8 Eylül 2016 Perşembe

Tasfiye Edilmesi Gereken Fethullah ve Fethullahçılar Değil; Bu Merkezi Bürokratik Devlet Cihazıdır

Fethullahçılara karşı hükümetin yürüttüğü tutuklama, işten çıkarma, malları gasp etme ve diğer tüm uygulamaların gösterdiği ve kanıtladığı bir gerçek var: maalesef Türkiye’de demokrat yok.
Belki demokratik özlemleri olan bireyler hatta eğilimler var ama demokratlar yok. Demokratik bir eğilim; bir hareket, bir parti yok. HDP de dâhil, yok.
Demokrasi her şeyden önce iki varsayımı gerektirir.
Demokrasinin birinci temel özelliği biçimsel (hukuki) eşitliktir.
Yani dil, din, soy, fikir, kültür ne olursa olsun devlet ve hukuk ve diğer insanlar karşısında bir eşitlik.
Bunun ise bir tek yolu vardır. Devletin, yani ulusun dilinin, dininin, tarihinin, kültürünün olmaması; ulusun (veya Devletin) bunlarla veya bunlardan biriyle değil; bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanması.

Somutlarsak, ulusu ya da politik olanı, politik her türlü birimi, Türklükle, Kürtlükle, İslam’la, bir Dinle, bir kültürle, bir tarihle, bir ırkla, bir soyla vs. tanımlamak demokrasi ile bağdaşmaz, çünkü bu insanların eşitliğinin ihlali anlamına gelir. O dilden, dinden, kültürden, soydan olmayanları eşitsizliğe mahkûm etmek anlamına gelir.
O halde bunu mantık sonuçlarına götürürsek, örneğin Türkçeyi resmi dil kabul eden; insanların ana dilinde eğitim hakkını tanımayan; okullarında zorunlu Türkçe eğitim veren; Türk Tarihi, Türk Edebiyatı vs. öğreten bir devletin veya ulusun demokrat olması mümkün değildir.
Aynı şekilde, bütün diğer dinlerden veya dinsizlerden alınan vergilerle bir dine veya mezhebe bir diyanet işleri başkanlığı, camilerin imamları, müezzinlerinin devletin memurları olmasının demokrasi ile en küçük bir ilişkisi olamaz.
Şimdi bakalım Türkiye’ye. Türkiye’de tutarlı olarak bunları savunan bir fikir akımı, çevre, hareket, parti var mı?
Yok.
Demokrat olmaya en teşne; demokratik özlemleri olan insanları en çok içinde toplamış en önemli politik güç olan HDP bile böyle bir programı savunmuyor.
Örneğin o politik olanın bir dille, dinle tanımlanmasını reddetmiyor; aksine böyle tanımlanmış birimlerin varlığı için mücadele ediyor ama bugünkü Türk devletinden farklı olarak, bunların eşit hakları olmasını istiyor. Diğer bir ifadeyle, örneğin, herkese ana dilinde eğitim hakkı için değil; devletin dili ve tarihi olmaması için değil; Kürtlerin de Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerlerde Kürtçeyi resmi dil yapabilmeleri; okullarında Kürt tarihi ve Kürt edebiyatı okutabilmeleri hakkı için mücadele ediyor.
Bugünkü Türk devletinden tek farkı; çoğunluk olmayanların da kendi dillerini öğrenme hakkı; (dikkat edin bu ana dilinde eğitim hakkı değildir; çoğunluk dilinin, resmi dilin yanı sıra ek derslerle bunu öğrenmektir, yani ana dilinde eğitim hakkı değil; başka bir dili öğrenme hakkı. Bu ikisi farklıdır. Bu Avrupa Birliği’nin tipik standart uygulamasıdır. Bunun henüz demokrasi ve biçimsel eşitlikle ilgisi yoktur.)
Demokrasi’nin ikinci temel özelliği, o eşit yurttaşların üzerinde yükselmeyen; onların iradelerinin aracı olacak; her düzeyde, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organlardan oluşan basit, ucuz, bürokratik, militer ve kırtasiyeci olmayan, denetlenebilir bir devlet cihazıdır.
Türkiye’deki devlet cihazı ise tam da bunun zıddıdır.
Bu merkezi, bürokratik, Firavunlar ve Nemrutlar çağından beri gelen ve sürekli yetkinleşen ve modernleşen devlet cihazının var olduğu koşullarda hiçbir zaman demokrasiden söz edilemez.
Demokrat olmanın ilk şartı bu merkezi, bürokratik cihazı parçalamak; insanların üzerinde yükselmeyen; onların iradelerinin aracı olacak bir devlet cihazı örgütlemektir.
Böyle bir demokratik programı olan bir kişinin, akımın, örgütün, hareketin esas vuruş noktası her zaman bu merkezi ve bürokratik mekanizmayı parçalamak yönünde olur ve olmalıdır.
Peki, böyle bir programı savunan bir parti var mı? Yok. HDP’nin bile nasıl böyle somut bir cihazın örgütlenmesi gerektiğine dair bir programı yok.
Örneğin böyle bir programınız var ise, yani demokrat iseniz, bu son darbe girişimi ve şimdiki tasfiyeler karşısında tepkileriniz, vuruş yönünüz, eleştirileriniz bugün piyasadakilerin hepsinden farklı olur. Vuruş yönünüz ve hedefiniz Fethullahçılar veya hükümetin haksız uygulamaları değil; bizzat bu devletin varlığı ve böyle ele geçirilebilirliği, yani merkeziliği, bürokratikliği ve keyfiliği olur. Suçlu olarak ve esas mücadele ve tasfiye edilmesi gereken olarak bu devlet cihazını görürsünüz.
Çünkü ancak merkezi ve bürokratik cihazlar böyle ele geçirilebilirler. Aslında Erdoğan da yine tam da bu özelliğe dayanarak fiili darbesini gerçekleştirmekte ve buna karşı hiçbir şey yapılamamaktadır. Fethullah da Erdoğan da darbelerinde tam da bu merkezi ve bürokratik özelliğe dayanmaktadırlar.
Merkezi ve bürokratik olmayan demokratik ve basit bir devlet cihazını Fethullahçılar ve de Erdoğan hiçbir zaman ele geçiremezdi.
Çünkü böyle bir devlet cihazında örneğin bütün karar verici organlar tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında yapılmış seçimlerle belirlenir. Yani örneğin valiler kaymakamlar gibi merkezden atanmış memurlar olmaz. Her yerleşim birimi ve bölge kendi yöneticilerini kendi seçer. O zaman gelsin de Fethullahçılar veya Erdoğan veya Ergenekon kendi adamlarını atasın bakalım.
Devleti ele geçirmeye niyetli herhangi bir gizli organizasyonun demokratik bir devlet cihazını ele geçirmelerinin bir tek yolu olur: Seçimlerde kendi görüşlerini açıkça savunmaları ve oyları almaları. Herkes gibi elbet Fethullahçıların da görüşlerini yayma ve onlara çoğunluğu kazanma hakları olacaktır.
Merkezi ve bürokratik olmayan; yurttaşların eşitliğini esas alan; böyle bir devlet cihazında, seçimle gelmeyen, idari cihazın memurlarının tayin ve terfi işlemlerini merkezi devlet cihazı belirlemez ve belirleyemez. Tamamen bağımsız, her memurun üye olduğu memur sendikalarının veya birliklerinin tamamen nesnel kriterlerle (örneğin hâkimlerin verdiği kararların ne kadarının bozulduğu gibi) tuttukları sicillere göre yapılır.
Yani Fethullahçıların böyle bir yargıyı ele geçirmeleri için, yargıçlarının en az hatalı kararları vermesi; nesnel kriterlere belirlenmiş temiz ve başarılı sicillerinin olması gerekir. Eh böylesi de ele geçirsin. Aslında demokratik bir cihazı ele geçirmek isteyenler o demokratik cihaz tarafından ele geçirilirler; demokratik bir cihazı ele geçirmenin biricik yolu onun tarafından ele geçirilmekten geçer.
Böyle bir devlet cihazında, sözlü mülakatlar yapılmaz. Eşitlik temel olduğundan, kişilerin kimliğini, kökenini, siyasi eğilimini belirtecek hiçbir ize imkân bırakmayan (isim hanesinin kapatılmış olması vs. gibi) yazılı imtihanların sonuçlarına göre tayin ve terfiler olur.
Böyle bir sistemde, ne Erdoğan ne Fethullah, hiçbir iktidar, kendi arzuladıklarını tayin ve terfi ettiremez; o savcı ve yargıçlara kendi direktiflerini dayatamaz.
Böyle bir sistemde, şu İslamcıların ve Kemalistlerin dillerinden düşürmedikleri “işi ehline verme” kendiliğinden gerçekleşir.
Onların görmek istemediği ve atladığı; işlerine gelmeyen, çünkü mantık sonuçlarına gidilirse bu devlet cihazını parçalamak gerektiği sonucunu çıkarmak gerekeceği, işi ehline verme işinin kim tarafından ve nasıl bir organizasyonla gerçekleşebileceği; tıpkı eğitecekleri kimin eğiteceği gibi; işi ehline verme işinin kim tarafından ve nasıl ehline verileceği noktasını atlamalarıdır.
İşi ehline verme veya eğitim gibi sıradanlıklar özünde dünyanın bir kaplumbağanın sırtında durduğunu söylemekten farksızdır. O kaplumbağa neyin üzerinde durmaktadır? O da daha büyük bir kaplumbağanın ve bu böyle gider. Eğitim veya işi ehline verme de böyledir. İşi ehline verme işini kim ehline verecektir; eğitecekleri kim eğitecektir?
İşi ehline verme işini rastlantısallıktan ve keyfilikten kurtarmanın biricik yolu vardır: tüm karar organlarının her düzeyde seçimi; tayin ve terfi işlemlerinin tamamen devletten bağımsız meslek kuruluşları veya memur sendikalarının tuttuğu nesnel kriterlere göre belirlenmiş siciller göre yapılması; her türlü sözlü mülakat vs. ile seçim imkânının ortadan kaldırılması.
Bu durumda hiçbir ihaleyi taraftarlarınıza veremezsiniz; hiçbir yere kendi partinizin adamlarını koyamazsınız; hiçbir memura keyfi uygulamaları dayatamazsınız. O zaman namussuzlar bile namuslu olmaya başlar. Bugünkü devlet cihazının varlığında ise, namuslular bile namussuz olmak zorundadır ve namuslu kalanlar da sorunun devlet cihazının yapısında olduğunun görülmesini engelledikleri; o devlet cihazını temel günahından azade gösterdikleri için en büyük nesnel namussuzluğu yapmış olurlar.
Gelsin de o zaman Erdoğan veya Gülenciler veya Masonlar veya Ergenekoncular bu basit, sade, ucuz merkezi ve bürokratik olmayan devlet cihazını ele geçirsinler bakalım. Ele geçirmeye kalkanlar ele geçirilirler.
*
Sorunun esası bu kadar basit iken; tüm “suçlu” özünde bizzat bu merkezi ve bürokratik devlet cihazı iken; bu devlet cihazını hiç kimsenin sorun etmemesi; tasfiye edilmesi gereken Gülenciler değil de bu devlet cihazı; yani bu merkezi, bürokratik ve keyfi yapı olması gerekirken, kimsenin bunu talep bile etmemesi: Türkiye’de en küçük bir demokratik hareket, akım ve eğilim olmadığının en esaslı kanıtıdır.
Evet demokratik özlemleri olan insanlar vardır ama sistematik, mantık sonuçlarına varmış demokratik bir programı olan insanlar, yani demokrat yoktur.
Hatta öylesine yoktur ki, hükümetin icraatlarına itiraz, en solcu ve demokrat bildiklerimizde bile şöyle: “O görevden aldığınız veya tutukladığınız Gülenci değildir, olamaz; o bir sosyalisttir veya ateisttir veya Alevidir veya Kemalist’tir.
Bu nasıl bir düşkünlüktür?
Yani zımnen Gülenci olsa işinden alınması veya tutuklanması haktır demeye getiriyor.
Bugün demokratın görevi, Gülenci olma özgürlüğünü savunmak olabilir.
Çünkü bir demokraside kimse savunduğu fikirlerinden dolayı cezalandırılamaz, eşitsiz bir muameleye maruz bırakılamaz.
Kimse niyetlerinden dolayı cezalandırılamaz.
Suç bireyseldir.
İnsanlar ancak kanıtlanmış ve bağımsız mahkemelerce karar altına alınmış somut eylemlerinden dolayı cezalandırılabilirler.
Varsayalım ki hükümetin iddiaları doğrudur, Gülenciler darbeye teşebbüs etmişlerdir. Teşebbüs edenler ancak somut delillerle, somut eylemleri temelinde, bağımsız mahkemelerce suçlu bulundukları takdirde cezalandırılabilirler.
Bu Gülenci olmayı kapsamaz ve kapsayamamalıdır. Bir insan Gülenci olabilir ama bu darbe eylemi ve organizasyonuyla hiçbir ilişkisi olmayabilir. Çünkü Gülenci hareket, Hükümetin iddialarını doğru kabul ettiğimizde bile, o hareketin içindeki gizli çekirdeği hariç, darbe yapma gibi bir niyetle insanları kazanmamıştır.
Gülen’in fikirlerinin Erdoğan’ın fikirlerinden farklı olmadığı; aynı amacı paylaştıkları bir gerçektir. İkisi de ideolojik olarak ellili ve altmışlı yılların antikomünist Türk milliyetçisi İslamcılığına dayanırlar. İkisi de tam da emperyal hayallere uygun tam bir mesiyanist kafayla, Türklerin İslam âlemini yönetmek için var oldukları ve bu görevi yerine getirmekle yükümlü olduklarını savunmaktadırlar. Bu görüşler demokrasiyle falan en küçük bir ilgisi olmayan ırkçı ve faşist görüşlerdir. Bu çok açık.  Ama bu emperyal ve fetihçi amaçları meşrulaştırmaya yönelik; mesiyanist, ırkçı ve faşist denebilecek görüşlerini savunma haklarının olması gerekir. Kimse bu fikirlere sahip olduğu için cezalandırılamaz ve cezalandırılmamalıdır.
Bırakalım demokrasiyi de bir yana. O çok sözü edilen “hukuk devleti” kriterini ele alalım.
Hukuk devleti olmanın demokrasi olmakla ilgisi yoktur. Hukuk pek ala antidemokratik olabilir ama bir devlet en azından bu antidemokratik hukukunu uygulayabilir.
Şu an, tam da yine o merkezi bürokratik karakteri nedeniyle, ortada hukuk devleti de kalmamış bulunuyor. 12 Eylül ile Hukuka bir ölçüde dikkat ederdi. Hukuk dışı yaptıklarını gizleyerek o hukuku ayakta tutmaya çalışırdı, hiç olmazsa askerlikteki teftiş fırçası gibi görünüşü kurtarmaya çalışırdı. Örneğin işkence yapar ama yaptığını inkâr ederdi. Şimdi ise insanlara yapılan işkence açıktan gösteriliyor. İşkenceden geçmiş insanların resimleri servis ediliyor.
12 Eylül rejimi bile, suçun bireyselliği gibi; cezaların makabline şamil olmaması gibi en basit hukuk kurallarına uyma iddiasını bir yana bırakmamıştı.
Bugünkü gibi insanların mallarına el koymamıştı.
Çünkü onlar, binlerce yıllık bu devletin geleneğiyle devlet olmanın bir hukukun olması olduğunu biliyorlardı ve tam da bu nedenle fiiliyatta hakkı ve hukuku ne kadar ayakları altına alsalar da en azından görünüşte olsun hukukun üstünlüğünü el üstünde tutma iddiasından vaz geçmiyorlardı. Bu iddiadan vaz geçmek, devletin fiilen kendini inkârı anlamına gelirdi, bu kadarını olsun biliyorlardı.
Şimdi fiilen ve açıktan bu iddiadan da vaz geçilmiş; yani Devlet olmanın asgari koşulu olan bir hukuka dayanmak ortadan kaldırılmış bulunuyor.
Aslında bu devlet fiiliyatta yapısının zorunlu mantık sonuçlarına varmış; kendi kendisini tasfiye etmiş; üzerinde yükseldiği temeli yok etmiş; bindiği dalı kesmiş bulunuyor.
Eksik olan bu müthiş tarihsel fırsatta bu fiili tasfiyeye son noktayı vuracak demokratlar; demokratik bir programa sahip bir hareket veya parti.
Demir Küçükaydın
8 Eylül 2016 Perşembe

Hiç yorum yok: