(Bugün sabah eski
Devrimci İşçi’den iki arkadaşa rastladım. Kısa bir hoşbeşten sonra Ali Dayı’nın
vefatı dolayısıyla yapılacak anmaya gideceklerini söylediler. Ali Dayı (İbrahim
Sevimli) vefat edeli 12 yıl olmuş. Biz de kendi meşrebimizce analım vefat ettiği
zamanlarda ardından yazdığımız bir yazıyla.
Bu yazıda sözü geçen
dönemler hakkında daha ayrıntılı bilgi ve yazılar Göçmenler,
Siyahlar ve Irkçılık Üzerine (linkleri tıklayınız) Vefat eden diğer dostlar
üzerine yazdıklarımız da Gidenlerin
Ardından başlığı atındaki kitaplarda bulunmaktadır. İndirilebilir.
15 Şubat 2014
Cumartesi
Demir Küçükaydın)
*
Sıra bizim kuşağa geldi. Ölüm kol geziyor. Geçen hafta Ayşe
Zarakolu ve Veli Gürcan’ı yitirmiştik, dün de kendi güzel deyişiyle “göbek adı”
(Yeni Zamanlar’ın 5. sayısına yazdığı
sunuş yazısında, o sayıdaki yazarları tanıtırken şöyle yazıyordu: “Dergimizde
yeni imzaları görmek bizleri sevindiriyor. ..Nabi Yağcı (bir zamanlar bir
çoğumuz gibi göbek adıyla çağırılıyordu: Haydar Kutlu)” “Ali Dayı” olan İbrahim Sevimli’yi
yitirdik.
Geçen yaz Orhan Çalışır’ın Akkuyu ile ilgili olarak yaptığı
filimin Bremen’deki ilk gösterisinde karşılaşmıştık. Yeni Zamanlar’ın bir yıl önceki bitişinden sonra, Avrupa’daki
Türkiyelilerin ya da yine onun son zamanlarda kullanmayı tercih ettiği
deyişiyle “Ön veya Küçük Asyalıların”
radikallerinden elde kalanlarıyla Avrupa’daki göçmen azınlıklara yönelik bir
yayın için bir girişimde bulunma gereğinden; hazırladığı kitabından konuşmuş,
ilerdeki günlerde daha ayrıntılı ve derinliğine konuşmak için sözleşmiştik.
Epey bir süre ses çıkmamıştı ve bu zaman içinde Kanser olduğunu duymuştum.
Meğer o konuşmamızdan bir kaç gün sonra hastalığını öğrenmiş.
Sonra bir kaç arkadaş hastanede yatarken ziyaret etmiştik. Hatta
birkaç resim de çekmiştik. Hastalığı başka organlara da sıçramıştı. Artık ışın
ve kimyasal tedavi aşamasına gelinmişti. Hastalığının ağırlığının bilincindeydi
ve buna rağmen moralini bozmuyor, bizlerle şakalaşıyordu. Daha sonra başka bir
hastaneye götürüldü. Tekrar geri geldi. Artık esas olarak evinde tedavi görüyordu.
En son geçen hafta telefonla konuşmuştuk. Beynine de
sıçradığını söylemişti. Tedavinin netice verip vermediğini sorunca, “şimdi ışın tedavisi yapılıyor, biraz küçülme
varmış ama benim vücudum dayanamadı, şimdi ışın vermeyi durdurdular biraz
toparlanmam için, şimdi damardan gıda veriliyor” demişti. Tıbbın
ilerlediğinden, daha önce umutsuz durumda iyileşenlerden örneklerle, moralini
bozmaması gerektiğinden söz edince, “biliyorum,
moral çok önemli, ben de bozmamaya çalışıyorum” demişti. Yakında
Hamburg’tan bir kaç arkadaş geleceğimizi söyleyince, “gelmeden önce haber verin. Bazen yorgun oluyorum, bazen herkes aynı
anda geliyor, gerçi ilk sıralardaki gibi değil, gelenler azaldı ama yine de
geldiler mi herkes aynı anda geliyor” demişti. Niye hastanede değil de
evde olduğunu sorunca da, “hem benim
için hem sigorta için iyi, evde yatmamız sigortaya daha ucuza mal oluyor, onun
için onlar evde tedaviyi tercih ediyorlar” diyerek inceden alay etmişti
sistemle.
Son konuşmamız olduğunu bilemezdim. Hastalığı bizlerden hızlı
çıktı. Günlük hayatın küçük işleri içinde ertelenmiş bir ziyaretin vicdan
azabı, bir görevini yapmamışlık duygusu derinden derine içimi kemiriyor. Hep
öyle olmuyor mu? Aslında son derece önemsiz işlerin hayatımızı doldurduğunu
görmüyor muyuz. Ve her seferinde kendimize daha kalıcı, insani, yürekten olana
daha fazla dikkat ve zaman ayıracağımız sözünü verip, bir süre sonra tekrar
metalaşmış ilişkilerin, küçük işlerin girdabına kapılıp gitmiyor muyuz? Modern
yaşamın kurutup çöle çevirdiği hayatımızda sevgililere, dostlara ayrılan
zamanlar ve dikkatler giderek daha seyrekleşen vahalar olmaya devam ediyor.
*
Ali Dayı’yı çok yakından tanımam da aslında. 1984 yılında
Avrupa’ya çıktığımda, Demokrat
gazetesi kapanmış; Dev-Yol bir dağılış ve çözülme sürecine girmişti. Uzaktan
uzağa, Dev-Yol’un “Ali Dayıcılar” ve
“Tanerciler” diye ikiye bölündüğünden
söz edildiğini duyuyorduk. Hamburg’ta yaşadığımız ve Hamburg da “Tanerciler”in kalesi olduğu için “Tanerciler”i azçok yakından biliyorduk.
Ama bu Ali Dayı da kim olaydı ki? Kendine “dayı” falan dediğine göre,
Partizancıların herkese “Kirve”
demesi gibi, insanların köylü yanlarına, delikanlılık yanlarına hitap eden bir
adlandırma mıydı bu acaba? Sonra bir toplantıda uzaktan göstermişlerdi “Ali Dayı”yı. Bir yerlerden tanıyordum,
12 Mart öncesinden belli ki bir yerlerde görmüşlüğüm vardı. Sonra hakiki adının
İbrahim Sevimli olduğunu duyunca taşlar yerli yerine oturmuştu. İbrahim Sevimli
yıllardır duyduğumuz bir isimdi. O yüzün sahibi demek ki İbrahim Sevimli idi ve
de o da “Devrimci İşçi”nin önderi Ali
Dayı.
Bir insanın birçok yönleri vardır. İnsanlar o insanı çoğu
kez sonsuz sayıdaki yönlerinden biriyle veya bir kaçıyla tanırlar. Benim Ali
Dayıyı tanıdığım yönleri belki onun en önemsiz yönlerinden olabilirler. Ama ben
kendi açımdan Ali Dayı’yı nasıl tanıdım, nasıl yaşadım, ondan söz etmek
istiyorum. Herkesin anlatacağı bu “puzzle”ın bir yanını tamamlar. Gerçi tüm
parçaların bir araya gelip eksiksiz bir resim elde edilmesi hiç bir zaman
mümkün değildir ama, her parça, her yön çizgilerin biraz daha netleşmesini
sağlar.
*
Reagan ve Teatcherizmin zirvede olduğu dönemlerdi.
Muhafazakârlar ve dönüşümcüler rolleri değişmiş gibiydiler. Klasik anlamıyla
var olan değerleri koruma politikalarının savunucusu olan muhafazakârlar
birbiri ardı sıra toplumu alt üst eden değişiklikleri yaparken, sol ya da
liberaller onlar karşısında var olanı korumaya; değişikliklere karşı çıkan
pozisyonlara geçmişlerdi. Adeta roller değişmişti. Buna aynı zamanda solun
ideolojik ve entelektüel insiyatif ve çekiciliğini yitirmesi eşlik ediyordu.
Avrupa’ya çıktığım tarih, aynı zamanda Türkiyelilerin en
yoğun olduğu Almanya’da politik manzarada köklü değişikliklerin gerçekleştiği
bir dönemdi. İktidara Kohl hükümeti gelmişti ve aynı seçimlerde Yeşiller büyük
bir seçim başarısıyla parlamentoyu girmişlerdi. Barış Hareketi zirvesini
yaşıyor, bir milyon kişi füzelerin konuşlandırılmasını protesto ediyordu. Kadın
Hareketi de hala inişe geçmemişti. Ama bu sol yükselişler, aynı zamanda solun
bütün ideolojik inisiyatifi yitirdiği bir tarihsel iklimde gerçekleştiğinden;
bu hareketlerin radikal eleştirileri aynı zamanda onların içsel dinamikleriyle
zorunlu bir ilişki içinde olmayan klişe ve sağ bir söylemle örtülmüş
bulunuyordu.
Yetmişli yılların sonunda, Türkiye’de yükselen mücadelenin
ve politikleşmenin etkisiyle Avrupa’da Türkiyeliler arasında ortaya çıkan
radikalleşme ve politikleşme dalgası, dünyadaki bu değişikliklerden zerrece
etkilenmiyor, onlara karşı, problematikleriyle, ilgileriyle başka galaksiler
kadar uzak bulunuyordu. Avrupa’daki bu dalga daha hızını almadan, tepe
noktasına varmadan, 12 Eylül darbesi gelmiş, 12 Eylülle birlikte Osmanlı’daki
Jön Türkler’den beri en büyük politik göç dalgası yaşanmış, Hem darbeye duyulan
tepki; hem Türkiye’den gelenlerin etkisiyle, Türkiye’deki hareket, 12 Eylülün
ertesi günü, aslında yorulma çoktan başladığından, pratik olarak adeta bıçakla
kesilmiş gibi bitmesine rağmen, Avrupa’da bir süre daha yükselmeye devam
etmişti.
Ne var ki, taşıma suyla değirmen dönmeyeceğinden, bir süre
sonra, Dünya’da esen Yeni Muhafazakâr
rüzgarlar, Türkiye’de yükselen Özalizm gibi bir çok faktörün de etkisiyle
seksenlerin ortalarına doğru, 12 Eylül mitinglerine artık eskisi gibi geniş
kitleler katılmaz; derneklere klasik müdavimleri dışında başkaları ayak basmaz
olmuştu. 12 Eylül sonrasında, tıpkı 12 Mart sonrasında olduğu gibi bir kitle
hareketinin yükselişi, radikalleşme bekleyenler hüsrana uğramıştı. Meyveleri
Özalizm topluyordu artık.
Kürdistan’da bir radikalleşme ve yükseliş, tam da Türkiye’de
Özalizmin yükselişe geçtiği; Türkiye solunun dinamizmini yitirdiği bu dönemde
başlamıştı. Ama artık Kürdistan ayrı bir dünya idi ve birinin inerken diğerinin
yükselişe geçişi aynı zamanda onların arasındaki etkileri bu güre kadar sürecek
dalga boyu kopukluğunun da önemli nedenlerinden biri olmaya devam edecekti.
Gençliğini soluyan, önünde ufukları açık, dinamizmini yaşayan bir insanla,
artık inişe geçmiş, geçmişindeki şanlı günlerin analarıyla oyalanan, hiç bir
gelecek perspektifi olmayan yaşlı bir insan arasındaki ruhsal uyumsuzluk gibi
bir uyumsuzluktur bundan sonra Kürt Ulusal Hareketi ile Türk Solu arasındaki
ruhsal kopukluk.
Hareketlerdeki bu gerileme elbette onların içinde krizlere
de, arayışlara da yol açmıştı. Ve her zaman olduğu gibi, en büyük hareketler, modern
toplumsal tabakalarla daha doğrudan canlı bağları olan hareketler, bilinçsiz de
olsa bu gerileme ve sonuçlarını ilk duyan ve arayışa giren hareketler oluyordu.
Tabii Dev-Yol en etkili ve büyük hareket olarak, aynı zamanda Avrupa’daki
Türkiyelilerin daha şehirli ve modern tabakalarına dayanan bir hareket olarak
bu toplumsal değişmelerin etkisini ilk duyan hareket olmuştu.
Ve her zaman, her bölünmede olduğu gibi, daha aydın, daha
şehirli ve modern kesimler, başlayan krizle birlikte ilk soruları soranlar ve
arayışa yönelenler olmuştu. Ortaya her bölünmede ortaya çıkan tipik ayrım
çıkmıştı. Bir yanda daha soru soran, daha açık, daha şehirli daha modern daha
reformizme ve öğretiyi revize etmeye ve de sisteme adapte olmaya eğilimli “Tanerciler”, diğer yanda daha kapalı,
daha bir köylü ama daha inançlı ve daha radikal eski değerleri savunmaya ve
sürdürmeye niyetli, ama daha dogmatik ve sekter “Ali Dayıcılar” vardı artık.
Kriz dolayısıyla arayışa yönelenlerin teorisyeni durumundaki
kişi elbette Taner’di ve o belli nesnel eğilimleri daha cesur, daha net ve
sistematik olarak ifade ediyordu. Kimileri hala bu bölünme ve dağılmaları bir
takım liderlerin marifeti, onlar öyle yapmasa sanki öyle olmayacakmış gibi
görürler. Aslında farkına varmadan o eleştirdikleri kişilere bir tarih ve
toplum üstü güç de atfederler.
Kişilerin etkisi olmaz mı, olur, ama sanıldığından çok daha
sınırlıdır bu. O belli eğilimlere ters düşse, en ufak bir yankı bulmaz ve
tecrit olurdu.
Taner’in yaptığı neydi? Aslında krizi doğru teşhis ediyordu.
Avrupa’daki Dev-Yol hareketi de, bir gerileme dönemine girmişti. Avrupa’daki
politik faaliyetler daima ayakları ve gövdesiyle burada, kafasıyla Türkiye’de
olmuş, buradaki göçmen azınlıkları Türkiye’deki mücadelenin sadece yedek deposu
ve lojistik destek üssü olarak görmüştü. Şimdi Türkiye’nin ateşi sönünce,
birden bire ayakların altındaki toprak kaymaya başlamıştı. Elbette yapılacak
iş, buradaki göçmen azınlıkların kendi sorunlarına yönelmek olabilirdi. Kanımca
bu doğruydu. Ama bu soruna Taner tarafından öngörülen çıkış yolu ve ideolojide
problem vardı.
Bu arayış, Almanya’da Yeşiller, Barış, Feminist hareketin
zirvesini yaşadığı bir dönemde; yeni muhafazakarlığın ideolojik saldırısının
zirvesinde olduğu bir dönemde başlamış ve doğal olarak bunlardan etkilenmişti.
Taner Akçam, Yeşiller’den, Bahro’dan, yeşillere gitmiş eski KB’lilerden (Thomas
Ebermann, Reiner Trampert) aldıklarını, yüzeysel ve kolay yutulur ve ilk
bakışta çarpıcı formüller halinde ortaya koyuyordu. Daha sonra ÖDP’nin
kuruluşunda da görülecek türden sloganlar, o zaman Avrupa’daki Dev-Yol
çevrelerinde bozuk para gibi kullanılıyordu.
Avrupa Amerika’daki kültürel ve entelektüel iklim
değişikliklerini on yıl geriden izler, Türkiye de Avrupa’dakileri on yıl
geriden. ÖDP kuruluşu sırasında yepyeni gibi ortaya konan, bu gün ÖDP’ye egemen
çizginin çok kullandığı klişe ve sloganlar, Avrupa’daki Dev-Yol bölünmesinde, o
zamanın adıyla “Yönelimciler”, “Tanerciler” veya “Göçmenciler” tarafından tıpı tıpına kullanılıyordu. ÖDP, aynı
filmin ikinci oynanışıdır. Birincisi trajediyle bitmişti, ÖDP komedi bile
değil, bir vodvil olarak sürüyor.
Taner Akçam, krizden daha da radikalleşerek, teoride daha
derinleşerek ve Marksizm’in özüne yönelerek bir çıkış aramıyordu. Basit ve çarpıcı formüllerle o sıralar Alman
solunda yaygın kimi moda sloganları tekrarlayarak ve adapte ederek aslında o
bunalımdan bir devrimci yönelişe gidişin önüne bir engel oluşturuyordu ve
herkes bunların peşine takılıyordu.
Başka türlüsü de beklenemezdi. Türkiye solu iki büyük sürgün
dalgası yaşamıştı. Biri Osmanlı’daki Genç Osmanlılar ve Jön Türkler’di. Onlar
hiç bir zaman o zamanın Avrupa’sındaki, en ileri akımlara bir ilgi duymamışlar,
bir rezonansa girmemişlerdi. Avrupa’dan Marksizm’i değil, pozitivizmin en kötü
kopyalarını getirmişlerdi. Ziya Gökalp, Durkheim ve Comte’u, Prens Sabahattin
Le Play “sosyoloji”sini.
Aynı dönemde Rus aydınları ise, Marks’la yazışıyorlar, çağın
en ileri düşünce akımlarını tanıyorlar ve o alanlarda orijinal eserler
veriyorlardı. Bunun nedeni, Türk aydınlarının, çöken bir imparatorluğu yaşatma
paradigmasına bağlı oluşları; bu paradigmanın ise sınıf mücadelesi ve burjuva
toplumunun eleştirisine zerrece bir ilgi gösteremeyeceğiydi. Son duruşmada,
Osmanlı’da kapitalizmin gelişmemişliği de denebilir ama bu yanlış olur. Aynı
toplumsal ekonomik sistem içinde yaşamalarına rağmen Ermeniler ve Balkan
uluslarında pek ala sosyalizme ilgi gösterenler çıkabiliyordu. Bu nedenle
ilgisizliğe esas neden, Türk aydınlarının egemen ulus olmalarıydı.
Türk aydını, ancak elde savunulacak bir şey olmayınca, Rus
Devriminin de etkisiyle sosyalizme ilgi duymuştur. Sadrettin Celal, Şefik
Hüsnü, Mustafa Suphi, Ethem Nejat hep Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları ve
Ekim devrimi, Spartakist Ayaklanması gibi olayların doğrudan etkisi altında
sosyalizme yönelmişlerdir.
1980’lerdeki, Türk solcusunun ve aydınının tarihindeki
ikinci büyük sürgün dalgası olduğunda, Türkiye’li devrimci ve solcular,
Avrupa’daki en modern ve ileri fikir akımlarıyla yankı uyandıracak bir
toplumsal temele sahiptiler, onlar artık Genç Osmanlılar veya Genç Türkler’e
değil, Rus Devrimcilerine benziyorlardı. Ama bu sefer, Marksizm bir yükseliş
içinde olmak bir yana, tam anlamıyla bir unutulmuşluk ve gerileme içinde
bulunuyordu. Alabilecekleri en ileri şey, belki yeni sosyal hareketlerin
paradigmaları olabilirdi. Ama bunlar da zaten gerici bir ideolojik kabuk içinde
bulunuyordu.
İşte Taner Akçam, bu yeni paradigmaları; moda sloganları ve
gerici eğilimleri bir arada Dev-Yol’daki bunalıma bir çözüm olarak sunuyordu.
Fakat bununla aynı zamanda Almanya’da bu yönelişin alıcısı
olan bir toplumsal tabaka da oluşuyordu. Yetmişli yıllara kadar, Almanya’daki
işçilerin aileleri Türkiye’deydi ve kendileri genellikle büyük yığınlar halinde
işçi yurtlarında kalıyorlardı. İşçi alımının durdurulması, Aile birleşmelerinin
başlamasıyla birlikte Almanya’daki göçmen işçilerin yapısında da kökten bir
değişim başlamıştı. Aynı sıralarda iktidara gelen Kohl hükümeti, göçmenlerin
“entegrasyon”unu onların kendi gayretine bırakan ve onları buna zorlayan bir
politikayı benimsemişti. Bu politikanın bir diğer ucu da, “Sosyal Arbeiter”liğin yaygınlaşmasıydı. Yani, Almanya’nın,
İşçilerin entegrasyon sorunlarıyla ilgilenecek sosyal danışmanlara ihtiyacı
vardı. Bu sosyal danışmanlar ise, 12 Eylül sürgünleriyle, Türkiye’deki siyasi
mahalle çalışmalarında pratik sahibi bile olmuş ve artık şimdi hareket
küllenmeye başladığında artık iş derdine düşmüş politik ve aydın göçmenler
arasında hazır ve eğitilmiş iş gücü olarak tabur tabur ve hazır olarak
bulunuyordu. Yani fiilen şöyle bir bölünme vardı. Sıradan işçiler ve onların
sorunlarıyla ilgilenen, aydın politik göçmenlerden oluşan sosyal danışmanlar.
Her sistem cellat ve rahiplere dayanır. Ot ve sopa. 12 Eylül
öncesinin devrimcileri olan Aydınlar, şimdi Almanya’da yabancılar dairesinin
cellat fonksiyonu gören memurları karşısında, sistemin rahipleri işlevini
üstleniyorlardı.
Alman kapitalizminin ihtiyaçlarına uygun bu gelişme aynı
zamanda yeni bir sınıf bölümlenmesiydi. Dün hareket yükselirken, işçilerde
misafir kalan, onların bağışlarıyla yaşayan, onların tenceresinden yiyen, aydın
göçmenler, yani “devrimciler” sosyal danışman olan yeni meslekleriyle artık
devletten maaş alıyorlardı.
Bu yeni yaşadıkları durum ile hala kafalarında yaşayan
geçmişleri ve idealleri arasındaki uçurumu giderecek bir ideoloji olarak da
Taner Akçam’ın söyledikleri, o hazır formüller, somut bir işlev görüyorlardı.
İnsan böylece yaptığı rahipliği hala eski devrimci faaliyetinin eski dogmatik
takıntılarından kurtulmuş, daha modern ve açık biçimi olarak da anlayabilir ve
savunabilirdi. Fiilen olan buydu da.
Bu fiili sosyolojik bölünmenin ifadesiydi aynı zamanda Ali
Dayıcılar ve Tanerciler bölünmesi. Ali Dayıcılar bir bakıma bu bölünmede
işçileri, işçilerin o sosyal danışmanlara mesafeli ve kuşkulu bakışını, bu
toplum karşısında göçmen işçilerin içine kapanışının eğilimlerini yansıtıyordu.
Tanerciler ise bu bölünmede sosyal danışmanlar tabakasının eğilimlerini. Bu
eğilimler ideolojik olarak yeşiller, kadın hareketi vs.den alınmış bir takım
klişe formüllerin ardında kendini radikal gibi gösterme olanağı da buluyordu.
Tabii bu bağlamda, göçmenler sorununun bunca ilgi görmesi, aslında bu yeni
sosyal danışmanlar tabakasının yaptığı işle de bağlantılıydı. Böylece
yaptıkları işin, yani göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenmenin, devrimci bir iş
olduğunu savunma olanağı buluyorlardı. Böylece, aslında göçmenler sorununun
varlığını görme ve ona yönelme, bu sosyolojik değişim ve dönemin ideolojik
atmosferi ve moda akımları ile gerçek anlamını yitirerek, yeni oluşan bir
tabakanın konumunu rasyonalize etme ve buna bağlı olarak sisteme uyumlu
ideolojik pozisyonlara geçişin aracı oluyordu.
Ali Dayıcılar bunu hissediyor ama özünü anlamadıklarından
görünümlerle hüküm verir oluyorlardı. Onların gözünde göçmenler sorununun
kendisinden söz etmek bile davayı terk etmeye bir bahane bulma çabası olarak
algılanır olmuştu.
Bu dönemde, Taner Akçam’dan farklı olarak, tamamen ondan da
bağımsızca ve önce göçmenler sorununun farkına varmıştım. (Bu sürece ilişkin “Hamburg Dersleri” adlı yazımızdan daha
ayrıntılı bilgi edinilebilir).
Bu durumda garip bir durum ortaya çıkıyordu bizim açımızdan.
Ali Dayıcılarla tartışırken, göçmenlerden söz edince, onların kafasında bu
sorundan söz etmek Marksizm’den uzaklaşma için bahane aramakla aynı olduğundan,
daha baştan bir önyargı duvarına tosluyor, bu sorunun varlığını kabul etmenin
Marksizm’den uzaklaşma ile ilgisinin olmadığı, aksine Marksizm’in bunu
gerektirdiği şeklindeki itirazlarımız zerrece ilgi ve yankı bulmuyordu.
Tersinden, göçmen hareketi içinde de Marksizm’den söz etmeye başladığımızda,
hemen taşlaşmış dogmatik damgasını yiyiveriyor, onlara da bir şey
anlatamıyorduk. Birbirini yaratan ve birbirlerinin varlılığına haklılık
kazandıran revizyonizm dogmatizm ikilemi rakipsiz egemenliğini sürdürüyordu.
Tabii Kürt solunda durum daha da kötüydü. Kürdistan’da
yükselen mücadele öyleydi ki, onların böyle şeylerle ilgilenecek zamanları
yoktu ve onlar bir göçmenler sorununda yoğunlaşmayı, Avrupada’ki göçmen
işçileri ve göçmen azınlıkları kendi buradaki sorunlarından dolayı harekete
geçirmeyi, Kürdistan’daki mücadelenin gücünü zayıflatan, onu yıkmaya çalışan
bir rakip olarak görüyorlardı. Ve işin ilginci bütün bunlar da, bir göçmen
hareketinin oluşmasını engelliyordu. Böylece Alman devletinin çıkarları ile bir
göçmen hareketini kuşkuyla karşılayan ve onu fiilen engelleyici bir işlev gören
Türk ve Kürt solunun yaptıkları tencere ve kapak gibi birbirine uyuyordu.
Ayrıca burada Kürt hareketi bakımından bir sorun daha
bulunuyordu. Kürt hareketi için, Avrupa ve Alman devletiyle ilişkiler,
Kürdistan’daki mücadeleye bağlı olarak iyi bir düzeyde tutulmaya çalışılıyordu.
Göçmenler hareketine bir yöneliş, Avrupa hükümetlerinin canını sıkabilir ve
Kürt mücadelesine gösterdikleri toleransı kesmelerine de yol açabilirdi.
Tıpkı bir zamanlar Sovyetlerin, Komünist partileri dış
politikasının avadanlıkları olarak kullanması gibi, Kürt Hareketi ve Türk
devleti açısından da Avrupa’daki Türkler ve Kürtler, Avrupa’daki devletlerle
ilişkide, dış politikanın ve diplomasinin kullanılacak araçlarından başka bir
şey değildiler. Bunun çok kısa vadeli bir politika olduğuna yönelik Kürt
hareketine yaptığımız eleştiriler de anlayışsızlık duvarına çarpıyordu elbette.
Göçmenlere yönelik bir yayın organı çıkarma projesinde,
devletten her hangi bir yardıma dayanmayan, bütünüyle göçmenlerin bağış, imkan
ve girişimlerine dayanan bir yayın anlayışını savunmamız, Sosyal Demokrat
eyaletlerdeki hükümetlerle iyi ilişkide bulunanların sağladığı paralarla bir
göçmen dergisi çıkarmak isteyenler ve kendilerine bir arpalık veya gelecek
bulacaklarını düşünenlerin beklentileri uyuşmadığından her türlü ortak
girişimden de Taner Akçam ve çevresindekiler tarafından dışlandık.
Esas olarak “Tanerciler”den oluşan ekip bir süre sonra Kirpi diye bir dergi çıkardı, bir ölüm
olayını, başkalarına yükleme ve sonra da yapılanın ortaya çıkmasının da
hızlandırdığı bir süreç içinde giderek dağıldılar ve büyük bir bölümü bu yıkım
içinde sisteme entegre oldular.
Onların bu çözülüş dönemi, aynı zamanda, Almanya’daki faşist
saldırıların ve Türkiyeliler arasında radikalleşme ve politikleşme
eğilimlerinin canlandığı bir döneme denk düştü. Bu radikalleşme dalgası, Türk
solunun bu sorunun özgünlüğünü anlamaması (Örneğin buradaki Türk çocuklarının
Türk bayrağıyla dolaşmasını Türkiye’de egemen ulusun Türk bayrağıyla
dolaşmasıyla karıştırma gibi), Kürt Solunun bir rakip olarak görmesi nedeniyle
radikalleşen gençlerin soldan uzaklaşıp o sıra yükselişe geçen faşistlerin
etkisine girmesine yol açtı. Böylece Alman faşistlere karşı Türkiyeli gençlerin
tepkisi yine Türkiyeli faşist bir mecraya akmış oluyordu.
Bütün bu dönem boyunca sol ve radikal bir damar da daima
oldu, hem Türk soluna, hem Kürtlerin ilgisiz ve düşmanca tavırlarına; hem
sosyal danışmanların entegrasyon çabalarına; hem Alman solunun ince (latent)
ırkçılığına karşı direnen. Biz de her zaman bu radikal solun içinde yer aldık.
Bu dönemden Berlin’deki Anti-Faşist
Gençlik, Hamburg’tan Köxüz dergisi
çevresi, Frankfurt’tan Cafe Morgenlend
çevresi vs. zikredilebilir.
Bundan sonraki yıllarda, duvarın yıkılışı, çanak Antenler,
Türklerin sınıfsal yapısındaki değişmeler, Türkiye’deki şovenizmin yükselişinin
etkileri; Kürtlerin Kürdistan’daki mücadeleden başka bir şey görememeleri, Türk
devletinin buradaki Türkleri, Almanya’ya karşı bir tehdit ve pazarlık unsuru
olarak keşfetmesi ve bunu akıllıca kullanmak için strateji değiştirip
örgütlenmeye güç vermesi gibi birçok faktörün bir araya girmesi nedeniyle,
göçmenler hareketi daha ziyade, Afrikalı, doğu Avrupalılarla sınırlı bir alana
hapis oldu ve bu günlere gelindi.
İşte bu göçmenlerdeki radikalleşme eğilimlerinin tükendiği,
solun ise Kürt hareketi hariç tümüyle duvarın yıkılışıyla hızlanan bir çözülme
sürecine girdiği dönemde, her grup, çevre örgüt gibi, Devrimci İşçi ya da “Ali
Dayıcılar” da belli bir çözülmeye uğramıştı. İşte bu dönemde, Ali Dayı’nın
göçmenlerin sorunlarına ilgisi ve bu sorunlarda yoğunlaşması başladı.
Yıllarca “Ali
Dayıcılar”ın göçmen sorunundan söz etmeyi adeta Marksizm’e ve devrimciliğe
ihanet gibi gören yaklaşımlarına alışkın olanlar için bu epey şaşırtıcı bir
durumdu. Herkes şöyle diyordu, “yıllarca
Göçmen sorununa karşı çıktılar, şimdi Taner’in dediklerini bizzat kendileri
söylüyor”.
Bu eleştiri ilk bakışta haklı gibi görünse de, yüzeyde bir
hükmü yansıtır. Onların bu konuya karşı çıkmalarının nedeni, Göçmencilerdeki
(Tanercilerdeki) sağa kaymaydı, bir yanılsamanın ürünü olarak, bu sağa kaymanın
göçmen sorunuyla bağlı olduğu gibi bir sonuç çıkarıyorlardı. Eğer Taner’in
göçmen sorununa yönelişine bir sağa kayma eşlik etmeseydi veya bu sağa kayışın
bir örtüsü olmasaydı, pek ala Türkiye solu daha baştan bu sorunu ciddi bir
sorun olarak tartışabilirdi.
Şimdi Ali Dayı, tam da bunu yapıyordu ya da yapmaya
çalışıyordu. Ama artık çok geçti, “Ali
Dayıcılar” veya “Devrimci İşçi”
de dağılmış, Ali Dayı’nın söylediklerine kulak verecek pek kimse de kalmamıştı.
Ali Dayı’nın yaşadığı, geç gelmenin avantajları değil; geç kalmanın
dezavantajlarıydı artık.
Bizim için Ali Dayı’nın bu yöndeki evrimi büyük bir sürpriz
olmamıştı. Bizim Göçmen hareketinin sorunları konusunda yazdıklarımızı okuduğunu
(ki çoğu, Taner veya Göçmencilere yönelik eleştirilerimiz ve polemiklerden
oluşuyordu), bir yakını aracılığıyla bizden bu yazıları istediğinden dolayı
biliyorduk.
Ali Dayı’nın göçmen sorunlarına yönelmesi, Taner’lerinkinden
tamamen ters bir anlamdaydı. Radikal pozisyonları terk etmek değil, biçimsel
bir radikallikten, daha derin, öze değin bir radikalliğe geçiş anlamına
geliyordu. Bu da ister istemez, gerek göçmenler hareketi içindeki politik tavır
alışlar bakımından, gerek sosyalizm ve Marksizm’in sorunlarının tartışılması ve
tanımlanması bağlamında benzer veya yakın konumlarda, ya da aynı dalga boyunda
buluşmamıza yol açıyordu. Göçmenler Hareketi içinde de örneğin, Tanerler veya
diğer sol gruplar gibi, Sosyal Demokrat veya Yeşilci pozisyonlara değil, bizim
de içinde bulunduğumuz Köksüz gibi radikal Göçmen çizgi ve çevrelerine
yaklaşıyordu. Bu evrimi ve söz konusu yakınlığı bizzat kendisi, son
kitabının Önsözünde şöyle anlatıyordu:
“Benzetme uygunsa, bizim solun büyük bölümü,
Avrupa’da şemsiye kullanıp kullanmayacağına karar verirken Türkiye’deki hava
durumuna bakan bir şaşkına benziyor. Bir kesim ise oralarda nasıl bir siyaset
izleneceğine, örneğin toprak sorununun nasıl çözüleceğine, hangi partinin hangi
partiyle ittifak yapacağına buradan karar veriyor. Her iki tutumun birbirini
tamamladığı açık. Madalyonun iki yüzü derler ya, öyle bir şey. Böyle bir
solculuk anlayışıyla hesaplaşılmaz da ne yapılır?
Burada şunu itiraf etmek zorundayım: az önce
bir kaç fıça darbesiyle işaret edilen belli sol anlayışın oluşturulmasında
şöyle veya böyle benim de katkım ve sorumluluğum var. 10-12 yıl önce, nasıl bir
eser yanatmış olduğumuzu fark edince kendimle ve eserimizle hesaplaşmanın
kaçınılmaz olduğunu anladım. İlk sıralar ulaştığım sonuçların bazıları ilk
kitapta ve başka yerlerdeki yazılarda dile getirildi. Bu kitaptakiler ise,
bitmeyen bu hesaplaşmanın bazı yönlerden devamı.
Geriye dönüp bakınca, hayatın açığa çıkardığı
ve suratımıza Osmanlı Tokadı gibi çarpan ve normal bir insanın beyninde
şimşekler çaktıran bunca gerçeğe (benim ve başkalarının gösterdiği çabalar da
işin çabası) rağmen, bazılarının hala aynı yerde ve aynı şekilde duruşuna
şaşmamak mümkün değil.
“Köxüz”, “Kanak Attak” gibi çevreleri saymazsak Avrupa’daki sorunlarla
ilgilendiğini söyleyenlerin, ya da moda olduğu üzere ilgileniyor gibi
gözükenlerin çoğu ise konuya bir sosyal demokrat, bir Yeşilci gibi yaklaşıyor.
(...)” (İbrahim Sevimli, Kimliksiz
Cemaatler, s.13-14, Aralık 1999)
İbrahim Sevimli’nin göçmenlerin sorunlarına yönelişinin ilk ürünü “Uzun Bir Göç Öyküsü” olmuştu. Bu kitapta hala, bir Türk solcusu ve
Türkiye açısından göçmenlerin, Avrupa’dakilerin sorunlarını tartışır.
Kendisiyle bu dönemde kişisel olarak daha yakından tanışıp birlikte iş
yapma olanağı elde etmiştim. Eskiden uzaktan izlediğim insan gitmiş, daha
esnek, rahat, toleranslı bir insan gelmişti. Hiç bir şeyi önceden mahkûm
etmeyen; her şeyi anlamaya tartışmaya çalışan bir insan. Kendi hatalarını
açıkça ortaya koymaktan çekinmeyen ve çıkarılması gereken mantık sonuçlarına
götürmeye çalışan bir insan.
*
Duvarın
çöküşünden sonraki, yaprağın kımıldamadığı yıllarda, en azından Marksizm’i ve
devrimci konumları savunan ve her şeyi tartışan insanlar olarak bir dergi
çıkaralım projesiyle gelmişti. Bu projenin ürünü Sosyalizmin Sorunları dergisi
oldu. İki sayı çıkabildi bu dergi. Hukuki nedenlerle “kitap dizisi” biçiminde çıkıyordu. İlk sayının ağırlıklı konusu
“Sosyalizmin Sorunları”, ikinci sayının ağırlıklı konusu ise “Irkçılık ve Milliyetçilik” idi. Ağırlıklı konusu “Din” olan üçüncü sayı ise hiç çıkmadı.
Her derginin, her
örgütün, her girişimin bir motoru, bir lokomotifi olur. Elbet herkes bir
yerlerinden tutar, herkesin bir katkısı olur, ama bütün bunları bir araya
getiren, bıkmaksızın çaba harcayan birileri olmadan da, gönüllülüğe dayanan bir
ortamda işler başka türlü yürüyemez. Bu derginin motoru, lokomotifi de İbrahim
Sevimli idi.
Bu dergiyi
çıkarırken son gece toplanır, bütün yazıları, tek tek gözden geçirir, dizim
hatalarını düzeltir ve bir lazer yazıcıyla aydınger kâğıdına basıp Türkiye’de,
bütün sosyalistlerin yayınlarını basan adeta tek yayın evi olan Zarakolu’nun Belge Yayınevi’ne yollardık. O da
bunları basardı.
Bu gecelerde
Dev-Genç döneminde sabahlara kadar bildiri basıp koltukların üzerinde uyuya
kaldığımız günleri hatırlardık. Birbirimize “geçmişin
güzel günleri”ni yeniden yaşadığımızı itiraf etmiştik. Kendisi daha sonra,
benzer duyguları, yine kendisinin gayretiyle çıkan Yeni Zamanlar’ı çıkarırken
de yaşamış. Bunu şöyle anlatıyor Yeni
Zamanlar’ın birinci sayısının Çıkarken yazısında:
“(...)Yazıları
dizmeye ve sayfaları yapmaya başlayınca heyecanımız daha da arttı. Bilgisayarda
sayfaları yapmaya başladığımız ilk gün, saatlerin nasıl geçtiğini pek
anlamadık, bir baktık sabahın 5’i olmuş. Ertesi gün biraraya geldiğimizde
birbirimize bir önceki gün, eski günleri hatırlamış ve duygulanmış olduğumuzu
itiraf ettik. (...)
“Hazırladığımız
taslak sayfaları, Mehmet’in yeniden yaptığı kapağı ve logoyu diğer arkadaşlarla
birlikte tartışır ve değerlendirirken, herkeste yeni bir güven duygusunun
işaretlerini görmek, başka bir sevindirici durumdu. Sadece bu mu; farklı
yerlerden gelmiş olmakla birlikte bugün bir şeyleri paylaşıyor, birlikte
hareket ediyor, birlikte üretiyor olmanın verdiği hazzı herkesin yüzünde okumak
mümkündü. Hepimiz daha bir ışıltılı
gözlerle bakıyorduk sayfalara ve birbirimize. (...)”
*
Göçmenlerin
sorunlarına yönelme Ali Dayı’daki değişimin bir yanıydı, ama aynı zamanda
sosyalizmin sorunları bağlamındaki genel görüşlerinde de bir radikalleşme ve
derinleşme gözleniyordu. Bu özellikle iki alanda yoğunlaşmıştı.
Birisi, ulus
teorisi alanındaydı. Türk Sosyalist hareketindeki pek çok kişiden farklı
olarak, uluslar ve ulusçuluk konusunda, seksenli yılların başlarında Gellner,
Hobsbawm, B. Anderson gibi modern ulus teorisini şekillendirenlerin teorisini
benimsemiş, benim “Sosyalizmin Sorunları”
dergisinin ikinci sayısında yayınladığımız “Enternasyonalizmin Sonu”
yazısında ifade ettiğim görüşlerin benzerlerine ulaşmıştı.
Bu değişim kitabının
adında bile acıkça görülebilir: “Kimliksiz
Cemaatler”. Bu isim ulusçuluk ve
ulus araştırmaları alanında devrim yapmış temel kitaplardan biri olan, Benedict
Anderson’un “Hayali Cemaatler” kitabına bir gönderme; ondan bir
esinlenmedir aynı zamanda.
Bu yaklaşımı
Avrupa’daki göçmenlerin sorunları ve hareketin politik hedeflerini belirlemede
kullanmaya çalışıyordu. Kitabın içindeki birçok alt bölüm başlığı da ulusal olan
ile politik olanın bağının koparılması anlayışına bir yakınlık içerir. Örneğin
”Dansa değil, vatansızlığa davet” veya “Milli Kimlikler lütfen”
gibi alt bölüm başlıkları, ulusçuluğun ulus anlayışından, yani aynı zamanda
Marksizm’e de bulaşmış ama Marksizm’e yabancı bu ulus anlayışından kopuşun
sinyallerini verir.
Ancak
radikalleşmesi sadece ulusçulukla kopuşmayla sınırlı da değildir. Aynı zamanda
giderek, Aydınlanmanın Marksizm içindeki kalıntılarıyla, ilerleme anlayışıyla
da bir kopuş sürecine girmişti.
Yeni Zamanlar’ın mayıs-Haziran 2000 tarihli son ve altıncı
sayısında çıkan yazısında bu yönelişin izleri çok açıktır. Örneğin şöyle yazar:
“Geçmişte sol
saflarda Kemalizm üzerine bolca tartışma yapılmıştır. Bazı yönleriyle hala
devam eden bu tartışmalar genellikle Kürt meselesi, seçkincilik, Bonapartizm,
cuntacılık gibi konular etrafında dönmüştür. Kemalizm’i, bir modernleşme
(Batılılaşma) projesi olarak karşısına alıp eleştiren solcu kişi ve örgüt
sayısı yok denecek kadar azdır. Bunlar da genellikle alaya alınmıştır.
Bunun bir tek
açıklaması olabilir: bizim solun modernizmle ilgili bir derdi, bir sorunu
yoktur, aksine bizim sol onu olumlu bulmaktadır. Daha da ileri gidilebilir:
Bizim sol basbayağı modernisttir. “Emperyalist Avrupa’ya hayır” diyenler de,
“Emeğin Avrupası’nı” isteyenler de, “Avrupa, sadece (...) değildir,
eşitliklerin ve özgürlüklerin ve demokratik yönelimlerin de mekanıdır” diyenler
de Batı’cıdır.” (s. 43)
Yazının devamında
akılcılığın sorgulanması, dine terkedilmiş yüreğin tekrar sosyalizmce
kazanılmasını sorun edinir.
Bütün bunlar Ali
Dayının, ÖDP’de toplanan ve şimdi bir zamanlar Tanercilerin yaptığını, tıpkısı
tıpkısına daha kötü koşullarda tekrarlayan ÖDP’nin klişe ve moda sloganları
tekrarlamalarından çok farklı bir yöneliş içinde olduğunun ifadeleriydi.
Parlak, güzel ve moda sözlere itibar edilmiyor, burjuva uygarlığının temelleri
bir problem edilmeye, sosyalist düşüncenin bunlardan arındırılması problem
edilmeye çalışılıyordu.
Ancak bu
yaklaşımlar, görüşler ortalığı kaplamış genel eğilimlere pek uygun değildi
elbette. Belki bu nedenle, belli bir kenara itilmişlik duygusu içindeydi
sanırsam: Hiç bir zaman bir şey söylemese de, bir kenara atılmışlık, bir
kırgınlık içinde olduğu duygusu veriyordu. Çünkü bu görüşler ve yaklaşımların
piyasadaki basit klişe sloganları tekrarlayan ve bir zamanların göçmenciliğine
son derece benzeyen ÖDP’ye egemen çizgiyle pek uyuşmadığını görmemek için kör
olmak gerekir.
Ali Dayı’yı
aramızdan alan Kanserin birçok biyolojik, kimyasal nedenleri vardır elbette ama
bizlerin yaşamları ve bunların bizlerin manevi yaşantısında yaptıkları
etkilerin de bir payı olduğu görmezden gelinemez. Moralin insanların sağlıkları
üzerinde büyük etkisi olduğu; moral bozukluklarının vücudun savunma sistemini
nasıl etkilediği muhtemelen ilerde tıptaki gelişmelere bağlı olarak
keşfedilecektir. Ali Dayı’nın aramızdan böyle erken ayrılmasında, yaşadıklarının
manevi etkilerinin hiç mi payı yoktur acaba?
*
Ali Dayı’nın son
girişimi Yeni Zamanlar dergisi olmuştu. Onda, Sosyalizmin Sorunları dergisinde yarım kalanı sürdürmek istemişti.
Ama gitmedi. Toplam 300 tane bile satılıp okunmadığından söz etmişti son
konuşmalarımızdan birinde. İnsanlar okumuyor, yazmıyor artık diyordu ve maddi
olarak dergiyi çıkarmak olanaksız hale gelmişti.
Yeni Zamanlar’ın son sayısına yazdığı yazının son
satırlarında şunları söylüyordu:
“Buradaki fikirler
ve öneriler, Tanrıya inanmayı, dine ya da modern öncesi toplumsal siyasal
oluşumlara dönmeyi falan değil, kendi temiz ellerimizle dinlerin kirli tekeline
terk ettiğimiz, onlara kapalı av alanı olarak altın tepside ikram ettiğimiz
alanlar ve konular üzerine, devamla “yüreksiz dünya”yı (deyimin Marks’a ait
olduğunu söyleyelim ki Marksistler bana sert bir şekilde saldırmlasınlar; yoksa
beni “dinden çıkmış” mı sayacaklar) ve yüreksiz insanı yüreğe, kalbe, duyguya,
vicdana kavuşturmak, cüzdana esaretten kurtarmak, başka bir deyişle modernizmi,
sonuçta kendimizi sorgulamak için düşünmeye başlamayı gerektirir.
Kolay gelsin”
(S.49)
Ali Dayı’nın
üzerinde yoğunlaşmaya ömrünün izin vermediği bu görev, sanki onun bir vasiyeti
gibi. Ortaya koyduğu zorlu görevin bilincinde bizlere muzipçe “Kolay gelsin” diyor, işiniz zor
anlamında.
Bir soruyu doğru
sormak çözümün yarısı demektir. Ali Dayı soruyu doğru sorarak, işin yarısını
yapıyor ve geri kalanını geride kalanlara bırakıyordu.
11 Şubat 2002
Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder