“Savaşı niye
kaybettin?
“Yüz tane sebebi var,
birincisi barut yoktu.”
“Gerisini saymana gerek yok.”
*
Türkiye’de (ve de dünyada) neden demokrasi yok ve neden
demokrasi mücadelesi böylesine zayıf?
Demokrasi mücadelesi için önce demokratlar olması gerekir.
Türkiye’de demokrat yok.
Her yerde bilinçsizce demokrasi özlemleri olan geniş yığınlar var. Ama demokrat yok.
Her yerde bilinçsizce demokrasi özlemleri olan geniş yığınlar var. Ama demokrat yok.
*
Demokrasi her şeyden önce insanların biçimsel (hukuki) eşitliği
demektir.
(Sosyalizm ise insanların sosyal yani ekonomik eşitliği,
yani “herkese emeğine göre, çalışmayana ekmek yok” demektir. Sosyalizmi bir
kenara bırakalım. Çünkü biçimsel eşitlik olmadan sosyal eşitlik olmadığını,
sosyal eşitlik mücadelesini esas alarak, bunun bir yan ürünü olarak biçimsel
eşitliğin ortaya çıkacağını sanmanın bir ham hayal olduğunu ve bunun fiilen
biçimsel eşitsizlikleri destekleme sonucu verdiğini tarih göstermiş bulunuyor.)
Demokrasi bu eşit insanların kendi kendini yönetmesi
demektir.
Bunun için de onların üzerinde yükselmeyecek; onlara
kendilerini yönetmede bir araç olmaktan öteye gitmeyecek, onlardan bağımsızlaşmayacak
bir araç (devlet) demektir.
*
İnsanların biçimsel eşitliği nedir?
Dilin, dinin, inancın, siyasi görüşün, soyun, sopun, göz rengin, sevdiğin yemek, sevdiğin renk vs. ne olursa olsun diğer insanlarla eşit olman demektir.
Yani bütün bunların, politik alanın, yani devletin ve ulusu tanımının, dışında olması demektir.
Dilin, dinin, inancın, siyasi görüşün, soyun, sopun, göz rengin, sevdiğin yemek, sevdiğin renk vs. ne olursa olsun diğer insanlarla eşit olman demektir.
Yani bütün bunların, politik alanın, yani devletin ve ulusu tanımının, dışında olması demektir.
Bir devlet ya da ulus, kendini bir dille, dinle, soyla,
tarihle, ırkla, vs. tanımlıyorsa o ulus ve devletin demokratik olduğundan orada
demokrasi olduğundan söz edilemez.
Yani devletin ve ulusun dilinin, dininin, soyunun, sopunun,
göz renginin, sevdiği yemeğin, sevdiği müziğin vs. olmaması demektir demokrasi.
Yani devletin bunlara kör olması, esas işlevinin bu eşitliği
sağlamak olması demektir.
Türk Devleti ise, tam da bu amacı kendisinin düşmanı olarak
görür. O halde Türk devleti demokrasinin düşmanıdır.
Demokratlık ve Türklük; Demokrasi ideali ve Türk Devleti
arasında, onların özünden, fıtratından gelen uzlaşmaz çelişki vardır. Birinin
egemen olduğu yerde diğeri var olamaz, bunlar madde ile anti madde gibidirler.
*
Bu soyut gibi görünen ifadeyi somutlayalım. Bu genel
ifadeleri mantık sonuçlarına götürelim.
Örneğin Demokratik bir ulusun ya da demokratik bir devletin resmi dili olmaz; herkesin ana dilinde eğitim ve onu öğrenme, konuşma
vs. hakkı olur.
Devletin görevi bu hakkı garanti altına almak olur.
Aynı şekilde devletin dini olmaz.
Devletin görevi isteyen üç kişinin bir araya gelerek
istediği dini kurması, dinsiz olması, dininin propagandasını veya dinsizlik
propagandasını yapması haklarını savunmak olur. Dolayısıyla diyanet diye bir
şey olmaz, okullarda din dersi olmaz, görev başında ölenlere şehit denilmez,
dinsel törenler yapılmaz, askerde veya toplu yerlerde yemek duası olmaz vs.
vs..
Din de, dil de politik hiçbir anlamı olmayan, kişilerin özel
sorunu olan, bir takım taraftarlığından farklı olmayan özellikler olarak kabul
edilir.
Şimdi bu kadar basit ve temel bir demokrasi tanımı açısından
bakalım şu son günlerin tartışmalarına.
Erdoğan çıktı “dinde reform” dedi. Sonra geri aldı.
Keza aynı şekilde, Osmanlıcanın kullanılmasını savundu.
Partilerin görüşlerini, demeçleri, köşe yazarlarını, hatta
sosyal medya paylaşımlarını, sosyal medya yorumlarını okuyun, Allah için bir
tek yorum bile göremezsiniz yukarıdaki demokrasi tanımı ve anlayışı açısından
Herkes bu tartışmada reformdan yana veya karşı tavır alarak
konuşu tartıştı.
Hiç kimse çıkıp şöyle demedi:
“Gerçek bir demokraside, din insanların özel sorunudur. Bu tartışma
onların kendi aralarında yapacakları bir tartışmadır. Bizim görevimiz isteyenin
reformcu isteyenin reformsuz bir İslam’ı savunacağı, bu tartışmaların devlet ve
ulusla hiçbir bağının olmayacağı bir demokrasiyi savunmaktır, Erdoğan bir
politikacı, bir devlet yöneticisi olarak İslam’da reform gibi bir konuda
konuşamaz. Demokraside hiçbir devlet yöneticisi ve görevlisinin böyle bir
konuşma hakkı olmaz. Özel hayatında konuşabilir. İsteyen Müslümanlar reform
yaparlar, isteyenler yapmazlar, bu onların özel işi ve sorunu olur. Politikanın
ve politik mücadelenin konusu değildir. Politikanın ve politik mücadelenin
konusu bunların insanların özel sorunu olması, bizden alınan vergilerle bunun
bir politik sorun olarak tartışılmasının engellenmesidir. Erdoğan ancak, bütün
resmi sıfatlarından arınarak, kendi özel hayatında İslam’da reform olup olamayacağı
üzerine konuşabilir. Bunun ötesi suçtur ve Erdoğan bizden alınan vergilerle,
devletin olanaklarıyla bir dinin asıl yorumlanacağı tartışmasını yaparak suç
işlemektedir
Bu kadar basit bir tepkiyi HDP dahil, en radikal görünen
solcular veya İslamcılar dahil hiç kimse göstermiyor.
Böyle bir tavır gösterilmeden, böyle bir program bu
vesileyle savunulmadan, bu ülkedeki insanlar nasıl demokrat olacaklar ve
demokrasiyi savunacaklardır?
Demokrat yoktur ki demokrasi mücadelesi olsun.
Bunu böyle savunduğunuz an, şu an egemen tartışmanın
kedisini tartışma konusu yaptığınız an ancak demokrasi mücadelesi başlayabilir.
Aslında Erdoğan’ın her sözü ve davranışı, demokrasi
düşmanlığının ve faşizmin somut bir örneği olarak, demokrasi mücadelesi ve eğitimi
için ideal bir örnek sunar.
*
Sadece din mi? Dilde de durum aynı şekilde. Aslında Erdoğan
Osmanlıcayı önererek ve teşvik ederek aynı faşist ve demokrasi düşmanı
anlayışını sürdürmektedir.
Ama bu aynı zamanda bizlere, herkese ana dilinde eğitim hakkını savunmak, resmi dile karşı çıkmak, ulusun ve politik olanın dile göre tanımlanmasına karşı çıkmak, dilin kişilerin özel bir sorunu olmasıyla ancak dilde ve dolayısıyla yurttaşlar arasında eşitlik olabileceğini göstermek ve karşı bir ideolojik saldırıya geçip ideolojik egemenlik kurmak için nefis bir olanaktır.
Ama bu aynı zamanda bizlere, herkese ana dilinde eğitim hakkını savunmak, resmi dile karşı çıkmak, ulusun ve politik olanın dile göre tanımlanmasına karşı çıkmak, dilin kişilerin özel bir sorunu olmasıyla ancak dilde ve dolayısıyla yurttaşlar arasında eşitlik olabileceğini göstermek ve karşı bir ideolojik saldırıya geçip ideolojik egemenlik kurmak için nefis bir olanaktır.
HDP dahil, bir tek örnek gösterilebilir mi bu tartışmalar
içinde konuya böyle yaklaşan ve savunan.
Hiç kimse programla, demokrasi programının her vesile ile
savunulmasıyla ilgilenmiyor. Anaları onları büyük işler için doğurdu. Herkes
taktik ve strateji ustası. Erdoğan dün dediğini bugün geri almış da, Ahmet
Hakan’ın dönüşlere ayak uydurmaktan bel kemiği kırılmış da…
Politika bu düzeyde, muhalefet bu düzeyde.
Yani demokrat yok.
Ama sorunu böyle tutarlı bir demokrasi açısından koyduğunuz
zaman, CHP’nin öz Türkçeciliği de, Erdoğan’ın Osmanlıcılığı da aynı madalyonun
iki yüzü, anti demokratik ve faşist özellikler olarak ortaya çıkar.
O zaman size karşı açsınlar savaşı, tecrit etsinler sizi.
Siz kazanırsınız. Çünkü gündemi, sorunun konuluşunu siz belirlemiş olursunuz. O
zaman böyle bir mücadelede insanlar demokrat olmaya başlarlar.
Görüldüğü gibi, dil v edin gibi iki en temel konuda bile bugün
Türkiye’de Demokrat diye tanımlanabilecek ne bir siyasi parti, ne bir fikir
akımı, ne bir köşe yazarı, ne bir sosyal medya yorumcusu bile yok.
Politika anlayışı, karşı tarafa laf yetiştirmekten öteye
gitmiyor.
Böyle bir ülkede demokrasi mücadelesi olabilir mi?
Hayır.
Hayır.
Demokrasi mücadelesini ancak demokratlar verir.
Demokrat yok ki, demokratik bir program yok ki demokrasi
mücadelesi olsun.
*
Demokratik bir ulusun, devletin ve rejimin ikinci koşulu,
merkezi, bürokratik, militer, kırtasiyeci olmayan, yurttaşların üzerinde
yükselmeyen, onlara hizmet eden bir devlet cihazıdır.
Bunun ön koşulu da dildin dine, soydan, ırka, hemen her
şeyin politik alan, yani devletin dışında, ulusun dışında bırakılmasıdır.
Bu olmadan tüm yetkilerin seçilmiş mahalli organlara geçmesi
sadece Lübnanlaşma yaratır. Devletin dilinin olmadığı, insanların ana
dillerinde eğitim, konuşma vs. hakkının garanti olduğu bir ulusta ve devlette
tüm iktidarın her düzeyde seçilmişlere verilmesi bir bölünme korkusu yaratmaktan
çıkabilir.
Ancak böyle bir devlette ve ulusta hiçbir mahalli idare veya
merkezi devlet bir dili resmi dil olarak seçmeye kalktığı takdirde insan
haklarına karşı bir saldırıya geçmiş ve dolayısıyla anayasa dışına düşmüş
olabilir.
Yani gerçek biçimsel eşitlik, merkezi ve bürokratik olmayan
bir devlet cihazının ön koşuludur.
Ama sadece ön koşuludur, kendisi değildir.
Bunun kendisi, tüm organların her düzeyde, tam bir fikir ve
örgütlenme özgürlüğünde örgütlenmiş ve eşit koşullarda yarışmış, fikirler, partiler,
eğilimler, gruplar arasındaki seçimlerle belirlenmesi ve tüm yetkinin bu
seçilmiş organlarda olmasıdır. Merkezi yereller belirler, merkez yerelleri
değil.
Bunu açıkça savunan var mı Türkiye’de yok.
Böyle programı olan bir parti var mı?
Böyle programı olan bir parti var mı?
Yok. HDP bile böyle bir parti değil.
Böyle programı olan bir akım, bir entelektüel hareket var mı?
Yok
Böyle bir medya veya bir köşe yazarı olsun var mı?
Yok.
Halbuki bu merkezi ve bürokratik devlet tüm pisiklerin
anasıdır.
İltihabını her an tüm toplumu sürekli olarak bulaştırır.
Bu devlettir Türkiye’de demokrasinin en büyük düşmanı.
Bu merkezi ve bürokratik devlet cihazını parçalamakk
gerektiğini açıkça ifade eden, bunun hangi somut taleplerle gerçekleşeceğini
anlatan, bunu temel program olarak ortaya koyun, stratejisini bu hedefe göre
belirleyen bir parti, hareket, eğilim var mı?
Yok.
Türkiye’de feodalizm şu “modern” devlettir.
Ama bunu kavrayabilmek için, yeni biçimlerin eskileri
tasfiye etmediğine, onlarla bir simbiyoz yaşama girebileceğine; aynı anatomik
çerçeve içinde de bir evrim geçirilebileceğine ilişkin bir metodolojik kavrayış
gerekir.
Türkiye’de ve bütün Şark despotluklarında, kapitalizm
öncesi, demokratik bir devrimle tasfiye edilmesi gereken şey, yani feodalizm
denen şey asında son derece modern cihazlarla donanmış merkezi bürokratik devletlerdir.
Bir zamanlar Türkiye’de devrim stratejisi tartışmaları
olmuştu. Bu tartışmalarda sosyalizmin değil, demokrasinin acil görev olduğunu
savunan sosyalistler, bunun kanıtlarını, büyük toprak ağalığında veya karasaban
sayısında arıyorlardı. Asıl tasfiye edilmesi gerekenin devlet oluğunu
görmüyorlar, hatta onun modernizmini, demokrasi mücadelesinin bir aracı olarak
görüyorlardı.
Bu günahın acı sonuçları şimdi ortaya çıkıyor.
Sosyalistler bu şark despotluğunu parçalamayı ve ulusun
Türklük ve İslam’la tanımlanmasını ortadan kaldırmayı, yani demokratik bir ulus
yaratmayı baş ve acil bir görev olarak ortaya koymadıkları için, bugün
neredeyse bütün sosyalistler bu modern elbiseler giymiş merkezi Şark
despotluğunun nesnel savunucuları oluyorlar.
Bugünkü ulusalcılığın metodolojik temelleri, evrimin bu
basit ve başağı kavranışına kadar gider metodolojik düzeyde. Hatta mantık
sonuçlarına giderek denebilir ki, demokrasi mücadelesinin zayıflığının
nedenleri, Türkiyeli sosyalistlerin evrim kavrayışı konusundaki bir zamanların
metodolojik yanlışlarındadır.
Bu merkezi bürokratik devletin nasıl bir feodalizm,
yıkılması ve kendisine karşı mücadele edilmesi gereken en baş düşman olduğunu
kavramamanın tipik bir sonucunu şu Uber ve Sarı Taksi tartışmasında
görebiliriz.
Uber’i iyi kötü modern kapitalist bir işletme gibi
görebiliriz. Belli hakların ve görevlerin net olarak tanımlandığı; kıyakçılık,
adam kayırma, görmezden gelme gibi uygulamaların yaşam alanı pek bulamadığı bir
firma.
Sarı taksiler ise, ya plaka sahipleri ile, ya da lümpenlik,
küçük esnaflık, gibi kategorilerle tanımlanıyor. Hatta sarı taksilerde
çalışanların çoğunun ücretli olduğunu söyleşip proleter olarak tanımlayanlar
bile var.
Bütün bunların hepsi ekonomik kategorilerle doğru da
olabilir.
Ama temel bir yanlış var. Bu merkezi ve bürokratik devletin
gücü ve işleyişi ile bu taksi işiyle ilgisi yok bu tanımlarda.
Batılı bir ülkedeki sarı taksiler ile Türkiye’deki sarı
taksiler arasındaki çok temel fark yoktur.
Batı ülkelerindeki taksicierin de büyük bir bölümü küçük
esnaf kategorisindedir ekonomik ilişkiler bakımından. Ama bir yurttaş olarak
hakları, görevleri ve devletle ilişkileri kökten farklıdır.
Orada modern yurttaşın hakları ve görevleri tanımlanmıştır.
Taksi şoförü olmak için, belli koşulları yerine getirmek gerekir. En azından
2000 obje ve yol ismini örneğin ezbere bilmek, haritaya bakmadan müşteriyi
oraya götürebilecek bilgiye sahip olmak gerekir. (Yani bir dil öğrenmek kadar
zor bir sınavı başarmak gerekir.)
Bir taksiyi kendisi çalıştırabilmek için ayrı bir kurs ve
sınavı başarmak gerekir. Bir taksi işletmesi açabilmek için yine belli
bilgilere sahip olmak ve o imtihanı da başarmak gerekir. Bütün bunlar hep
asgari standartlar oluşturur. Müşterinin, şoförün ve firmanın hak ve görevleri
açıkça tanımlanmıştır. Bunlar şark despotu devletin memurlarınca değil, bizzat
taksicilerin kendilerince de denetlenirler vs.. Bir taksici bir müşteriyi
almazsa müşteri onun numarasını alıp şikayet ettiğinde ağır cezalara çarpılır.
Türkiye’ye gelince. Devlet insanlara en küçük bir hak
tanımaz. Türkiye’de ve şark despotluklarında, net ve açık olarak tanımlanmış ve
garanti altına alınmış hiçbir hakkınız yoktur.
Hak gibi görünenler, devletin görmezden gelmesi,
uygulamaması veya uygulamalarıdır.
Örneğin Ahmet Şıklar tahliye oldu. Bu bir hakkın tanınması
mıdır? Hayır. Sadece Varna görüşmeleri için devletin uygun görüp serbest
bırakmasıdır. Yarın aynı şekilde herkesi serbest de bırakabilir, tekrar içeri
de alabilir. Ortada hiçbir mekanizma yoktur. Bu her saman böyle olmuştur
aslında yeni bir durum değildir. Sadece eskiden devletin bu keyfiliğini nasıl
ve ne zaman uygulayacağının kuralları vardı. Erdoğan-Ergenekon Türkçü-İslamcı
faşist rejimi bu kuralları da ortadan kaldırmış bulunuyor.
İşte Taksicileri de bu bağlamda ele almak gerekiyor.
Taksicilikten, gecekondu sahibi olmaya kadar her şey böyledir.
Herkesin her şeyi binlerce küçük suç ve görmezden gelme üzerine kurulmuştur.
Bu devletin çalışma mekanizmasının özüdür. Aslında Türkiye’de
bir tek örgütlü güç vardır: Devlet.
Sınıf kavramı ve tahlilleri bile aslında bu devlet gerçeğini
gözlerden gizlemeye yarar ve devletin egemenliğinin bir aracıdır.
Devlet bu egemenliğini sadece anti demokratik yasalar,
yasaklar, mahkemeler, keyfi polisler, milyonluk ordularla bu yurttaşları
sürekli baskı altında tutarak sürdürmez, çünkü bunlar yetmez. Onları kendisine
benzetir, baştan çıkarır ve kendisinin bir parçası olarak örgütler.
Katlettiklerinin evlerini arsalarını onlara verir birer suç
ortağına dönüştürür, kamu malı araziye gecekondu yapmasına göz yumar, bunu
mahalli polis, jandarma, mafia, kaymakam, belediye rejisi ile hep kontrol
altında kendi mahkum bırakır. İşe girecekse yine kendisinin onayı ile alır. Herkesin
emekliliğinin garantisi olarak gördüğü gecekondu ve arazisi aslında devletin
iki dudağı arasındaki bir rehinedir. Herkes bu devletin birer rehinidir. Suç
işletilir, sonra o suç görmezden gelinir. İnsanlar hiçbir garantisi, hakkı
olmayan, devletin keyfi kararlarının korkusu altına eli kolu bağlı olarak tam anlamıyla
birer ikiyüzlü, kişiliksiz, korkak yaratıklar haline gelirler. Kendilerini saygısını
yitirenler bu korku ve boyun eğmişliklerinin acısını kendinden altında ve zayıf
olanlardan çıkarırlar. Kadın cinayetlerinden, hayvanlara ve çocuklara kötü
muameleye kadar her pisliğin ardında bu modern görünümlü şark despotluğu
vardır.
Yani tüm toplum eşit ve hakkı olan insanların ilişklerinden
çıkıp, vasal-süzeren, avane kliyan ilişkileri içinde her düzeyde, birbiriyle
savaşan, birbirini ezen, birbirini görünce yağ çeken arkasından kuyusunu kazan
ve ezilenler biçiminde bir bataklığa dönüşür. Bu tüm konuşmalara, vücut diline
bile yayılır.
Devletin kendisi de bizzat böyle örgütlenir.
Bu nedenle sarı taksiciler aslında plakalarıyla, göz
yummalarla, rüşvetleriyle, mafialarıyla hatta onda çalışan ücretlileriyle bu
devletin küçük bir örneği, onun örgütlenmesinin bir aracıdırlar.
Bu çatışmada sosyalistlerin ve demokratların böyle bir bakış açısından devletin merkezi, keyfi, çürütücü niteliğini, bunun taksicileri nasıl insanlıktan çıkardığını göstermeleri; dolayısıyla insanları bu merkezi ve bürokratik devleti parçalamadan en küçük bir demokrasi olamayacağını söylemeleri gerekirken, bunu bu devlete karşı mücadelenin bir hareket yapmaları gerekirken, çok bilmiş Marksist pozlarda bu ikisi ötesinde bir üçüncü çözüm vardır, toplu taşımacılıktır demeleri gerçek mücadeleden kaçmanın ve bu devleti gözlerden gizleyerek ona destek olanın ta kendisinden başka bir şey değildir.
Bu çatışmada sosyalistlerin ve demokratların böyle bir bakış açısından devletin merkezi, keyfi, çürütücü niteliğini, bunun taksicileri nasıl insanlıktan çıkardığını göstermeleri; dolayısıyla insanları bu merkezi ve bürokratik devleti parçalamadan en küçük bir demokrasi olamayacağını söylemeleri gerekirken, bunu bu devlete karşı mücadelenin bir hareket yapmaları gerekirken, çok bilmiş Marksist pozlarda bu ikisi ötesinde bir üçüncü çözüm vardır, toplu taşımacılıktır demeleri gerçek mücadeleden kaçmanın ve bu devleti gözlerden gizleyerek ona destek olanın ta kendisinden başka bir şey değildir.
Özetle Türkiye’de demokrat yok.
Demokrat yok çünkü sosyalist yok.
Çünkü sosyalistler ancak gerçek demokratlar olabilir.
Gerçek demokratların; yani sosyalistlerin olmadığı bir yerde
demokrat dolayısıyla demokrasi mücadelesi de olamaz.
Ve işte Afrin böyle bombalanırken protesto edecek kimse
bulunmaz.
16 Mart 2018 Cuma
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder