Teori ve Politika dergisi yayına başlayalı on yıl olmuş. Bir derginin, hele bir sol dergi ise ve de hele bir teorik dergi ise, on yıl boyunca çıkmış olması bile başlı başına bir övgüyü hak ediş demektir.
Yapılan işin sırf nicelik olarak çapını ve önemini anlamak
için bir kıyaslama daha iyi bir fikir verebilir.
Biz de buralarda, Ali Dayı’nın (İbrahim Sevimli) başı
çekmesiyle, 1994-95 yıllarında Sosyalizmin Sorunları diye bir dergi
çıkaralım demiştik. Sayfalarımıza Avrupa’da yaşayan elde kalan herkesi
topladığımız da söylenebilirdi. Ama iki sayı çıkarabildik. Birinci sayı Sosyalizmin
Sorunları konusunun kendisiydi. İkincisi Milliyetçilik ve Irkçılık.
Konusu Din olan üçüncü sayı ise hiçbir zaman çıkmadı[1].
Şimdi bunun karşısında, neredeyse Sosyalizmin Sorunları’nın
çıkamadığı yerde, 1996 yılının kışında yayına başlayan[2]
ve şimdi 36. sayısını çıkarmış bulunan Teori ve Politika’nın, sadece
nicelik olarak bile, ne kadar zor bir işi başardığı görülebilir.
Kütüphanemde neredeyse koca bir raf dolduruyor. Kimisi tek sayı, kimisi çift sayı, rengarenk sırtları görünüyor. Sadece sırtlarına bakması bile bir zevk. Dikkat ettiniz mi bilmem. Gri olan bir tane. En sevilen renkler mavi, kırmızı, yeşil ve kavuniçi. Sadece otuzuncu sayının sırtı beyaz değil. Gerçi dikkatli bakınca 31 ve 32-33’ün de beyaz olmadığı görülüyor. Ama çok koyu olmadığından pek fark edilmiyor. Hasılı her kitaplığın raflarında sergilemekten zevk alacağı, gurur duyacağı, uzun soluklu bir çaba.
Alayoğlu, yazı isterken, onuncu yılı doldurduk, “gençliğimize
giriyoruz sayılır” demişti, ben de “yaşlanmışsınız” diye
takılmıştım. Gerçekten bizim şu sol yayın organlarının ortalama ömrüne göre
çoktan ölmesi gerekirdi. Ama ölmek ne kelime,”hayat yeni başlıyor”
diyorlar. Eh öyledir. İnsanlar gibi dergiler de yaşlandıkça hayata daha çok
bağlanırlar. Güzel bir şey aslında yaşlandığını fark etmeden, daha yıllarca
yaşayacağını düşünürken ölüvermek. Ya da öldüğünü bilmeden yaşamaya devam
etmek.
Bir de sürekli olarak artık çoktan ölmüş olması gerektiğini
düşünerek hayatı bir yük gibi sırtında taşımak da var. Doğrusu çok şanslı Teori
ve Politika’yı çıkaran arkadaşlar. Onlara imreniyorum. Yaşlandığını fark
etmeden çocukluğu yaşar gibi uzun bir hayat. Allah hepimize böyle bir hayat
ihsan eylesin.
Eh, bunca övgü yeter. Aslında övgüde cimri olmalı. Bu sefer
bir istisna yapalım dedik, on yıl çıkmanın mükafatı. Şimdi gelelim yergiye. Ama
ondan önce bir hikaye. Hani şu eski uygarlıkların tecrübelerini derleyen,
Sadi’nin hikayeleri gibi bir hikaye.
Vakti zamanında ülkenin birinde bir padişah varmış.
Marifetleri olan kullarının marifetlerini görmeyi ve eğer beğenirse onları
ödüllendirmeyi pek severmiş.
Bu padişahın ülkesindeki kullarından biri de, kırk yıl
boyunca, kırk adım öteye koyduğu bir çuvaldızın deliğinden kırk adımdan kırk
dikiş iğnesini geçirmekle uğraşmış. Sonunda bu işte iyice ustalaştığına kani
olduktan sonra, padişahın huzuruna çıkmış ve marifetini göstermek istediğini
söylemiş.
Padişahın huzurunda kırk adım öteye koyduğu çuvaldızın
deliğinden kırk dikiş iğnesini kırk atışta geçirmiş. Herkesin hayret ve takdir
dolu bakışları arasında padişahın huzurunda yerlere kadar eğilerek ödülünü
beklemiş.
Padişah “bu kuluma önce kırk altın verin sonra da kırk
sopa vurun” demiş.
Bizim çuvaldız deliğinden ve de kırk adımdan dikiş iğnesi
geçirme ustası, “hünkarım, kulunuz, bu kırk altını anladı da niye kırk sopa
da vurdurursunuz, yaptığım iyi ise ve onu altınla ödüllendiriyorsanız bu sopa
nedir?” diye sormuş.
Padişah da, “kırk altın, yaptığın zor işin karşılığıdır
demiş. Bu kırk sopaya gelince, bunca emek, bunca çaba ne sana, ne insanlığa
zerrece yararı olmayan bu iş için harcadıklarınadır. Be adam, bunca sabır bunca
emeği işe yarar bir iş için kullansaydın ya” demiş.
Biz bu fıkrayı anlatmadan önce kırk altınımızı vermiştik.
Şimdi kırk sopaya gelelim.
*
Marks ve Engels, Marksizm’i, yani Tarihsel Maddeciliği, kendilerini
bir kere aydınlattıktan sonra “farelerin kemirici eleştirisine” terk
ettikleri ve daha sonra Alman İdeolojisi adıyla yayınlanan eserlerinde
ilk kez ortaya koyarlar.
O zamana kadar temel sorunları, düşünce ve varlık ilişkisiydi.
Bu ilişki üzerine uzun çalışmalardan sonra, insanların düşüncelerinin
varlıklarını değil, varlıklarının düşüncelerini belirlediği sonucuna ulaşırlar.
Ondan sonra meşhur On Birinci Tez’den bütün ömürleri boyunca
yaptıklarına kadar her şey, bu çıkarılmış sonuçla bir tutarlılık içindedir.
Bu nedenle varlığı anlamak için: topluma; toplumu anlamak
için: tarihe yönelirler. Ve tam da bu nedenle, “biz bir tek bilim tanıyoruz,
tarih bilimi, o da doğa ve toplum tarihi olarak ikiye ayrılır” diye
yazarlar Alman İdeolojisi’nde.
Bu nedenle, Marksizm’in, yani Tarihsel Maddeciliğin ham
maddesi, toplumsal olgulardır, olaylardır, tarihtir; yaşanan ve yaşanmış
bulunan tarihtir.
Yani Marksizm’in özüne bağlı olmak, onun temel metodolojik
ilkesine bağlı olmak, Marksizm üzerine yazmak değil; onun kurucularının
yaptığını yapmaktır. Yani toplumsal olgulardan yola çıkmak, onları çözümlemek
ve onlardan hareketle genellemeler yapmak; o genellemeler ışığında tekrar
olguları ele almak vs. biçiminde bütün bilimlerin yaptığı gibi yapmaktır.
Ama işte Teori ve Politika’da tam da bulunmayan
budur. Teori ve Politika, bu metodolojik ilke bakımından göz önüne
alındığında, Marksist bir dergi değil, Marksizm hakkında bir
dergidir.
Elbette, Marksizm’in kendisi de bizzat bir toplumsal fenomen
olduğundan, onun şu veya bu yönde değişimi de bizzat Marksizm’in konusudur. Bu
bakımdan, pek ala, Marksizm hakkında Marksist bir dergi de olabilirdi. Ama
Marksizm hakkındaki Marksist bir dergi de, yine Marksizm’in temelindeki
metodolojik düşünce ve varlık ilişkisi ilkesine bağlı olmak, yani Marksist
düşüncedeki değişimleri, son duruşmada varlıktaki değişimlerle açıklamalı, yani
yine tarihe yönelmelidir. Yani düşünceyi varlığın belirlediği ilkesine
dayanan düşüncenin geçirdiği evrim de yine bizzat varlıktan hareketle; yani toplumsal
ilişkilerden ve tarihten hareketle anlaşılabilir.
Ama işte Teori ve Politika’da olmayan tam da budur.
Evet, o Tarih ve Toplum hakkında değil, Marksizm hakkında
bir dergidir. Ama Marksizm’i de Marksizm’in yöntemiyle ele almamakta,
tam da Marksizm’in kendisine karşı mücadele ederek doğduğu idealizmin
yöntemiyle ele almaktadır. Bu bakımdan, Teori ve Politika, Marksizm
üzerine idealist, diğer bir deyişle, anti Marksist bir dergidir. İşin
kötüsü kendisini Marksist sanmaktadır ve muhakkak ki bu inancında da samimidir.
Bu ifade çok acımasız gelebilir. Ama biz öyle ince düşünceler
aleminden pek anlamıyoruz. Kaba olaylara bakalım.
Önce Marksizm üzerine bir dergi olduğunu birkaç fırça
darbesiyle görelim.
Maalesef tek tek istatistik hazırlayacak bir zamanımız yok.
Ama en kaba gözlemci bile burada söyleneceklere itiraz etmeyecektir.
Derginin belli bir konuyla adlandırılmış sayılarının çoğunun
adı: (konu) + Marksizm adını taşımaktadır.
Postmodernizm ve Marksizm’in Güncelliği (yani Post
Modernizm ve Marksizm de denebilir); Aydınlanma ve Marksist Eleştiri
(Pekala Aydınlanma ve Marksizm de olabilir); Ekoloji ve Marksizm; Savaş ve
Marksizm; Milliyetçilik ve Marksizm; Marksizm’in Krizi, İşçi sınıfı ve
Marksizm; İslam ve Marksizm; Zaman ve Marksizm; Türkiye’de Sol ve Marksizm
Dikkat edilsin bunlar sadece konu ağılığı belirtilmiş
sayıların başlıkları. Sadece bu başlıklar bile, derginin, Marksizm üzerine bir
dergi olduğunun ip uçların vermektedir.
Derginin konusu örneğin post modernizmin Marksist bir
açıklaması değildir; Aydınlanmanın Marksist açıklaması değildir; Ekolojinin, Savaşın,
Milliyetçiliğin vs. Marksist bir açıklaması değildir, en iyi olasılıkla, bunlar
hakkındaki Marksist görüşlerdir. Marksizm’in bu konularda ne dediğidir.
Bütün bunlar Marksizm üzerine bir etüdün başlıkları
olabilirler. Ama bu onların Marksist olduğu anlamına gelmez, Marksizm üzerine
oldukları anlamına gelir.
Başlığı böyle olmayan sayılarda da durum farklı değildir. Hatta
hemen hemen tüm yazlarda konu hep Marksizm’dir.
Tek tek yazılara girince, tartışılanların Marksizm de
olmadığı, Marksizm üzerine o konuda yazılmış yazıların tartışıldığı görülür.
Ama o yazıların kendileri de bizzat, Marksizm üzerine Marksist
olmayan yazılardır. Dolayısıyla Teori ve Politika’nın gerçek konusu, Marksizm
de değil; Marksizm ve o konu hakkında başkaları tarafından yazılmış yazılarda Marksizm’in
nasıl ele alındığıdır.
Elbette bu da konu olabilir ve Marksist olarak
incelenebilir. Niçin Marksizm üzerine böyle devasa bir labirent oluşturan muazzam
bir yazın ortaya çıkmıştır?
Örneğin bunu açıklayan Marksist araştırmalara da elbet
ihtiyaç vardır. Ama Teori ve Politika, Marksizm üzerine bu yazını da Marksist
bir yöntemle ele almamaktadır. Yani onu toplumsal bir fenomen olarak ele alıp
incelememekte, bu labirentlerde oyalanmaktadır; O yazıların yöntemiyle o
yazıları ele almaktadır.
Ve buradan giderek düşünceler tarih ve toplumdan hareketle
değil; düşüncelerden hareketle tarih ve toplum anlaşılmaya çalışılmaktadır. O
koca dergi sayıları içinde, hep düşünceler ele alınmakta düşüncelerden
hareketle toplum anlaşılmaya çalışılmaktadır. O düşünceleri tarihten ve
toplumdan hareketle anlama çabası bile yoktur. Hemen hemen hiçbir sosyolojik
çalışma bulunmamaktadır o koca yığın içinde.
Şu veya bu yanlış fikir Marksizm’e egemen olmasaydı, şimdi
işlerin bu kadar kötü olmayacağı gibi gizli bir varsayım vardır. Bütün sorun
ipin ucunun nerede kaybedildiğini bulmaktadır. Şu veya bu yanlış fikirler
yüzünden Sovyetler de, Türkiye Sol hareketi de veya başka bir şey de bu günkü durumdadır.
Temel gizli yanlış varsayım budur Teori ve Politika’da.
Halbuki soru şöyle de sorulabilir? Niçin o yanlış fikirler
üstün geldi. Niçin orada doğru fikirler ortaya çıkmadı veya çıktıysa da
benimsenmedi? Soruyu böyle sorduğunuzda, toplumsal nedene, yani Marksizm’in doğuşunda
ifade ettiği ilkeye geri dönmüş ve Marksist’çe düşünmeye başlamış olursunuz.
Yani Stalin’in şu veya bu fikri veya Lenin’in fikrindeki şu
veya bu yanlış ya da Marks’ın fikrindeki şu veya bu görüş yanlış olduğu
için Sovyetler bürokratikleşmemiş
aksine, iş savaş koşulları; adeta yamyamlığa geri dönüş; işçi sınıfının fiili
yok olmuşluğu; ileri ülkelerde devrim olmaması gibi nedenlerle Stalinizm
yükselmiştir.
İdealistlerin bu açıklama hiç hoşlarına gitmez. Onlar düşüncenin
labirentleri arasında geviş getirmeyi çok severler. Çok banal, kaba, maddi
gelir böyle açıklamalar onlara. Ama tam da zurnanın zırt dediği yer orasıdır.
Bu fikirlere yönelişin ardında, Marksizm’e Marksist olarak
yaklaşmayışın ardında; Marsksist yöntemi uygulamayışın ardında tam da bu küçük
burjuva sınıfsal eğilim vardır. Küçük burjuvazinin o devrim ve reform arasında
yalpalaması vardır ve bunun ifadesi ve aracıdır.
O zaman, yani Marksist yöntem kullanıldığında, niye Stalinizm’in
üstün geldiğinin toplumsal temelleri araştırıldığında; her şeyden önce Rusya’nın
geriliği ile karşılaşılır. Orada da şu sorun ortaya çıkar: Bu geri ülkede nasıl
ve niye sosyalist devrim oldu? Orada da Troçki, yani geri bir ülkede demokratik
görevlerin sosyalist devrime yol açacağı ön görüsü ortaya çıkar. O zaten aynı
zamanda otomatik olarak, niye Sovyetlerin o hale geldiğini de açıklar. Ve bu
açıklama fikirlerle, idealist bir açıklama değil, o fikirlerin niye egemen
olduğuna dair, sosyolojik, yani Marksist bir açıklamadır.
Yani Marksist yönteme uygun olarak davrandığınız an, ister
istemez, klasik Marksizmle ve açık bir tavır alışla karşılaşmanız kaçınılmazdır.
O da somut bir politik tavırdır. Ama şu veya bu düşünceye taktığınızda,
oralarda aradığınızda bütün o gidişin suçlusunu, bu Marksist açıklama ve
pozisyonla karşılaşmaktan kurtulursunuz.
Bu nedenle, politik olarak, küçük burjuva sosyalizmi veya
merkezcilik diyebileceğimiz akımlar; Devrimci Marksizm ve Stalinizm arsında
yalpalayanlar idealizme muazzam bir eğilim gösterirler. Bu onların Marksist bir
görünümü kurtarmalarını ve gerçek sorundan kaçmalarını ve açık bir tavır
almaktan kurtulmalarını sağlar.
Tabii bunun için pek kirlenmemiş iyi teorisyenlere ihtiyaç
vardır. Bu ihtiyaç özellikle Althusser ve Gramsci gibilerde bulunur. Gramsci’nin
merkezcilerle bunca sevilmesinin nedeni de budur. O gereken Marksist otoriteyi,
görünümü ve radikalliği sağlamanın bir aracıdır.
Ne var ki, bu sadece, küçük burjuvazinin tutarsızlığıyla
ilgili değildir. Onun skolastik, köylü niteliğiyle de ilgilidir. Yani sadece modern
toplumdaki temel sınıflar arasındaki bir kararsızlığın ifadesi değil; aynı
zamanda kültürel ve tarihsel boyutu da olan bir yanı vardır.
Küçük burjuvazi her şeyden önce köylülük, uygarlığa ya da
modern topluma uzaklık demektir. O modern toplumda, geçmiş üretimin kalıntısını
ve o üretimin gerçekleşmesi için zorunlu olmayanı; klasik uygarlıkta da,
uygarlık öncesini ifade eder.
Uygarlık ve modern toplum onun karşısında üstün bir sentezi
ifade eder. Bu durumda, o kendisini, daha önce, uygarlık ya da modern toplumca,
olaylardan hareketle yapılmış genellemelerden hareket eder durumda bulur. Bu
nedenle tümden gelimci ve skolastiktir. Bu nedenle olaylar değil, tarih değil,
toplum değil düşüncelerdir onun konusu. Düşüncelerden hareketle olayların
sırrına ermeye çalışır.
Tipik örneği batıdaki Ortaçağdır. Aristo’nun zamanının
bilgisine dayanarak yaptığı genellemeler karşısında aynı Teori ve Politika’nın
durumdadır. Kendisi olaylardan hareketle Aristo’nun yaptığını yapmaya,
genellemelere gitmeyi kalkmaz. Bunu yapacak kavramsal ve kültürel temel yoktur.
Aristo, Sümerlerden beri gelen medeniyetler zincirinin
birikimine dayanmaktadır. Bu genellemeler onu ifade eder. Aristo’yu
manastırlarda okuyan rahipler ise, daha birkaç kuşak önce, ilkel komünü
yaşayan, Roma üzerinden uygarlıkla buluşmuş, çok geri bir kavramsal ve kültürel
arka plana dayanan Gotlar, Germenler vs.dir.
Bu ister istemez skolastiği besler. Genellemeler
dokunulmazlık ve dogma olurlar. Hayat ve olaylara o bir zamanların binlerce
yıllık birikimi üzerine oluşmuş genellemelerden çıkarsamalar yoluyla ulaşılmaya
çalışılır.
Yani Ortaçağ ya da köylülük; uygarlık ya da şehir karşısında
kültürel ve kavramsal olarak daha geri olduğundan, skolastik olmak zorundadır.
Tümden gelimi kullanır. Uygarlığın genellemelerinden hareketle olayları
anlamaya yön bulmaya çalışır. Olaylardan hareketle genellemeler yapacak durumda
değildir; o zaten önceden yapılmıştır.
Aynı durum gerek dünya ölçüsünde, gerek tek tek ülkelerde Marksizm’in
ve sosyalist hareketin de başına gelmiştir.
Marksizm binlerce yıllık birikime ve özellikle burjuva
uygarlığının birikimine dayanan aydınlarca ve de o temel aşılarak geliştirilmiştir.
Marksist olmak için en gelişmişinden bir burjuva teorik, kültürel ve kavramsal
arka plan, olmazsa olmaz koşuldur. Sadece bu da yetmez, onunla bir savaş ve
onun aşılması da gerekir.
Marks; Engels, Lenin, Troçki, Adorno, Luksemburg gibi bütün Marksistler
çok iyi bir burjuva kültürel, kavramsal, teorik arka plana sahip olmakla
kalmazlar, uzun ve acılı iç mücadelelerle onun aşılmasını da içlerinde taşırlar.
Halbuki, devrim bulutlarının doğuya kaymasıyla birlikte,
sosyalizm ve sosyalist hareket de doğuya, köylülüğün egemen olduğu; burjuva
kültürü bir yana çoğu kez, klasik uygarlıkların kültürünün bile yeterince
bilinmediği ve özümlenmediği[3]
bir insan kitlesine yayılır Marksizm. Yani bırakalım, bürokrasinin yaptığı
tahrifatları ve metafizikleştirmeyi, bu olmasaydı bile yeni radikalleşmiş doğu
ülkelerinin yoksulları karşısında Marks, Batı Ortaçağı karşısında, Aristo’nun
durumundadır.
Bu nedenle, neredeyse Ekim devriminden sonra Marksizm
bayrağıyla yayılmış hareketlerin olduğu her yerde, Marksizm’in yöntemi yoktur.
Marksizm üzerin bir yazın vardır. Marks’ın sonuçları, onlardan gerçeğin ve olaylar
hakkında bir yönelişin bulunacağı sihirli “feylesof taşları” gibidir.
Olaylardan hareketle genellemelere gidiş yoktur. Marks’ın yaptığı genellemelerden
hareketle olayların anlaşılması ve onlara yön verilme çabası görülür. Skolastik
tüm yazına egemendir. Ama bu bütün skolastik, muazzam dogmatik bir Marksizm
söylemi biçimindedir.
Sosyoloji (Tarihsel Maddecilik) yok olur. O sosyolojik genellemeler
de adeta bir tür felsefi genelleme anlamı kazanırlar. Ve böylece, somut
sosyolojik tahlilin yerini, felsefi kavramlardan hareketle, en somut politik,
stratejik hatta taktik sorunlara ilişkin çıkarsamalar yapma yöntemi alır.
Bunun en tipik örneği Mao’dur. Çelişkiler üzerine felsefi
genellemelerden[4] somut
devrimin stratejisi sorunlarına ilişkin çıkarsamalar yapıverir. Aslında teori,
bütün skolastik sistemlerde olduğu gibi, politikanın basit bir aracıdır.
Bu skolastik yöntem aynen Türkiye sosyalist hareketine de
damgasını vurmuştur. “Baş çelişki”nin ne olduğundan devrim stratejisi,
taktikleri çıkarılabiliyordu. “Baş çelişki” kavramının skolastik ve Marksist
olmayan niteliği bir yana bırakılsa bile, baş çelişki de, somut toplumsal
ilişkilerin analizinden ve bu analizde kullanılan kavramların
geliştirilmesinden hareketle değil; baş çelişkinin ne olduğu veya “baş” ve “ana
çelişki” veya “aktüel baş çelişki” gibi kavramların ayrımlarından
çıkarılıyordu.
Böylece nasıl ortaçağda bütün yazın, Aristo’nun dedikleri
üzerine, ondan çıkarsamalara dayanan bir tartışmaysa, sosyalizmin ortaçağı
diyebileceğimiz, Ekim devriminden bu yana, (Klasik geleneği sürdüren Batı Marksizm’i,
Troçkist gelenek ve Kıvılcımlı gibi bir istisna bir yana) bütün Marksist yazın,
aslında Marks’ın dedikleri üzerinden çıkarsamalara dayanan bir skolastik bir
tartışmadır.
Nasıl Ortaçağın manastırlarında kimse, bütün zamanların
gelmiş geçmiş en büyük ve en sistematik düşünürü olan Aristo’nun yöntemini
değil, sonuçlarını ve adını kullanıyordu ise; yirminci yüzyılda da, sosyalist
harekette, modern çağın en büyük ve sistematik düşünürü olan Marks’ın yöntemi
değil dedikleri ve adı kullanıldı. İşin kötüsü bunu kullananlar, “Aristo
mantığı” sözlerini kendi diyalektiklerinin bir kanıtı olarak
karşısındakileri öldürmek için bolca kullanırlarken, Aristo mantığını bile
kullanacak kültürel ve kavramsal temelden çok yoksundurlar. Yani Marksist diye
bilinen yazının, özellikle örgütlerin, devrimci ve sosyalist sol organların
yüzde doksan dokuz onda dokuzu, bırakalım Marksizm’i bir yana, Aristo
mantığından bile yoksundurlar. En temel, en basit kavram ve kategorileri
karıştırırlar. Klasik uygarlıkların teologları kadar olsun, mantıklı ve
sistematik düşünce geleneğiyle bağları yoktur. Ama işçi hareketi reformistleştiği
veya bürokratik aparatların kontrolünde olduğu için, onlar için bu yöntem bir
radikalizmi ifade etmenin aracıdır politik olarak çoğu kez.
Bu nedenle Batı’nın merkezcileri ile doğunun merkezcileri
arasında yöntemden gelen yakınlıklar ve özdeşlikler kadar farklı bir politik tavrın
vurgulanması da vardır. Birinde, devrimci Marksizm’den uzaklaşmanın aracı olan
idealizme kayış; diğerinde reformizmden uzaklaşmanın, radikalizmi ifade etmenin
bir aracıdır.
İşte Teori ve Politika, bu iki geleneği, bu iki
damarı da içinde taşıyor. Bir yandan, doğu köylülüğünün skolastik karakterini; politik
olarak devrimci bir tavrı sürdürme eğilimini; diğer yandan Batı’nın küçük
burjuva merkezcisinin sosyolojik açıklamadan kaçan; açık bir tavır alıştan
kaçışını fikirler aleminin labirentlerinde gizleyen; devrimci Marksizm’den
uzaklaşmanın aracı olan eğilimini birleştirmektedir.
Elbette ikisi de reformist değildir. İkisi de radikal bir
duruşu savunur. Ama bu politik radikallik, burjuvazinin ufku içinde, onun
varsayımları kabul edilerek ifade edilebilir. Doğulu kültürel olarak, batılı
konum olarak, burjuva ufkunu aşma ve modern işçi sınıfının yanında yer alabilme
durumunda değildir. Bunun ideolojik ve metodolojik yansımasıdır, Teori ve
Politika’da görülen yaklaşım.
Bu temel yanlış olduğu için, nerede ne dediği fazla önemli
değil. Arada elbet doğrular da olur ama yanlış saatler bile ara sıra doğruları
gösterirler. Ve yanlışın aracı olun doğrular en yanlış doğrulardır.
*
Böylece, Teori ve Politika’ya, kırk sopa borcumuzu da
ödemiş olalım.
Teori ve politikanın temel yöntemsel yanlışı ve bunun
tarihsel nedenlerine ilişkin bir Marksist açıklama örneği sunmaya çalıştık.
Doğru veya yanlış olabilir. Ama İşte tam da Teori ve Politika’da hiç
olmayandır bu yöntem. Onun yanlışının somut olarak görünmesi ve anlaşılması
için bir somut örnek olarak görülebilir bu yazı.
Teori ve politikanın o muazzam yığını aslında, Devrimci
Marksizm’e gidişi engelleyen; yanlış hayaller yayan bir duvardır.
Hikayemize dönersek. Adam çuvaldızdan iğne geçirirken, hiç
kimseye zarar vermiyordu. Teori ve politika ise çapı ve görünüşüyle
yanlış hayaller yayıyor ve Devrimci Marksizm’e doğru bir evrimin yönünde bir
engel oluşturuyor.
Ahlakçılar doğru hedefler için yanlış araçların kullanılması
üzerine konuşmayı ve yanlış araçlar kullanmayı mahkum etmeyi çok severler. Ama
yanlış hedefler için doğru araçlar kullanmanın çok daha korkunç olduğunu
görmezden gelirler: çünkü burada artık amacın kendisi sorun olur. Onların bütün
derdi ise amacın kendisini tartışmamak, araçlardan ahlakın ilkesini çıkarmaktır.
Bizim temel sorunumuz ise tam da burada, biz amacın
kendisini sorun olarak görüyoruz. Bu durumda, Teori ve Politika’nın bu
yazının başında övdüğümüz bütün nitelikleri de, aslında yanlışın araçları,
dolayısıyla daha kötü ve tehlikeli oluyorlar.
Bu durumda verdiğimiz kırk altını da (baştaki övgüleri de) geri
alıyoruz.
Hatta günahlarını affettirmek için, Taptuk Emre’nin
kapısındaki Yunus Emre gibi, kırk yıl Marksizm’in kapısında, odun taşıması
gerektiğini düşünüyoruz.
17 Şubat 2005 Perşembe
Demir Küçükaydın
[1] Tersinden
Kemalizm adlı kitap, bu derginin üçüncü sayısı için yazmamız gereken
yazının on yıl gecikmiş, ama her anlamda gecikmiş bir versiyonu olarak da
düşünülebilir.
[2] Ki
1995’in son aylarında hazırlıkları başlamış demektir, Sosyalizmin Sorunları’nın
ikinci sayısı da Kasım 1995 tarihini taşıyordu. Yani tam anlamıyla birinin
soluğunun tükendiği yerde diğeri yola çıkmış
[3]
Örneğin Alevilik gibi, yazıya dayanmayan bir kültürü göz önüne getirelim. Yani
henüz uygarlığa bulaşmamış komün ilişkileri ve kültürü. Kapitalizm, küçük köy
ekonomisini hızla parçalayarak bu geniş köylü kitlelerini modern şehirlere
sürmüş ve bunlar da toplumsal muhalefetlerini ifade ederken prestiji nedeniyle
kendilerini Marksist olarak tanımlamışlardır.
[4] Ki
onların da ne ölçüde Marksist olduğu ayrı sorundur. Çin uygarlığının
genellemeleridirler. Marksist bir söylem içinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder