24 Ekim 2011 Pazartesi

Kongre’yi (HDK) Bekleyen Tehlikeler - Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (2)

Türk sosyalistleri Kendi Cenazelerini Kaldırırken” başlıklı ilk yazıyı okuyan kimi okurlar, burada kastedilenin mantıksal anlamda; soyut anlamda bir cenaze kaldırma olduğunu anlamayarak, Türk sosyalist yuvarlarının hiç de öyle yazıda söylendiği gibi ölmediği itirazını yapıyorlar.

Bu arkadaşlar bir düşünce ve davranışın tarihsel ve toplumsal anlamı ve bunun mantıki sonuçlarıyla; bu mantıki sürecin tarihsel süreçte gerçekleşmesinin (hatta gerçekleşmemesi durumunda tersinden doğrulanmasının) farklı şeyler olduğunu görmüyorlar.
Bu farkı görüp ayıramayış, biraz da Marksist gelenekleri ve düşünce sistemini bilmemek ve unutmuş olmakla ilgili.
Marksizm'de, mantıksal ve tarihsel hareket diye bir ayrım vardır. Mantıksal hareket, tarihsel hareketin gerçek tarihteki çarpılmalarından arınmış hareketidir, soyut harekettir.
Örneğin Marks, Kapital’de sermayenin hareketini mantıksal olarak, soyut olarak, gerçek tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış olarak inceler. Ve tem de bu nedenle, kapitalizm geliştikçe, kapitalizm Marks’ın Kapital'de ele aldığı kapitalizme daha çok benzer. Eserin tükenmez tazeliği de bundandır. Kapitalizm yok olmasa bile o kitaptaki öngörüleri tersinden doğrular.
Bir başka örnek. Ulusal devletler, en azından yirminci yüzyılın başlarından beri  ömrünü doldurmuştur. Örneğin emperyalist savaşlar üretici güçlerin gelişme düzeyine artık ulusların ve ulusal devletlerin bir engel olmasının bir sonucudur. Ama bu ulusların gerçekte hala var olduğu; hatta görünüşte daha da güçlendiği gerçeğiyle çelişmez. Hatta tersi bir sonuç bile doğrular mantıki süreci.
Örneğin eğer dünyada sosyalizm kurulmaz ve insanlık bir ABC savaşı veya ekolojik katastrof sonucu yok olursa, ulusal devletlerin ömrünü doldurmuşluğu gerçeğiyle çelişmez, hatta onun tersinden doğrulanması olur.
Biz de cenazeden bu mantıksal anlamıyla söz ediyorduk, yani somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış anlamda. Yoksa elbette biliyoruz, Türk sosyalist yuvarların var olmaya devam ettiğini ve varlıklarını dişleriyle tırnaklarıyla savunacaklarını. Zaten Kongre’ye ilişkin analizimizin bundan sonraki bölümleri tam da bu direnişi ele alacaktır. Ve onların kendi cenazelerini kaldırdığından söz etmemiz aynı zamanda onların bu direnişlerine karşı somut bir mücadeledir de.
*
Bu mantıksal ve tarihsel ilişkisi, doğa bilimlerindeki, matematiksel ve mantıksal olanın, yani mümkün olanın bir gün yeni keşiflerle muhtemelen fiziksel gerçek olarak karşımıza çıkmasına benzer.
Ne demek istiyoruz?
Bir üçgenin üç açıları toplamı 180 derecedir  önermesi bir postulattır. Postulat, yani kanıtlanamaz kabul, olduğuna göre pek ala bu postulatı kabul etmeyen bir geometri de kurulabilir teorik olarak. Kurulmuştur da, Riemann ve Lobaçevski geometrileri, bir üçgenin iç açıları toplamının 180 dereceden büyük ya da küçük olduğu aksiyomuna dayanırlar. İlk bakışta saçma gibidir. Ama işler arazi ölçümlerinden çıkıp da astronomik boyutlara geldiğinde, çok daha doğru olarak ortaya çıkarlar. Einstein'ın çekim gücüyle eğrilen uzaylarında ancak bu geometriyle uygun hesapları yapabilirsiniz.
Ama bizim yaşadığımız evrende, bir karşılığı olmasaydı da doğruluğundan bir şey kaybetmezdi bu geometriler.
Bir başka örnek. Bir şey ne ise odur, bir şey aynı anda hem orada hem burada olamaz gibi en temel sayılan aksiyomlar vardır, “sağduyu”nun dayattığı. Ama bunların tam tersi aksiyomlar kabul edilerek te bir matematik ve fizik de kurulabilir. Ve mantıksal olan gerçek olmuştur, kurulmuştur da. Quantum fiziği bir bakıma, tam da bu türden aksiyomları sorgulayan bir dünyanın bizlerin algıladığı dünyadan çok daha doğru ve gerçek olduğunu; hatta bizlerin algıladığı dünyanın böyle bir dünyanın varlığı üzerinde yükseldiğini de göstermiştir. Belirsizlik ilkesi bir bakıma “sağduyu”nun dayattığı bu aksiyomları sorgular.
Bir başka örnek. Matematik olarak tıpkı üç veya dört boyutlu uzaylar gibi, çok daha fazla, örneğin 12 boyutlu uzaylar da kurulabilir, hatta bu boyutların bazıları, tıpkı bir boruda olduğu gibi kendi üzerine kapanmış bile kabul edilebilir ve bu uzayların davranışları üzerine hesaplar yapılabilir. İlk başta matematik bir fantezi gibi görülebilir bütün bunlar.
Ama bu matematik olasılık, bugün fiziksel alemi açıklayabilecek en güçlü teorileri sunar görünmektedir. Bugün fizik 12 veya daha fazla boyutlu, bazıları kendi üzerine kıvrılmış uzaylardan söz ediyor. Dört temel gücü bir tek formülde birleştirmeyi deneyen teoriler böyle bir matematiğin geçerli olduğu bir evreni var sayıyor.
Toplum bilimde (Yani Marksizm’de) de böyledir. Bir gidişin özünü kavramlarla ayrıştırıp onu tarihsel gerçek hareketinden soyutlayıp incelediğinizde, sonuçlar hiç de gerçekte görülene benzemez, hatta saçma gibi görünebilir. Ama er veya geç o tarihsel süreçte mantıki olanın gerçek karşılığını da bulursunuz.
Toplum ve tarihten bir başka örnek. Troçki, bütünüyle Marks ve Engels’in geliştirdiği kavramlara dayanarak, (hukukun ekonomiden daha ileri olamayacağı, yoksulluk temelinde sosyalizm kurulamayacağı ve kurulmaya kalkıldığında bütün pisliklerin geri döneceği önermesinden) Sovyetler ’de bir karşı devrim yaşandığından; iktidarın bir bürokrasinin elinde olduğundan; tek ülkede sosyalizm olamayacağından; bu bürokrasinin bir gün kapitalizmi geri getirip bir burjuva sınıfına dönüşeceğinden söz ediyordu, hem de Sovyetler’ in adeta beş yıllık planlarla kriz içinde bocalayan kapitalist dünyaya meydan okuduğu, başarıdan başarıya koşar göründüğü otuzlu yıllarda. Troçki’nin önermelerinin gerçek hayatta hiç bir karşılığı yok gibi görünüyordu. Ama bugün baktığımızda, aslında doğrulananın bu önermeler, dolayısıyla Marksizm olduğunu görüyoruz.
*
Elbet Türk sosyalist hareketinin yuvarları hala olduğu yerde duruyorlar ve hala belli bir güçleri de var bu halkın örgütsüz ve darma dağınık olduğu bu ülkede. Ve bu güç Kongre’de sanıldığından çok daha güçlü olarak ifadesini de buldu, Kongre üzerine yazan bir çok yazarın da açıkça ifade ettiği gibi[1].
Hatta kendi cenazesini kaldırdığını söylediğimiz Türk sosyalist yuvarları, onları öldürecek, sürünmelerine son verip bir an önce yok olmaları için bir merhamet vuruşu yapacak bir güç ortaya çıkmazsa, Zombiler gibi yaşamaya devam edebilir.
Ama o zaman bu varlığını sürdürme, Kürt özgürlük hareketinin bulunduğu açmazları aşamaması, tecrit olması ve yenilgisi; dolayısıyla Türkiye’deki demokratik hareketin ve yükselişin gerilemesi ve yenilgisi; buna bağlı olarak gericiliğin ve çürümenin egemenliğini sürdürmesi; hatta askeri bürokratik oligarşinin yeniden eski gücü ve güvenini kazanması anlamına gelir.
Ve bu durumda, Türkiye’nin şarklılığı (geriliği ve gericiliği, demokrasiye uzaklığı, güçlü devlet) daha da pekişir. Yani bu öznel gelişimin sonuçları nesnel koşullar haline gelebilir. Böylece kendini besleyen bir süreç başlayabilir, bir tür fasit dairenin içine de düşebilir ülke. Ve bizzat şarklılığın bu zaferi, o gericilik ortamı tıpkı doksanlı yıllardı ve iki binlerin ilk on yılında olduğu gibi o Türk sosyalist yuvarlarının besleneceği yeni bir dönemi başlatabilir. Kimi bakteriler oksijensiz ortamlarda yaşayabilirler. Türk sosyalist hareketinin yuvarları da geriliğin ve gericiliğin egemen olduğu bir atmosferde soluk alabilirler.
Aslında bunun örnekleri de var Türk sosyalist hareketlerinin tarihinde. Türk sosyalistleri, 1980’lerin ortasından sonra, yükselen Kürt, kadın ve işçi hareketinin etkisi ile, oldukça verimli ve temeldeki hatalara yönelik teorik bir tartışmalar ve araştırmalar dönemine girmişlerdi[2]. En iyiler örgütlerin taşlaşmış yapısı içinde bir çözüm bulunamayacağını gördükleri için örgütleri terk ediyorlar ve daha özgürce okumaya, yazmaya ve mücadele olanakları aramaya yöneliyorlardı. Bütün örgütler muazzam bir kan ve güç kaybı içindeydiler. Bu arayışlar Kuruçeşme denen sürecin ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Ama o Kuruçeşme, var olan örgütlerin salhanesi olabilecekken, Mahir Sayın gibi çok “ince politikaları”, “taktikleri” bilen ve “gerçekçi” sosyalist arkadaşların, hem ideolojik bir egemenlik kuramadıkları, hem de Dev-Yol işin içinde değil diye torpillemeleriyle, boyunlarını vurdurmak üzere Kuruçeşme salhanesine gelmiş sosyalist yuvarların ve örgütlerin yeniden güç ve hayat buldukları bir restorasyon yeri oldu. Devrim’i yapacak, (o yuvarları yok edecek), kararlılık cesaretiniz olmazsa, 1848 devriminin “Frankfurt Parlamenterleri” gibi korkakça davranırsanız, her zaman eski rejim (burada Sosyalist Yuvarlar) kendini yeniden daha güçlü olarak toparlar. Olan buydu, Kuruçeşme ve sonrasında.
Hele Sovyetler’in çökmesi ve bu çöküşten de beslenen 90’lı yıllardaki Özel Savaş Rejiminin gericiliği, bu tarihsel olarak ömrünü çoktan doldurmuş ve Kuruçeşme salhanesinde varlıklarına son verilebilecek yuvarların varlıklarını sürdürebilmeleri için elverişli koşullar oluşturdu. Oksijende yaşayamayan bakteriler gibi, bir devrimci kabarış döneminde yaşama şansı olmayan bu gericileşmiş sosyalist yuvarlar da ancak böyle gericiliğin uzun süren gecesinde varlıklarını sürdürebildiler ve bugün hala Kongre’de belirleyici ağırlıkları varsa bu nedenledir.
Bunun ikinci baskısı, yine Mahir Sayın’ın başta gelen katkılarıyla ÖDP’de görüldü. Kuruçeşme Dev-Yol yok diye torpillenmişti; ÖDP ise Dev-Yol’u katmak ve hazmetmek için kuruldu. Peki ne oldu? Aslında fiilen bitmiş, kendini beğenmişliğiyle diğer soldan tecrit olmuş bulunan, tam da bu nedenle eskiden hor gördüklerine yanaşma yolları arayan Dev-Yol ÖDP’de yeniden canlandı ve ilk yaptığı da kendisini canlandıranları yemek oldu.
Kuruçeşme, ömrünü doldurmuş sosyalist örgütleri; ÖDP de ömrünü doldurmuş Dev-Yol’u yeniden canlandırdı.
Bu Kongre’nin akıbetti de böyle olabilir pek ala. Kendi cenaze merasimlerini yapan Türk sosyalist yuvarlar, kendilerine karşı kararlılıkla durulmaz ve mücadele edilmezse, pek ala buradan güçlenerek çıkabilirler. Hatta bu Kürt hareketinde yol açacağı zafiyetle (yani Türkiye’nin Batı’sında bir demokratik ve devrimci örgütlenme ve kabarışı engelleyerek, dolayısıyla sonuçta Kürt Hareketi içinde burjuvazinin ağırlığını arttırarak böylece tecridi daha da pekiştirerek) bir gerileme ve yenilgiye. Bu yenilginin ve gerilemenin ideolojik ve sosyal iklimi de bu yuvarların varlıklarını sürdürebilmeleri için çok elverişli koşullara yol açabilir.
Bu nedenle, şu Kongre’nin anlamı ve oradaki somut olayların analizi hayati önem taşımaktadır.
Bu Kongre (HDK, Halkların Demokratik Kongresi) ya bu yuvarların bir salhanesine dönüşecektir, ya da bu yuvarlar henüz yeni yeni emeklemeye başlayan bu demokratik hareketi çıkardıkları toksinlerle zehirleyeceklerdir.
Bu tehlike bizzat Kongre’nin ikinci gününde tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Kongre’nin ilk günkü, selamlamalar ve konuşmalar bölümü ve sahnelenişi bir bakıma yeni olanın başını kaldırmasıydı.
Ama ondan ötesi, gerek Kongre’nin hazırlığı, gerek divanın yönetimi, gerek tüzüğü, gerek programı ve bunları hazırlayan komusyonları ile bu hareketi boğacak olanların güçlerinden hiç bir şey kaybetmediklerinin bir göstergesiydi.
Bunların her adımının, öyle diplomatik ve ancak “insider” bilgisine sahip olanların anlayacağı bir dille değil, en açık şekilde ve en acımasız bir dille teşhir edilmesi gerekiyor. Aksi takdirde zehirlerini şimdiye kadar akıttıkları gibi akıtmaya devam edeceklerdir.
Bu yazı serisinin bundan sonra bir bakıma tam da bunu yapmaya çalışacaktır.
*
Ama ondan önce ilk gün yaptığım konuşmayı burada özetleyeyim. Zaten konuşmamda bir başka bağlamda tam da bu sorunlara değiniyordum.
Ayrıca buna şundan dolayı da gerek var, çünkü Kongre’ye ilişkin haber ve yorumların hiç birinde, konuşmamın içeriği bir yana bir konuşma yaptığıma dair bir bilgiye bile rastlamadım. Konuşmak için söz almamın bir nedeni de, o kritik noktada tarihe bir not düşmekti aynı zamanda.
Aslında Kongre’ye delege olarak katılmamıştım. Delege olarak katılabilmemin bir çok yolu da olmasına rağmen, sosyalist yuvarların, daha çok delege elde etmek için yaptıklarını görünce (Örneğin zaten bir sosyalist örgüt olduklarından kontenjanları ve delegeleri var. Sonra etkilerindeki örgütler aracılığıyla, kitle örgütleri kontenjanından giriyorlar, bir de bağımsız diyerek bağımsızlar kontenjanından.) delegelik peşindeymiş durumuna düşmemek için, bağımsız bir izleyici olarak Kongre’ye gitmeyi yeğledim. Nasıl olsa yazılarımla elimden gelen katkıyı yapmaya çalışıyordum.
Buna bağlı olarak Kongre’de her hangi bir şekilde söz almayı da düşünmüyordum başlangıçta. Ancak önce çeşitli dillerdeki selamlamaların ve arkadaki çeşitli diller ve alfabelerdeki “birleşiyoruz”ları; bu “birleşiyoruz”ların, o diller veya “halklar”ın, politik birimleri ifade etmeleri durumunda fiilen bir “bölünüyoruz”a döneceğini ve kimsenin bunun bilincinde olmadığını görünce; Ertuğrul Kürkçü’nün esas olarak oraya gelenlerin ruh haline tercüman olan konuşmasını da dinledikten sonra en azından Ertuğrul’u ve o sahneleri destekleyen bir konuşma yapmanın ve Kongre'yi bekleyen tehlikeye dikkati çekmenin sonraki gidiş üzerinde küçük de olsa olumlu bir etki yapabileceğini düşünerek söz aldım ve yanlış hatırlamıyorsam açılıştaki en son konuşmayı yaptım.
Özetle aşağıdakileri söyledim, ya da söylemeye çalıştım. (Kötü bir konuşmacı olduğumdan neyi ne kadar anlatabildiğimi bilmiyorum.)
“Engels’in de dikkati çektiği gibi, tarihteki en devrimci hareketler en kötümser, gelecek beklentisi olmayan, kaderci tarikatlar tarafından yürütülmüştür. Çünkü umut bile kaybedecek bir şeydir. Ve kaybedecek bir şeyiniz varsa, yeterince radikal olamazsınız. Walter Benjamin’in dediği gibi “Umut bize umutsuzlar için verilmiştir”.
Bir büyük devrimci, “kötümserlik devrimci bir erdemdir” der. Kötümser ve umutsuzsanız, hayal kırıklıkları yaşamaz ve oradan oraya savrulmazsınız. Kötümser tahminler yaptığınızda, tahminleriniz genellikle gerçek olur.
Ama burada sizlere devrimci erdemi yitirmeyi ve yanılmayı göze alarak iyi şeyler söylemek istiyorum.
Bu kongre girişimi, muhtemelen başarıya ulaşacaktır. Ama bu başarıyı hazırlıkları mükemmel olduğu için değil; tüzüğü, programı doğru ve iyi olduğu için değil; hazırlıkları, tüzük ve program önerileri berbat olmasına rağmen yakalayacaktır.
Neden?
Çünkü her şeyden önce sosyalistler, artık Kürt Özgürlük Hareketinden uzak durmanın değil, ona yaklaşmanın artık varlıklarını sürdürmeye yarayacağını görüyorlar.
Ama ne oldu da böyle bir değişim ortaya çıktı.
Bunda elbette Kürt Özgürlük Hareketinin başarıları belirleyici bir önemde. Ama buna bağlı olarak aslında toplumdaki güçlerin bir zemin kayması gerçekleşiyor.
Öncelikle, Askeri Bürokratik Oligarşi, stratejik bir dönüş yapıyor. Nasıl 28 Şubat, Selamet, Nizam, Saadet, Refah gibi partilerde ifadesini bulan eski politik İslam’ın sonunu getirip, tam bir paradigma değişimini zorlayarak ve buna yol açarak AKP’nin iktidarına yol açtıysa, şimdi de Ergenekon tevkifatları, Askeri Bürokratik Oligarşinin inkarcı, taşlaşmış ve çürümüş kesimlerini tasfiye ederek, onun içindeki reformcu; stratejik bir dönüşten yana güçlerin önünü açmaktadır. Cepheler 180 derece dönmektedir. Bu en iyi CHP’deki değişimlerde görülebilir. Bu güçler, şimdi AKP’ye karşı Kürt hareketiyle ittifaka yönelmektedirler. Bunu en iyi ve açık biçimde seçimlerde gördük. Bu güçlerin etkisindeki medyanın Blok adaylarına, Özellikle Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü’ye açtığı kanallar bunun bir kanıtıdır.
Ayrıca bu  güçler, şimdiye kadar kendi destekçisi olan güçlerde de benzer bir dönüşü de sağlamaya çalışmaktadırlar.   
Hem bu çabalarla bağlantılı hem de bundan bağımsız olarak, şimdiye kadar, kültürel bakımdan daha demokratik geleneklere bağlı ama özellikle son yirmi yılda politik olarak askeri Bürokratik Oligarşinin desteği olmuş tutucu politikaları desteklemiş şehir orta sınıfları ve Aleviler, “bu ordu artık bizi koruyamaz, Kılıçdaroğlu da fos çıktı” diyerek yavaş yavaş Kürt hareketine gözlerini dikiyorlar ve onunla birlikte hareket etmezsek bu AKP bizi silindir gibi ezer geçer diye düşünmeye başlıyorlar.
Bu aslında çok derinden ve yavaş işleyen bir süreç. Ama tıpkı tektonik kıta kaymaları gibi karşı durulamaz bir gücü de var. Bir bakıma sosyalist yuvarların Kürt hareketine yaklaşması; hatta bizzat bu Kongre’nin toplanması, bu kaymanın semptomları olarak da görülebilir.
Bu kayma, Kürt hareketini tek ayaklılıktan kurtarıp, Türkiye’nin batısında ikinci bir ayağa sahip olmasına yol açar. Ve Kürt Özgürlük Hareketi batıda Demokratik özlemlerin ifadesi bir hareketin desteğini gördükçe, demokratik özlemlerini daha net ve açık olarak ifade etmeye; Kürt burjuvazisi ve milliyetçilerine karşı daha net bir tavır alır. Bu da tekrar batıdaki demokratik güçlere ulaşmayı destekler ve kolaylaştırır. Böylece olumlu yönde, demokratik güçleri güçlendiren ve kendini besleyen bir süreç başlamış olur. Bu da sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu’da bir demokratik ve devrimci hareketin yükselişine yol açabilir.
İşte böylesine sosyal bir temeli olduğu için bu Kongre Girişimi, öncekilerden farklı olarak  başarıya ulaşabilir.
İşte bu noktada bu Kongre’nin ve bu girişimi başlatan sosyalist örgüt ve güçlerin tarihsel işlevi ortaya çıkıyor.
Eskiden tulumbalar vardı. Bunlarla su çekmek için, önce içlerine bir maşrapa su koymak gerekirdi. Bu bir maşrapa suyunuz yoksa, kuyuda su da olsa, tulumba da olsa suyu çekemez, o süreci başlatamazdınız.
Aşağıda su var, yani toplumun önemli bir kesiminde tektonik bir kayma var. Tulumba da var. İşte burada Türk sosyalistlerine ve bu kongre bileşenlerine düşen tarihsel görev, kirlenmiş de olsa bir maşrapa su olabilmektir. Evet yıllardır kirlenmiş, dibinde toprak parçaları birikmiş, üstünde saman tanecikleri yüzen bir su gibiyiz. Ama kirli de olsa bu su, temiz suları çekmenin aracı olabilir ve o billur gibi sular çekilmeye başlandığında bizlerin kirini de alıp götürecektir.
O halde görevimiz bir maşrapa bu olabilmektir.
Elbette bu yapılacaklara bir başlangıç olabilir. Bundan sonra karşımızda iki yol vardır. Aydınlanma’nın yolu ya da birleşmiş Milletlerin yolu. Bu peygamber topraklarının diliyle söylersek, Muhammet’in yolu veya Nuh’un yolu.
Hazreti Nuh’un gemisi sanılanın aksine, bir gemi değil, bir Sümer Zigurratıdır. Nuh, ilk Panteonu, ilk Kabe'yi kuran devrimcidir. Kabe de başlangıçta, tanrıların (putların, totemlerin) toplandığı yerdi (Panteon). O totemler, komünleri, aşiretleri ve onların ilişkilerini ifade ediyordu.
Nuh’un gemisine topladığı hayvan ve bitkiler, aslında o panteon veya zuhuratta bir araya gelen aşiretler, komünlerdi. Üretici güçler ve ticaret gelişmiş, önceleri insanların  var oluşunun aracı olmuş totemler ve aşiret ilişkileri yeni toplumsal ilişkilerin önünde bir engel haline gelmişti. Bunların bir panteonda birleşmesi, bir dinde birleşmesi, yeni duruma uygun toplumsal ilişkilerin kurulması anlamına geliyordu.
Nuh’un yaptığı zamanına göre çok büyük bir devrimdi ve bu nedenle en büyük devrimcilerden biri olarak peygamberler arasında en önemlilerinden biri oldu.
Ama bu putların bir araya getirilmesi, Hindistan’da ve Hinduizm’de olduğu gibi, o bir araya gelenlerin bölünmesini ve giderek taşlaşıp kastlaşmasını engelleyemedi. Ya da o bilgi tekelini elinde tutan rahiplerin, İran’da olduğu gibi Mecusi rahipleri kastı haline gelmesini engelleyemedi. (Bugünkü mollalar, Ayetullahlar bu Mecusi rahipler kastının İslam biçiminde sürmesinden başka bir şey değildir.) Hatta bunun aracı oldu.
Bu açmazı, hazreti Muhammet, bir yandan "Oku"yu Kuran’ın ilk emri yaparak, yani okuma yazmayı, bilgiyi rahipler kastının tekelinden alarak, demokratikleştirmeyi deneyerek; diğer yandan bir kastlaşmanın ve eşitsizliğin aracı olan bütün o putları kurarak ve bir tek Allah’ı tanıyarak aşmaya çalıştı.
İşte iki yol budur. Ulusun, Türklükle veya her hangi bir dil, din etni, tarih vs. ile  tanımlanmasına son verilerek; ulus böyle tanımlamalara karşı mı tanımlanacaktır? Yani Muhammet’in çözümü gibi bir çözüme gelinecektir? Yoksa, Nuh’unki gibi, her biri dille, dinle, tarihle, soyla tanımlanmış politik birimlerin bir araya gelmesi mi? Tarih bu yolun nasıl kanlı sonuçlara yol açtığını Balkanlar’da, Sovyetler'de ve her yerde gösterdi. Günümüzde bu Panteonların karşılığı, Birleşmiş Milletler’dir. Onun Mekke’nin putlarla dola Kâbe'si kadar bile barış getirmediği ve birleştirmediği ortadadır.
Muhammet’in yaptığın daha sonra, Aydınlanma, bütün uygarlık ve komün dinlerini kişilerin özel sorunu yaparak, bunun için de özel ve politik diye bir ayrım yaparak, yani eski dinleri, toplamsal ilişkileri düzenlemekten çıkararak yapmayı denedi.
Ulusçuluk ise bu deneyi daha doğarken boğan bir karşı devrim oldu. Özel ve politik ayrımı başlangıçta ve Aydınlanma’da eski dinleri toplumsal örgütlenmeden dışlamanın, eşitlemenin aracıyken; ulusçuluk bu ayrıma dayanarak ve politik olanı bir toprak parçasında yaşayanlarla, dille, dinle, etniyle tanımlayarak, insanlığı bölmenin ve eşitsizlikleri geliştirmenin aracına dönüştürdü.
Sorun bu bağlamda da şöyle formüle edilebilir. Ulusçuluğun emri vakisi kabul mu edilecektir, yoksa, ceza suçun cinsinden olacaktır denip; uluslar ve ulusçuluk da kişilerin özel bir sorunu olarak tanımlanıp; ulusçuluğa karşı şerbetli ve kendini yenilemiş bir Aydınlanma’ya mı dönülecektir?
Bu somut olarak, bugünün Türkiye’sinde, ulusun bir dille, dinle, etniyle, soyla tanımlanmasına karşı olmak demektir.
Yani Kürtlüğün de bir kolektif kimlik olarak tanınması, bir politik birim olması değil, Türklüğün de kolektif bir kimlik olmaktan çıkması; politik bir anlamı olmaması; bireysel bir hak olması, yani Türklüğün de tanınmamasıdır.
Bu yapılmadığı takdirde kanlı boğazlaşmalar kaçınılmazdır.
Demokratik ulusçuluk özünde budur.
Demokratik Özerklik de ancak bir demokratik ulusçulukla bölmez ve birleştirebilir.
En geniş otonomi, otonom olanların, aynı demokratik ulusçulukta birleşmeleriyle birleştirebilir. Yani Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik birbirinden ayrılmaz.
Ama demokratik bir ulus ve ulusçuluk için mücadelede Türklere, yani bu bloğun bileşenlerine önemli bir görev düşüyor: Türklüğün politik bir anlamı olmasına karşı mücadele. Ulusun bir dil, din. etni, soy, sop, tarih ile tanımlanmasına karşı duruş. Bunu Türkler başlatmalı ve ancak onlar başlatabilir. Türk sosyalistleri, sosyalistlikten önce Türk olmayı ve Türklerin içinden Türk olarak Türklüğün politik olarak tanımlanmasına karşı; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleyi başlatmalıdırlar.
Bu yapıldığı takdirde Kürt Özgürlük Hareketi bu davete derhal gelecektir.
Ve işte o zaman, Fransız Devrimi'nin idealleri iki yüzyıl sonra, tarihsel deneylerden çıkardığı sonuçlarla ve ulusçuluğa karşı şerbetlenmiş olarak, yeniden bu Orta Doğuya ayak basabilecek ve belki de buradan hareketle yer yüzündeki uluslara karşı bir sefere dönüşebilecektir.
Kongre'yi böyle bir tarihsel bağlam içinde görmek gerekir.”
Yanlış hatırlamıyorsam, aşağı yukarı böyle bir şeyler söyledim ya da kafamda bunlar vardı söylemek istediğim, ne kadarını nasıl söylediğimi bilmesem ve tam olarak hatırlayamasam da.
Ama esas olarak bu mesajı verebildiğimi sanıyorum.
Kongre bu konuşmada dikkati çekilen tehlikelerin ne kadar büyük ve yakında olduğunu gösterdi.
Bunları da diğer yazılarda ele alalım.
23 Ekim 2011 Pazar
Demir Küçükaydın





[1] Birkaç örnek verelim.
Kongre divanı, çağrıcı milletvekillerinin önergesi ile seçildi. Divana önerilenler esas olarak merkezden önerilmiş ve merkez bölgeden(İstanbul)  Kongre bileşeni farklı siyasetlerin temsilcilerinden oluşmuştu. Adeta az önceki farklı kültür ve inançlardan oluşan toplum gerçeği gösterilip geri çekilmiş, yerel ve bölgesel temsiliyet adına siyasal yapılar divana oturtulmuştu.   Açılıştaki yeni arzulanan toplum anlayışı geleneksel eski toplantı anlayışına kurban edilmişti. Kongre divanının çok önemli olan  “Toplumsal olanı siyasallaştırma, siyasal olanı toplumsallaştırma”   vurgusu uygulanan bu pratikle örtüşmüyordu.” (Tayfun İşçi, “Halkların Demokratik Kongresi’nin Düşündürdükleri”)
“Ancak tüzük ve program oluşumlarında da eski geleneksel yanlışlar peşimizi bırakmıyordu. Tüzük ve komisyon oluşumu yine merkezden ve yine merkez bölgeden ve yine farklılıkları gözetmeyen bir anlayışla oluştu. Sözler çok yeni ve çok güzeldi. Fakat pratik ve yaşam eski yanlışlardan kurtulmuyordu.” (Tayfun İşçi, agy)
(...) delegelerin ve Meclis’in bileşiminin konsensüsle belirlenmesinde ortaya çıkan “örtük rekabet”in sırıtır derecede kendini dışa vurmuş olması ve adeta “delege kapma yarışı”na dönüşmüş olmasıdır.” (Günay Kubilay, “Yeni Güne Merhaba”)
[2] Seksenli yılların ikinci yarısında çıkan teorik dergiler ve tartışma konularına bir bakmak bile yeter bu günle aradaki uçurumu görmek için. Tipik örnek Kurtuluş’tur. Daha radikal arayışları engellemek için bile olsa, “Sosyalist demokrasi” ve “Kadın sorunu” tartışmalarına başlamıştı. O zamandan beri en küçük bir teorik tartışma yoktur. Şimdi bir tükenişin belgesi olan “taciz” tartışmaları vardır artık. Kurtuluş sadece bir örnek. Daha onlarca örnek sayılabilir. O dönemden beri Türkiye sosyalistlerinde teorik tartışma diye bir şey yok artık.

Hiç yorum yok: