“Türk sosyalistleri Kendi Cenazelerini Kaldırırken” başlıklı ilk yazıyı okuyan kimi okurlar, burada kastedilenin mantıksal anlamda; soyut anlamda bir cenaze kaldırma olduğunu anlamayarak, Türk sosyalist yuvarlarının hiç de öyle yazıda söylendiği gibi ölmediği itirazını yapıyorlar.
Bu arkadaşlar bir düşünce ve davranışın
tarihsel ve toplumsal anlamı ve bunun mantıki sonuçlarıyla; bu mantıki sürecin
tarihsel süreçte gerçekleşmesinin (hatta gerçekleşmemesi durumunda tersinden
doğrulanmasının) farklı şeyler olduğunu görmüyorlar.
Bu farkı görüp ayıramayış, biraz da Marksist
gelenekleri ve düşünce sistemini bilmemek ve unutmuş olmakla ilgili.
Marksizm'de, mantıksal ve tarihsel hareket
diye bir ayrım vardır. Mantıksal hareket, tarihsel hareketin gerçek tarihteki
çarpılmalarından arınmış hareketidir, soyut harekettir.
Örneğin Marks, Kapital’de
sermayenin hareketini mantıksal olarak, soyut olarak, gerçek tarihteki
çarpılmalarından soyutlanmış olarak inceler. Ve tem de bu nedenle, kapitalizm
geliştikçe, kapitalizm Marks’ın Kapital'de ele aldığı kapitalizme daha
çok benzer. Eserin tükenmez tazeliği de bundandır. Kapitalizm yok olmasa bile o
kitaptaki öngörüleri tersinden doğrular.
Bir başka örnek. Ulusal devletler, en azından
yirminci yüzyılın başlarından beri
ömrünü doldurmuştur. Örneğin emperyalist savaşlar üretici güçlerin
gelişme düzeyine artık ulusların ve ulusal devletlerin bir engel olmasının bir
sonucudur. Ama bu ulusların gerçekte hala var olduğu; hatta görünüşte daha da
güçlendiği gerçeğiyle çelişmez. Hatta tersi bir sonuç bile doğrular mantıki
süreci.
Örneğin eğer dünyada sosyalizm kurulmaz ve
insanlık bir ABC savaşı veya ekolojik katastrof sonucu yok olursa, ulusal
devletlerin ömrünü doldurmuşluğu gerçeğiyle çelişmez, hatta onun tersinden
doğrulanması olur.
Biz de cenazeden bu mantıksal anlamıyla söz
ediyorduk, yani somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış anlamda. Yoksa
elbette biliyoruz, Türk sosyalist yuvarların var olmaya devam ettiğini ve
varlıklarını dişleriyle tırnaklarıyla savunacaklarını. Zaten Kongre’ye ilişkin
analizimizin bundan sonraki bölümleri tam da bu direnişi ele alacaktır. Ve
onların kendi cenazelerini kaldırdığından söz etmemiz aynı zamanda onların bu
direnişlerine karşı somut bir mücadeledir de.
*
Bu mantıksal ve tarihsel ilişkisi, doğa
bilimlerindeki, matematiksel ve mantıksal olanın, yani mümkün olanın bir gün
yeni keşiflerle muhtemelen fiziksel gerçek olarak karşımıza çıkmasına benzer.
Ne demek istiyoruz?
Bir üçgenin üç açıları toplamı 180
derecedir önermesi bir postulattır.
Postulat, yani kanıtlanamaz kabul, olduğuna göre pek ala bu postulatı kabul
etmeyen bir geometri de kurulabilir teorik olarak. Kurulmuştur da, Riemann ve
Lobaçevski geometrileri, bir üçgenin iç açıları toplamının 180 dereceden büyük
ya da küçük olduğu aksiyomuna dayanırlar. İlk bakışta saçma gibidir. Ama işler
arazi ölçümlerinden çıkıp da astronomik boyutlara geldiğinde, çok daha doğru
olarak ortaya çıkarlar. Einstein'ın çekim gücüyle eğrilen uzaylarında ancak bu
geometriyle uygun hesapları yapabilirsiniz.
Ama bizim yaşadığımız evrende, bir karşılığı
olmasaydı da doğruluğundan bir şey kaybetmezdi bu geometriler.
Bir başka örnek. Bir şey ne ise odur, bir şey
aynı anda hem orada hem burada olamaz gibi en temel sayılan aksiyomlar vardır,
“sağduyu”nun dayattığı. Ama bunların tam tersi aksiyomlar kabul edilerek te bir
matematik ve fizik de kurulabilir. Ve mantıksal olan gerçek olmuştur,
kurulmuştur da. Quantum fiziği bir bakıma, tam da bu türden aksiyomları
sorgulayan bir dünyanın bizlerin algıladığı dünyadan çok daha doğru ve gerçek
olduğunu; hatta bizlerin algıladığı dünyanın böyle bir dünyanın varlığı
üzerinde yükseldiğini de göstermiştir. Belirsizlik ilkesi bir bakıma
“sağduyu”nun dayattığı bu aksiyomları sorgular.
Bir başka örnek. Matematik olarak tıpkı üç
veya dört boyutlu uzaylar gibi, çok daha fazla, örneğin 12 boyutlu uzaylar da
kurulabilir, hatta bu boyutların bazıları, tıpkı bir boruda olduğu gibi kendi
üzerine kapanmış bile kabul edilebilir ve bu uzayların davranışları üzerine hesaplar
yapılabilir. İlk başta matematik bir fantezi gibi görülebilir bütün bunlar.
Ama bu matematik olasılık, bugün fiziksel
alemi açıklayabilecek en güçlü teorileri sunar görünmektedir. Bugün fizik 12
veya daha fazla boyutlu, bazıları kendi üzerine kıvrılmış uzaylardan söz
ediyor. Dört temel gücü bir tek formülde birleştirmeyi deneyen teoriler böyle
bir matematiğin geçerli olduğu bir evreni var sayıyor.
Toplum bilimde (Yani Marksizm’de) de böyledir.
Bir gidişin özünü kavramlarla ayrıştırıp onu tarihsel gerçek hareketinden
soyutlayıp incelediğinizde, sonuçlar hiç de gerçekte görülene benzemez, hatta
saçma gibi görünebilir. Ama er veya geç o tarihsel süreçte mantıki olanın
gerçek karşılığını da bulursunuz.
Toplum ve tarihten bir başka örnek. Troçki,
bütünüyle Marks ve Engels’in geliştirdiği kavramlara dayanarak, (hukukun
ekonomiden daha ileri olamayacağı, yoksulluk temelinde sosyalizm kurulamayacağı
ve kurulmaya kalkıldığında bütün pisliklerin geri döneceği önermesinden)
Sovyetler ’de bir karşı devrim yaşandığından; iktidarın bir bürokrasinin elinde
olduğundan; tek ülkede sosyalizm olamayacağından; bu bürokrasinin bir gün
kapitalizmi geri getirip bir burjuva sınıfına dönüşeceğinden söz ediyordu, hem
de Sovyetler’ in adeta beş yıllık planlarla kriz içinde bocalayan kapitalist
dünyaya meydan okuduğu, başarıdan başarıya koşar göründüğü otuzlu yıllarda.
Troçki’nin önermelerinin gerçek hayatta hiç bir karşılığı yok gibi görünüyordu.
Ama bugün baktığımızda, aslında doğrulananın bu önermeler, dolayısıyla Marksizm
olduğunu görüyoruz.
*
Elbet Türk sosyalist hareketinin yuvarları
hala olduğu yerde duruyorlar ve hala belli bir güçleri de var bu halkın
örgütsüz ve darma dağınık olduğu bu ülkede. Ve bu güç Kongre’de sanıldığından
çok daha güçlü olarak ifadesini de buldu, Kongre üzerine yazan bir çok yazarın
da açıkça ifade ettiği gibi[1].
Hatta kendi cenazesini kaldırdığını
söylediğimiz Türk sosyalist yuvarları, onları öldürecek, sürünmelerine son
verip bir an önce yok olmaları için bir merhamet vuruşu yapacak bir güç ortaya
çıkmazsa, Zombiler gibi yaşamaya devam edebilir.
Ama o zaman bu varlığını sürdürme, Kürt
özgürlük hareketinin bulunduğu açmazları aşamaması, tecrit olması ve yenilgisi;
dolayısıyla Türkiye’deki demokratik hareketin ve yükselişin gerilemesi ve
yenilgisi; buna bağlı olarak gericiliğin ve çürümenin egemenliğini sürdürmesi;
hatta askeri bürokratik oligarşinin yeniden eski gücü ve güvenini kazanması
anlamına gelir.
Ve bu durumda, Türkiye’nin şarklılığı
(geriliği ve gericiliği, demokrasiye uzaklığı, güçlü devlet) daha da pekişir.
Yani bu öznel gelişimin sonuçları nesnel koşullar haline gelebilir. Böylece
kendini besleyen bir süreç başlayabilir, bir tür fasit dairenin içine de
düşebilir ülke. Ve bizzat şarklılığın bu zaferi, o gericilik ortamı tıpkı
doksanlı yıllardı ve iki binlerin ilk on yılında olduğu gibi o Türk sosyalist
yuvarlarının besleneceği yeni bir dönemi başlatabilir. Kimi bakteriler
oksijensiz ortamlarda yaşayabilirler. Türk sosyalist hareketinin yuvarları da
geriliğin ve gericiliğin egemen olduğu bir atmosferde soluk alabilirler.
Aslında bunun örnekleri de var Türk sosyalist
hareketlerinin tarihinde. Türk sosyalistleri, 1980’lerin ortasından sonra,
yükselen Kürt, kadın ve işçi hareketinin etkisi ile, oldukça verimli ve
temeldeki hatalara yönelik teorik bir tartışmalar ve araştırmalar dönemine
girmişlerdi[2]. En
iyiler örgütlerin taşlaşmış yapısı içinde bir çözüm bulunamayacağını gördükleri
için örgütleri terk ediyorlar ve daha özgürce okumaya, yazmaya ve mücadele
olanakları aramaya yöneliyorlardı. Bütün örgütler muazzam bir kan ve güç kaybı
içindeydiler. Bu arayışlar Kuruçeşme denen sürecin ortaya çıkmasına neden
olmuştu.
Ama o Kuruçeşme, var olan örgütlerin
salhanesi olabilecekken, Mahir Sayın gibi çok “ince politikaları”, “taktikleri”
bilen ve “gerçekçi” sosyalist arkadaşların, hem ideolojik bir egemenlik
kuramadıkları, hem de Dev-Yol işin içinde değil diye torpillemeleriyle,
boyunlarını vurdurmak üzere Kuruçeşme salhanesine gelmiş sosyalist
yuvarların ve örgütlerin yeniden güç ve hayat buldukları bir restorasyon yeri
oldu. Devrim’i yapacak, (o yuvarları yok edecek), kararlılık cesaretiniz
olmazsa, 1848 devriminin “Frankfurt Parlamenterleri” gibi korkakça
davranırsanız, her zaman eski rejim (burada Sosyalist Yuvarlar) kendini yeniden
daha güçlü olarak toparlar. Olan buydu, Kuruçeşme ve sonrasında.
Hele Sovyetler’in çökmesi ve bu çöküşten de
beslenen 90’lı yıllardaki Özel Savaş Rejiminin gericiliği, bu tarihsel olarak
ömrünü çoktan doldurmuş ve Kuruçeşme salhanesinde varlıklarına son
verilebilecek yuvarların varlıklarını sürdürebilmeleri için elverişli koşullar
oluşturdu. Oksijende yaşayamayan bakteriler gibi, bir devrimci kabarış
döneminde yaşama şansı olmayan bu gericileşmiş sosyalist yuvarlar da ancak
böyle gericiliğin uzun süren gecesinde varlıklarını sürdürebildiler ve bugün
hala Kongre’de belirleyici ağırlıkları varsa bu nedenledir.
Bunun ikinci baskısı, yine Mahir Sayın’ın
başta gelen katkılarıyla ÖDP’de görüldü. Kuruçeşme Dev-Yol yok diye
torpillenmişti; ÖDP ise Dev-Yol’u katmak ve hazmetmek için kuruldu. Peki ne
oldu? Aslında fiilen bitmiş, kendini beğenmişliğiyle diğer soldan tecrit olmuş
bulunan, tam da bu nedenle eskiden hor gördüklerine yanaşma yolları arayan
Dev-Yol ÖDP’de yeniden canlandı ve ilk yaptığı da kendisini canlandıranları
yemek oldu.
Kuruçeşme, ömrünü doldurmuş sosyalist
örgütleri; ÖDP de ömrünü doldurmuş Dev-Yol’u yeniden canlandırdı.
Bu Kongre’nin akıbetti de böyle olabilir pek
ala. Kendi cenaze merasimlerini yapan Türk sosyalist yuvarlar, kendilerine karşı
kararlılıkla durulmaz ve mücadele edilmezse, pek ala buradan güçlenerek
çıkabilirler. Hatta bu Kürt hareketinde yol açacağı zafiyetle (yani Türkiye’nin
Batı’sında bir demokratik ve devrimci örgütlenme ve kabarışı engelleyerek,
dolayısıyla sonuçta Kürt Hareketi içinde burjuvazinin ağırlığını arttırarak
böylece tecridi daha da pekiştirerek) bir gerileme ve yenilgiye. Bu yenilginin
ve gerilemenin ideolojik ve sosyal iklimi de bu yuvarların varlıklarını
sürdürebilmeleri için çok elverişli koşullara yol açabilir.
Bu nedenle, şu Kongre’nin anlamı ve oradaki
somut olayların analizi hayati önem taşımaktadır.
Bu Kongre (HDK, Halkların Demokratik Kongresi)
ya bu yuvarların bir salhanesine dönüşecektir, ya da bu yuvarlar henüz yeni
yeni emeklemeye başlayan bu demokratik hareketi çıkardıkları toksinlerle
zehirleyeceklerdir.
Bu tehlike bizzat Kongre’nin ikinci gününde
tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Kongre’nin ilk günkü, selamlamalar ve
konuşmalar bölümü ve sahnelenişi bir bakıma yeni olanın başını kaldırmasıydı.
Ama ondan ötesi, gerek Kongre’nin hazırlığı,
gerek divanın yönetimi, gerek tüzüğü, gerek programı ve bunları hazırlayan
komusyonları ile bu hareketi boğacak olanların güçlerinden hiç bir şey
kaybetmediklerinin bir göstergesiydi.
Bunların her adımının, öyle diplomatik ve
ancak “insider” bilgisine sahip olanların anlayacağı bir dille değil, en açık
şekilde ve en acımasız bir dille teşhir edilmesi gerekiyor. Aksi takdirde
zehirlerini şimdiye kadar akıttıkları gibi akıtmaya devam edeceklerdir.
Bu yazı serisinin bundan sonra bir bakıma tam
da bunu yapmaya çalışacaktır.
*
Ama ondan önce ilk gün yaptığım konuşmayı
burada özetleyeyim. Zaten konuşmamda bir başka bağlamda tam da bu sorunlara
değiniyordum.
Ayrıca buna şundan dolayı da gerek var, çünkü
Kongre’ye ilişkin haber ve yorumların hiç birinde, konuşmamın içeriği bir yana
bir konuşma yaptığıma dair bir bilgiye bile rastlamadım. Konuşmak için söz
almamın bir nedeni de, o kritik noktada tarihe bir not düşmekti aynı zamanda.
Aslında Kongre’ye delege olarak katılmamıştım.
Delege olarak katılabilmemin bir çok yolu da olmasına rağmen, sosyalist
yuvarların, daha çok delege elde etmek için yaptıklarını görünce (Örneğin zaten
bir sosyalist örgüt olduklarından kontenjanları ve delegeleri var. Sonra
etkilerindeki örgütler aracılığıyla, kitle örgütleri kontenjanından giriyorlar,
bir de bağımsız diyerek bağımsızlar kontenjanından.) delegelik peşindeymiş
durumuna düşmemek için, bağımsız bir izleyici olarak Kongre’ye gitmeyi
yeğledim. Nasıl olsa yazılarımla elimden gelen katkıyı yapmaya çalışıyordum.
Buna bağlı olarak Kongre’de her hangi bir
şekilde söz almayı da düşünmüyordum başlangıçta. Ancak önce çeşitli dillerdeki
selamlamaların ve arkadaki çeşitli diller ve alfabelerdeki “birleşiyoruz”ları;
bu “birleşiyoruz”ların, o diller veya “halklar”ın, politik birimleri ifade
etmeleri durumunda fiilen bir “bölünüyoruz”a döneceğini ve kimsenin bunun
bilincinde olmadığını görünce; Ertuğrul Kürkçü’nün esas olarak oraya gelenlerin
ruh haline tercüman olan konuşmasını da dinledikten sonra en azından Ertuğrul’u
ve o sahneleri destekleyen bir konuşma yapmanın ve Kongre'yi bekleyen tehlikeye
dikkati çekmenin sonraki gidiş üzerinde küçük de olsa olumlu bir etki
yapabileceğini düşünerek söz aldım ve yanlış hatırlamıyorsam açılıştaki en son
konuşmayı yaptım.
Özetle aşağıdakileri söyledim, ya da söylemeye
çalıştım. (Kötü bir konuşmacı olduğumdan neyi ne kadar anlatabildiğimi
bilmiyorum.)
“Engels’in de dikkati çektiği gibi,
tarihteki en devrimci hareketler en kötümser, gelecek beklentisi olmayan,
kaderci tarikatlar tarafından yürütülmüştür. Çünkü umut bile kaybedecek bir
şeydir. Ve kaybedecek bir şeyiniz varsa, yeterince radikal olamazsınız. Walter
Benjamin’in dediği gibi “Umut bize umutsuzlar için verilmiştir”.
Bir büyük devrimci, “kötümserlik devrimci
bir erdemdir” der. Kötümser ve umutsuzsanız, hayal kırıklıkları yaşamaz ve
oradan oraya savrulmazsınız. Kötümser tahminler yaptığınızda, tahminleriniz
genellikle gerçek olur.
Ama burada sizlere devrimci erdemi yitirmeyi
ve yanılmayı göze alarak iyi şeyler söylemek istiyorum.
Bu kongre girişimi, muhtemelen başarıya
ulaşacaktır. Ama bu başarıyı hazırlıkları mükemmel olduğu için değil; tüzüğü,
programı doğru ve iyi olduğu için değil; hazırlıkları, tüzük ve program önerileri
berbat olmasına rağmen yakalayacaktır.
Neden?
Çünkü her şeyden önce sosyalistler, artık
Kürt Özgürlük Hareketinden uzak durmanın değil, ona yaklaşmanın artık
varlıklarını sürdürmeye yarayacağını görüyorlar.
Ama ne oldu da böyle bir değişim ortaya
çıktı.
Bunda elbette Kürt Özgürlük Hareketinin
başarıları belirleyici bir önemde. Ama buna bağlı olarak aslında toplumdaki
güçlerin bir zemin kayması gerçekleşiyor.
Öncelikle, Askeri Bürokratik Oligarşi,
stratejik bir dönüş yapıyor. Nasıl 28 Şubat, Selamet, Nizam, Saadet, Refah gibi
partilerde ifadesini bulan eski politik İslam’ın sonunu getirip, tam bir
paradigma değişimini zorlayarak ve buna yol açarak AKP’nin iktidarına yol
açtıysa, şimdi de Ergenekon tevkifatları, Askeri Bürokratik Oligarşinin
inkarcı, taşlaşmış ve çürümüş kesimlerini tasfiye ederek, onun içindeki
reformcu; stratejik bir dönüşten yana güçlerin önünü açmaktadır. Cepheler 180
derece dönmektedir. Bu en iyi CHP’deki değişimlerde görülebilir. Bu güçler,
şimdi AKP’ye karşı Kürt hareketiyle ittifaka yönelmektedirler. Bunu en iyi ve
açık biçimde seçimlerde gördük. Bu güçlerin etkisindeki medyanın Blok
adaylarına, Özellikle Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü’ye açtığı kanallar bunun
bir kanıtıdır.
Ayrıca bu
güçler, şimdiye kadar kendi destekçisi olan güçlerde de benzer bir
dönüşü de sağlamaya çalışmaktadırlar.
Hem bu çabalarla bağlantılı hem de bundan
bağımsız olarak, şimdiye kadar, kültürel bakımdan daha demokratik geleneklere
bağlı ama özellikle son yirmi yılda politik olarak askeri Bürokratik Oligarşinin
desteği olmuş tutucu politikaları desteklemiş şehir orta sınıfları ve Aleviler,
“bu ordu artık bizi koruyamaz, Kılıçdaroğlu da fos çıktı” diyerek yavaş yavaş
Kürt hareketine gözlerini dikiyorlar ve onunla birlikte hareket etmezsek bu AKP
bizi silindir gibi ezer geçer diye düşünmeye başlıyorlar.
Bu aslında çok derinden ve yavaş işleyen
bir süreç. Ama tıpkı tektonik kıta kaymaları gibi karşı durulamaz bir gücü de
var. Bir bakıma sosyalist yuvarların Kürt hareketine yaklaşması; hatta bizzat
bu Kongre’nin toplanması, bu kaymanın semptomları olarak da görülebilir.
Bu kayma, Kürt hareketini tek ayaklılıktan
kurtarıp, Türkiye’nin batısında ikinci bir ayağa sahip olmasına yol açar. Ve
Kürt Özgürlük Hareketi batıda Demokratik özlemlerin ifadesi bir hareketin desteğini
gördükçe, demokratik özlemlerini daha net ve açık olarak ifade etmeye; Kürt
burjuvazisi ve milliyetçilerine karşı daha net bir tavır alır. Bu da tekrar
batıdaki demokratik güçlere ulaşmayı destekler ve kolaylaştırır. Böylece olumlu
yönde, demokratik güçleri güçlendiren ve kendini besleyen bir süreç başlamış
olur. Bu da sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu’da bir demokratik ve devrimci
hareketin yükselişine yol açabilir.
İşte böylesine sosyal bir temeli olduğu
için bu Kongre Girişimi, öncekilerden farklı olarak başarıya ulaşabilir.
İşte bu noktada bu Kongre’nin ve bu
girişimi başlatan sosyalist örgüt ve güçlerin tarihsel işlevi ortaya çıkıyor.
Eskiden tulumbalar vardı. Bunlarla su
çekmek için, önce içlerine bir maşrapa su koymak gerekirdi. Bu bir maşrapa
suyunuz yoksa, kuyuda su da olsa, tulumba da olsa suyu çekemez, o süreci
başlatamazdınız.
Aşağıda su var, yani toplumun önemli bir
kesiminde tektonik bir kayma var. Tulumba da var. İşte burada Türk
sosyalistlerine ve bu kongre bileşenlerine düşen tarihsel görev, kirlenmiş de
olsa bir maşrapa su olabilmektir. Evet yıllardır kirlenmiş, dibinde toprak
parçaları birikmiş, üstünde saman tanecikleri yüzen bir su gibiyiz. Ama kirli
de olsa bu su, temiz suları çekmenin aracı olabilir ve o billur gibi sular çekilmeye
başlandığında bizlerin kirini de alıp götürecektir.
O halde görevimiz bir maşrapa bu
olabilmektir.
Elbette bu yapılacaklara bir başlangıç
olabilir. Bundan sonra karşımızda iki yol vardır. Aydınlanma’nın yolu ya da
birleşmiş Milletlerin yolu. Bu peygamber topraklarının diliyle söylersek,
Muhammet’in yolu veya Nuh’un yolu.
Hazreti Nuh’un gemisi sanılanın aksine, bir
gemi değil, bir Sümer Zigurratıdır. Nuh, ilk Panteonu, ilk Kabe'yi kuran
devrimcidir. Kabe de başlangıçta, tanrıların (putların, totemlerin) toplandığı
yerdi (Panteon). O totemler, komünleri, aşiretleri ve onların ilişkilerini
ifade ediyordu.
Nuh’un gemisine topladığı hayvan ve
bitkiler, aslında o panteon veya zuhuratta bir araya gelen aşiretler,
komünlerdi. Üretici güçler ve ticaret gelişmiş, önceleri insanların var oluşunun aracı olmuş totemler ve aşiret
ilişkileri yeni toplumsal ilişkilerin önünde bir engel haline gelmişti.
Bunların bir panteonda birleşmesi, bir dinde birleşmesi, yeni duruma uygun toplumsal
ilişkilerin kurulması anlamına geliyordu.
Nuh’un yaptığı zamanına göre çok büyük bir
devrimdi ve bu nedenle en büyük devrimcilerden biri olarak peygamberler
arasında en önemlilerinden biri oldu.
Ama bu putların bir araya getirilmesi,
Hindistan’da ve Hinduizm’de olduğu gibi, o bir araya gelenlerin bölünmesini ve
giderek taşlaşıp kastlaşmasını engelleyemedi. Ya da o bilgi tekelini elinde
tutan rahiplerin, İran’da olduğu gibi Mecusi rahipleri kastı haline gelmesini
engelleyemedi. (Bugünkü mollalar, Ayetullahlar bu Mecusi rahipler kastının İslam
biçiminde sürmesinden başka bir şey değildir.) Hatta bunun aracı oldu.
Bu açmazı, hazreti Muhammet, bir yandan
"Oku"yu Kuran’ın ilk emri yaparak, yani okuma yazmayı, bilgiyi
rahipler kastının tekelinden alarak, demokratikleştirmeyi deneyerek; diğer yandan
bir kastlaşmanın ve eşitsizliğin aracı olan bütün o putları kurarak ve bir tek
Allah’ı tanıyarak aşmaya çalıştı.
İşte iki yol budur. Ulusun, Türklükle veya
her hangi bir dil, din etni, tarih vs. ile
tanımlanmasına son verilerek; ulus böyle tanımlamalara karşı mı
tanımlanacaktır? Yani Muhammet’in çözümü gibi bir çözüme gelinecektir? Yoksa,
Nuh’unki gibi, her biri dille, dinle, tarihle, soyla tanımlanmış politik
birimlerin bir araya gelmesi mi? Tarih bu yolun nasıl kanlı sonuçlara yol
açtığını Balkanlar’da, Sovyetler'de ve her yerde gösterdi. Günümüzde bu
Panteonların karşılığı, Birleşmiş Milletler’dir. Onun Mekke’nin putlarla dola
Kâbe'si kadar bile barış getirmediği ve birleştirmediği ortadadır.
Muhammet’in yaptığın daha sonra,
Aydınlanma, bütün uygarlık ve komün dinlerini kişilerin özel sorunu yaparak,
bunun için de özel ve politik diye bir ayrım yaparak, yani eski dinleri,
toplamsal ilişkileri düzenlemekten çıkararak yapmayı denedi.
Ulusçuluk ise bu deneyi daha doğarken boğan
bir karşı devrim oldu. Özel ve politik ayrımı başlangıçta ve Aydınlanma’da eski
dinleri toplumsal örgütlenmeden dışlamanın, eşitlemenin aracıyken; ulusçuluk bu
ayrıma dayanarak ve politik olanı bir toprak parçasında yaşayanlarla, dille,
dinle, etniyle tanımlayarak, insanlığı bölmenin ve eşitsizlikleri geliştirmenin
aracına dönüştürdü.
Sorun bu bağlamda da şöyle formüle
edilebilir. Ulusçuluğun emri vakisi kabul mu edilecektir, yoksa, ceza suçun
cinsinden olacaktır denip; uluslar ve ulusçuluk da kişilerin özel bir sorunu
olarak tanımlanıp; ulusçuluğa karşı şerbetli ve kendini yenilemiş bir
Aydınlanma’ya mı dönülecektir?
Bu somut olarak, bugünün Türkiye’sinde,
ulusun bir dille, dinle, etniyle, soyla tanımlanmasına karşı olmak demektir.
Yani Kürtlüğün de bir kolektif kimlik
olarak tanınması, bir politik birim olması değil, Türklüğün de kolektif bir
kimlik olmaktan çıkması; politik bir anlamı olmaması; bireysel bir hak olması,
yani Türklüğün de tanınmamasıdır.
Bu yapılmadığı takdirde kanlı boğazlaşmalar
kaçınılmazdır.
Demokratik ulusçuluk özünde budur.
Demokratik Özerklik de ancak bir demokratik
ulusçulukla bölmez ve birleştirebilir.
En geniş otonomi, otonom olanların, aynı
demokratik ulusçulukta birleşmeleriyle birleştirebilir. Yani Demokratik Ulus ve
Demokratik Özerklik birbirinden ayrılmaz.
Ama demokratik bir ulus ve ulusçuluk için
mücadelede Türklere, yani bu bloğun bileşenlerine önemli bir görev düşüyor:
Türklüğün politik bir anlamı olmasına karşı mücadele. Ulusun bir dil, din.
etni, soy, sop, tarih ile tanımlanmasına karşı duruş. Bunu Türkler başlatmalı
ve ancak onlar başlatabilir. Türk sosyalistleri, sosyalistlikten önce Türk
olmayı ve Türklerin içinden Türk olarak Türklüğün politik olarak tanımlanmasına
karşı; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleyi başlatmalıdırlar.
Bu yapıldığı takdirde Kürt Özgürlük
Hareketi bu davete derhal gelecektir.
Ve işte o zaman, Fransız Devrimi'nin
idealleri iki yüzyıl sonra, tarihsel deneylerden çıkardığı sonuçlarla ve
ulusçuluğa karşı şerbetlenmiş olarak, yeniden bu Orta Doğuya ayak basabilecek
ve belki de buradan hareketle yer yüzündeki uluslara karşı bir sefere
dönüşebilecektir.
Kongre'yi böyle bir tarihsel bağlam içinde
görmek gerekir.”
Yanlış hatırlamıyorsam, aşağı yukarı böyle bir
şeyler söyledim ya da kafamda bunlar vardı söylemek istediğim, ne kadarını
nasıl söylediğimi bilmesem ve tam olarak hatırlayamasam da.
Ama esas olarak bu mesajı verebildiğimi
sanıyorum.
Kongre bu konuşmada dikkati çekilen
tehlikelerin ne kadar büyük ve yakında olduğunu gösterdi.
Bunları da diğer yazılarda ele alalım.
23 Ekim 2011 Pazar
Demir Küçükaydın
[1] Birkaç örnek verelim.
“Kongre divanı, çağrıcı
milletvekillerinin önergesi ile seçildi. Divana önerilenler esas olarak
merkezden önerilmiş ve merkez bölgeden(İstanbul) Kongre bileşeni farklı siyasetlerin
temsilcilerinden oluşmuştu. Adeta az önceki farklı kültür ve inançlardan oluşan
toplum gerçeği gösterilip geri çekilmiş, yerel ve bölgesel temsiliyet adına
siyasal yapılar divana oturtulmuştu.
Açılıştaki yeni arzulanan toplum anlayışı geleneksel eski toplantı
anlayışına kurban edilmişti. Kongre divanının çok önemli olan “Toplumsal olanı siyasallaştırma, siyasal
olanı toplumsallaştırma” vurgusu
uygulanan bu pratikle örtüşmüyordu.” (Tayfun İşçi, “Halkların Demokratik
Kongresi’nin Düşündürdükleri”)
“Ancak tüzük ve program oluşumlarında
da eski geleneksel yanlışlar peşimizi bırakmıyordu. Tüzük ve komisyon oluşumu
yine merkezden ve yine merkez bölgeden ve yine farklılıkları gözetmeyen bir
anlayışla oluştu. Sözler çok yeni ve çok güzeldi. Fakat pratik ve yaşam eski
yanlışlardan kurtulmuyordu.” (Tayfun İşçi, agy)
“(...) delegelerin ve Meclis’in
bileşiminin konsensüsle belirlenmesinde ortaya çıkan “örtük rekabet”in sırıtır
derecede kendini dışa vurmuş olması ve adeta “delege kapma yarışı”na dönüşmüş
olmasıdır.” (Günay Kubilay, “Yeni Güne Merhaba”)
[2] Seksenli yılların ikinci yarısında çıkan teorik dergiler ve tartışma
konularına bir bakmak bile yeter bu günle aradaki uçurumu görmek için. Tipik
örnek Kurtuluş’tur. Daha radikal arayışları engellemek için bile olsa,
“Sosyalist demokrasi” ve “Kadın sorunu” tartışmalarına başlamıştı. O zamandan
beri en küçük bir teorik tartışma yoktur. Şimdi bir tükenişin belgesi olan
“taciz” tartışmaları vardır artık. Kurtuluş sadece bir örnek. Daha onlarca
örnek sayılabilir. O dönemden beri Türkiye sosyalistlerinde teorik tartışma
diye bir şey yok artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder