvazi” denirdi.
Hikmet Kıvılcımlı ise, daha 1967’de çıkardığı Sosyalist gazetesinde, “Kopmrador mu, Finans Kapital mi?” diye yazılar yazarak, Osmanlı’da bir komprador burjuvaziden söz edilebileceğin, ama Türkiye’de finans kapitalin egemen olduğunu, dolayısıyla bir iç olgu olduğunu söylüyordu.
Bu sınıflar mevzilenmesinde de çok açıktır. Kıvılcımlı, karşı tarafın öz gücünü Finans Kapital, yedek gücünü prekapitalist tefeci bezirganlık olarak tanımlıyordu.
Bu olgular ortadayken, Mahir’in Kıvlcımlı’nın kitaplarından etkilenmişliği ve THKP-C kurulmadan önce Kıvılcımlı’ya ilgi ve yakınlığı belliyken, bunu Mahir’in katkısı olarak sunmak aynı türden bir işlev görmekte, Kıvılcımlı’yı yok saymaya hizmet etmektedir.
*
Bu arada şunu da belirtelim. THKP-C’lilerin Kıvılcımlı’ya ilgi duyup beki de bu hesaplaşmaya ve özeleştiriye cesaret edip yapabilecekleri bir moment de olmadı değil.
1974 böyle bir dönemdi. Birçok THKP-C’li bugündün farklı olarak Kıvılcımlı’nın aslında çok doğru söylediğini söylüyorlar ve ciddi bir Kıvılcımı’yı okuma ve hesaplaşma dönemine giriyorlardı.
Ancak bu süreci iki gelişme engelledi.
Bir yanda, Doktor, TSİP’in burjuva sosyalizminin eline kalmıştı. Bir de üstüne üstlük, daha kimse cezaevinden çıkmadan bir emrivaki ile TSİP’i kurmuşlardı. Dünün Dev-Gençlilerini ne çekebilirler ne de ileri itebilirlerdi. Burjuva sosyalizminin eline kalmış bir Kıvılcımlı’nın hiçbir çekiciliği olmazdı.
Ama daha ilginç bir başka gelişme oldu. THKP-C’den kalanlar çıkmadan önce THKP-C’nin çizgisine ve yapılanlara epey eleştirel bakıyorlardı, bir kısmı Doktor’a yaklaşırken, bir kısmı da Tiran ve Pekin radyolarını dinleyerek Mao’culuğa kayıyorlardı.
Ama tam o sırada önceki tartışmaları ve yaşananları bilmeyen, 12 Mart’ta ölenleri isyanlarının bayrağı yapmış tartışılmaz ve dokunulmaz kılmış yeni bir kuşak geliyordu.
Bu öylesine büyük bir dalgaydı ki kimse bu dalgaya karşı duramazdı. Karşı durmak, tecrit olmayı getirirdi. O eleştiriler, özeleştiriler, tartışmalar sessizce geçiştirilmeye hatta unutulmaya başlandı.
Yeni kuşağı ilgilendirenler ise, neden Dev-Genç’te örneğin Kıvılcımlı’dan ayrı düşüldüğü değil, THKP-C’nin eylemlerinin ayrıntıları ve bunlardan çıkarılacak sonuçlardı. Münir niye öyle yapmıştı, Yusuf niye öyle yapmıştı gibi bambaşka THKP-C’nin kendisini tartışma dışı bırakan sorunlardı. Hayat başka bir yoldan gidiyordu ve eski tartışmalar ve temel sorunlar gündemden ve ufuktan kayboluyordu.
Şimdi artık yavaş yavaş bu dünyadan gideceğimiz görülünce en azından bazı işaret kazıkları çakılmakta. Ama bu işaret kazıkları bile gerçekte teorik programtik ve stratejik sorunları değil o dünyanın içindeki yukarıya bazılarını aktarıp ele aldığımız ayrıntılar düzeyinde oluyor.
Örneğin Orhan Savaşçı’ya kitabında yazılanlar, ya da Oktay Etiman’a toplantılarda sorulan sorular ve onların anlattıkları hep bu düzeydedir.
Soruları soranlarda, stratejik ve programatik ayrılıklar neydi; Marksist teori bakımından ne gibi metodolojik farklılıklar vardı gibi bir soru bile bulunamaz.
Eskilerin burada yapması gereken, kaybolan anahtarın sokak lambasının altında değil, karanlık yerde olduğunu söylemek olabilirdi. Ama bunu söyledikleri takdirde de yeni kuşaklarla hiçbir diyalog olanakları kalmazdı. Buna kimse direnemezdi.
*
Bu vesileyle bir somut olgu. Olguyu anlatan Orhan Savaşçı. Yayınlanan anılarında hem yukarıda Mahir’e ilişkin çıkarsamalarımızı doğrulayan yeni bir örnek veriyor; hem de Cuntacı  olarak davrananın aslında nesnel olarak Mahir ve Mahir’in emrivakilerine direnemeyen THKP-C olduğunu örneklemiş oluyor.
Cuntacı denen doktor, Cunta toplantısına giden Sarp Kuray’a Vatan Partisi Programı’nı öneriyor. Yani derdi cunta değil, program. Ve bu yüzden de cuntacı Sarp Kuray bir daha Doktor’un semtine uğramıyor.
Peki “Cuntacı olmayan” THKP-C’nin durumu ne?
Orhan Savaşçılar, Cunta adına kendileriyle ilişki kuran ve 9 Mart gecesi harekata katılmalarını isteyen İbrahim Keskin’e önce bizim bu taraklarda bezimiz yok diye ret cevabı verirler Dikmen toplantısında olduğu gibi.
Ama Keskin, siz olmasanız da bu iş olacak, tekrar görüşün der ve bunun üzerine aralarında tartışmaları gerektiğini söyleyerek ayrılırlar.
O sırada Mahir İstanbul’dadır. Ona bu bilgileri iletirler. Orhan Savaşçı’nın kitabından aktaralım:
O sırada Mahir dahil bir grup arkadaşımız İstanbul’daydı. İbrahim Keskin’den aldığımız bilgileri hemen bir asker arkadaşımızla onlara ilettik.
“Biz 9 Mart gecesi darbe girişiminin başladığı saatlerde İstanbul’daki ABD konsolosluğuna karşı eylem düzenleyeceğiz. Ankara’da ne yapılacağına sizler karar verin” şeklinde bize haber gönderdiler.
Yani Mahir, (yine tipik davranış, arkadaşlarına danışmadan bir cunta işine karışmakta kendi başına karar vermiş durumda) cunta girişimiyle bir şekilde iş birliği içinde.
Ve Ankara’dakiler de şu veya bu gerekçeyle aynı girişimde yer almayı kabul etmiş oluyor.
Bu somut olgulara rağmen, THKP-C cuntacı olmuyor ama Kıvılcımlı cuntacı oluyor ve bu nedenle THKP-C Kıvılcımlı’dan ayrı düşmüş.
Oktay’ın tevazuu, kendini hep ikici plana çekmesi, teori, politika ve strateji konularında iddiasızlığı onun için aynı zamanda bir handikap olmuştur.
Bunu THKP-C’ye ilişkin anlattıklarında da izlemek mümkündür.
Birçok durumda doğru sorular sormakta, yanlış bir şeyler olduğun sezmekte, görmekte, bunlar üzerine enine boyuna konuşmak gerektiğin düşünmekte ve önermekte ama her zamanki tevazuu ve iddiasızlığı ile geri çekilmekte ve üzerine gitmemektedir.
Bu üzerine gitmeyiş ve tevazu, aslında sadece Oktay’ın kendisi için değil; aynı zamanda Mahir ve diğerleri için de bir handikap olmuştur. Belki üzerlerine gitse, neden böyle yapıldığını tartışmakta ısrarcı olsa, Mahir daha az hata yapabilirdi. Keza bugün için de THKP-C’liler üzerindeki ağırlığıyla, sorunu temel sorunlara çekse, ama genel bağlamda değil, daha somut olarak, yeni kuşakların ve kalanların daha az hata yapmalarına da yol açabilir.
Tekrar Kıvılcımlı’nın sözlerine dönelim, “en şifalı ilaçlar yerinde ve dozunda kullanılmazsa en öldürücü zehirler olurlar; en öldürücü zehirler yerinde ve dozunda kullanılırsa en şifalı ilaçlar olurlar” der.
Modern araştırmalar bunun ne kadar doğru olduğunu da kanıtlamaktadır.
Ama tevazu da böyledir.
Yerinde ve dozunda şifalı bir ilaçtır.
Yerinde ve dozunda olmadığında öldürücü bir zehir bile olabilir.
Ya da Mahir açısından formüle edersek, bağımsızca karar almak., inisiyatif göstermek, bunlar da yerinde ve dozunda iyi bir ilaçtırlar ama yerinde ve dozunda olmazsa öldürücü bir zehir olurlar.
Maalesef Dev-Genç’te birer ilaç olan ve birbirini dengeleyen bu olumlu nitelikler, THKP-C’de öldürücü sonuçlar vermişlerdir.
*
Oktay bir Dev-Genç’lidir benim gözümde.
Bizler teorik ve politik konularda eleştirilerimizde gözümüzün yaşına bakmazdık.
Bu birbirimize sevgi ve saygımızın eksikliği anlamına gelmezdi. Aksine birbirimize çok değer verdiğimiz için böyleydik.
Dev-Genç’in delikanlısına bir Dev-Gençlinin verebileceği en iyi armağanın bu geleneği sürdürmek olduğunu düşünüyorum.







[1] Oktay’ın konuşmasını içeren açılış videosu şu adreste iki bölüm halinde bulunmaktadır:

2 yorum:

Hüseyin Şengül dedi ki...

Yazını okudum. Oktay hakkındaki düşüncelerimin çoğunu sizin yazınızda gördüm. Yalnız, onurlu, yükünü sırtında taşıyan ve taşırken de 'bakın ben hangi koşullarda neler taşıyorum' yaygarası yapmayan, ama bütün o ketum ve sakinliğine karşın içinde fırtınaların olduğunu tahmin ettiğim bir değerli insandı o.

Bana satrancı Oktay öğretti. Piposu elinden eksik olmazdı. Bir de bir yığın pipo alet edavatı vardı ki...

Yıllar sonra Ankara'da yeğenim aracılığıyla Mülkiyelilerde gördüm. Yeğenim Sami Oğuz ile yakın ilişkileri vardı. Hasta olduğunu öğrenmiştim. Oktay ile röportajlar dizisi üzerinden bir kitap hazırladıklarını söylemişti. Sanıyorum sizden istenen yazıyla ilintili olsa gerek.

Ölümünü şimdi öğrendim. İnce bir sızı yayıldı yüreğime, derinden. Sever ve saygı duyardım. Değerli bir insanı, devrimci bir yoldaşı yitirmenin acısıyla o günleri yad ediyorum.

Not 1: "Benim üç leşim var, dördüncüsü sen olacaksın" diyen şahsın Ertuğrul'a saldırısının ilk elden tanığıyım. Ranzanın alt kısmında Ertuğrul, üst kısmında ben yatıyordum.

Not 2: O Temmuz ayında tahliye olacaktım. Buna rağmen tünelde çalıştım. Tahliye olduktan 3-4 gün sonra tünelin yakalandığını gazetelerden öğrendim.

ardıl dedi ki...

Siyasi hareketlerin ve yapıların kendi öz eleştirilerini neden yapmadıklarını bir türlü anlayamamışımdır. Bence gelecek kuşaklara bırakılacak en büyük miras geçmişin muhasebesini yaparak, bir anlamda mayın tarlalarındaki ya da bataklıklardaki çıkış yollarını göstermek ve gelecek kuşakların bu tecrübelerinden faydalanmasını sağlamak olmalıdır. Bu anlamda dönemin önemli siyasi tanıklıkları da konunun subjektif bir değerlendirme olarak kalmaması açısından bir o kadar da önem arz ediyor...