Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep
kendi gücünü ve yeteneklerini övmek, hataları, zayıflıkları ve zorlukları
görmezden gelmek. Ne var ki, bir harekete bu stil, bu meşrep egemen olduğu
zaman o hareketin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi ciddiye
alanlar ise, tam aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar.
Bu farkın farkına ilk kez Türkiye'de işçi hareketinin
yetiştirdiği tek gerçek işçi önderi olan, Zapataların, Panço Villa'ların
hamurundan yoğrulmuş İsmet Demir'de varmıştım. TİP'liler, sosyalistler
işçilerle ilişki kurduklarında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü
olduklarını onlara anlatmaya kalkarlardı. Bizim İsmet Demir ise, tam tersini
yapardı, onlara beş para etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve
işçiler de bizim İsmet Demir'e güvenirlerdi, o diğerlerine değil. Çünkü onlar
İsmet Demir'in kendi içlerinden biri olarak onlara doğruyu söylediğini
biliyorlardı.
Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir
fark vardır. Burjuva sosyalizmi, ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar.
Ve bunlar hep onun dışından bir övgü ve kutsamadır. Bu stilin en uç örneği Ruhi
Su'dur. Bu nedenle Ruhi Su Burjuva sosyalizminin türkücüsüdür, emekçilerin,
halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilanı aşk edenlerin. Ama
tutkularının kör ettiği bu aşıklar, aşık olduklarının gözlerinin badem gibi
değil kör olduğunu göremezler ya da görmek istemezler. Ruhi Su'nun müziği,
işçinin, ezilenin, alttakinin dünyasını ve duygularını yansıtmaz. Onun
dünyasını ve duygularını dile getiren Orhan Gencebay'dır. O Ruhi Su hayranı
burjuva sosyalizmi ise, Orhan Gencebay'dan iğrenir, katlanılmaz bulur. Aslında
nefret ettiği o uğruna methiyeler düzdüğünün ta kendisidir. Bunu bilmek ve
anlamak istemez. Ola ki fark ettiğinde bu sefer de sevgi ve övgünün yerini
ilgisizlik, hatta nefret ve yergi alır.
Elbette burada Orhan Gencebay ve Ruhi Su birer
semboldürler bir farkı ve yaklaşımı yansıtan. Sorun ezilenlerin kendilerine
nasıl yaklaştığı ve onların stiliyle ilgilidir ve aslında sanıldığından çok
önemlidir.
Franz Fanon ırkçılığa karşı aynı zamanda en radikal
eleştirileri içeren kitaplarında sanılanın aksine beyaz adama saldırmaz
doğrudan, siyaha ne kadar berbat bir insan olduğunu, ne kadar düşürülmüş
olduğunu anlatır. Siyah'a övgü bulamazsınız.
Aslında Marksizmin ruhu da böyledir. Sosyalistlerin çoğu
işçiliği idealize ederler. Marks'ın eseri, işçiliğin, sömürü ve yabancılaşmış
emeğin insanı nasıl insanlıktan çıkardığının, düşürdüğünün hikayesidir. Kapital
toplumu işçi yapmak için değil, işçileri işçilikten kurtarmak içindir, işçiliği
yok etmek içindir, işçiliği yok etmek için de patronluğu yok etmek
gerekmektedir.
Ömrü yabancılaşmış emekle geçen işçi kadar düşürülmüş,
insanlıktan çıkmış varlık yoktur. Bu nedenle toplumsal tabakalar
kıyaslandığında, tek tek insanlar olarak, ortalamasına bakıldığında, işçiler
kadar sıkıcı, tek düze toplum kesimi az bulunur. Bir köylü, bir küçük burjuva,
bir patron, bir aydın çok daha renkli ve hatta derin bir tip sunarlar işçi
karşısında. Tek tek işçiler, diğer toplum kesimleri karşısında insanlığa en
uzak, insanlıktan en çıkmış ortalamayı yansıtırlar.
Tek tek burjuvazi, köylüler ve küçük burjuvazi karşısında
kesinlikle kaybetmeye mahkum bu işçiler, bir sınıf olarak, bir bütün olarak
toplumu değiştirme yeteneğindedirler. Burada Engels'in o klasik örneği anlamayı
kolaylaştırır. Engels, Mısır seferinde Memlüklerle savaşmış Napoleon'un
sözlerini aktarır. Napoleon, bir Memlük askeri tek tek iki Fransız askerinden
üstündü, iki Fransızla iki Memlüklü karşı karşıya gelince, eşit olunuyordu,
dört Memlüklü ve Fransız karşılaşınca kesinlikle biz kazanıyorduk anlamında bir
şeyler söyler. Tam rakamlar hatırımda değil ama böyle bir şeydi. İşçilerle
diğer toplum kesimleri arasındaki temel fark buradadır. İşçiler insani
kaliteler bakımından bu örnekteki Fransız askerlerine benzer. Burjuva
sosyalizmi hayalinde, bu Fransız askerlerine, birer Memlük giysisi giydirir,
altına saf kan bir arap atı çeker ve sonrada bu yarattığı hayale tapar.
Sadece Franz Fanon mu böyle? Malcom X de öyledir örneğin.
Siyah adamı "tom Amcalar" diye eleştirir. Aslında o kadar uzaklara
gitmeye de gerek yok. Kürt hareketinde de aynı olgu geçerlidir. Abdullah Öcalan
da Kürtlere hep öyle yaklaşmıştır. Kürt burjuvazisinin ideal bir Kürtü vardır,
ona övgüler düzer, Türkiye'nin burjuva sosyalistlerinin işçilere ve halka
yaklaştığı gibi yaklaşır Kürtlere. Öcalan ise İsmet Demir gibi. Öcalan'ın
konuşma ve yazıları Kürt'ün ne kadar düşürülmüş olduğunu, bir işe yaramadığını
anlatır durur. Ama tabii bizzat Kürtlere. Ve nasıl burjuva sosyalistleri bir
işçi hareketi yaratamadılarsa, bu Kürt burjuvazisi de bir ulusal hareket
yaratamadı. Bunu İsmet Demir gibi, onları övmeyen aksine yeren ve eleştiren
Abdullah Öcalan başardı. Aslında bu stil, onların bizzat kendi eğiliminin
yansımasıdır. Bir sınıf, bir ulus, bir hareket bir şeyler yapmak istiyorsa önce
kendi zayıflıklarıyla hesaplaşmak, onları açık yüreklilikle ortaya koymak ve
üzerine gitmek zorundadır, bu önderlerin forksiyonu da aslında bu tarihsel
sürecin bir aracı olmalarıdır. İsmet Demir'in işçilere, Öcalan'ın Kürt'lere
yönelik ağır eleştirileri aslında o sınıfın veya ulusun kendisiyle
hesaplaşması, kendi zayıflıklarını açık yüreklilikle ortaya koyması ve kendini
değiştirmesinden başka bir şey değildir.
*
1 Mayıs gösterilerine ve bu gösteriler hakkında sol basında
verilen haberlere, bu ezilenlerin kendi zayıflıklarını sermesi ve onlarla ciddi
hesaplaşmaya girmesi açısından bakılınca durum gerçekten umut kırıcı, bu sol
basının yansıttığının aksine, ne gösterilerde, ne haberlerde kendi zaaflarını
bir sergileme ve onlarla mücadelenin izi bile olmaması, söylenenin aksine
mücadelenin yükselmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. Bir mücadele yükselme
eğilimi taşıdığında, düşmanlarından önce kendi zaaf ve yanlışlarıyla mücadele
etmeye başlar. İslamiyetin dediği gibi, en zor savaş olan kendi nefsine karşı
savaşa yönelir. Bunun izi bile yok, ve bu da sanılanın aksine ezilenlerin henüz
böyle bir değiştirme ve değişme hedefinden veya yönelişinden çok uzak olduğunu
gösteriyor.
Burjuva sosyalizmi, işçiye hayrandır. Hadi gene burjuvazinin
işçiye hayranlığının iyi kötü bir mantığı vardır. Ama bu işçiye hayranlığın
sloganları, sendikalar ve sendikacılar aracılığıyla işçi örgütlerinin de
sloganları olarak ortaya çıkınca, işçilerin kendine hayranlığı gibi garip bir
durum ortaya çıkar. Aslında burjuva sosyalizminin işçiye hayranlığı ile
sendikacılar zümresinin kendine (tabii bu işçiler biçiminde ifade edilir)
hayranlığı birbirini tencereyle kapak gibi tamamlar. Bu iki stilin egemen
olduğu yerde işçi olmaz. Sadece, bu tür burjuva sosyalizminin etkisinde kalmış
veya kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek tük işçiler
olur ki, bunların olduğu yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi
ancak bu gün işçi hareketi diye ortalığı kaplayanların ortadan kaybolmasıyla ya
da sürülmesiyle mümkündür. Gerçek işçi hareketinin olduğu yerde, işçilerin
kendilerine yönelik, kendileri için bir şey isteyen, kendilerini öven
sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur. Burada kopmaz bir bağ
vardır, kendine karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm toplumu
değiştirmeye yönelik, sadece kendine ilişkin düzenlemeler istemeyen, kendine
övgü düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği. Tersi de bir bütündür, kendini
hayranlık, kendine ilişkin sloganlar bir bütündür.
Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının,
kendiliğinden bir işçi hareketlenmesinin bile önünde bir engel olduğu görülür.
Bu stillerin egemenliği, işçilerin gösterilerden uzak durmasına yol açıyor. Bu
gün dünyada duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da yıkılsaydı, örneğin
dinazorların bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların gelişimi
için bir fırsat doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar
açılabilirdi. Maalesef olmadı. Bizlerin kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor
solun yeniden canlanabilmesi için.
Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama
burjuvazi daha tecrübeli. Yavaş yavaş eski kuşaklarını değiştiriyor.
Ecevit'lerin, Yılmaz'ların, Demirel'lerin kuşağı gidiyor ve yerine Derviş,
Sezer, Pişkinsüt'lerin, kuşağı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla,
skandallarla adım adım gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan
sonra, bambaşka bir partiler ve tiplerle bir seçim yapabilirse sonraki yirmi
otuz yılı götürür. Şimdiki bunalım bu kabuk değişiminin sancıları.
İşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır.
Şimdi bir şey başarıldıysa başarıldı, yoksa yeni sistemin sağlayacağı
olanaklarla bir kaç on yıl daha sistem kendine sürdürecek gücü bulur. İnönü'nün
çok partili hayata geçiş reformu olmasaydı; 27 mayıs olmasaydı ve Özal'ın
reformları olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından
sonraki on veya onbeş yılı götürmeyi sağladı.
İşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi
bile kuşak değişimini yaparken, solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı.
Elbette ortalama olarak solun yaşı küçük olduğundan biyolojik bakımdan fazla
yaşlı sayılmaz sol. Burjuvazide şimdi onların kuşağı sırada. Ama problematikler
olarak baktığımızda, sosyolojik olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının solu değildir
bu gün Türkiye'ye egemen olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla
duvar öncesinin kuşağı damgasını vuruyor.
1980'lerin sonunda, Kuruçeşme tartışmaları olurken bile
sol bu günkünden daha yakındı bu güne, daha genç, dinamik ve canlıydı. Çünkü
kendisiyle hesaplaşıyordu, kendisini acımasızca, aslında biraz acıyarak, ama o
kadarı bile önemliydi, eleştirmeye başlamıştı. Ve bu eleştiri onu, yüzyılın
başının problemlerine götürmüştü, sosyalizmi yavaş yavaş kaynağından tanımaya
başlamıştı. Aslında paradoksal gibi görünebilir ama, şu an 130 yaşı cıvarında
olacak Ekim Devrimi öncesi kuşaklar, bu günün dünyasını anlamaya bu günün
kuşaklarından daha yetenekliydi. Zaten oralara gitmeden bu günlere gelemez sol.
Kimliğini kaybettiği yerde aramak zorundadır. 1980'lerin sonuna doğru böyle bir
eğilim belirmişti. Sol içi bu ayaklanma, bu isyan toplumsal bir yükseliş ile
desteklenseydi belki şimdi bu örgütler de olmayabilirdi. Ama Kuruçeşme olurken
Duvar yıkılıyordu. Onu doksanların terör ortamı izledi. Bu günün ortalığa
egemen örgütleri, bu dünya ve Türkiye ölçüsünde karşı devrimci dalgaların sol
içinde tekrar yükselttiği örgüt ve eğilimlerdir ve aynı laneti taşımaktadırlar.
Burjuvazinin içinden iyi kötü sema Pişkinsüt'leri çıkıyor. Sol'un kendi
Pişkinsüt'leri yok. Hiç bir örgütün, hareketin sarsıldığını, içinden muhalefet
ve isyancılar çıktığını duymuyoruz. İşin kötüsü, bu içinde bulunulan toplumsal
bunalım dönemindeki memnuniyetsizlik, bu örgütlere daima bir takım memnuniyetsizlerin
akmasına yol açarak, bu örgütlerin krize girmelerini engelleyen bir dış yardım
işlevi de görür. Eh iyi kötü büyüyen bir örgüt de krize girmez.
Şu an ortalığa egemen olan ve damgasını vuran hareket ve
eğilimler dağılmıştı seksenlerin sonuna doğru. Bütün örgütler yenilikçiler ve
gelenekçiler diye hızla bölünüyordu. Bu isyan halindeyken, yenilikçiler
geleneksel çizgi ve örgüt biçimlerini savunanlara karşı uzlaşmasız bir mücadele
yürütüp onları imha etmeleri gerekirken onlarla uzlaştılar. Kuruçeşme bu uzlaşmanın
hikayesidir. Sosyalistlerin yenilikçi kanadı Frankfurt Parlamenterleri
gibiydiler 1848'deki. Sol çapındaki bu devrimci kabarış yeterince uzlaşmaz ve
kararlı olamadığı için, bunu gericilik ve restorasyon dönemi izledi, bütün
örgütler tekrar canlandı. Örgütler mezbahası olması gereken Kuruçeşme'den
zaferle çıkan örgütler oldu. O dönemde bunun dışında kalan bir Dev-Yol olmuştu.
Kuru çeşmenin örgütler için gördüğü fonksiyonu da, Dev-Yol için ÖDP gördü.
Böylece Dev-Yol'u, Sol'u, Aydınlık'ı, Halkın Kurtuluşu, Partizan'ı, TİP'i, vs.
hepsi tekrar yerlerini aldılar. İşte Türk solu, şimdiki bunalımı burjuvazinin
aksine, solun içindeki bir restorasyonun örgüt ve kuşağıyla karşılıyor.
Dolayısıyla hiç bir şansı yok. Hatta bu sol olmasaydı, ezilenlerin ve işçilerin
çok daha şansı olabilirdi. Bu sol onun bizzat yaratıcı kendiliğindenliğinin
bile önünde bir engel. Bu solun olduğu yere işçi gelmez. Gelmeyince de
kendiliğinden hareketlerin yolu tıkanır.
Rosa, Alman Sosyal demokrasisini Lenin'den çok daha iyi
tanıyordu. Savaş kredilerine Sosyal Demokrasinin oy verdiğini duyunca
inanamamıştı Lenin. Rosa ise hiç şaşırmamıştı. Onun kokuşmuş bir ceset olduğunu
biliyordu. Tam bu nedenle Rosa biricik umut olarak kendiliğindenliğe daha büyük
bir vurgu yapmıştır.
Bu gün de durum aynı. Şu an bütün örgütlü sol bir engel ve
tutucu. Kitle hareketi ancak buna rağmen bir şeyler yapabilir. Ama bizzat bu
solun varlığı bunun önünde de bir engel.
Bu günkü bütün sol hareketler, 1980'lerin sonundan beri
gelen, Dünya ve Türkiye ölçüsündeki gericilik ve karşı devrim dalgasından güç
alan, sol içindeki restorasyonun, karşı devrimin ürünü olarak ortadalar.
Toplumsal bunalım burjuvaziyi aynı dönemin tiplerini değiştirmeye zorlarken,
aynı bunalım solda bu tiplerin ve eğilimlerin stabilize olmasına yol açıyor ve
toplumsal bir köklü dönüşümün önündeki muazzam bir engel haline dönüşmesine yol
açıyor.
Ama bu örgütlerin dışında kalan sol da farklı sayılmamalı.
Yani şu sivil toplum vurgulular, küçük ve somut hedefleri öne çıkaranlar vs..
Bunlar genellikle daha sonra politize olmuş bur kuşak, daha esnek gibi
görünüyor. Ama bizzat o örgütler gibi, aynı gericilik ve karşı devrim döneminin
çocuğudurlar, dolayısıyla içi dışına çevrilmiş olarak tıpkı örgütlerle aynı
olumsuzlukları taşımaktadırlar.
İşin ilginci, örgütler ve örgütsüzler,
"dinazorlar" ve "post-modernler" birbirlerinin varlığına
haklılık kazandırıp birbirlerini güçlendiriyorlar. Bunların dışında başka bir
alternatifin varlığı akla bile gelmiyor.
Ama daha da ilginci şu, solun bu genel bölünmüşlüğü, Türkiye'nin
egemen sınıfları arasındaki çatışmadaki bölünmeye de denk düşüyor.
Örgütler genellikle anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm
vurgularıyla, farkına varmadan veya vararak, tıpkı benzer argümanlarla Sovyet
bürokrasisinin değişimlere karşı direnmesi gibi (ki bu hareketler aynı zamanda
Sovyet ve Çin bürokrasilerinin de aynı gerekçelerle destekçileri olmuşlardır),
genel kurmayın, "Devlet Sınıfları"nın, Bonapartizmin ya da
"Devlet Partisi"nin liberal burjuvaziye saldırısında mızrak ucu rolü
oynuyorlar.
Buna karşılık, sivil toplumcu muhalifler, daha genç ve
modern görünenler ise, bu saldırılara karşı Liberal burjuvazinin bir kalkanı
işlevi görüyorlar. Böylece bağımsız bir sol hareket aktüel politik gelişmeler
bağlamında da olanaksız hale geliyor.
Bütün bu manzarada bir tek istisna var. Kürt ulusal
hareketi. Bütün dünyada gericiliğin yükseldiği dönemde yükselme ve canlanma
eğilimi gösterdi. Bu yükselişin dinamiği bu harekete de yansıdı. Başlangıçta bu
günün taşlaşmış küçük sol örgüt ve hareketlerinden pek az farklılıklar gösteren
bu örgüt ve hareket, kitle bağları ve bu yükselen harekete dayanması nedeniyle
kendini yenileme yeteneği gösteren tek hareket oldu. 1990'ların başından beri,
Türk solundaki karşı devrimci restorasyonu pekiştiren gelişmeler, (duvarın yıkılışı,
özel savaş rejimi) bu hareketin ve örgütün sürekli olarak kendini yenileme
girişimlerine yol açtı. Kürt hareketinin iç mücadeleleri bu açıdan
incelendiğinde, mücadelenin aslında değişim ve eski biçimleri sürdürmek
isteyenler arasında olduğu görülür. Bir bakıma demokratlar ve milliyetçiler
mücadelesidir. Bir yandan liberallere ve burjuvaziye, bir yandan da aşırı sola
karşı bir mücadele görülür.
Kürt hareketinin bu iç mücadelelerinde kazanan
yenilikçiler oldu denebilir. Bir rastlantı değildir, Kürtleri en ağır dille
eleştiren kişinin bu hareketin önderi olması. Öcalan'ın aynı zamanda, sadece
Kürtleri değil, tüm toplumu, hatta bölgeyi değiştirmeye yönelik proje sunması.
Kendi içine kapanma, kendini övme, toplumun tümüne yönelik
hedef yokluğunun bir bütün olduğu olgusuyla burada da karşılaşırız. İdeal bir
Kürt'e en çok övgü düzenlerin aynı zamanda yeni stratejiyi anlayamaması ve onun
en büyük düşmanı olmaları rastlantı değildir. Buna karşılık, Kürtlere en ağır
eleştirileri yapan, onun yüzüne sürekli eksik ve yanlışlarını vuranların da
aynı zamanda tüm toplumu değiştirmeye yönelik bir perspektif sunması da bir
rastlantı değildir.
O halde bu gözlemlerden bir tek sonuç çıkıyor. Bu bunalım
döneminde, olur da sol hareketlerin kontrolü kendiliğinden bir kitle hareketlenmesinin
engelleyemezse ve böyle bir hareketlenme ortaya çıkarsa, bu kitle hareketinin
kendiliğinden radikalleşmesine cevap verebilecek tek olanak Kürt hareketi
oluyor. Devrici demokrasiyi temsil eden bu hareket Liberaller ve Genel Kurmay
karşısında üçüncü bir kutup olabilir ve tüm gayrı memnun alt kesimleri
etrafında toplayabilir. O zaman gericilik döneminin güçlendirdiği bütün sol
örgütler ve sivil toplumcular liberal burjuvazinin ve Genel Kurmayın yedeği
olarak bu hareketin karşısında yer alır. Demokratik bir devrim Kürt hareketini
iktidara getirebilir.
Bu gün Öcalan'ın resmini parçalayanlar yarın onun
resimleriyle yürürse kimse şaşırmasın. Çünkü tüm toplumu değiştirmeye yönelik
demokratik bir programı, gücü ve bunu yürütecek tecrübesi olan tek hareket Kürt
hareketi. Türkiye'deki bir radikalleşmenin ve devrimci kabarışın bununla
buluşması kaçınılmazdır. Şimdilik, krizin derinliği bunu desteklerken, sola
egemen olan örgütler ve sivil toplumcular bunun önünde en büyük engel, bu
nedenle kendiliğinden yükselişler bunun ön koşulu. Ama bir kendiliğinden
hareketlenme ve yükseliş olursa, bu Kürt hareketini iktidara getirir. Ve ortaya
Ortadoğu ortamında Mandela'nin Güney Afrika'sı gibi bir şey çıkar.
Aslında bu yazıda ifade edilen düşünceler açısından 1
Mayıs gösterilerini ele alacaktım. Ama düşünce aldı başını başka yerlere uçtu.
Fakat, 1 mayıs gösterileri bu yazıda ifade edilen yaklaşımlar açısından ele
alınırsa, onun hakkındaki haberler ve ondaki sloganların onun bütün zayıflığını
yansıttığı görülür. Bunu okuyucunun kendisine bırakmak en iyisi.
Solun kendini övmeyen, kendi eksikleri ve yanlışlarını
sergilemekten kaçınmayan geleneğini de sürdürmüş oluyoruz böylece kendini öven,
kendinden memnun sloganlar ve 1 Mayıs haberleri karşısında.
02 Mayıs 2001 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder