Bir sorunu doğru çözmek için önce onu doğru kavram ve
imgelerle tanımlamak gerekir. Örneğin, Türk Sorunu’na “Kürt Sorunu” ya da “Terör
Sorunu” dediğiniz ve öyle tanımladığınız sürece onu çözme şansınız yoktur.
Son günlerde, Kıbrıs’ın yeni Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın
“artık yavru değil, kardeş olmak istiyoruz” anlamındaki sözlerine karşılık,
Erdoğan’ın “yavrusun sen yavru kal” “nankörlük yapma” anlamındaki sözleri,
Kıbrıs “Türk Kesimi”nin ne olduğunun nasıl tanımlanacağı konusunu gündeme
taşımış bulunuyor.
Kanımızca kardeşlik ya da yavruluk Kıbrıs’ın gerçek durumunu
tanımlamaktan ve anlamaktan uzak imgelerdir ve sorunun çözümünü ve bu alanda
gerekli cesur adımların atılmasını da bizzat Kıbrıslılar açısından bile
engellerler.
Kıbrıslılar yavruluktan kardeşliğe geçme dilekleriyle cesur
bir adım attılar ama bu henüz gerçek durumu dolayısıyla ilişkiyi doğru
tanımlayan bir kavram değildir.
Bir adım daha atıp, kapatmalık ya da nikâhlı karı imgelerine
geçmeleri gerekmektedir.
Bunu siyasi kavramlarla ifade edersek, en azından statüsüz
bir sömürge olmaktan, statülü bir sömürgeliğe geçiş talebi bile diyebiliriz.
Kıbrıs’ın ne olduğunu daha doğru tanımlayacak kavram ya da
imge, “Kapatma” imgesi veya “statüsüzlük” kavramıdır.
Kıbrıs, ya beni nikâhına al, ya da ben gidiyorum demelidir. Ne
demek ve neden?
Ama bunun için önce konudan küçük bir geriye dönüş gerekiyor
bu kavramların anlamını daha iyi anlayabilmek için.
*
Sayın İsmail Beşikçi, 2013 yılında yapılan Hikmet Kıvılcımlı
Sempozyumu’na sunduğu bildiride, Hikmet Kıvılcımlı’nın daha 1930’larda
Kürdistan’ı bir sömürge olarak
tanımlamasını, Kürdistan’ın sömürge bile olmadığı noktasından
eleştiren bir bildiri sunmuştu.
*
Bu vesileyle bu Kürdistan’ın sömürge olup olmadığı
tartışması üzerine kısa bir hatırlatma yapalım.
70’li yıllarda Türkiye’nin sosyalistleri arasında Kürdistan’ın
sömürge olup olmadığı tartışılırdı. Ama aslında bu tartışmada tartışılan
Kürdistan’ın Sömürge olup olmadığı değil; Kürtlerin ayrı örgütlenme hakları
olup olmadığı; bunun Marksizm içinde nasıl temellendirileceği idi.
Tartışmada, her iki tarafın da ortak ve gizli varsayımı:
sömürgelerdeki sosyalistlerin ayrı partilerde örgütlenmesinin gerekli ve mümkün
olduğu idi.
Bu ortak varsayımdan hareketle, Türk sosyalistlerinin
kendilerini bir nesne olarak gören yaklaşımları karşısında Kürt sosyalistleri,
Kürdistan’ın bir sömürge olduğunu savunuyorlar; böylece kendilerinin ayrı
sosyalist partiler kurma hakkına Marksizm’den bir kanıt bulmaya çalışıyorlardı.
Bunun tersine, Kürtleri kendi devrimci mücadelelerinin bir
yan ürünü olarak kurtarmayı düşünen ve nesne
olarak alan İkinci Enternasyonal kafalı Türk sosyalistleri, Kürdistan’ın
sömürge olduğunu reddederek, Kürdistan’da ayrı örgütlenme Marksizm’le bağdaşmaz,
milliyetçilik olur demeye getiriyorlardı.
İşte bu dönemde biz, Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’ların
başında yazdığı, “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (“Şark)” (Yedek güç: ulusal sorun: “Doğu”)
adlı kitabını yayınlamıştık.
Bu kitapta Hikmet Kıvılcımlı, Üçüncü Enternasyonal’in ezilen
ulusların kurtuluşunu ileri ülkelerin veya Türkiye’nin proletaryasına
bırakmayan; onları da bir özne olarak alan Üçüncü Enternasyonal’in devrimci
döneminin geleneğine uygun olarak, sadece Kürdistan’ın aynı zamanda bir sömürge
olduğunu söylemekle kalmıyor; Türkiye Komünist Partisi’ne Kürdistan Komünist Partisi’nin
örgütlenmesine yardımcı olmak; hatta ona ağabeylik yapmak (Yine ağabey kardeş
imgesi) görevini veriyordu.
Kıvılcımlı’nın bu kitabının yayını, Türk sosyalistlerinin
bütün itirazlarına bir ölüm vuruşu oldu ve o sıralarda doğan “Apocular”
ellerinde bu kitapla; Türkiye’nin en önemli Marksist teorisyeninden referansla
da kendi ayrı örgütlerini, Kürdistan İşçi Partisi’ni (PKK) kurdular.
Ve böyle bir tartışma da olaylarca aşılıp, tarihin
karanlıklarında unutulup gitti.
Yine o tarihlerde, yine bu kitap vesilesiyle, “Kürt Sorunu”
üzerine yazdığımız bir yazıda (maalesef bu yazıyı bulamadık) Kıvılcımlı’nın zamanında
TKP’ye Kürdistan’da bir Komünist Partisi’nin kuruluşuna ağabeylik yapma
görevini öngörmesinin anlaşılabilir olduğunu; ama diyalektiğe ve değişime
inanıyorsak, her şey zıddına dönebildiğine göre, ilerde belki Kürt
sosyalistlerinin Türk sosyalistlerine öncülük ve ağabeylik yapabileceğinden;
Tarihin böyle ince bir alayı olabileceğinden ve o zaman Kürtlerin de “Yedek Güç
Türkiye’nin Emekçileri “Batı” diye bir kitap yazabileceklerinden söz etmiştik.
Doğrusu bunları yazarken, pratik bir olasılıktan söz etmiyorduk;
teorik bir olasılık olarak yazmıştık.
Ama tarih ve hayat öyle bir yol izledi ki, bizim teorik olarak
öngördüğümüz olasılık, bir gerçeklik oldu. Bugün Kürt Hareketi, Türklere ağabeylik
yapıyor ve “Türkiyelileşme” projeleriyle de “Yedek Güç Türkiye’nin Ezilenleri (“Batı”)”yı
yazıyor.
*
İşe bu kısa geri dönüşten sonra Beşikçi’nin bildirisinin
konusuna geri gelirsek, Beşikçi, Kıvılcımlı’nın Kürdistan’a sömürge demesini
bir başka açıdan eleştiriyor ve sömürgelerin Statüsü olur, Kürdistan sömürge
bile değildir; daha da kötüdür diyerek itiraz ediyordu.
(Bizim Görüşümüzce tartışılan bağlamda değil ama gerçek ulus
ve ulusçuluğu açıklayan teoriler çerçevesinde Kıvılcımlı’nın da, Beşikçi’nin de
konuyu tartıştığı kavramlar temelden yanlıştır, ulusçuluğun ulus kavramlarıyla maluldür,
ama konuyu dağıtmamak için burada bu konuya girmiyoruz.)
Ama o sempozyum’dan birkaç ay sonra hayatımda ilk kez Kıbrıs’a
gittiğimde, sömürge statüsünde bile olmamanın; statüsüzlüğün, tam da Kıbrıs’a (Türk
Kesimi”ne) daha doğru ve tam olarak uyduğunu gördüm ve sömürge statüsünde bile
olmayanlar için nasıl strateji ve programlar gerekir konusu üzerine düşünmeye
başladım.
*
O Sempozyum’dan birkaç ay sonra hayatımda ilk kez Kıbrıs’a
gittim.
Kıbrıs konusu, Süleyman Demirel gibi bütün bilinçli hayatımız
boyunca bize eşlik etmiş; hiç hazzetmediğimiz; ama kendilerinden kurtulmanın da
bir türlü nasip olmadığı ve olmayacağı konulardan biriydi.
Doğrusu oturup hiç üzerine düşünme gereği bile duymamıştım. “Kıbrıs
Sorunu”na ilişkin bilgilerim sınırlıydı ve “Bağımsız ve Demokratik” Kıbrıs gibi
60’lar veya 70’lerin sol çevrelerce bilinen ve savunulan programından ibaretti.
Bir de, 1968-69’da İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası’nda
(YİS) çalışırken, Kıbrıslı Fuat Fegan’ın ayda bir gelip sendikanın teksir makinesinde
bastığı, bültenin teksir edilmesine bazen yardım etmekti.
Benim kuşağımın Kıbrıs konusundaki görüşleri, yine Fuat
Fegan’ın Aydınlık Sosyalist dergi’de çıkan yazısıyla şekillenmişti. Fuat Fegan
AKEL geleneğinden gelen bir Kıbrıslı sosyalistti ve bugünkü Kıbrıs’taki
sosyalistlerin büyük bir bölümü bir bakıma onun o zamanki çalışmalarının bir meyvesidir.
Kıbrıs’ta bizi ta 60’lardan beri adada sosyalist mücadele içinde
bulunmuş Ali Fegan gezdirirken adanın ekonomisine, tarihine, coğrafyasına
ilişkin gerçekten derin ve zengin ayrıntılarla ilgili bir bilgilendirmeler
yapıyordu.
Bütün bunları dinledikten ve bir haftaya yakın adayı
gördükten sonra, kafamda işte bu statüsüzlüğün Kıbrıs’a uyduğu; bunun farklı
bir strateji gerektiği türünden düşünceler şekillenmeye başlamıştı. Bir gün, yine
Ali Fegan somut durumları anlatırken, Kıbrıslı sosyalistlerin eski düşünce
alışkanlıklarını bırakarak yeni bir strateji izlemeleri gerektiğinden söz ettim
ve şu manada bir strateji önerdim: Adadaki Türk Sosyalistler, derhal Türkiye ile
birleşmeyi savunmalı ve bunun için Türkiye’ye bir yıl gibi bir süre tanımalı;
aksi takdirde de Türkiye’den bütün askeri varlığını geri çekmesini talep
etmeli.
Bu konuşma olurken, arkadaşım, bunu tam yerine oturan bir
imgeyle daha net ifade etti. Evet, bu durum kapatma ya da metres gibi, hiçbir hakkı
ve hukuku yok. Karısı olsa en azından yine de bir hukuku olur dedi.
Beşikçi’nin söylediği, sömürge’nin bile bir sömürge statüsü
olur, Kürdistan sömürge bile değildir önermesi kanımca Kıbrıs’ın “Türk Kesimi”ne
daha çok uyar.
Evet, Türkiye’de Kürtler ezilmektedir, ama ezilme siyasidir
ve Kürt sorunu da siyasi bir sorundur özünde.
Bir Kürt siyasi olarak ezilse, dilini kullanamasa bile, pek
ala TC hüviyetine sahip bir vatandaş olarak, örneğin bir işyeri açabilir; orada
bir şeyler üretebilir ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bunu dünyanın dört
bir yanına ihraç edebilir. Diyelim ki Van’da oturan bir iş adamı ise, İranlı
bir iş adamının Van’a gelmek için, ta Avrupa’ya gidip oradan gelmesine gerek
yoktur. İran’dan kalkıp doğrudan Van’a gelebilir. Veya Güney Kürdistanlı bir
Kürt’ün Diyarbakır’da bir iş yapmak için, önce Uçak’la bir Avrupa’ya gidip,
sonra İstanbul veya Ankara üzerinden Türkiye’ye giriş yaparak, oradan da
Diyarbakır’a gitmesine gerek yoktur. Ama Kıbrıslı bir Türk veya Güney Kıbrıslı
bir Rum, karşı tarafa gidebilmek için (göz yummaları ve ekonominin dayatmasıyla
esnetmeleri hesaba katmaz isek) Avrupa’ya
gitmek, Türkiye veya Avrupa üzerinden diğerine gitmek zorundadır.
Kıbrıslı bir üretici ise malını dünya pazarına satamaz. Satsa
belki Türkiye’ye satar ama o da bir sürü prosedür gerektirir. Çünkü biçimsel olarak
ayrı bir devlettir.
Ama daha kötüsü, diyelim ki Kıbrıs’ta yerleşmiş Türk ordu
birlikleri bile, Kıbrıslı üreticinin ürettiği portakalı oradan almazlar ve bunu
ta Türkiye’den getirirler.
Bunun sonucunda Kıbrıslı üretici, satamadığı portakal
ağaçlarını söker. Hatta sökemez bile öylece bırakmak zorunda kalır.
*
Bir yasal eşin, kadın olarak ne kadar ezilse de, ne kadar baskı alına alınsa da en azından bazı
yasal hakları vardır. Örneğin kocası öldüğünde onun mirası kalır; çocukları
üzerinde belli bir söz hakkı olur. Kocası ona bakmakla yükümlüdür; bakmadığı
takdirde ayrılma hakkı vardır. vs. vs..
Ama bir cariyenin, bir kölenin, bir kapatmanın (eski çağarda
bunların bile belli hakları vardı ve tanınmıştı) hele modern toplumda hiçbir hakkı
yoktur.
Kıbrıs’ın durumu aynen böyledir. Kıbrıs’a bir turist
gelemez. Kıbrıslı ürettiğini dünyada satamaz. Sömürge bile değildir, sömürgenin
bile bir statüsü olur. Statüsüzdür.
Ondan sonra da Türkiye denen kabadayı, bu aç bıraktığı
kapatmasına, bak sana bakıyorum işte daha ne istiyorsun nankör diye, Erdoğan’ın
şimdi yaptığı gibi, bir de bağırır.
Kabadayı kapatmasının evini yerleşmekle kalmamış, bir de
akrabalarını o evin diğer odalarına yerleştirmiştir (Türkiye’den Kıbrıs’a
yerleştirilenler).
İlişkinin özü budur.
Kapatmadır ve kendi evinde sığıntı durumundadır.
*
Bu ilişkiden kurtulmanın bir tek yolu vardır.
Bir zamanlar nasıl Kürt sosyalistleri, Türk sosyalistlerinin
ne dediğine falan bakmadan fiili durum yarattılarsa, aynı biçimde
davranmalıdırlar.
Kıbrıs Türk kesimi, derhal Türkiye ile birleşme kararı
almalıdır.
Mademki bağımsız bir devlettir, istediği devletle
birleşebilir.
Bir yıl içinde Türkiye de Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile
birleşme kararı alıp; birleşmediği takdirde de Türkiye’den bütün pılısını
pırtısını toplayıp, evi terk etmesini talep etmelidir.
Yani ona, “ya beni nikâhına al, benimle gerçekten kederde ve
kıvançta ortak ol ya da bu evi terk et” demelidir.
Hemen görülecektir ki, Türkiye’nin en hızlı faşistleri, en
yayılmacıları, en emperyal hayaller görenleri bile, kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin bu birleşme kararına karşı çıkacaklardır.
Ve bu Türkiye'nin ikiyüzlülüğünü tüm Türkiye halkına ve
dünyaya sergileyecek ve Türkiye’nin bir tek söz söyleme hakkı olmayacaktır.
Türkiye gerçekten bu kapatmasını seviyorsa, nikâhı altına
almayı kabul ediyorsa; onunla kader birliği edip, kederde ve kıvançta birlikte
olmayı kabul ediyorsa onunla aynı kaderi paylaşacak demektir.
O zaman şimdi Kuzey Kıbrıs’ta olduğu gibi, Türkiye’nin de
bütün hava alanlarına dünyadan bütün seferler kalkacaktır. Türk iş adamları
dünyaya mallarını satamayacaklardır. Yani Türkiye de kendini Kıbrıs gibi
statüsüzlüğe mahkûm etmiş olacaktır. Eh aşk uğruna çekilir böyle dertler.
Veya Kıbrıs Erdoğan’ın dediği gibi gerçekten ananın yavrusu
ise, analar yavruları için bütün bunlara katlanmalı; kaderini yavrularının
kaderinden ayırmamalıdır. Bu ülkede nice analar, yavruları hapishanede diye
hapishane kapılarında çürüyor. Böyle analarla dolu bu ülke mi yavrusu için
acılara katlanmayacak?
Ya da eğer dünya ülkeleri, Türkiye’nin stratejik konumundan
dolayı bu ilhakı sineye çekerlerse, en azından Kuzey Kıbrıslılar da diğer Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları gibi, dünyanın diğer ülkeleriyle ticaret yapabilirler,
ürünlerini satabilirler; kumarhanelerin bütün Türkiye’nin diğer vilayetlerinde olduğu
gibi kapatılmasını isteyebilirler; dünyanın her yerinden uçaklar Turistleri artık
TC toprağı olmuş, Kuzey Kıbrıs’a da taşır.
*
Sorunun özü budur. Statüsüzlük. Kapatmalık.
Bu nedenle, Kıbrıs’ın yeni seçilenlerinin, durumu tam tasvir
etmeyen yavruluk yerine; kapatmalık imgesi üzerinden resmi nikâh talep etmeleri
gerekmektedir.
Türkiye böyle bir nikâh kıymayı, yani Kıbrıs Türk kesimiyle birleşip,
Kıbrıs’ı yeni bir vilayeti yapmayı reddederse, söyleyecek sözü kalmaz ve Kuzey Kıbrıs
pek ala artık bu frengili ve iktidarsız kabadayının kapatması olmaktan çıkarak,
ya yalnız yaşar ya da kendine eşit bir eş olarak davranacak yeni bir partner
arayabilir.
Demir Küçükaydın
28 Nisan 2015 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder