Ebola virüsü salgını,
yıllar önce öngörüldüğü gibi, patladı. Bir kartopu gibi hızla büyüyebilir. Birkaç
gün önce Afrika’dan gelen bir uçağın içindeki bir yolcunun “Ebola” virüsü
taşıdığına dair haberler vardı. Sonra “Sıtma” olduğuna dair “düzeltme” okuduk.
Kimbilir belki bir zamanlar Koleraya “bağırsak
enfeksiyou” diye adlandırmak; adı halk arasında Kolerayla özdeşleşmiş Sağlmalcılar’ın
adını “Bayrampaşa” yapmak gibi bir “düzeltme”dir bu.
Her ne olursa olsun,
Türkiye’deki herkesin harıl harıl Seçim sonuçlarını tartıştığı bir ortamda,
biraz dünyanın genel ve temel sorunlarına biraz kafa yormanın zamanıdır. Bütün bu
tartışmalar bir yanıyla son süret uçuruma giden bir trende meleklerin
cinsiyetini tartışmaktan da pek farklı değildir.
Aşağıda 2006 yılında “Kuş
Gribi” vesilesiyle yazdığımız bir yazı. O yazıda Ebola’ya da (“Marburg”) değiniyorduk.
Birkaç küçük düzeltmeyle paylaşıyoruz.
14 Ağustos 2014 Perşembe
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler
Eskiler, “bina ve zina”nın çoğalması “kıyamet alameti”dir derlerdi. Sanılanın
aksine bu öyle çok da yanlış bir gözlem değildi, yaşanmış tarihten
çıkarılmıştı. İbni Haldun geleneğini sürdüren Hikmet Kıvılcımlı’nın “Tarihsel Devrimler” diye ifade ettiği
yasanın, yani uygarlıkların “Barbarlar”
tarafından yıkılışları yasasının, yüzeysel bir ifadesiydi.
“Bina” demek, Kent
demektir. Kent demek ise Uygarlık
demektir; Uygarlık demek ise Sınıf Farkları demektir; Sınıf Farkları demek Sınıf Savaşı demektir. Sınıflar Savaşı
demek, bir tarafta üst ve egemen sınıf, diğer tarafta alt ve ezilen sınıf
demektir; bu da üst sınıfın üst ve egemen konumunu korumak için oluşturduğu araç,
yani Devlet demektir.
Bütün bunların hepsi, egemen, üst ve zengin sınıflarda İbn-î
Haldun’un “bedevilik”; Kıvılcımlı’nın “barbarlık” veya “ilkel
sosyalizm” dediği, sınıflı toplum
öncesi eşitlikçi ve dayanışmacı komün geleneklerinin henüz yaşadığı zamanın
nefsine egemenliğinin; “bir lokma bir hırka” geleneklerinin tükenmesi;
dünya zevklerine düşkünlüğün, hasılı “zina”nın artması demekti.
Ve bu alametler belirince de, o uygarlığın, bir kıyamet ile
(Hikmet Kıvılcımlı’nın kavramsallaştırmasıyla, bir “Tarihsel Devrim” ile
bir “Barbar akını” ile; Bir “Kavimler göçü” ile) yok olmaya
yazgılı olması demekti. “Mene Mene Tekel Upharsin” (“Menetekel”, Günlerin Sayılı) her
uygarlığın alnına yazılmıştı. Nuh tufanı, Sodom, Gomore ya da Lut, hep bu
gidişin kutsal kitaplara yansımış örnekleriydi.
Şimdi de “bina” ve
“zina”nın olağanüstü arttığı bir
çağdayız. Kıyamet alametleri de belirdi. Gün geçmiyor ki buzulların eridiği;
ozon deliğinin büyüdüğü; bir zelzelenin ya da sel baskınının veya tsunaminin
binlerce insanın canını aldığı, bir salgın hastalığın kapının önünde olduğuna
dair bir haber görmeyelim. Belli ki “Allah”,
yoldan çıkan kullarını cezalandırıyor. Binlerce ve milyonlarca insanın böyle
düşündüğüne şüphe yok.
Ve derinden bakınca böyle bir düşünüşün pek de yanlış
olmadığı görülür.
Allah’ın tıpkı doğa ve toplum yasaları gibi “ne yerde ne
gökte, her yerde ve hiçbir yerde” olduğunu göz önüne getirirsek, bu
yasaların çocuksu bir imgesi olduğunu unutmazsak, Doğa ve Toplum yasalarının,
yani Allah’ınbu yasalara uymayan insanları cezalandırmakta olduğunu söylemek
yanlış olmaz.
Nasıl, “doğayı itaat
altına almak için ona itaat etmek gerekir”se ve itaat etmeyeni doğa
cezalandırırsa; aynı şekilde Allah da (yani doğa ve toplum yasaları da), kendisine
itaat etmeyenleri gazabına uğratır; uğratmadan önce de, uyarılar, semptomlar yollar
(aklını başına toplaması için, alametler yollar).
Eskiden bu yasaları sezen ve bu yasalara uygun bir yaşam
tarzını, yani bir toplumsal düzeni öneren; “Allah’ın elçisi” denen; yani tarih
ve toplum yasalarını sezen ve onları insanların anlayacağı şekilde onlara
anlatan anlamında, peygamberler vardı.
Bu peygamberler, yani tarihin ve
toplumun yasalarını en doğru olarak görüp buna uygun bir yaşam ve toplum
düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, kendi
zamanlarının devrimcileriydi.
Modern çağlarda ise gerçekten
peygamberler gibi zulüm ve azap içinde yaşayanlar; bu tarih ve toplum yasaları
keşfetmeye ve ona uygun bir toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir
düzen kurmaya çalışanlar, yani günümüzün peygamberleri Tarihsel Maddeciler,
yani Marksistler oldular.
Nasıl bütün peygamberler, hep İbrahim’in soyundan ya da
geleneğinden geldiler ve onun geleneğinin devamcısı olduklarını söylediler;
yollarını kaybedip şaşırdıklarında tekrar ona dönerek yollarını buldularsa;
modern peygamberler de, yani Lenin’ler, Rosa Luxemburg’lar, Troçki’ler,
Kıvılcımlı’lar, Mandel’ler de hep aynı şekilde davrandılar; yani hep Marks’a
dayandılar.
Biz de eski veya modern peygamberlerin bu yolunu yordamını
izleyelim. Bu kıyamet alametleri karşısında, modern çağın Abraham’ı Marks’a
bakalım. Onun bulduğu tarih ve toplum yasaları; yani “Allah’ın vahileri”,
ne diyor? Onlara bakalım.
Üretici güçler değişimlerinin belli bir noktasında, var olan
üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkileriyle
(yani siyasi, hukuki sistemle, üstyapı ile) bir çelişkiye ve çatışmaya
girerler. Bu sınıflar mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir devrimci
sınıf yoksa veya bu devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek
gösteremezse; (yani Allah’a gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok
oluş (“Kıyamet”) aksi durumda ise devrim (“Hakkın Zaferi”)
gerçekleşir diyordu. “Kullar”, yani
insanlar, Allah’ın dediklerine, yani Doğa ve Toplum yasalarına uygun
davranmalıdırlar; uygun davranılmazsa, o yasalar uymayanı cezalandırır. Marks’ın
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözünde yazdığı teorisinin özü
budur.
İşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın dediklerine
(Tarih ve toplumun yasalarına) uygun bir yaşam ve toplum düzeni olmamasından
dolayı ve bunlar hep Allah’ın, yani doğa ve toplum yasalarının insanları
Marks’ın dediğine uygun olarak cezalandırması.
Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi
vs. sistemin, yediğin, içtiğin, giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine
(Üretici güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim ilişkilerine) denk olsun.
Bu günkü dünyaya bakalım ne görüyoruz? Bırakalım elektronik
mağazalarını bir kenara; köşe başındaki bakkala gitsen artık ne görürsün?
Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar, Brezilye mangoları, Orta Amerika
muzları, Yeni Zelanda kivileri, İsrail avakadoları, Uzak Asya’nın adı sanı
bilinmez egzotik meyveleri vs. rafları doldurmaktadır. Eskiden her sebze ya da
meyvenin yendiği ve bulunduğu bir zaman olurdu, şimdi dört mevsim her şey
bulunabilir. Bu küçücük gözlem bize neyi gösterir?
Gören göz için şunu: üretici güçler öylesine gelişmiş ki,
artık bu gelişkinlikle, dünya küçük bir köye dönmüştür. Ama buna mukabil,
yüzlerce küçük devlet bu dünyanın biricik var oluş tarzı olmaya devam ediyor.
Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve üretici güçlerin böyle
gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet ve hukuk ilişkileri,
yani bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması, bütün ulusal
sınırların kalkmış olması gerekir. Keza yine Peygamber Marks’ın dediğine göre,
bu kadar toplumsallaşmış bir üretime özel mülkiyet ve kara dayanan bir ekonomi
de dar gelir. Bu günkü dünyada, Allah’ın dediklerine uygun bir düzen, Hakka
dayanan bir düzen; yani doğanın ve toplumun yasalarına uyun bir düzen; bütün
ulusal devletleri yıkmış; özel mülkiyet ve kar ekonomisine son vermiş bir düzen
olabilir.
“Allah’ın vahyi”, ya da Doğa ve toplum yasalarının,
yani Tarihsel Maddeciliğin, Marksizm’in dediği budur.
Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi
felaketler ve belirtiler görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve
toplum yasalarının kendilerine bu söylediği şekilde bir toplum düzeni kurmayı
başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır.
Kıyameti önlemenin tek yolu, bu tarih ve toplum yasalarının
dediği gibi bir düzen kurmaktır, bunun için devrim yapmaktır; bütün devletleri
ve sınırları yıkmak; Hazreti Muhammet’in putlara karşı savaş ilan etmesi gibi, uluslara
ve ulusal devletlere karşı savaş ilan etmek; özel mülkiyeti ve kara dayanan bu
ekonomik düzeni (Kapitalizmi) ortadan kaldırıp insanların ihtiyaçlarına uygun;
azami kârı değil, doğa yasalarını ve insanların ihtiyaçlarını gözeten bir
üretim düzeni (sosyalizmi) kurmaktır. Bu yapılamazsa, “hak” değil (yani doğa ve toplum yasalarının gerektirdiği bir toplum
düzeni değil) “batıl” (Doğa ve toplum
yasalarına karşı duran, kâra tabi olan) “zail
olursa”, üstün gelirse, Kıyamet
(insanlığın yok oluşu) kaçınılmazdır.
Gerçekten de bütün bu felaketlere baktığımızda, nedenlerini
araştırdığımızda, hep ulusal devletleri, sınırları ve özel mülkiyet ve kâr
ekonomisini görürüz. Bunu en son “kuş
gribi” olayında görelim.
Evet, “sıradan halkın” gözlemi yanılmamaktadır. Bu tsunamiler,
kuş gripleri, AİDS’ler, bina ve zinanın çoğalmaları, hep “Kıyamet
Habercileri” dirler, yani bir sosyal
devrim gereğini insanların gözüne gözüne sokan belirtilerdirler.
*
Hastalıklar, mikroplar, virüsler, milyonlarca yıldır var. Bu
mikroplar ve virüsler milyonlarca yıldır mutasyonlar geçiriyorlar veya türden
türe atlıyorlar. Ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka.
Tsunamiler, depremler, sel felaketleri binlerce yıldır var ama bunların
sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Çünkü onlar bu günkü toplumsal düzen ve
ilişkileri aracılığıyla insanların yaşamlarını belirliyorlar.
Örneğin Tsunami’yi ele alalım. Milyarlarca insan tsunami ile
ilk kez, son tsunami felaketinde tanıştı ve bu kavramı ilk kez duydu. Ama
Tsunami Japonca bir kelime olduğuna göre, Japonlar bunu binlerce yıldır
biliyorlardı ve bunun için bir kelimeleri bile vardı.
Ama eskiden, yani globalleşmenin ve kapitalizmin böylesine
yaygın olmadığı zamanlarda, bu felaketler olduğunda, lokal kalıyordu.
Muhtemelen sahildeki balıkçı köyleri etkileniyor, onlar da birkaç kuşak sonra
bunlardan dersler çıkarıp örneğin küçük balıkçı köylerini yüksek yerlere
kuruyorlar ve felaketlerin zararını asgariye indiriyorlardı. Belki, hayvanların
ya da bitkilerin bu gibi felaketlerin işareti olabilecek davranışlarına göre
bir tür alarm sistemi bile oluşturulabiliyordu.
Ama globalizm çağında, kapitalizm çağında işler değişti. Bu
bölgesel ve doğal felaketler, var
olan toplum sisteminin yol açtığı
felaketler haline geldi ve o nedenle de birer “kıyamet alameti”, yani toplumsal
düzeni değiştirmek gerektiğinin belirtisi olarak görülmesi doğrudur.
Modern kapitalist toplumda her şey kâra dayanır. Ekonominin
motoru daha fazla kârdır. Ama daha fazla kâr veya kâr oranı elde etmek için; iş
gücünün fiyatının düşük olması gerekir. Onun yetiştirilmesi, korunması ve
yeniden üretilmesi ne kadar az masraflı olursa, fiyatı o kadar düşürülebilir, dolayısıyla
da o oranda yüksek kâr edilebilir; daha büyük sabit sermayenin (ham madde ve
makinalar) kullanımının yol açtığı kâr oranlarının düşüş eğilimi bir ölçüde
olsun dengelenebilir.
İş gücünün fiyatı nasıl düşük tutulur?
İlk burjuva devrimleri olduğunda, onlar kendilerini tüm
dünyada işleyecek bir düzenin prototipi olarak görüyorlardı. Yani yayıldıkları
ülkelerde de aynı düzeni geçerli kılmayı hedefliyorlardı. Ama bu fikirden ve
idealden hızla vaz geçildi. Bu devrimlerin yayıldığı ülkeler, devrimin
zaptettiği ülkeler eşit haklı yurttaşlar olmadılar. Ya sömürgedir dendiler ve
en basit insan hakkından bile yoksun bırakıldılar, ya da onların dilleri,
dinleri başkadır denildi ve yurttaş, dolayısıyla da insan kavramının dışında
tutuldular. Böylece sermaye, daha ilk adımda, o dışta tuttuğu ülkelerden kaynak
aktararak “ana vatan”daki işçileri de satın almanın ve iş gücünün fiyatını
düşük tutmanın, böylece kâr oranlarını yükseltmenin yolunu buldu.
O dışta tutulan ülkelerdeki işgücünün fiyatının olağanüstü
düşük olması için, en zorba devletler ve anti demokratik rejimler desteklendi.
Geri ülkelerde, hiçbir demokratik hak olmayınca, işçiler bir
araya gelip işgüçlerinin fiyatını yükseltemez; yani işgücü kendini savunamaz.
Dolayısıyla bu ülkeler muazzam bir açlık ve yoksulluk içinde bulunurlar. Bu da
ayrıca oralarda işgücü fiyatının daha da düşük olmasına yol açar. Ve bu
ülkelerdeki korkunç ucuz işgücü, esas zengin ülkelerdeki işgücünün yeniden
üretiminin fiyatının düşürülmesini ve düşük tutulmasını sağlar. Bu yöntemle
burjuvazi bir taşta bir sürü kuş vurur.
İşgücünün yeniden üretilmesi nedir? Önce beslenmesidir. Geri
ülkelerdeki işgücü olağanüstü ucuz olduğundan, zengin ülkelerdeki işçilerin
tüketimleri için, çok ucuza yiyecekler ithal olur. Benzer şekilde, iş gücünün
yeniden üretilmesi bir anlamda da tatildir. Modern üretimin yanı sıra modern
yaşamın yol açtığı stres, işgücünün hızla yıpranmasına yol açar. Bunun yeniden
üretebilir hale gelmesi için, yılda bir iki kere, deniz ve güneş altında
yenilenmeye tabi tutulur, bir tür rektifiyeden geçirilir. Geri ülkelerde
işgücünün fiyatı çok düşük olduğundan, iş gücünün “tatil” aracılığıyla yeniden
üretimi çok ucuza mal edilir. Böylece zengin ülkelerdeki iş gücünün fiyatını düşük
tutmak mümkün olur. Bu da kâr oranlarındaki düşmeye karşı bir ölçüde tampon
görevi görür. Bu nedenle “kitle turizmi” denen, batılı işçi kitlelerinin iş gücünün bant usulüyle yeniden
üretilmesine yönelik bir sanayi gelişir. Sahil boylarına muazzam oteller,
tatil tesisleri yapılır. Doğa ve tarih tahrip edilir. Kendine yeterli
balıkçılar ve çiftçiler, turizm tesislerinde boğaz tokluğuna çalışan
hizmetçilere dönüşürler.
Turizmin halkları yakınlaştırdığı falan da tamamen bir
propagandadır. Aslında yerli halk orada turistlere hizmetçilik yapar. Yerli
halkın kültürü diye sunulanlar, turistlerin zevkine uygun yemek, dans ve müzik
gösterileridir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yerli halk, otellerdeki
çarşafları yıkamakta, tuvaletleri temizlemekte, mutfaklarda onlara yemek
yapmakla hatta başka ihtiyaçlarını gidermekle meşguldür.
İşte birkaç ve temel nedenini ve görünümünü öylesine
sıraladığımız böyle bir dünyada, yani iş gücünün yeniden üretimim bile
globalleştiği bir dünyada; ulusal devletler, sonuçlarıyla ve oluşturdukları
ilişkilerle tsunamilerin de çok farklı sonuçlar yaratmasına yol açarlar.
Sahillere kurulmuş, “Denize sıfır” otellerdeki
binlerce turist birden bire bu felakete maruz kalır. Ama aynı zamanda, eskiden
çoğu Tsunamilerin erişemeyeceği yerlerde yaşayan ve çalışanlar, artık o “beş yıldızlı” otellerin yanındaki yoksul
yerleşim birimlerinde yaşamakta ve oralarda çalışmaktadırlar. Onlar da başka
biçimde yaşarlar. Yani bakkalda dört mevsim dünyanın başka bölgelerinden gelmiş
muzları bulduğun bir çağda, ulusal devletler varsa bu, büyük zenginlik ve
yoksulluk farkları; sahillerde muazzam turizm tesisleri; bu tesislerde boğaz
tokluğuna çalışan ve hemen onarın yanında yoksulluk içinde büyük yerleşim
birimlerinde yaşayan yerli insanlar demektir. Böyle bir dünyada Tsunamiler başka
türlü sonuçlara yol açmaktadırlar. Ama bu sonuçlar Tsunamilerin değil, aslında
o günkü dünyaya uymayan toplumsal düzenin sonucu olarak öyledirler. Böyle bir
dünyada ulusal devletler olursa, bütün bunlar da olur.
Ve nihayet, globalizm çağında bu felaketlerin algılanması da
başka olur. Ölenler içinde batı ülkelerinin turistleri, yeryüzünün beyazları da
olduğundan, bütün medya bu felaketi tüm insanlara aktarır. Ama gerçek ile
aktarılan felaket farklıdır. Yardımlar da, haberler de hep beyaz adama
yöneliktir. Beyaz adamın içinde olmadığı felaketler gazetelerin köşesinde veya
haberlerin sonunda küçük bir haber veya değinme olarak kalır.
Bir yandan böyledir ama diğer yandan felaketlerin insanlara
televizyon vs. aracılığıyla duyurulması; bunun duyuruluş biçimleri ve bunların
insani sonuçları da en az o felaketler kadar korkunçtur. Sadece beyaz adamın
uğradığı felaketin anlatılmasını bir yana bırakalım, felaket haberini ve
resimlerini hemen borsada yükselen ya da düşen hisse senedi listeleri; başka
haberler izler örneğin. Yani insanlar insan kardeşlerinin uğradıklarına da
sağırlaşmaya başlar böylece.
Şimdi eğer, üretici güçlerin bu günkü gelişim düzeyine uygun
bir toplum düzeni olduğunu var saysak, o zaman da tsunamiler olurdu ama önce o
dünya devleti buna karşı uyarı sistemleri kurmuş olurdu. Ulusal devletler ve
kapitalizm olmadığından bu muazzam gelir ve zenginlik farkları olmaz, o zaman
da, sahillerdeki “tatil cennetleri”
ve “cennet”lerde çalışan işçilerin ve
yerli halkın cehennemleri olmazdı.
Keza, toplumsal ve doğal dengeleri gözeten optimum büyüklükteki işletmeler
nedeniyle böyle muazzam büyük turizm tesisleri ve aşırı şehirleşmeler olmazdı.
Keza, iş gücünün aşırı sömürüsü ve yabancılaşmanın ortadan kaldırılması hedef
olduğundan, böyle aşırı çalışma ve sömürünün ikiz kardeşi aşırı tembellik ve
güneş altında günlerce yatıp akşamları içmek ve eğlence adına her türlü
rezaleti yapmak gibi “turizm”ler de
olmazdı.
Görüleceği gibi, Allah, yani toplum ve doğa yasaları, bir
toplum kendilerine uygun davranmazsa, onu bir şekilde “ceza”landırmaktadır.
Eğer insanlar Tsunamilerin böylesine felaketlere yol
açmasını; böyle felaketlere kurban gitmeyi istemiyorsa, Peygamber Marks’ın
dediklerine gelmeleri, uluslara, sınırlara, özel mülkiyete ve kar ekonomisine
karşı savaşa girmeleri gerekiyor. Aksi takdirde Tsunamilere veya ozon
deliklerine ve denizlerin ısınmasına veya biyolojik felaketlere bile fırsat
kalmadan, muhtemelen, yine bu üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle yayılmak
kaynak ve pazarları el geçirmek zorunda olan, Avrupa, Amerika, Çin, Japonya ve
Rusya arasındaki rekabet ve savaşlar içinde zaten bir nükleer kıyamete kurban
gidecekleri çok açık.
İşte Kuş gribi de, böyle bir felaket. Onun yaşanışı ve
sonuçları, globalleşmiş bir dünyada, ama hala ulusal devletlerin, sınırların,
özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin egemen olduğu bir dünyada, insanlara bir
cezaya, bir kıyamet alametine dönüşmektedir. Aslında Allah, doğa ve toplum
yasaları bu felaketlerle, insanları uyarmaktadır, yaşam ve toplum düzenlerini
bir an önce değiştirmeleri için, değiştirmedikleri takdirde de çok daha büyük
felaketler yaşayacakları için.
*
Mikroplar ve Virüsler en başarılı canlılardır. Bizlere
hayatın evrimi en tepesinde Memeliler ve İnsanın bulunduğu, en altta
mikropların ve virüslerin bulunduğu bir gelişim olarak aktarılır. Ama canlı
olmanın, yani türün devamını sağlamının ölçülerine vurduğumuzda, bırakalım
insanları bir yana, memelilerin bile başarılı bir canlı türü olduğuna dair
hiçbir kanıt getirilemez. Bunlar bütünüyle insan merkezli ilerlemeci doğa
kavrayışlarıdır.
Şu beğenmediğimiz dinazorlar bile, bir tür olarak 150 milyon
yıl bu dünyada egemenlik kurmuşlardı ve eğer kozmik veya jeolojik bir felaket
sonucu yok olmasalardı belki bu gün bile hala egemen olmaya devam edeceklerdi. (Aslında
kuşlar dinazorların (yumurtayla üreyen sıcak kanlı hayvanlar) ahvadı olarak
hala göklere egemen olmaya devam ediyorlar ve denizlerde de hatırı sayılır bir
payları var.) Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır onların yerini
aldılar ve her şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor.
Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil,
çeşitlenmeye de devem ediyorlar.
Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar
sonucu daha farklı özellikleri olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların
çok küçük bir bölümü onlara “yaşam savaşı”nda bir üstünlük sağlayabildiğinden,
diğer kuşaklara aktarılabilmektedir.
Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında
mikroplara uzun vadede büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öldürücü
bir mikrop, üzerinde var olup yayılacağı canlıları yok ettiğinden aslında,
tıpkı bugünkü insanlar gibi, kendi var oluş koşullarını da ortadan kaldırırlar.
Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiç bir direncin oluşmadığı koşulda bile, bu
kendi sınırlarına toslar.
Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve
virüslere karşı. Daima, yine çok önceleri farklı bir mutasyona uğramış ama bir
işlevi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı bağışıklıklı (“şerbetli”) canlılar, yani sürünün içinde
bir kara koyun daima vardır. Tüm Popülasyon yok olduğunda, o mikroba dayanıklı
“kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara koyunlardan türeyen ve o mikroba
karşı bağışıklığı olan kuşaklar yaşadıklarından, o hastalık fiilen yeni
kuşaklar açısından eski öldürücü özelliğini yitirmiş olur.
Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir Dolayısıyla bu gün
yaşayan türler, hastalıklara karşı belli dirençler geliştirmiş türlerdir.
Elbette sürekli mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs kuşaklarında bu süreç
tekrarlanmaktadır. . (Özellikle neolitik devrimden sonra hayvanlardan insanlara
geçen hastalıklar ve salgınlar yaşınmış olmalıdır. Yeni dünyadaki yerlilerin
büyük bölümü de eski dünyadan gelenlerin getirdikleri mikrop ve virüsler
karşısında dirençsiz olduklarından yok olmuşlardı.)
Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi
görülebilir.
Ne var ki, Kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte
bu süreç çok özgül bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik
değil, toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar.
Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı
üründen milyonlarcanın üretilmesi, mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün
egemen olması hedeftir. Böylece binlerce canlı, doğanın ritminin de dışına
çıkarılarak, hormonlar, ışık hileleri vs. aracılığıyla, sermayenin devir hızını
arttıracak ve dolayısıyla kâr oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde
üretilir. Böylece olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak
şekilde, aynı türden binlerce, yüz
binlerce canlının bir arada bulunmaktadır. Öte yandan, geniş yeniden üretim,
yani kapitalizm standardizasyon demektir. Bu nedenle aynı tohumdan, aynı
türden, aynı özelliklere sahip milyonlarca canlı üretilmektedir. Böylece bir
türün ayakta kalmasını sağlayan çeşitlilik yok edilmektedir.
Bütün bu ve benzeri gelişmelerin birinci sonucu, her hangi
bir hastalığın, yüz binlerce, milyonlarca canlının ölümüne yol açması veya
hastalığın yayılmasını önlemek için imha edilmesi demektir.
Sadece bu kuş gribiyle ilgili olarak Hollanda’dan bir örnek
verelim. İmhanın hangi boyutlarda olduğunun anlaşılması için:
“18 Mart 2003 tarihinde toplam 25 vak’a (20 vak’a
yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a hindi
kümesinde) tespit edilmiş olup, 673.041 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
27 Mart 2003
tarihinde toplam 54 vak’a (38 vak’a yumurtacı kümesinde, 9 vak’a broiler
damızlık kümesinde, 4 vak’a hindi kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit
edilmiş olup, 1.162.839 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
02 Nisan 2003 tarihinde toplam 31 vak’a tespit edilmiş
olup, 556.028 duyarlı kanatlı hayvan
imha edilmiştir.
07 Nisan 2003 tarihinde toplam 32 vak’a (24 vak’a
yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde)
tespit edilmiş olup, 1.197.884 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.” (AVIAN
INFLUENZA (Tavuk vebası, Kuş gribi) HASTALIĞI VE DÜNYADAKİ DURUMU, Ragıp
Bayraktar)
Bunlar sadece 2003 yılında üç hafta içindeki rakamlardır.
Küçücük Hollanda’da, Yuvarlak hesap 3,5 milyon kanatlı hayvan, topu topu 200
hastalık belirtisine karşı imha edilmiştir.
Burada kapitalizmde basit bir salgının bile nasıl Pazar ve
kar kaygısıyla korkunç katliamlara yol açtığı açıkça görülmektedir. Hollanda
kanatlılarının dünya pazarında rekabet şansının azalmaması için korkunç bir
imha gerçekleştirmiştir.
Kâra değil, insanların ihtiyaçlarına dayanan bir ekonomide,
bir tek işletmenin kârlılığı ya da verimliliği değil, tüm insanlık açısından
verimlilik göz önüne alınır ve insanların ihtiyaçları ile dünya ölçüsündeki
verimlilik ilişkisi göz önün alınır.
Örneğin, kapitalist bir işletmenin verimliliği için, işin
otomasyonu, olabildiğince ürünün bir arada üretilmesi, işletme masraflarını
azaltır. Zaten bu nedenle on binlerce tavuk vs. bir arada büyütülür, dünya
pazarı için. Bu bir tek işletme açısından son derece rasyonel olabilir.
Ama insanlığın tümü göz önüne alındığında, bu irrasyonal
olarak ortaya çıkar. Sadece hastalık olasılıklarında yapılan imhalar göz önüne
alındığında bile, bu muazzam bir emeğin ve ürünün imhası anlamına gelmektedir.
Bir başka örnek. İngiltere’de her üretilen iki tavuktan biri
Avrupa’ya ihraç edilmektedir. Keza, İngiltere’de tüketilen her iki tavuktan
biri de, ithal edilmektedir. Bu tavukların da, uzak İngiliz sömürgelerinden değil;
Avrupa’dan ithal edildiğini varsaysak bile şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
İngiltere’de üretilen her iki tavuktan biri, bir Avrupa seyahati yaptıktan
sonra, Britanyalıların boğazına girmektedir.
Tek tek işletmeler ve onların kârlılıkları açısından bütün
bu sonucu yaratan işlemler son derece rasyonel olabilir. Ama ortaya sonuç
itibariyle son derece irrasyonel, her iki tavuktan birinin, bir Avrupa seyahati
yaparak tüketicinin boğazına girmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu
seyahat için TIR’lar, yollar, şoförler, bunların harcadığı yakıtlar, yol
açtıkları çevre tahribatları vs. göz önüne alındığında, çok büyük işletmelerin;
dünya pazarı için üretimin insanların toplu yaşamı için hiç de rasyonel
sonuçlar ortaya çıkarmadığı görülmektedir.
Ama böyle bir düzen için, kâr ekonomisinin ortadan
kaldırılması; tüm insanların ihtiyaçları ile toplumsal verimlilik ve doğanın
dengesini güden optimum büyüklüklere dayanan planlı bir ekonomi gerekir.
Bu olmadığında, yani, Marks’ın deyimiyle insanlar üretim
yöntemlerine uygun toplum düzenleri kurmadığında, örneğin hala kâr ekonomisine
dayandıklarında; planlı bir ekonomiye geçmediklerinde, doğa ve toplum kanunları
onları cezalandırmakta ve sonuçlar birer kıyameti alameti olmaktadır.
Burada kuş gribini örnek aldık ama sorun sadece bu değil,
örneğin deli dana hastalığında da aynı durum söz konusuydu.
Buraya kadar sadece ürünlerin imhasını boyutuna kısaca
değindik. Bir de, hastalıkların insana geçmesi söz konusu olduğunda, bu
sistemin tüm yaşayış tarzı, yani ulusal devletleri, geri ve zengin ülkeler vs.
de katastrofları pekiştirici bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin son derece öldürücü ve kaynağı muhtemelen Tropikal
Afrika mağaralarındaki canlılar olan ve onlardan insanlara geçen Ebola (Marburg) virüsü üzerine
araştırmalar şunu göstermektedir.
Eskiden de, zaman zaman bu virüs insanlara sıçramaktadır.
Kabileler bu virüsün yol açtığı hastalığın belirtilerini tanımlamışlardır. Ama
o zamanlar, hastayla tüm ilişkiler kesilmekte, o insansız bir yerde ölüm terk
edilmekte veya oraya bir daha uğranılmamakta veya o bölge yakılmaktadır.
Elbette bunlar dinsel bir ritüel içinde gerçekleşmektedir. Böylece hastalık
daha doğduğu noktada lokalize edilmekte ve yok olmaktadır.
Ama günümüzde globalleşmiş dünyada, insana bulaşan mikrop
birkaç saat içinde kıtaları aşmakta, Avrupa veya ABD’nin bir şehrinde ortaya
çıkmaktadır. Ama daha da ilginci, bu gibi mikropların esas bulaştıkları
noktalar bizzat hastanelerin kendileridir.
Özellikle geri ülkelerdeki hijyenik ölçütlere, istenilse bile
yoksulluk nedeniyle uyulamayan hastaneler. Ama geri ülke demek her şeyden önce
ulusal devletler, yani gerçekte var olan kapitalizm demektir.
Böylece globalleşme çağında ulusal sınırlar ve bunun yol
açtığı zenginlik ve yoksulluk farkları, hastalığın yayılışının ve katastofa
dönüşmesinin bir nedeni haline gelmektedir. Belki bu Ebola’da henüz
gerçekleşmedi ama AİDS ortada. Bu gün Afrika’nın neredeyse yarısı AİDS’li. Aynı
hastalık zengin ülkelerde büyük ölçüde kontrol altına alınmış bulunuyor. AIDS,
Batı ülkelerinden tekrar Afrika’ya gelerek yayıldı.
Özel mülkiyet, bir de bu hastalıklara karşı ilaçların
isteyen tarafından üretilmesini engelleyerek, yani insanların hastalıklarını
bir kâr aracı yaparak bütün bu katastrofun üzerine tüy dikmektedir.
Sözde buna en fazla direnen ilerici hükümetler bile, özel
mülkiyet ve ulus devlet dışında bir var oluşu düşünemediklerinden ve bunun
kavgasını veremediklerinden, yaptıkları benzeri ilaçlar için bile belli
sınırlamaları kabul etmekte ve ilaç firmalarına belli bir haraç ödemeye devam
etmektedirler.
Bütün burada görülen sorunlar aynen Kuş Gribi olayında da
görülmektedir. Ancak, bunların yanı sıra, dünya pazarı için mücadelelerin;
ekonomi dışı zorun bir aracı da olmaktadır.
Örneğin kuş gribinin esas yayıldığı bölgenin bugün dünya
ekonomisinin en dinamik ve hızlı büyüyen bölgesi, Asya’nın Pasifik kıyıları ve
Güneydoğu Asya olması nedeniyle, Avrupalı ve ABD’li emperyalistler, Asya
ülkeleri karşısında rekabet güçlerini arttırmanın bir aracı olarak Kuş gribini
oradan gelen mallara karşı engeller çıkarmak veya ora mallarına talebi azaltmak
için kullanmaktadırlar.
Bu da o ülkelerin, kendileri de yine bizzat dünya pazarı
için üretim yapmaya programlanmış devlet ve işletmelerinin, ya hastalığı
gizlemelerine ya da tıpkı mallarının adı kötüye çıkmasın diye milyonlarca
tavuğu imha eden Hollandalılar gibi gereksiz ve abartılmış imhalara girişmesine
yol açmaktadır. Ne var ki, her iki durumda da, bu ülkeler batılı ülkeler gibi
zengin ve organize olmadıklarından, emekçi insanlar ve basit halk için, bu gibi
gizleme ve abartılı imhalar tam bir felakete dönüşmektedir.
Böylece geri ülkelerde, sadece modern üretimin ve
ilişkilerin değil, kapitalizm öncesinin de darbesine maruz kalmaktadırlar.
Tavukları imha edilen Hollandalı işletmeci, devletten bunun karşılığında belli
bir tazminat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu onun için yoksulluk ve açlık
anlamına gelmez.
Ama Geri ülkenin küçük üreticisini, ya gizlenen hastalığın
kurbanı olur, ya da elindeki iki üç tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun iyice
pençesine düşer.
Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi
kapısında tutmak isteyen Avrupa bunu bahane ederek, yeni tedbirler
geliştirirken; bundan korkan ve bunları engellemek isteyen Türk burjuvazisi ve
devleti, bir yandan hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca
abartılı imhalara girişti ve yoksul insanların soluk borusu olun birkaç
tavuğunu yok etti. Burada o insanların kaderi kimseyi ilgilendirmiyordu;
ülkenin imajı, yani Türk ürünlerinin yolunun tıkanmaması ve politik olarak
Avrupa’nın eline koz vermeme biricik kaygı olarak ortaya çıkıyordu.
Haberlerdeki abartılı görüntüler insanların yaşamları ve sağlıkları için
değildi, Türk mallarının ve devletinin imajını korumaya yönelikti.
Ama Türkiye’de bu akıl dışılık aslında zirvelerine ulaştı.
Hükümet ve devlet, kümes hayvancılığını yok etmek için bir vesile yaptı bu kuş
gribini. Aslında kümes hayvancılığı, Kuş gribi gibi felaketlere karşı en emin
savunma alanıyken, kitlesel imhaları engellemenin en iyi yoluyken ve binlerce
yıldır böyle engellenmişken, bu ekonomi dışı cebir ile olağan rekabet ile değil,
yasalarla, tedbirlerle küçük üreticilerin, yoksul insanların soluk borularını
tıkamanın yoluna da girildi.
Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla,
yani kapitalizm öncesi ve dışı yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi.
Kümes ve bahçe tavukçuluğunun olağan rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için
bile sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik sermayesi.
Ve nihayet, Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan
Kürdistan’da Kuş Gribini Kürdistan başka Batı başka yaşadı.
Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir
ırkçı silah olarak kullanıldı. O güne kadar, binlerce yıldır olduğu gibi
hayvanlarla iç içe yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis vahşiler olarak
gösterildi. Özel savaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta
sınıflarını yedekte tutmak için kullanıldı.
Toparlarsak, Kuş Gribi örneğinde görüldüğü gibi, Özel
Mülkiyet, kâr ekonomisi klasik doğal felaketleri birer modern kıyamet alametine
çevirmektedir. Bunu önlemenin tek yolu kâr ekonomisini ortadan kaldırmaktır.
Ancak gerçekte var olan, ulusal devletlere bölünmüş, zengin
ve yoksul ülkelerin olduğu bir kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut
olarak pek ala yeryüzü ölçüsünde, aydınlanmanın ideallerine uygun olarak bir
tek kapitalist ülke mümkün iken, bu günkü kapitalizmin var oluşu için, ulusal
devletler ve “zengin demokratik” “geri baskıcı” devletler ayrımı sistemin
devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan
kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır.
O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde
görüldüğü gibi, bir sömürgeci savaş aracına ve ekonomi dışı zorla küçük
üreticiliğin yok edilmesine dönüşmektedir.
O halde kuş gribine karşı mücadele, ilk elde sömürgeciliğe
ve ulusal baskıya karşı; ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine
karşı bir mücadele içinde tüm emekçileri ve demokratik güçleri birleştirmeyi
hedeflemeli.
Ancak bu yetmez. Bu aynı zamanda bu günkü ulusal devletlere
ve de nihai olarak kapitalizme, yani özel mülkiyete ve kâr ekonomisine karşı
bir mücadele olmak; en azından ona dönüşmek zorundadır.
Tabii Hak yolundan gidenler için, yani doğa ve toplum
yasalarının söylediklerini anlayanlar; onların uyarılarına kulak kabartanlar
için.
Bütün belirtilerin gösterdiği gibi, günümüz dünyasında, Uluslara,
ulusal devletlere, kâra, özel mülkiyete, özetle Kapitalizme karşı olmadan hakka
uygun bir toplumsal yaşam kurulamaz.
Demir Küçükaydın
26 Ocak 2006 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder