İnternette Doğan’ın metroda fenalaşıp vefat ettiğini
okuyorum. Şaşkınım. İnanamıyorum.
Doğan’ı uğurlamaya gitmeli. Cenazesi nereden ne zaman
kalkacak acaba? Bizim kuşaktan arkadaşlar duymuşlar mıdır? Kimlere haber
verilebilir?
Ergun Aydınoğlu’nu arıyorum. O da az önce duymuş. “Ekşi Sözlüğü baktım, Doğan hakkında
yazılanları görünce üzüldüm, hak etmediği şeyler yazıyorlar” diyor. Cenaze
ile ilgili bir şey duyarsak birbirimizi bilgilendirelim diyoruz.
Ekşi sözlüğe bakıyorum. Evet, çok haksız, berbat şeyler yazılı.
Arada tek tük hakgüder olanlar da var gerçi. Yazanlar belli ki ulusalcılar.
Birkaç örnek:
“bana "akp'ye
nasil yaranabiliriz" dersi verebilir belki; kendisi bu isin nasil
yapilacagini gayet iyi biliyor. hos, ben ne yaparsam yapayim akp'ye yaranamam,
zaten yaranmak da istemem. midem kaldirmaz. akp'lilere yaranmaya calisirken
ustlerine kusabilirim.”
ama, bu sahis, bana
"demokrasi" dersi verebilecek son sahistir. "demokrasi"
dersini onder sav'dan bile alirim, dogan tarkan'dan almam. en azindan onder sav
akp yalakasi degil. sirf bu yonuyle bile dogan tarkan'dan daha demokratik
kaliyor.”
*
“majestelerinin
solcusu.
düzenin ideal
"solcu"sudur. keşke bütün sosyalistler doğan tarkan gibi olsaydı
başbakan buna pek mutlu olurdu.”
*
“bir kısım marksist
solcunun katıldığı programa hükümeti temsilen katılan parti başkanı, geleceğin
akp istanbul mv adayı.”
*
“hakkında her şeyi
iddia edebilir ama kesinlikle ne komünisttir, ne de sosyalist. devrimci hiç
değildir.”
Bu bayların anlamadığı ve anlayamayacağı şudur: Politik
olarak ne kadar yanlış olursa olsun Doğan Tarkan bir devrimciydi. Hayatını
ezilenlerin kurtuluşuna vakfetmiş bir insandı. Hiçbir zaman bu düzenin içinde
bir yer edinmek, bir yerlere ulaşmak gibi bir amacı yoktu.
İnsanları niyetleriyle yargılamaktan başka bir şey bilmeyen;
bir devrimci yükselişin havasını solumamış; devrimci geleneklerden bihaber
bugünkü kuşakların ve hele ulusalcıların anlayamayacağı bir dünyadır bu.
Kaldı ki, Doğan Tarkan’ın politik çizgisi ulusalcı
sosyalistlerinkinden bin kat daha doğru ve ezilenlerden yanaydı. Bir tek
kaygısı vardı: Türkiye’ye demokrasinin gelmesi. Bu amaç kendi başına bir amaç
haline gelmiş olabilirdi belki fiilen. Ama buna rağmen ezilenlerin yanında ve
doğru bir amaçtı. Bu amaca ulaşmak için yanlış taktikler izlemiş olamaz mı?
Olabilir. Ama bu taktik bir eleştiri olarak kalır. Politikaya, güçlere, onların
karakterlerine, eğilim ve çıkarlarına ilişkin bir analizi ve tartışmayı
gerektirir.
Ulusalcılar ise ahlaki eleştirilerden ve komplo
teorilerinden öteye bir kavrayış gücünden yoksunlar yukarıda aktarılmış
örneklerde görülebileceği gibi.
Bu bayların hiçbir zaman anlayamayacağı, insanların hiçbir
menfaat kaygısı ve ikbal hırsı olmadan da varsayımları; ideolojileri, metodolojik
yanlışları nedeniyle, yani tamamen nesnel olarak kendi öznel niyet ve
özlemlerine karşı görüşleri tüm içtenlikleriyle savunabilecekleridir.
Aslında, nasıl hakkında tarafsız bir mahkemenin kesinleşmiş
hükmü olmadıkça herkes masumsa; her hangi bir eleşetiride de insanları prensip
olarak tamamen iyi niyetli, ama mantıki ve metodolojik hataları veya olgulara
ilişkin bilgi yanlışları nedeniyle nesnel olarak niyet ve amaçlarına karşı
sonuçlar veren düşünce ve davranışlar içinde olarak kabul etmek ve öyle eleştirmek
gerekir.
Eleştireni de eleştirileni de geliştirecek doğru yöntem
budur.
Türkiye’de ise eleştiri, insanların kötü niyetli ve ahlaksız
oldukları; şu veya bu politik pozisyonu çıkarları veya menfaatleri nedeniyle
savundukları varsayımı üzerinden yapılır. Buna eleştiri denemez. Bu ahlaki
suçlamalardan başka bir anlama gelmez. Doğan’a karşı yazılmış bütün yazıların ve
söylenen sözlerin hepsinin ortak noktası budur.
*
Sonra Gün’ü (Zileli) arıyorum. Yeni haberi olmuş, cenazenin
ne zaman, nereden ve nasıl kalkacağını bilmiyormuş.
Acaba yeni bir haber var mı diye Google’ye Doğan’ın adını
veriyorum. Gün bir veda yazısı yazmış bile.
“Doğan Tarkan’ı
1960’lı gençlik mücadelesi yıllarından tanırım. Sol içinde hep ayrı yerlerde
olduk. 1990’larda, Stalin sorununda birbirimize yakındık. İngiltere’de
görüşmelerimiz oldu. SWP’nin kimi toplantılarında ve Sosyalist İşçi Grubunun
haftalık tartışma toplantılarında zaman zaman bir araya geldiğimiz oldu.
2000’lerin başlarında, Kadıköy’de bir sahafta bir kere karşılaştık ve ayak üstü
görüştük. Referandum sürecinde karşı karşıya geldik. Hakkında sert yazılar
yazdım. Ama şunu söylemek isterim: Son beş yıldaki hatalı çizgisine rağmen,
ömrünü bir devrimci olarak sürdürdü ve hayatı boyunca egemen düzenden hiçbir
ikbal talebi olmadı, her zaman devrimci tevazuyla yaşadı. Bir yoldaşı
kaybetmenin üzüntüsü içindeyim. Siyasi ve ideolojik zemin kaygandır. Bu kaygan
ortamda insan çeşitli hatalar yapabilir ama önemli olan, ayağımız kaysa da
düşmemek, düşsek bile ikbal için karşı tarafa geçmemektir. Doğan Tarkan, hatalarından
çok, sağlam karakterli bir sosyalist, bir devrimci olarak hatırlanacaktır.
Başımız sağolsun.”
Söylemek istediklerimi söylemiş Gün. Bu satırlar özellikle,
Gün’ün “Yettin Ama Doğan Tarkan…”[1]
başlıklı bir yıl kadar önce yazılmış yazısıyla birlikte ve yazısından sonra
önemli. Politik olarak en sert biçimde eleştirmek ama bir devrimci olarak
saygıda kusur etmemek.
Sonra 1968’lerin Dev-Genç İzmir Bölge Yürütmesinden Muzaffer
Doyum arıyor. Seksenli yılların ikinci yarısında Avrupa’daki Sosyalist
Forumlardan ve orada 68’liler olarak çektirdiğimiz bir resimden söz ediyoruz. Kimde
vardır? Nerededir?
Epey bir süre resmi arıyorum. Evet, dijitalize edilmiş. Tam
nerede ne zaman çektirmiştik? Hatırlayamıyorum. Resmi Facebook’a koyuyorum
Doğan’ı anmak için. Resimdekilerden Seyfi Cengiz yerini ve tarihini biliyormuş
meğer. Not düşmüş: “17-19 Nisan 1987
tarihlerinde Almanya Bingen'de yapılan "Sosyalist Forum".
Tarihöncesi kadar uzak.
Başka bir çağa ait o fotoğraf. Hayır, arada geçen zamandan
dolayı değil; o dönemin konuları ve dünyası başkaydı. Topu topu çeyrek
yüzyıllık bir zaman var. Ama o dünya en azından bir asır kadar uzak şimdi
yaşadığımız dünyaya.
Gün telefon ediyor. Yarın iki buçukta Karacaahmet Şakirin
Camii’nden kalkacakmış diyor. Haberi iletiyorum.
*
Yazı burada kalmıştı. Cenazeden önce tamamlayıp, sonuna daha
önce Doğan’la ilgili yazdığım yazıları da ekleyip öyle yayınlayayım diye düşünmüştüm.
O yazıları arayıp bulmak epey bir zamanımı aldığından, yetiştiremedim.
Ertesi gün Cami’ye gittik. Sezai Sarıoğlu da Doğan hakkında
söylenen ve yazılan seviyesizliklere tepkisini ifade ediyordu.
Bu durumda, ne yapıp edip, bir yazı yazmak ve Doğan’a sahip
çıkmak şart oldu diye düşündüm.
Aslında Dev Gençliler ve Devrimciler, Doğan’ın cenazesine
gelerek, politik olarak ne gibi eleştirileri olursa olsun, onu bir devrimci,
bir yoldaş olarak gördüklerini ifade etmiş oldular. Bu, o çapsızlara ve
ulusalcılara karşı en iyi cevaptır. Binlerce sözden daha etkilidir.
*
Doğan’ın cenazesinde, farklı çağların tortularının bir fay
hattında, kat kat yığılmaları gibi, onun hayatının farklı dönemlerinin
ilişkileri aynı yerde yığılmış bulunuyorlardı.
Türkiye’ye döndükten sonraki partisinden genellikle genç
arkadaşları, daha ziyade liberal veya demokrat denebilecek çevrelerden son
yıllarda benzer ve yakın pozisyonlarda bulunanlar; genellikle Doğan’la
Türkiye’ye dönüşünden önce yolu kesişmiş veya birlikte çalışmış, eskiler (68’li
ve 78’liler) küçük yoğunlaşmalar halinde farklı çağların tortuları gibiydiler.
Bunların da önemli bir bölümü bir zamanlar aynı örgütte yer aldığı Kurtuluş’tan
olanlardı.
Doğan’ın hayatı belli dönemlere ayrılır.
Herkesin hayatı böyle değildir.
Kimileri benim gibi, her yerde ve hiçbir yerde; sürekli bir
gurbet ve yabancılık duygusu içinde; uzun yıllar içinde yaşadıkları veya
yaşayacakları hiçbir çevre olmadan yaşarlar. Hiçbir yere ait değildirler.
Hiçbir yerde kendilerini evde hissetmezler. Bunu insan çoğu kez kendisi bile
seçmez. Hapiste veya Sürgünde insan birlikte olacağı, yıllarını geçireceği
insanları kendisi seçemez. Bu hayatlar, tatsız, zor ve yalnız hayatlardır. Ama
aynı zamanda, hep aynı çevrenin içinde yaşayanların zamanla oluşan dar
görüşlülüğünden de insanı belli ölçüde korurlar. Tarih gibi hayat da hiçbir
şeyi karşılıksız vermez.
Kimi hayatlar, hep aynı vadide akarlar. Aynı çevre çok uzun
yıllar o kişinin yaşadığı esas ortam olur. Örneğin Kurtuluş’tan Mahir, İlhami
veya Kaçar. Dev-Yol veya Halkın Kurtuluşu’nun yöneticileri. Onlarca yıldır hep
aynı örgüt ve çevre içindeler. Bölünmeler ve ayrılıklar olsa da hep DNA’sı aynı
olanların, aynı politik kültürün ve stilin içinde yetişmiş ve var olmuş
insanlarla oldular. Bu onlara belli bir evinde olma hissi, bir emniyet duygusu
veriyor olmalı.
Doğan’ın hayatı bu iki ucun arasında sayılabilir. Onun
hayatında birbirini izleyen oldukça farklı dönemler ve çevreler var. Doğan 12
Mart Dönemi’ne kadar TİP paralelindeki Sosyalist gençlerdendi. Hiçbir zaman Dev
Genç’li olmadı. Bambaşka bir dünyaya aitti. 12 Mart sonrası dönemde
Dev-Genç’ten gelen Kurtuluş’la birleşti, Bu bambaşka bir politik kültür, başka
kotlar demekti. Ama bu birleşme hiçbir zaman bir amalgam olma veya kaynaşmaya
dönüşememiş ki, daha sonra 12 Eylül sonrasında Kurtuluş’tan koptu. Seksenlerin
ikinci yarısında bir arayış dönemi yaşadı. O dönemde kendileri gibi arayışa
düşmüş bambaşka çevrelerle karşılaştı, henüz Troçkist değildi[2].
Sonra Duvar yıkıldı ve aşağı yukarı o zamanlarda hem Troçki adına bağlı Tony
Cliff’in örgütüne girdi hem de Türkiye’ye döndü.
Ondan sonra çok yakından izlemedim. Ama bu dönemi de sanırım
ikiye ayrılabilir. Hala klasik “sınıfçı” olduğu dönem, yani politik olarak,
örneğin seçimlerde, “ne de olsa sosyal demokrat ve işçiler ona o veriyorlar”
diyerek CHP’ye oy verilmesini istediği; teorik olarak ta Ekim Devrimi’nden
öteye gidemediği dönemler ile, bir bakıma “sınıfçılığı” terk ettiği, ilişkileri
ve politik faaliyetinde genellikle diğer baskı biçimlerine yönelik veya
onlardan ortaya çıkmış öznelerin, yani bir zamanlar beni tartışmak istediğim
için eleştirdikleri konu ve öznelerin daha ağırlıkta olduğu son dönemi. Artık
kendisi ve partisiyle özdeşleşmiş ifadeyle “yetmez ama evet”çi dönemi.
Bu dönemlerin dolayısıyla cenazesinde uğurlamaya gelen
farklı çevrelerin her biri önemli bir değişiklikle bağlantılı. 12 Mart, 12
Eylül ve Duvar’ın yıkılışı. Yuvarlak hesap, 1970, 1980, 1990. 12 Mart’tan önce
TİP’li, 12 Mart sonrası Kurtuluşçu, 12 Eylül sonrası arayışçı, Duvar’dan sonra
Troçkist…
İlk bakışta bir uçtan diğer uca savrulmalardan ibaret
dönemler.
Bir Stalinist ve TİP’li olarak başlayan politik hayat bir
Troçkist olarak bitiyor. Bir zamanlar İşçi Sınıfı’ndan başka bir şeyden söz
etmeye bile tahammül edemezken; birden “azınlıklar”, eşcinseller, çevrecilerden oluşan özenelerin dünyasının
dışına bile çıkmaz oluyor. Bir zamanlar Marksizm diye Ekim Devrimi’nden başka
bir şey tartışmazken; şimdi Marksizm adı altında yaptıkları toplantılarda Marksizmle
ilgisi olmayan liberal veya demokratlarla Marksizin değil, Türkiye’nin sorunlarını
tartışıyor. Bir zamanlar şehir merkezlerinden, işçilerin yaşadığı varoşlara
giderken, şimdi Beyoğlu ve Kadıköy’e sıkışmış bir dünyaya geri dönüş.
Kimileri bu tabloya bakıp, hele son yıllardaki çizgisine
bakıp, onun eski görüşlerine ihanet ettiğini, devrimciliği bıraktığını
söylüyorlar. Görünümlerle uğraşıp, bu değişimlerin ardında aynı kalanı görmüyor
ve görmek istemiyorlar. Daha doğrusu böyle bir dertleri de yok.
Doğan’ın, savunduğu görüşlerin temeline, dayandığı
varsayımlara, metodolojiye bakılırsa, aslında bütün bu savrulma gibi
görünenlerin ardında bir özdeşlik olduğu görülür. Değişen ve görünen, biçimler,
sonuçlardır. Metodolojik yanlışlar aynen sürmektedir.
Herhalde kendisi ya da örgütünün resmi tarihi, bütün bu
savrulmalarda, işçi sınıfı ve örgüt’ün her zaman esas çizgiyi oluşturduğunu; bu
savrulma gibi görünenlerin aslında bu ilkeler çerçevesinde sürekli bir ilerleme
ve gelişimin farklı aşamaları söylerdi.
Bence de Doğan hep aynı Doğan’dı. Ama bu aynılık bir
metodolojik aynılıktı. O savrulma ve zıtlık gibi görünen dönemler, bir ilerleme
değil; hep aynı mekanik tarih ve toplum anlayışının farklı dönemler ve
problematiklerde kendini dışa vurmasıydı.
Doğan’ın temel metodolojik yanılgısı, Marksizmi, tarihsel
süreçlerin ardındaki derin meden ve mekanizmeleri anlayan bir sosyoloji olarak
değil; bir politika ve örgüt öğretisi olarak kavramasıydı. Halbuki bu Marksizm
olmadığı gibi, onun görünen dış yüzüdür. Bu nedenle Marksist teorinin temel
sorunlarına hiçbir zaman ilgi duymadı. Bu nedenle de gelişmiş kavramsal
araçlardan yoksun kaldı. Buna bağlı olarak da gerçekliğin dış yüzüne; görünümüne
takıldı.
Aslında metodoloji ve teoriyle fazla bir ilişkisi yoktu
Doğan’ın, Teori değil, politika ve örgüt sorunlarıydı onun gündeminde olanlar.
Bu ise gücü temel amaç ve kriter almayla sonuçlanıyordu.
Bir sorun ya da görüş ancak bir güce dayanıyorsa ona değer
verir veya tartışırda. Saf, bilim dışı kaygılardan azade, teorinin ve
kavramların kendi içi dinamiğinden gelen sorunlara ilgi duymazdı.
Bu yaklaşımın sonucu olarak da, kendisini ve pozisyonunu,
geri olana göre tanımlardı. Tabii böyle yapınca da, ileri olana karşı geri
olanla bir susuş komplosu ve suç ortaklığı içinde bulunurdu. Tam da bu
mekanizmayla, ulusalcılarla mücadele ederken aslında onlara hizmet ederdi
nesnel olarak.
Evet, bunu söylemek kimilerine garip gelebilir ama kaba
ulusalcılığa bunca saldırarak, onlardan kendine haklılık çıkararak devrimci
politikaları susuşa boğmakta ulusalcı ve liberallerle suç ortaklığı yapıyordu.
Açın bu satırların yazarının yıllardır yazdıklarına bakın.
Örneğin bu satırların yazarı yıllardır, askeri bürokratik oligarşinin esas
vuruş yönü olması gerektiğini savunur bütün Türk solu karşısında neredeyse. Ama
Askeri bürokratik oligarşiye savaşacağım diye AKP’yi desteklemez. Aksine, bütün
eleştirisini, Askeri Bürokratik Oligarşiyle mücadele etmediği; en büyük
destekçisi olduğu için AKP’ye yöneltir. Yani kendisininkinden daha doğru,
kökleri Marks-Engels’lerin Alman burjuvazisi (=AKP) ve Bismark (=Askeri
Bürokratik Oligarşi) karşısındaki tavırlarına kadar giden çizgidir. Ancak böyle
bir tavrın, Askeri bürokratik oligarşiyi ve AKP’yi yedeklerine aldığı güçlerden
tecrit edebileceğini savunur.
Ama Doğan Tarkan, bu tavır bu çizgi sanki yokmuş gibi
davranır. Onunla ne ittifak arar ne tartışır. Susarak, ciddiye almayarak,
yokmuş gibi yaparak, ona karşı liberal ve ulusalcılarla fiili ittifak yapar.
Liberalleri Marksizmi tartışmaya çağırır, onlarla birlikte ulusalcıları hedefe
koyup, gerçek Marksizme karşı susuş komplosu yapar.
Kendisine sorulsa, gücü olmayanı eleştirip niye ona güç
sağlayayım derdi muhtemelen.
Ama tam da teoriye teori dışı kaygılarla yaklaşmak en temel
yanlış değil midir?
Bunda bir sorun görmemenin kendisi en büyük sorun değil
midir?
Bu eleştirilerimin çoğunu Doğan hayattayken yapmıştım yazılı
olarak makaleler biçiminde.
Bir tekini bile ciddiye alıp cevap vermedi. Bu tartışmayı
geliştirerek insanların siyasi ve teorik eğitimine daha çok katkı yapılabilir diye
düşünmedi.
Geri ve yüzeysel olanı hedefe koyup eleştirmek, fikirler
savaşına fiziksel savaşın ilkeleriyle yaklaşmak olur. İnsanı ve etkilediklerini
geriliğe mahkum eder.
Anlamadığı buydu.
Fiziki ya da askeri savaşta düşmanın en yaralanabilir yerine
güçlerin en irisini yığmak savaş sanatının ilk kuralı iken; fikirler savaşında,
karşı tarafın en iyi, en güçlü yanlarını hedef alıp güçleri oraya yığmak
gerekir.
Gramsci’nin dediği gibi, ezilenlerin gelişmesini ve siyasi
eğitimini öne alan bir devrimci bu ilkeyle hareket eder.
Doğan’ın anlamadığı buydu. Fikirlerin güçlü yanlarından
onların fiziki olarak güçlü olmasını anlıyor, dolayısıyla fiziki savaşın
kurallarıyla savaşılacak fikirleri seçiyordu.
O değişen içinde değişmeyen buydu.
Bu nedenle bu stırların yazarına zerrece değer vermedi, hor
gördü ve yukarıdan baktı. Bu onun kötülüğünden değildi. İpuçlarını vermeye
çalıştığımız temel metodolojik yanılgılarının pratik sonuçlarıydı.
Bu satırların yazarı ise, herkes gibi Doğan’a her zaman
değer verdi, ona yaptığı eleştiriler bu değer verişin bir ifadesiydi.
İmkan buldukça, istenmediğini ve varlığından rahatsız
olunduğunu bile bile gidip, bir dinleyici olarak söz alıp, önce bir türlü söz
verinin kafasını o yöne döndürüp da göremediği, sonunda başka çare olmadığı
için görüp de söz verildiğinde kendini beğenmiş yukarıdan bakışları görmezden
gelerek, hep değer verdiği için, Doğan’ın ve arkadaşlarının kafasına birkaç soru
işareti olsun takmaya çalışıyordu.
Şimdi bu satırları da yine aynı kaygıyla yazıyor.
*
Doğan yaşarken kendisini eleştiren, burada değinilen temel
metodolojik hatalarına yönelik eleştirilerin yer aldığı üç yazı yazmışız. Bu
yazılar aşağıda yer alıyor.
Okuyan görecektir. Tazelikleri ve geçerlilikleri bakidir..
Doğan’ın da ömrünü verdiği amaca böyle daha fazla katkı yapabileceğimizi
düşündüğümüz için, Doğan’ın anısına tekrar yayınlıyoruz.
Kadıköy Mitingi Olayları Üzerine Tartışmaların Düşündürdükleri(25.08.2000)
Önce konunun yabancısı veya duymamış olanlar için kısaca
olaylar.
17 Ağustosta, yani depremin birinci yıl dönümünde Kadıköy’de
bir gösteri düzenlenir. Bu gösteriye bir DSİP (Devrimci Sosyalist İşçi
Partisi) de katılır ve gösteride “Afet
değil cinayet”, “Hükümet istifa” ve “Susma sustukça sıra sana gelecek”
gibi sloganlar atarlar. Yine bu gösteride bulunan “Dayanışma Gönüllüleri”
adlı grup, bu sloganlardan rahatsız olur ve susturmak için engelleme yoluna
gider ve DSİP ‘lilere saldırırlar.
Olay kabaca böyle. Kabaca böyle diyoruz, çünkü olay
hakkındaki bilgilerimiz “Anti-Kapitalist” adlı “e-groups”ta
(Maillerle oluşturulan bir tartışma ortamı) okuduklarımıza dayanıyor.
DSİP’lilere karşı şiddet kullanıldığı, bizzat “Dayanışma
Gönüllüleri” denilen gruba sempatiyle bakan ve olaylarda orada olduğu
anlaşılan Serkan Öngel adlı bir tartışmacının, “Örgütsüz kendiliğinden
ortaya çıkan şiddet” ifadesiyle doğrulanmakta bir şekilde. DSİP’lilere
karşı şiddet uygulandığını ama bunun planlı değil kendiliğinden ortaya
çıktığını ifade etmekte. Yine bu tartışmacı, DSİP’lilerin “Dayanışma Gönüllüleri”nin düzenlediği bir etkinliğe gelerek, orada
kendi sloganlarını attığını, bunun ise “Dayanışma
Gönüllüleri”nin faaliyetlerine zarar verdiğini; kendi emekleriyle oluşmamış
zeminleri kullanma olduğunu; olaylara yol açan tepkinin ardında bunlar
bulunduğunu ifade etmektedir.
“Dayanışma
Gönüllüleri” DSİP’lileri, kendilerinin emekleriyle hazırladıkları bir
toplantıya gelip, orayı kendi sloganlarını atarak devrimcileştirmeye kalkmak ve
böylece provokasyon yapmakla, bu nedenle de, bazılarının anlaşılabilir
tepkisine yol açmakla suçluyor.
DSİP ise, “Dayanışma
Gönüllüleri”ni kendilerine slogan atmayı yasaklamakla ve sonunda
saldırmakla hatta polisle iş birliği yapmakla suçluyor.
Şimdi böyle bir durumda, “altın orta”yı bulan bilgelerin
edasıyla, “iki taraf da haksızdır; başka solcuların uzun emekle hazırladığı
platformları, hazıra konup kullanmak da; ama bunu yaptılar diye bu arkadaşlara
karşı şiddet kullanmak da yanlıştır” demek mümkün. Ya da taraflardan birine
yakın bir pozisyondan diğerini mahkum etmek. Bu takdirde, eğer “Dayanışma Gönüllüleri”ne yakın iseniz,
başkalarının zeminlerini kullanmanın dürüst ve sol içi ilişkilere yakışmayan
bir tarz olduğuna vurguyu yapıp, bizzat bunun bir provokasyon olduğunu ve
sonunda bazılarının bu provokasyona gelip şiddet kullandığına; yok, DSİP’ye
yakınsanız, yasakçılığı, fikir özgürlüğüne, kitle içinde elbette farklı
görüşlerin kendilerini ifade edeceğine, yapılanın bunun engellenmesi ve şiddet
olduğuna yapabilirsiniz. Zaten tartışmalarda da aşağı yukarı böyle olmakta.
Fakat bu tavırların hiç biri, bize bu çatışmanın, bu tartışmanın
aslında neyin çatışması olduğu hakkında bir fikir vermez. Sadece sol içinde
değil, her hangi bir ülke çapında veya dünya çapındaki; hatta küçük grupların
içindeki mücadelelerde, belli bir somut durumdaki tavırlar ve bunun için
yürütülen mantıklar, bizle gerçek çatışmanın ne olduğu hakkında hiç bir fikir
vermez. İnsanlar veya partiler, hemen daima başka bir çatışmadaki konumlarını
güçlendirmek için belli bir konudaki haklı görünümleri öne çıkarmaya
çalışırlar. Ama belli bir durumdaki haklılık, aslında kendisi için güç
kazanılmaya çalışılan o gerçek çatışmada haklı olunduğu anlamına gelmez.
Ne var ki, tartışan taraflar tamamen bunun aksi mantıkla
hareket etmektedirler. Gizli varsayım şudur: Eğer hedefleriniz, politik
yönelimleriniz yanlış ise, bu yanlış hedefleriniz sizin başka yanlışlar
yapmanıza da yol açar. Dolayısıyla verili somut olaydaki yanlışlığınız bir
rastlantı değildir. Buradan otomatikman da şu sonuca geçilmektedir: o halde
belli bir olaydaki yanlış tavırlar kanıtlanırsa o tavrı gösterenlerin politik
yönelişlerinin ve hedeflerinin de yanlışlığı kanıtlanmış olur.
Eğer herkes böyle bir yaklaşım içindeyse, böylece siz
belli bir olayda bir tarafın yanlışlığını kanıtladığınızda ya da insanlar buna
inandığında, o tarafın etkisi azalır, dolayısıyla güç kaybeder. Politikaya bir
bakıma güç elde etme sanatı olarak bakıldığından, siz belli bir güç elde etmiş
ve dolayısıyla politik olarak küçük de olsa bir zafer kazanmış olursunuz.
Örneğin son olayda, DSİP’nin durumu aşağı yukarı böyle
sayılabilir. Çok kişinin adını bile duymadığı küçük bir parti birden bire sol
kamu oyunun tartıştığı ve kendisine pek sempatiyle bakmayanların bile
dayanışmalarını ifade ettiği bir duruma geldi. Bu küçümsenmeyecek bir
başarıdır. Küçük bir politik zaferdir.
Ama sosyalist politika bu mudur? Hayır. Bu yıllardır
Türkiye’de ortalığı kaplamış politika anlayışının sol içinde de aynen
yansımasıdır. Solun görevi, bizzat bu anlayışa karşı mücadele etmektir; bu
anlayışı içselleştirerek onun araçlarıyla değil. Sosyalist politika, tam da
yukarıda ifade edilen anlayışların yanlışlığına ve gerçek çatışma noktasının ne
olduğuna yönelmek zorundadır.
Dayanılan mantığın kendisi yanlıştır. Yanlış olan şudur:
Diyelim ki, “Dayanışma Gönüllüleri” bu meselede son derece haksızdır, bu
onların haksız ve yanlış bir politikanın savunucuları olduğu anlamına gelmez.
Aynı ilke tersi durum için de geçerlidir; “Dayanışma Gönüllüleri” kimseye
saldırmamış olsalar; onların iddia ettiği gibi DSİP’liler provokatif
davranışlarda bulunsalar ve bunlara karşı hiç bir girişimde bulunmasaydı; hatta
DSİP’liler “Dayanışma Gönüllüleri”ne şiddet uygulamış olsalardı, bu da
DSİP’lilerin yanlış ve haksız; “Dayanışma Gönüllü”lerinin doğru ve haklı bir
politika uyguladıkları anlamına gelmez ve o politikaların doğruluğunun veya yanlışlığının
bir kanıtını oluşturmaz.
Elbette belli bir durumdaki politikalar ile, genel politik
yönelişler arasında belirli bir ilişki vardır ama bu ilişki sanıldığından çok
daha dolaylı ve karmaşık mekanizmalar aracılığıyla gerçekleşir. Sosyalist bir politikacının görevi, bu
ilişkiyi ilkel ve mekanik biçimiyle kabul edip ondan çıkarsamalar yapmak değil;
aksine bu ilişkinin karmaşıklığını göstermektir; insanların geri yanlarını okşayanlar ancak bu genel kabulleri kendi
davranışlarının hareket noktası yapar. Dolayısıyla bizzat bunu yapmamanın
kendisi bize bir ip ucu da verir davranışlarla politik hedefler arasındaki
ilişki üzerine.
Son yıllarda bütün politik çatışmalarda yukarıda yanlış
olarak tanımlanan mantığa dayanılmaktadır. Ve bu adeta toplumun içine işlemiştir.
Örneğin Kürt ulusunun mücadelesine karşı, onun kullandığı mücadele ve örgüt
biçimlerinden hareketle, onun haksız ve yanlış bir iş yaptığı çıkarsaması
yapılmaktadır. Mantık, “böyle yanlış eylem biçimlerini kullanan doğru ve haklı
bir hareket olamaz” şeklindedir.
Ama bu bayların anlamadığı ve görmek istemediği şudur: pek ala doğru, haklı bir hareket aptalca,
kendi hedeflerine zarar verici işler yapabilir; tersinden, en aşağılık politik
hedefler için, en zekice, onların aşağılıklığını en örtücü biçimlerde de
gerçekleştirilebilir.
Hatta ezenler ve ezilenler arasındaki savaşta, işler hep
böyle yürür: ezilenler haklı ve doğru hedeflerine rağmen, hep aptalca işler
yaparlar, kendilerini adeta haksızmış gibi gösteren; buna karşılık ezenler, en
aşağılık hedefler için en zekice; kendilerini hep zeytinyağı gibi üste çıkaran
işleri yaparlar. Hani ne derler? “Fakir düz yolda şaşırır, zengin dağdan
aşırır.”
Sosyalistin görevi, temeldeki haklılığa ya da haksızlığa
yönelik olmalıdır. Bu ise her şeyden önce, her derde deva, her durum için
geçerli kalıplar ve reçeteler yerine; gerçek tarihsel sürecin; bu süreç içinde
toplumsal ilişkilerin ve güçlerin ele alınmasını gerektirir.
Şimdi, söz konusu olay ve bunun tartışmalarında böyle bir
yaklaşımın izini bulmak zordur. Birincisi, her iki taraf ta, bütün zıt görünüşlerine rağmen aynı ortak gizli varsayımı paylaşmakta
ve davranışlarına bu gizli var sayım yol göstermektedir: “olayda haksızlık
veya yanlışlık kanıtlanırsa, bu karşı tarafın çizgisinin yanlışlığının kanıtı
olur”. Yanlış olanın ve insanların
bilincini karartanın kendisi, bizzat bütün tartışmaların ardındaki bu gizli
varsayımdır.
Şöyle de düşünülebilir. Ama burada çizgiler değil, somut
bir olay tartışılmaktadır. İlk bakışta görünüş öyle gibidir. Ancak, olay
konusundaki tartışmalarda alınan tavırlara bakıldığında, ortada çok daha başka
bir ayırım çizgisinin bulunduğu görülmektedir. Bu çizgi ÖDP’nin bu günkü
politikasını savunanlar ve eleştirenler şeklinde çizilebilir. Bu somut olaydaki
tartışmalarda istisnai olarak, bir çok başka nedenle, örneğin sempati duyduğu
tarafın haksız olduğunu düşünmek gibi, tarafsız bir durumda olanlar hatta karşı
tarafa düşenler bulunabilir, ama bütün bunlar genel eğilimi ve ayrım çizgisini
ortadan kaldırmamaktadır. Bunun yanı sıra gerçek ayrım çizgisine önem vermeyen
ve eğilim duymayan, bu anlamda tarafsız bölgede bulunan birçok kişi de, bizzat
bu tartışma vesilesiyle kendini birden bire başka bir bölünmenin tarafları
arasında bulabilir. Bütün bunlar sonucu değiştirmez. Zaten, esasa ilişkin bir
tartışmanın bütünüyle bu usul üzerinden yürütülmesinin nedeni de,
tarafsızlardan veya karşı taraftan olabildiğince adam kazanmaktır,
kazanılamayanları ise en azından sessiz durmaya zorlamaktır.
İşte tam da yanlış olan budur. Gerçek bir sosyalist politika esas üzerine bir ayrılığı biçimsel
sorunlar üzerine yürütmekten kaçınmak zorunda olduğu gibi; biçimsel sorunlar üzerine yürütülen
tartışmaların da hangi gerçek sorunlar üzerine yürütüldüğünü göstermek,
tartışmayı oraya çekmek zorundadır. Yapılmayan
da tam budur.
Biz de şimdi bunu yapmaya çalışalım, şu ana kadar
yaptığımız gibi.
Önce şu adlandırmalar ne anlama geliyor? Taraflar
kimlerdir? Ne gibi politikaları savunmaktadırlar? Tartışmayı dışından izleyen
veya daha yeni kuşaklardan olanların anlayacağı dile çevirelim.
Kendilerine “Dayanışma
Gönüllüleri” diyenler, ÖDP’ye egemen olan ve damgasını vuran çizginin
taraftarlarıdırlar. Bu çizgi eski Dev-Yol’cular, şimdi Yeniden dergisinde ifadesini bulan çizginin savunucularıdır. Ancak
bu çizgi bütün eski Dev-Yol’cuları kapsamamaktadır. Dev-Yolcuların
küçümsenmeyecek bir bölümü de ÖDP’ye girmemiş veya ÖDP’de olmakla birlikte,
merkeze egemen olan çizgiyi de benimsememiştir. Bu ayrım çizgisinin ise,
özellikle, “Kürt sorunu” bağlamında olduğu görülür. Dev-Yol gibi geniş bir
kitlesel harekette, çok miktarda Kürt de bulunuyordu. Kürt Ulusal hareketinin
yükselişi ve Dev-Yol’un çöküşü aynı döneme geldi. Ama aynı zamanda, dünyada
gerici ideolojik rüzgarların esişi de aynı zamana geldi. Dolayısıyla Dev-Yol
gibi zaten teoriye ilgisiz ve daha ziyade, şehir orta sınıflarının
özelliklerine sahip bir hareket, kolaylıkla bu rüzgarların etki alanına girdi.
Özellikle, Kürt kökenli olanlar veya Kürtlerle daha doğrudan ilişki içinde olup
onların baskısını üzerinde hissedenler bu gün ÖDP’ye damgasını vuran
politikayla aralarına bir mesafe koymaktadırlar. Diğer yandan bir kısım
Dev-Yol’cu da, Kürtlüğünü keşfederken, kimi sınıfsal eğilimleri kimi, PKK ve
Dev-Yol arasındaki rekabet, kimisi de dünyadaki gerici ideolojik atmosferin
etkisiyle, PKK’ya muhalif Kürt milliyetçileri haline dönüşmüştür.
Genellikle Türk, şehirli ve orta sınıf kökenli
Dev-Yol’cular ise, ÖDP’ye damgasını vurmaktadır ve içinde çoğunluktur. ÖDP
kuruluşundan beri bu çizginin damgasını taşımaktadır. Hatta kuruluşundaki “Aşkın ve devrimin partisi” veya “parti gibi olmayan bir parti” veya “çok renkli parti” gibi parolalar bile bu
toplumsal tabakaların eğilimlerini yansıttığı gibi, bu tabakalara yönelik bir
sinyal özelliği taşıyordu.
Küçük burjuva sosyalizminin temel özelliği, geleceğin toplumunun nüvelerini bu günün
toplumunda kuracağı ve bunun olabileceği gizli varsayımdadır. Aslında bu
da, özünde, orta çağda, ana karnındaki ceninin veya çocuğun küçük bir yetişkin
insan olduğu şeklindeki çocuksu anlayışının bir tekrarından başka bir şey
değildir. Yine buna bağlı olarak, küçük burjuvazi, tarihi ve takvimi kendisiyle
birlikte başlatmaya, kendinden önceki birikimleri yok saymaya ve hor görmeye
eğilimlidir. Bu nedenle sosyalist hareketlerin tarihlerinde yüzlerce, binlerce
kere denediklerini, bu sefer yeni baştan ve hiç olmamışçasına, yeni ambalajlar
ve söylemlerle denerler ve sadece o yok sayıp hor gördüklerinden daha da geriye
düşerler. Geçmişin mirası öğrenilip özümlenmedikçe, aşılamaz; bunu yapmaya
çalışan geçmişin problemlerine takılır ve yok olur. Geçmişin mirasını öğrenmek
ve özümlemek ise, uzun bir çıraklık ve hazırlık dönemi gerektirir, bu ise
tarihi kendisiyle başlatan ve bir kaç parlak sloganla veya formülle sorunlara
çözüm getirdiğini düşünen anlayışlarla bir arada bulunamaz.
Dolayısıyla, en “parti gibi olmayan parti” iddiaları en
parti gibi partilerden bile daha parti gibi partilerle; en aşkın ve devrimin
partisi olma iddiaları en aşka ihanet edişlerle (Ufuk Uras, aş olmadan aşk
olmuyor, demişti); en şiddetin her türlüsüne karşı olma iddiaları şiddetin her
türlüsüne karşı olan politikanın üstünlüğü için şiddet kullanımlarıyla; en çok
renklilik iddiaları, en basitinden toleranssızlıkla ve hor görüyle sonuçlanmaya
mahkumdur. Çünkü geçmişin deneylerini, hazmetmeden onları aşmaya kalktığından,
geçmişi yakan sorunlar onları da yakar.
Peki nedir geçmiş mücadelelerin en büyük dersi? Bu
günün dünyasında geleceğin toplumunun nüveleri, tohumları kurulamaz. Devrimci veya sosyalist partiler veya
örgütler, uğruna savaştıkları toplumun küçük örnekleri veya tohumları değildir
ve olamaz, onlar sadece siyasi iktidarı ele geçirme ve devleti yıkma
mücadelesinin araçları olabilirler.
Zaten bütün sanat ve düşünce tarihi, bütün geleceğe ve
geçmişe yönelik hayallerin, toplum tasarımlarının, geleceği ya da geçmişi
değil, o hayalleri kuranların dünyasını yansıttığını göstermektedir. Rönesans
veya orta çağ ressamlarının İsa tasvirleri ne kadar İsa’nın dünyasını
yansıtıyorsa, küçük burjuvazinin veya ortalama ÖDP’li “Dayanışma Gönüllüsü”nün
gelecek topluma ilişkin olduğu düşünülen ve bu gün kurmaya çalıştığı ilişkiler
o kadar geleceğin toplumunu yansıtır. Thomas Morus veya Campanella’nın Ütopya
veya Güneş Şehri’ni okuyan onlarda nasıl, geleceğin toplumunu değil, o
yazarların dünyasını ve anlayışlarını bulursa, modern küçük burjuvazinin o
geleceğin toplumu ve bu günkü uygulama tasarılarında da, o geleceğin toplumu
değil, bu günkü küçük burjuvazinin dünyası ve anlayışları yansır.
Ne var ki, ortalığı bu tür, küçük burjuva ütopyacılığı
kaplamış olmakla birlikte, en azından sosyalist düşünceleri ve geleneği
savunduğunu iddia edenlerin bile, bu küçük burjuva hayalciliğine, bu
hayalciliğin dayandığı, geleceğin toplumunun bu günden kurulabileceği ve o
ilişkilerin bu günün örgütlerinde yaratılabileceği anlayışlarına hemen hemen
hiç eleştiri yöneltmediği görülür. Bunun nedeni, onların da, büyük ölçüde aynı
toplumsal tabakalara dayanmaları ve anlayışları daha örtük olarak paylaşmaları
kadar; aynı küçük burjuva katmanları etkileme çabaları içinde olmaları bu
nedenle, onları karşıya itmekten çekinmeleri, onların hayallerini yıkmaktan
korkmalarıdır.
Daha ÖDP’nin kuruluşundaki sloganlarda ifadesini bulan bu
küçük burjuva ütopyacılığı, birbiriyle çakışan iki büyük gericilik dalgasının
damgasını taşımaktadır. Birisi, dünya ölçüsünde, 80’lerin sonunda Doğu
Avrupa’nın çöküşünün ve Kapitalizmin tarihsel zaferinin ideolojik atmosferi;
diğeri, 1993’lerden sonra, Özel Savaş’ın yükselmesi ve Kürt Ulusal hareketinin
tecridi ve gerilemesi; buna paralel olarak da Türk milliyetçiliğinin yükselişi.
Dolayısıyla bu güzel moda sözlerde ifadesini bulan, gücünü yaygınlığından alan
yargılara dayanan ütopyacılık, politik olarak yükselen ve özellikle orta
sınıfları ve işçi sınıfının genellikle Türklere dayanan daha üst tabakalarını
etkisi altına alan milliyetçiliğin hem kendisini, hem de baskısını ifade
ediyordu.
1990’larda kapitalizmin tarihsel zaferi karşısında,
eşitlikçi toplum ideallerini ve sosyalizmi savunan, bu zaferin ortaya çıkardığı
sorunlara gözlerini kapayan ve klasik sol söylemi tekrar yükseltmeye
çalışanlara karşı, sanki, taşlaşmışlara karşı yeni bir şeyler savunuluyormuş
izlenimi veren, yukarıda değinilen türden sloganlar ve parolalar; Kürt
hareketine karşı da, onu gündemden düşürme fonksiyonu gören, sosyalizm yüklü,
işçi veya ekonomik sorunlar yüklü bir söylem ve eylem biçimi. Böylece ikisi de
aslında, milliyetçi ve gerici ideolojilerin ifadesini bulan çizgi, görünüşte
eleştirel ve sosyalist bir görünüm alabiliyordu. Aslında sosyalist ideallere
bağlılığa tepki olan davranışlar, dogmatizme tepki gibi; Kürt ulusal hareketine
tepki olan milliyetçi davranışlar da, sanki milliyetçiliğe karşı sosyalist ve
sınıfçı bir politikaymış gibi sunulabiliyordu.
Ayrıca bu politikalar aynı zamanda, işçi sınıfının üst
tabakaları ve şehir orta sınıfları arasındaki faaliyetler için de gerekli
ideolojik temeli sağlamaktadır.
Ekonomik ve sınıfsal bir söylem ile, sadece Kürt sorununu
gündemden düşürmekle kalmazsınız; ama aynı zamanda kamu çalışanları gibi
işçilerin daha üst ve istikrarlı tabakaları arasında çalışma olanağı
bulabilirsiniz, ya da şöyle ifade edelim, bu tabakalar böylece Kürtler
karşısındaki duyarsızlıkları ile kendi iktisadi sorunlarını ifade etme olanağı
bulabilirler. Benzer şekilde, yeni gibi olan söylem ile, kapitalizm ve devlet ile karşı karşıya
gelmekten kaçan, ama verili çerçevede küçük iyileştirmeler için bir şeyler
yapmak isteyen şehirli orta sınıfların içinde de çalışma yapabilir ya da daha
doğrusu o eğilimlerin ifadesi olabilirsiniz.
Zaten ÖDP’nin yaptığı da budur. Söz konusu olayın taraftarlarından
birinin “Dayanışma Gönüllüleri” adını taşıması bir rastlantı değildir. Bu tam
zamanın ve hitap edilen kitlenin ruhuna uygundur. Hiç bir politik çağrışım
yoktur. Sivil toplum örgütü veya NGO denen, sanki yeni bir şeymiş gibi piyasaya
sürülen; “hükümet dışı” olduğunu söyleyen ama devletle karşı karşıya gelmeyen
anlayışı yansıtmakta ve ona hitap etmektedir isim.
Özetlersek, “Dayanışma Gönüllüleri” ÖDP’ye damgasını
vuran, herkesin bildiği aşikar sırla ifade etmek gerekir ise, Dev-Yol içinde Oğuzhan
Müftüoğlu’nun başını çektiği ve belirlediği eğilimi sembolize etmektedirler. Bu
eğilimin temel karakteristiği, teoride eklektisizm, politikada ise
milliyetçilik ve reformizmdir. Ne var ki, reformizm, yeniye açık olma,
milliyetçilik ise, sınıfsal ve ekonomik olana vurgu gibi, tamamen özüne zıt
biçimlerde ortaya çıkıp yanılsamalara yol açmaktadır.
Şimdi biraz da diğer DSİP’nin ne olduğuna bakalım.
Sanılanın aksine siyasi mücadelede geleneklerin ve camaat
ruhunun büyük etkisi bulunmaktadır. Bambaşka bir problematik etrafında, tüm
bölünmeleri kapsayan yeni bir bölünme olmadıkça, eski bölünmeler hiç bir zaman
tüm bir birleşmeyle sonuçlanamaz. En iyi niyetli ve öz verili birleşme çabaları
bile, ilk zorlamada tam da birleşme noktasından kırılma özelliği gösterirler.
Ancak, bütün bu geleneklerin eğilimlerinden daha güçlü, genellikle gücü bizzat
gücünden kaynaklanın, kritik kütleyi aşmış bir hareket ya da örgüt bu güçleri
bastırabilir. Örneğin Brezilya’daki İşçi Partisi gibi, dinamik bir işçi ve
köylü hareketine ve bunların büyük gücüne dayanan bir partinin gücü
geleneklerin ve cemaatların gücünü bastırabilir.
DSİP’nin kökleri, TİP’in paralelindeki gençlik hareketine
kadar gider. Şu an DSİP’nin başkanı olan Doğan Tarkan bu geleneğin de
sembolüdür. MDD ile gençlik hareketinin yükselişi, TİP paralelindeki gençlerde
de belli bir etkide bulunmuştu. Doğan Tarkan bu eğilimi ifade ederdi. 12 Mart
sonrası dönemde, MDD geleneği içinde, nispeten daha doktriner ve sınıfçı
olanlarla yakınlaşmalar ve sonra da cephe kökenli olanların en doktriner
eğilimi Kurtuluşçular ile yakınlaşma ve birleşmesi bir rastlantı olmasa
gerektir.
Ancak, 12 Eylülden sonra, bölünme tam da yine bu birleşme
noktasından olmuştur. Yani eski Dev-Genç’ten gelenler Kurtuluş, TİP’ten
gelenler de Sosyalist İşçi tarzında bölünmüşlerdir. (Benzer durumlar diğer
örgütlerde de görülür. Örneğin Vatan Partisi’nde eski Dev-Gençliler ve TSİP
döneminde Doktorcu olanlar tarzında olur bölünme. TKP’de de yine Dev-Genç
gelenekli GSB’den gelenler hiç bir zaman hazmedilemez ve ayrı bir çizgi olarak
ortaya çıkarlar vs. vs..)
Kurtuluş’tan ayrıldıktan sonra bir süre teorik bir arayış
yaşayan bu Sosyalist İşçi gazetesini
çıkaran eğilim, bir süre sonra Tony Cliff’in teorisyeni olduğu İngiltere’deki
Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) görüşlerine paralel görüşleri benimsemiştir.
İngiltere’de SWP ve Fransa’da tamamen başka bir gelenekten
gelmekle birlikte Lutte Ouvrier (LO), gelişmiş kapitalist ülkelerde işçiler
içinde belli bir eğilimi ifade eder ve oralarda bir geleneği ve etkisi
bulunmaktadır. Çok farklı geleneklerden gelmelerine rağmen her ikisinde de,
işçi hareketi ve sınıfıyla bağlara yapılan vurgu, teorik olarak namazı
kılınmışlık, yani yeni sorunlara kapalılık ve daha birçok hayret verici
benzerlikler ve paralellikler, bu partilerin belli bir toplumsal temeli
bulunduğunu ve benzer eğilimleri yansıttıklarını göstermektedir.
Ne var ki, Türkiye’deki DSİP’nin benzer bir durumda olduğu
söylenemez. Henüz çok yenidir ve büyük ölçüde Türkiye’deki kadroların kendi
geleneği belirleyici olmaktadır. İşçilerin belli bir tabakasının eğilimlerini
yansıtmaktan ziyade, Burjuva sosyalizmine has TİP’ten yadigâr bir işçici
retorik ve işçicilik daha belirleyici görünmektedir.
İşçiler işçici değildirler. İşçileri ve işçiliği idealize
etmek, burjuva sosyalizmine has bir özelliktir. Gerçek işçi ve işçi sınıfının,
burjuva sosyalizminin idealize ettiği işçi ve işçi sınıfıyla hiç bir ilgisi
yoktur. Marksizm işçici değildir sanılanın aksine. Marksizm işçileri işçilikten
kurtarmaya çalışır. Marksizm işçiliği yüceltmez, işçiliğin, insanı nasıl
insanlıktan çıkardığını anlatır. Marksizm işçilerin dikkatini işçiler üzerine
değil, diğer toplumsal sınıfların ilişkileri üzerine çeker. Çünkü sınıf
bilincinin ancak tüm toplumsal sınıfların ilişkileri alanından elde
edilebileceği noktasından hareket eder. Burjuva sosyalizminde ise bütün bu
özelliklerin tersi görülür. Özellikle sendika bürokrasisi ve işçi sınıfının üst
tabakaları burjuva sosyalizmine eğilimlidirler.
Burjuva sosyalizminin işçiciliği ile, işçilerin kendi
eğilimleri arasındaki aşılmaz uçurum ve fark en güzel, Ruhi Su ve Orhan
Gencebay örneklerinde görülebilir. Ruhi Su’nun müziği, halkın ya da emekçilerin
müziği değil, onlara dışarıdan bir ululama, onları bir yüceltmedir. Onların
ruhunu ve dünyasını yansıtmaz, şehirli entelektüellerin veya burjuvaların onlar
hakkındaki hayallerini yansıtır. Bu nedenle, ne işçi ne de köylü Ruhi Su
dinlemez. Köylü, normal durumda kendi türkücüsünü, politize olmuşsa da kendi
siyasetinin “ozan”ını dinler. Şehirli işçi ise, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses
dinler. Bunlar ise Ruhi Su dinleyen Burjuva sosyalisti için bir yozlaşmadan
başka bir şey ifade etmezler ve bu müzik onların tüylerini diken diken eder.
Ama o tüylerini diken diken eden, tam da o övgüler düzdüğü, bir ideal haline
getirdiği, işçilerin dünyası ve o işçilerin ta kendisidir.
Ruhi Su ve Orhan Gencebay müziği gibi birbirine kapalı
dünyalardır, burjuva sosyalizmi ve işçi sınıfı. Öyle görülüyor ki, DSİP’nin
işçi sınıfı içindeki faaliyeti, TİP’lilerin Ruhi Su sevmesine benziyor, ya da
Ruhi Su’nun müziğine. Bu yargımızı verirken, kısmen Avrupa’da bir zamanlar
yaptığımız kendi doğrudan gözlemlerimize, kısmen bizzat DSİP’nin kendi yayın
organlarında yazdıklarına, kısmen de bizzat son olayın kendisine dayanıyoruz.
(Bu arada yine Türkiye’dekilerin geleneğe vurduğu bir
damga, Kürt sorununa gösterilen nispi hassasiyettir. Bir süre içinde
bulundukları Kurtuluş, Kürt sorununda en duyarlı hareketlerden biriydi. Keza
eski TİP’in de Kürt Sorunu üzerine bir karardan dolayı kapatıldığı unutulmamalıdır.
DSİP’nin paraleli olmaya çalıştığı benzer partilerin, ulusal sorun ve ırk
ayrımcılığı gibi konularda yeterince hassas olmadığı, bu sorunları genel
laflarla geçiştirdiği, genellikle beyaz ve Avrupalı işçilerin eğilimlerini
yansıttığı görülmektedir. DSİP’nin Kürt sorununda belli bir hassasiyete sahip
olması belki bu kendine has geçmişiyle açıklanabilir bu nedenle.)
İşte bu burjuva sosyalist özellikler, DSİP’yi
Dev-Yol’cularla aynı alanda rekabete zorlamaktadır, budur olayların çatışmaya
gitmesine kadar yol açan. Siyasette ortak hareket edilen zeminler ne kadar çok
ise, çatışma olasılığı o kadar artar. Eğer DSİP gerçekten, İngiltere ya da
Fransa’daki benzerleri gibi bir işçi partisi olma özelliği taşısaydı,
muhtemelen bütün politik farklılığa ve zıtlığa rağmen bir çatışma olanağı
doğmazdı.
Örneğin, böyle bir parti Moda’da orta sınıflara yönelik
olarak yapılan, onların eğilimlerini yansıtan bir gösteri için güç ve
olanaklarını seferber etme gereği duymaz, bu da kendiliğinden bir çatışmayı
olanaksız kılardı. Tam da Dev-Yol ile aynı zeminlerde mücadele ettiği, aynı
zeminleri ve varsayımları paylaştığı için ortaya bu olaylar çıkmaktadır.
Dev-Yol, şehir orta sınıflarının bu günkü eğilimlerine
hitap etmektedir, DSİP ise aynı sınıfların 60’lı ve 70’li yıllarda kalmış
reflekslerine dayanmayı deniyor. Ortadaki ayrılık ve çatışma, sadece politik
bir ayrılık değil, aynı zamanda orta sınıflara egemen iki farklı ideolojik
atmosferin; iki farklı ruh halinin; iki farklı kültür dünyasının çatışmasıdır.
ÖDP içindeki muhalefet ile ÖDP yönetiminin çatışmasının da bu özelliği
bulunmaktadır.
Dolayısıyla son çatışma karşısındaki tavırlarda, ÖDP
içindeki muhaliflerin daha ziyade “Dayanışma gönüllüleri”ni mahkum edici bir
tavır almaları; Dev-Yolcu’ların da DSİP’lileri mahkum edici tavırlar almaları
bir rastlantı değildir.
Gerçek ayrılık çizgisini, her sorunda olduğu gibi, Kürt
sorunundaki tavırlar çizmektedir. Diğer ayrılıklar ise, doğrudan politikayla
ilgili olmaktan ziyade, iki farklı ideolojik duruşu yansıtmaktadır.
Ama bu ayrılıklar, aynı toplumsal tabakaya hitap ortak
zemininde (şehir orta sınıfları) ve aynı gizli varsayımlara dayanılarak (burada
yanlış yaptılar çünkü politikaları ve ideolojileri yanlış; ya da ideolojileri
ve politikaları yanlış olduğu için böyle davranmak zorundaydılar) ifade
edilmekte ve birbiriyle mücadele etmektedir.
Biz ise diyoruz ki, eğer anlatıldığı gibi Dev-Yolcular,
bir saldırıda bulunmuşlarsa, bu onların politikasının yanlışlığını göstermez ve
onun bir kanıtı olmaz. Ama bizce, bu davranıştan bağımsız olarak, Dev-yol’un
politikaları yanlıştır. Bu yanlış politikayı zor duruma düşürdüğü için, onun
tecridine hizmet ettiği için, iyi bir şey yapmış bulunmaktadırlar. Bundan
dolayı onları kınama gereğini görmüyoruz. Böyle aptalca işler yapmaya devam etsinler.
Ancak aptal bir rakip bizi de aptallaştırır, biz karşı
politikanın aptalca uygulanışları üzerinden kendi politikamızın ve
görüşlerimizin haklılığını ve doğruluğunu kanıtlamaya kalkmayı yanlış
buluyoruz. Ancak insanların geri yanlarına hitap etmek isteyenler karşı
görüşlerin ve politikaların en ilkel ve aptal savunucularına saldırarak veya o
aptallıkları enstrümantalize ederek, kendi doğruluklarını kanıtlamaya
çalışırlar. Ezilenlerin gerçekten gelişmesini isteyenler ise, karşı görüşü ve
politikaları, onun en mükemmel, en hatasız savunucularına yöneltmelidirler,
hatta karşı tarafta böyle mükemmel savunucular yoksa var olanları yaptıkları
hatalardan tenzih ederek eleştirilerini yöneltmelidirler.
Dev-Yol’cular, saldırmasalardı da, haklı da olsalar, onlara
DSİP’liler de saldırmış da olsa, iddia edildiği gibi hepsi sarhoş da olsa,
ÖDP’ye damgasını vuran çizgi milliyetçi bir politika izlemektedirler. Ve bu
bizzat ifadesi oldukları Türk orta sınıflarının da çıkarlarına karşı bir
intihar politikasıdır.
Türkiye’de Kürt ulusal hareketi tecritten çıkarmadan; Kürt
ulusal hareketiyle ittifaklar kurulmadan; Kürt sorunu gündemin başköşesine
oturmadan ve bunun için geniş kitleler mobilize olmadan bir demokratikleşme
mümkün değildir. Demokratikleşme ise, şehir orta sınıflarının da en büyük
özlemidir. Hem yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılmak; hem politik İslam'ın
tehdidinden kurtulmak için; demokratikleşme en büyük özlemleridir ve bunun Kürt
hareketin rağmen değil, ancak Kürt hareketiyle birlikte ve onun sayesinde gerçekleşebileceğini
anlamalıdırlar. Bunu anlamamakta ısrar etmek intihardır ve ÖDP şimdiye kadar bu
intihar politikasının şampiyonluğunu yapmaktadır.
Tabii sınıfların çıkarları ve karakterleri arasında
doğrudan bir ilişki de yoktur. Bazı sınıfların karakteri, çıkarlarına aykırı
intihar politikaları izlemek olarak da tanımlanabilir.
25 Ağustos 2000 Cuma
Roni Margulies'e "Demokratik ve Renkli" Saldırı Üzerine Eleştirilerin Eleştirisi (02.09.2009)
Önce olayı duymamış ve bilmeyenler için kısaca özetleyelim. (Bu
yazıda ele alınan gelişmelerle ilgili metinler, ayrıca bu yazının altında ek
olarak yer alacak.)
Roni Margulies bir süre önce Sosyalist İşçi gazetesinde "Mahir Hüseyin Ulaş"
başlıklı bir yazı yazıyor. Daha sonra bir gün ailesiyle veya dostlarıyla
bir yerde otururken yanına yaklaşan bir grup genç, "Sen kim oluyorsun da ÖDP'yi eleştiriyorsun" diyerek Roni
Margulies'in başından aşağı boyalı su döküyorlar.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor ki, Roni aynı zamanda Taraf gazetesinin yazarıdır.
Roni Marguiles'in de üyesi bulunduğu Devrimci Sosyalist İşçi
Partisi olayla ilgili yaptığı açıklamada, "Bütün sosyalistleri,
bütün sosyalist örgütleri ve çevreleri bu saldırgan tutuma karşı tavır almaya
çağırıyoruz" dedi.
Gerçi DSİP böyle bir çağrı yapmasa da bizim
tavrımız bellidir ama bu tavrı bir kere daha daha net olarak açıklamak için bu
çağrıyı bir vesile kabul ettik.
*
Bu satırların yazarı, Roni Margulies'i 1980'li yılların
ikinci yarısında Avrupa'da yapılan Sosyalist Forum toplantılarından
tanımaktadır.
O zamanlar birçok politik hareket, gerek birikmiş örgütsel
ve sayesi tecrübelerinin; gerek 12 Eylül yenilgisinin ve baskı rejiminin
derslerinin; gerek o sırada yükselmeye başlayan İşçi hareketinin ve Kürt ulusal
hareketinin ve de Gorbaçow'on reformlarının yol açtığı tartışmaların etkisiyle,
ciddi iç tartışmalar ve bölünmeler yaşamaya başlamıştı.
Kurtuluş içinde de
Doğan Tarkan adının sembol olarak alınabileceği bir akım Kurtuluş'tan kopmuş, genellikle İngiltere'de sürgün'de yaşadıkları
için orada Sosyalist İşçi diye bir
dergi çıkarmaya başlamışlar ve tartışmalarını başkalarına da taşımak niyetiyle
Avrupa'da yılda bir iki kez yapılan Sosyalist
Forum tartışmaları tertiplemeye başlamışlardı.
Bu tartışmalara örgütler değil, özellikle o güne kadar
yaşanmış pratiğe ve teorik temellere eleştiriyle yaklaşmaya başlayan, bu
nedenle de büyük bir açlıkla tartışmak isteyen kişi, grup veya çevreler
katılıyordu.
Elbette bölünmelerin çoğunda olduğu gibi bu bölünmelerin
ardında da yine kimi gelenek farkları bulunuyordu. Kurtuluş Dev-Genç kökenli
olmakla birlikte, kuruluşu sırasında Ankara'daki TİP'li kökenleri olan Doğan
Tarkan ekibiyle birleşmişti. Bu kırılma da tam bu ek yerinden gerçekleşmişti.
*
Burada antı parantez olarak bu bölünme ve birleşmelerin
derslerinden çıkarılabilecek bir sonucu belirtmeden geçmeyelim.
Hiçbir örgüt diğeriyle birleştiğinde kaynaşamaz. Onlar ancak
bir noktada kaynak olabilirler ve ilk zorlamada da bu kaynak yerinden
kırılırlar. Bu kaynaşma ile kaynak olma, iki metalin eriyip ayrı bir alaşım
oluşturup bir tek metal çubuk olması ile iki farklı metal çubuğun bir
uçlarından kaynak yapılması gibi birbirinden farklıdır.
Örgütlerin veya geleneklerin birleşmesi veya kaynaşması,
ancak, farklı örgütler ve hareketler içinde olanların başka bir paradigma
çerçevesinde, kendi örgütleriyle bölünmeleriyle, kendi örgütlerinde bir
"iç savaş" yaşamalarıyla mümkündür.
Yani bütün akım ve örgütleri ortadan bölen yeni bölünmeler
ve bu yeni bölünme çerçevesinde birleşmeler olmadıkça, birleşmeler kaynaşma ile
sonuçlanmaz. Türk sosylist hareketi tarihindeki bütün "birleşme" ve
bölünmeler bu kuralı doğrular.
Bu sadece örgütlerde değil, genel olarak toplumda öyledir.
İslam Arabistan'ın farklı totemlere (putlara) tapan
aşiretlerini birleştirmeye kalkmamıştı; bütün aşiretleri; aşiret kardeşliğini
sürdürmek isteyenler ile aşiret kardeşliğini reddedip onun yerine din
kardeşliğini koyanlar arasında bir bölünme yaratarak ve aynı aşiretten
kardeşler arasında bir "kardeş savaşı" çıkararak bu aşiret
kardeşliğine karşı savaşanların kardeşliğini onun yerine geçirerek yeni bir
düzen yaratabilmiştir.
Bu bakımdan, sol örgütlerin arasındaki müzakereler ve
birleşme çabaları (mesela şu aralar SEH, Sosyalist Cumhuriyet falan gibi örgüt
ve çevrelerin birleşme çabaları göz önüne getirilsin) hiçbir zaman kalıcı
neticeler vermez ve ilk zorlamada tam ek yerlerinden kırılırlar. Böyle olmasa
bile hiçbir dinamizm de yaratamazlar; sadece sahte hayaller yayar ve enerji
tüketirler. Bu enerjiler birleşme için değil, somut hedefler çerçevesinde iş
birlikleri için harcansa bu örgütler veya çevreler kendi çıkarları bakımından
çok daha akıllı davranmış olurlar. En azından belli bir ekonomi sağlarlar.
Ancak bu çevre ve örgütleri parçalayan, yok eden birleşmeler
bir dinamizm yaratabilirler. Ama bunun
için de çok başka teorik ve metodolojik temeller gerekir. Bu da öyle ha demeyle
ortaya çıkmaz. Uzun birikimlerin birçok öznel koşulla birleşmesiyle ortaya
çıkar.
Bu kısa nottan sonra kaldığımız yere dönelim.
*
İşte bu Sosyalist İşçi ekibi o zamanlar henüz
"Troçkist" değildi ve bizlere de "Troçkist" diye çatar
dururdu. Bu ekibin önde gelen dört beş kişisinden, ya da ağır toplarından
biriydi Roni.
O zamanlar bu ekip, her derde deva bir ebegümeci bulmuştu:
"işçi sınıfına gidelim". Bu sihirli formülü, öylesine her kapıyı açan
bir anahtar gibi sürekli ve bıktırırcasına tekrarlıyorlardı ki, son zamanlarda
birçok tartışmacı "hayır işçi sınıfına gitmiyoruz" diyerek sözüne
başlamaya veya sözünü böyle bitirmeye başlamıştı, düşülen saçma durumu göze
batırmak için.
Bu dönemde bu ekip ayrıca ne yeni sosyal hareketler ve
bunların sorunlarına, ne ulusal kurtuluş hareketlerine hiçbir ilgi göstermezdi.
Daha sonraki evrimleri epeyce sürpriz oldu. Düşmez kalkmaz
bir Allah. Bur süre sonra duyduk ki, kendileri de "Troçkist"
olmuşlar. Troçkist gelenek içinden özellikle İngiltere'de etkili Tony Cliff'in
SWP (Sosyalist İşçi Partisi) temelinde bir çiziyi benimsemişler.
Yıllar sonra Türkiye'yle döndüğümde, sürekli "İşçi
sınıfına gidelim" diyen bu akımın, şehir orta sınıflarından demokratik
özlemleri olan gençlerin eğilimlerine uygun bir şekillenme içinde gördüğümde
şaşırmadım değil.
İçimden, "iyi işçi sınıfına gitmişler ve ondan
işçilerin bütün gayrı memnunlara gitmesi gerektiğini ve demokratik mücadelenin
önemini öğrenip daha aklı başında bir çizgiye gelmişler" diye sevindim.
Türk sosyalistlerinin neredeyse tamamının çeşitli
derecelerde demokratik görevlerden kaçtığı ve bu nedenle hızlı
"sınıfçı" yani ulusalcı oldukları bir dönemde, bir zamanların
"sınıfçı" akımının daha az "sınıfçı" olması ve Irkçılığa
Milliyetçiliğe Dur De gibi girişimlere aktif olarak katılması elbette
diğerlerinin tersine bir gidiş ve evrimdi ve tercih edilirdi.
Gerçi yıllar sonra Türkiye'ye döndüğümde şöyle bir ters
durumla karşılaşmıştım. Bizler altmışlı yıllarda Cağaloğu Beyoğlu çevrelerinde
yaşar ama surların dışındaki gecekondulara giderek bildiriler dağıtır, oralara
gitmeye çalışırdık. Şimdi varoşlarda etkili hareketler bile gelip Beyoğlu'nda,
yani Türkiye'nin demokrasi vitrini ya da Hyde Park'ında bildiri dağıtıyorlar;
bilinçli veya bilinçsizce oyuna katılıyor; vitrinin bir dekoru oluyorlardı.
"Sosyalist İşçi"nin
bu ters evrimi; bu sosyolojik ters yüz oluşun yansıması mıdır bilmiyorum ama
nedeni ne olursa olsun bu yansıma, politik olarak, bugün ulusalcılıktan daha
doğru ve iyi bir pozisyona tekabül eder.
Her neyse, Köxüz
sitesinde her öznenin, her hareketin içinden demokrasiyi ve diğer öznelerin
sorunlarını sorun etmeyi savunanları toplamaya çalıştığımızdan, bu çerçevede
Roni Margulies'e de Köxüz'de yazarlık
önermiştik Taraf'tan çok zaman önce.
Doğrusu cevap bile alamayınca, Köxüz sayfaları böyle bir yazardan mahrum kaldığı için üzülmüştük.
Elbette Köxüz gibi adı sanı bilinmedik günlük ziyaretçisi
1000 civarında dolaşan bir sitede yazmaktan ise, on binlerle okura doğrudan bir
gazete aracılığıyla ulaşmak tercih edilmesi gereken bir seçenek olarak
görülebilir. Ayrıca bazı şeyleri reddetmeden bazı yerlerde kabul görmek de
mümkün değildir.
*
Biz şimdi bu saldırı karşısındaki tavırların analizi ve
eleştirisi biçiminde bu saldırı ve saldırı karşısındaki tavırlara karşı
tavrımızı açıklayalım.
Bir sosyalist, her şeyden önce, fikir özgürlüğünün tavizsiz
bir savunucusu olmalıdır.
Bir sosyalist fikre karşı idari tedbirlerle, yasakla,
baskıyla, fiziksel araçlarla değil fikirle mücadeleyi savunur ve pratiğinde de
böyle davranır.
Bu çok basit, temel ve maalesef bu gün çoktan unutulmuş bir
sosyalist ilkedir.
Aslında bu ilke kendi başına sosyalist bir ilke bile
değildir, demokratik bir ilkedir. Sosyalistlik tanımı gereği, aynı zamanda
demokratlığı da içerdiğinden, aynı zamanda sosyalistliğin bir olmazsa olmazıdır
bu ilkeler.
Böyle bir ilkeden hareket eden bir sosyalist, bir yazıda
ifade edilmiş fikirlerden dolayı birisinin başından aşağı boya dökülmesine
"renkli bir eylem veya protesto"
diyemez.
Çünkü burada yapılan bir fikrin fikir ile çürütülmesi değil,
fikre karşı fiziksel araçlarla bir mücadeledir.
Sadece o kadar da değil, boya atılırken sarf edilen
sözlerle, aynı zamanda belli konuların (Örneğin ÖDP'nin) eleştiri dışında
olduğuna ve bunları yapanın böyle fiziki yaptırımlara maruz kalacağına dair bir
yasaklamadır.
Bir sosyalist ve demokrat açısından ise, dünyada kutsal ve
eleştirilemeyecek hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Hatta bizzat hiçbir görüşün
eleştiriden azade olamayacağına dair bu görüşün kendisi bile eleştiriye
açıktır.
Bir protesto eylemi, ancak bu fikre karşı fikirle mücadele
etmenin koşullarının olmadığı, yani fikre karşı mücadelenin idari veya başka
fikri olmayan fiziki araçlarla engellendiği koşullarda; bu koşullara karşı mücadelenin, bu koşulları
parçalamanın bir aracı olabilir.
Burada yapılanın ise bizzat kendisi fikre karşı fiziki
araçlarla bir engellemedir.
*
Şimdi bunları açık ve net olarak belirttikten sonra, olay
sonrasındaki tavır ve gelişmeleri ele alalım.
Olay üzerine ilk yankı bizzat ÖDP başkanı Alper Taş'tan
gelmişti. O medyanın yazdığına göre şu sözleri sarf etmişti: “ÖDP’de bir yazara saldırı kültürü yok. Biz
bunu tasvip etmiyoruz. gereği yapılacak”.
Dikkat edelim, Alper Taş'ın tavrı olayın özünü
saptırmaktadır.
Yani hiçbir fikrin idari ve fiziksel araçlarla
engellenemeyeceği ve engellenmemesi gerektiği; bu davranışın ise tam da bunu
reddettiği ve buna sınırlama getirdiği noktasını es geçmektedir. Alper Taş, bu
olayı tam da bu ilkenin bir savunusu haline getirmesi gerekirken, sorunu bir
politik ve teorik sorun olarak ele alması gerekirken; bir "Kültür"
sorunu, ya da bir örgütün, ÖDP'nin sorunuymuş gibi koymaktadır.
Birincisi, bu olayda ÖDP'de bir "saldırı kültürü"
olup olmadığı tartışılmamaktadır.
Sorun önce: fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edilmiş
olmasıdır.
Sonra belli konularda eleştiriler yapılamayacağına dair
fiziksel araçlarla bir sınır çizilmeye kalkılmış olmasıdır.
İkincisi, "bir
yazara" denerek, fikirlerin ifade özgürlüğüne değil, yazarlara yönelik
bir saldırıya karşı tavır koyulmaktadır.
Üçüncüsü, sorun bir idari sorunmuş gibi ele alınmakta ve
"gereğinin yapılacağı"
tarzında tipik bürokratik bir tepki verilmektedir.
Bir devrimci, bir sosyalist, böyle bir olay karşısında,
böylesine bürokratik bir üslupla olayın özünü gözlerden kaçıran bir yankı
vermez; bir devrimci, fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edilmesine ve belli
konularda eleştirinin sınırlanmasına karşı çık tavır koyardı. Örneğin, "Biz hiçbir konuyu ya da tabuyu kutsal kabul
etmiyoruz ve mutlak bir fikir özgürlüğünden yanayız; fikirlere karşı fiziki,
idari veya hukuki engellemelerin amansız düşmanıyız" gibisinden bir
tepki gösterirdi.
Ancak böyle bir tepki hem Türkiye'de hem de sosyalistler ve
hem de ÖDP içinde bir "Saldırı
kültürü"ne karşı gerçek bir saldırı olabilirdi.
Alpar Taş'ın tepkisinde ise gerçek sorun gözlerden
gizlenerek, böyle bir tepki gösterilmeyerek
"saldırı kültürü"
fiilen okşanır durumdaydı.
Bu nedenle perşembenin gelişi çarşambadan belliydi.
Bu nedenle bizim için Önder İşleyen'in daha sonra olayla
ilgili yaptığı "demokratik ve renkli
bir eylem" tanımlaması hiç de sürpriz olmadı.
Sanılanın aksine bu iki tavır birbiriyle çelişmemektedir.
Özünde aynıdır ama aralarında sadece bir üslup farkı vardır. Bu uslup farkını
sanki özden bir ayrılıkmış gibi görmek ve göstermek de öze yönelik bir
eleştiriyi ortadan kaldırır ve zımni bir suç ortaklığına kadar da gider. Ve
maalesef Devrimci Sosyalist İşçi Partisi ve Roni Margulies'in tavırları tam da
böyle ilerde görüleceği gibi.
*
Önder İşleyen ise şunları diyor birkaç gün sonra:
"Taraf Gazetesi
yazarı ve DSİP üyesi Roni Margulies'e, parti üyesi genç arkadaşların yeşil boya
dökmesi ile ilgili olarak son günlerde gazetelerde ve internet sitelerinde
yapılan yorumlarla olay bilinçli olarak saptırılmaya çalışılmaktadır. R. Margulies
yönelik tepkinin nedeni, onun, uğruna bedeller ödenerek yaratılmış devrimci
değerlere yönelik provakatif ve saldırgan tutumudur. Bu eylemle arkadaşlarımız,
kendi inisiyatifleri doğrultusunda, Roni Margulies‘in bu çirkin saldırılarına
tepkilerini ortaya koymuştur. Şiddet içermeyen demokratik bir eylemdir ki bu
tür renkli eylemler dünyanın her yerinde gerçekleştirilmektedir."
Burada bir takım "değerler"in
tartışma konusu olamayacağı, bunları tartışanların bu tür fiziki engellemelere
hazır olması gerektiği söylenmektedir açık açık.
Sosyalist ve Demokrat bir parti ya da kişi, bu gibi
davranışlar karşısında, "bizim
görevimiz, en kutsal bildiğimiz değerlere bile fikir düzeyinde "çirkin
saldırılar" yapma özgürlüğünü savunmaktır. Bu özgürlüğü savunmamak; aksine
fikre karşı fikirle değil fiziki araçlarla mücadele etmek ve bazı "kutsal
değerleri" eleştiri veya "saldırı"dan azade kılmak ve bunu fikri
olmayan araçlarla yapmaya kalkışmak ÖDP üyeliğiyle bağdaşmaz" derdi.
Böyle bir tavrın izi bile yoktur söylenenlerde.
*
Tutarlı bir sosyalist o "demokratik ve renkli
eylem"e eleştirisini bu noktadan yapardı.
Tutarlı bir sosyalist, eleştirisini böyle yapmayan ÖDP'ye
karşı eleştirisini de bu noktadan yapardı.
Ve tutarlı bir sosyalist ÖDP'ye eleştirisini böyle bir tavrı
göstermediğin noktasından eleştirmeyen sosyalistleri de eleştirmelidir.
Peki, şimdi bakalım ÖDP'nin tavrına karşı eleştiriler,
özellikle Roni'nin ve Örgütünüm eleştirileri nedir?
*
Önce DSİP'nin açıklamasını aktaralım:
"Partimiz üyesi
ve Taraf Gazetesi yazarı Roni Margulies 27 Ağustos akşamı bir saldırıya
uğramıştır. Saldırı sırasında, ÖDP'li olduklarını belirten sözler söyledikleri
için olaydan hemen sonra ÖDP Genel Başkanı'na durumu ilettik. Daha sonra ÖDP
Genel Başkanı'ndan saldırganların ÖDP üyesi olduklarını ve haklarında işlem
yapılacağını öğrendik.
DSİP daima sol içi
şiddete karşıdır. Bu nedenle ÖDP Genel Başkanı Alper Taş'ın
söyledikleri bizim için yeterli olmuştur.
Ne var ki, 31 Ağustos
günü ÖDP sitesinde yayınlanan basın açıklamasında ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder
İşleyen Roni Margulies'in yazdığı yazıyı "saldırgan", Roni'ye
saldıranların yaptıklarını ise "demokratik bir eylem" olarak
nitelemiştir.
ÖDP'nin bu resmi
tutumu Devrimci Sosyalist İşçi Partisi açısından kabul edilemez bir yeni
saldırganlık göstergesidir. Üç beş saldırganın tutumu ve bunun bir sol
partinin liderliği tarafından desteklenmesi, Türkiye soluna ağır bir
hakarettir.
DSİP, ÖDP genel Başkan
Yardımcısı Önder İşleyen'in açıklamasının, ÖDP çoğunluğunun görüşlerini
yansıtmadığına inanmaktadır.
Bütün sosyalistleri, bütün sosyalist örgütleri ve çevreleri bu
saldırgan tutuma karşı tavır almaya çağırıyoruz.
DSİP sosyalist
kamuoyuna açıkça ilan eder. Biz ne bu saldırganlara ne de başkalarına karşı
şiddet kullanacağız. Fikirlerimize tahammül edemeyenlerin saldırgan tutumlarını
eskiden beri biliyoruz ve önemsemiyoruz.
Biz Ergenekon
Çetesini, darbe planlayanları, Kürtlerin katledilmeye devam edilmesini
isteyenleri, Kürt çözümüne karşı çıkanları hedef olarak görüyor ve onlarla
mücadele ediyoruz."
*
Bu açıklamada ne görüyoruz?
Olayın özü, yani fikre karşı fiziki araçlarla mücadele ve
bazı konuların eleştiri dışı ve dokunulmaz ilen edilmesine yapılmıyor vurgu.
Tam da üzerinde durulması gereken nokta es geçiliyor. Tıpkı ÖDP'nin yaptığı
gibi.
Ne deniyor?
"DSİP daima sol
içi şiddete karşıdır. Bu nedenle ÖDP Genel Başkanı Alper Taş'ın
söyledikleri bizim için yeterli olmuştur."
Bildirinin bütün özü bu cümlede yatıyor.
Biliride, sorun fikre karşı fikirle mücadele alanından sanki
şiddetin nerelerde kullanılacağı veya kullanılabileceği; şiddete karşı olup
almama notasına çekilmektedir.
Yani tıpkı ÖDP'nin yaptığı gibi, Alper Taş'ın yaptığı gibi,
sorunun özü saptırılmaktadır, sorun fikir özgürlüğünü savunup savunmamaktan
başka bir noktaya çekilmektedir. DSİP bildirisinde bu başka nokta, şiddete
karşı olmak veya bunu sınırlarının neler olduğudur. Bu başka nokta farklı
olmakla birlikte, sorunun özünü görmemekte Alper Taş'la uyuşmaktadır.
Ve uyuştuğu için de Alper Taş'ın söyledikleri yeterli
olmaktadır.
Tekrar edelim. Bu olayda sorun şiddete karşı olup olmama
değildir. Bu olayda sorun, fikre karşı fikri olmayan araçlarla mücadele ve
belli konuların eleştiri dışı olup olamayacağıdır.
Karşı çıkış ve eleştiri tam da bu noktadan yapılması
gerekirken, hangi politik ya da ideolojik duruşlara karşı şiddet uygulanıp
uygulanamayacağı alanına çekilmektedir.
Bu anlam kaydırması baştan yanlıştır ve olayın özünü
çarpıtmaktadır.
Ama kaydırılan noktada da yanlış görüşler savunulmaktadır.
Birincisi "sol
içi şiddete" karşı olmak, "sol dışı şiddet"e karşı
olunmadığı anlamına gelir.
Bu zaten ikili bir tutarsızlıktır.
Birincisi. İster sol içi ister dışı olsun, siz gerçekten
fikir özgürlüğünden yanaysanız, fikrinizi fiziki, idari veya hukuki araçlarla
engelleyene karşı bu engelleri etkisiz kılacak araçlar kullanmanız gerekebilir.
Yani örneğin hukuki ve idari engelleri yırtmak için gizlilik veya ezop dili
veya meydan okuma gibi birçok yöntem kullanmanız gerekir. Ve fiziki bir engel
varsa da o fiziki engeli berhava etmek için fiziki mücadele araçlarına da
başvurulabilir ve vurulmalıdır. Sorunun fikirlere karşı fikirle mücadele eden
bir düzeni koymak için fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edenlere karşı
fiziki bir mücadelenin gerektiği ve gerekeceği noktası atlanmaktadır.
Yani Fikir özgürlüğü için her türlü mücadeleyi savunmak
yerine, sorun şiddetin nerelerde uygulanacağıymış gibi koyulup kendine solcu
diyenler yaparsa şiddete karşıyız deniyor.
Peki, ÖDP'liler veya başkaları ısrar edip aynı fiziksel
saldırıları sürdürseler kendini savunmak için olsun fiziki araçlara
başvurmayacak mısın?
Bu saçmalıktır ya da tam bir teslimiyeti savunmak anlamına
gelir.
Kaldı ki sınıflar mücadelesinde ordular mücadelesinden
farklı olarak, sol ya da sağ gibi ayrımlar yanıltıcıdır; karşı taraf bizzat
sana karşı mücadelesini senin bayrağınla yapabilir.
Yani sol bayrağıyla sana fiziki saldırılar yapılabilir ve
sen de "ben sol içi şiddete karşıyım" diyerek onun karşısında kölece
telim olursun.
İkincisi. Sizin muhataplarınız da muhtemelen sizin gibi sol
içi şiddete karşı olduklarını söyleyecekler ama solu farklı tanımlayıp sizi sol
dışında telakki ettiklerini söyleyip size karşı şiddeti bizzat sizin de meşru
gördüğünüzden hareketle yapacaklar ve kendilerinin tutarlı davrandığını
savunabileceklerdir.
Aslında 12 Eylül öncesi dönemde, "Maocu Bozkurtlar" ile "Sosyal Faşistler" arasındaki durum tam da buydu. Her iki taraf
da "sol içi şiddete" karşı
idi ama birbirlerini "sol içi"
görmüyorlardı.
Sanki bunlar yaşanmamış gibi hala "Sol içi şiddetten
yana" olup olmak üzerinden konuşmak belki bir zamanlar trajediydi ama
şimdi iyice komedi olmuş durumda.
Tabii Tarkan'ların yaklaşımı böyle olunca Alper Taş'ın
söyledikleri onlar için yeterli olabilir ve bir sorun oluşturmazdı.
Biz şahsen bütün sosyalistleri ve sosyalist örgütleri,
sadece bu saldırganlığa değil, fikre karşı fikir dışı araçlarla mücadele etmeye
ve bazı fikirleri dokunulmaz, kutsal ilan etmeye karşı tavır almaya
cağırıyoruz. Tabii bu arada özellikle Doğan Tarkan ve Roni Margulies'i.
Sorun diploması değildir bir ilkedir. Sorun ÖDP'nin ifade
ettiği görüşlerin çoğunluğunun görüşleri olup olmaması olarak koyulursa, bu,
ilke sorununu bir diplomasi sorunu olarak koymaktır.
Sorun bu tavrın mahkum edilmesi iken, sanki sorun ÖDP'nin
böyle düşünüp düşünmediğiymiş gibi koyulmaktadır.
*
DSİP'in bildirisinin içeriği üzerine daha çok şeyler
yazılabilir ama biz şimdi Roni'ye gelelim. Onda da aynı tutarsızlıklar var.
Önce bütün bu olayların başındaki yazıdan ve orada anlatılan
buradakinin neredeyse tıpkısı olan olaydan başlayalım:
"Mahir Hüseyin Ulaş" adlı yazısında Roni şöyle bir
olay anlatıyor:
"Nâzım Hikmet’in
doğum günüydü. İsviçre’de Türklerin bir derneğinde yapılan kutlama toplantısına
davet edildim. Yıllar geçti, neler dediğimi hiç hatırlamıyorum, ama ne
demişsem, konu oraya nasıl gelmişse, bir arkadaş kalktı, “Sen Kaypakkaya
geleneği hakkında nasıl böyle konuşursun!” dedi.
Dur, dedim, şu cümleyi
biraz düşünelim. “İbrahim Kaypakkaya geleneği” kavramının üzerinde biraz
duralım.
Kaypakkaya’nın
devrimciliğinden, kararlılığından, cesaretinden kimsenin kuşkusu olamaz
herhalde. Ama 24 yaşında öldürülen bir delikanlıdan söz ediyoruz. Yabancı dil
bilmeyen; Marksist klasikler bir yana dursun, Mao’nun eserlerini bile doğru
dürüst okuması mümkün olmayan, okuduğu kadarını da berbat tercümelerden okuyan
bir delikanlı. Yazdıkları, bir avuç polemik makalesinden ibaret olan, daha
fazlasını yazmaya vakit bulamayan bir delikanlı. Öğrenciliği bırakıp silaha
sarılan, ömrünün son yılını dağ başlarında çatışmakla, kaçmakla geçiren bir
delikanlı.
Nasıl bir “gelenek”
olabilir bu? Bu delikanlının dünya işçi sınıfı hareketine katkısı ne olmuş
olabilir? Dünya emekçilerinin deneyimlerine, bilgisine, teorilerine neler
eklemiş olabilir? “Marx, Engels, Lenin” dedikten sonra, bunların yanına bir de
Kaypakkaya’yı eklemek biraz garip olmaz mı?"
Dikkat edelim, tıpkı şimdi başına gelen gelmektedir orada da
sadece renkli kısmı olmayan demokratik bir protestodur. Ama bu protesto,
kutsalları çizmektedir. Belki o an orada gücü olmadığı için bu sınırları
uygulayamamaktadır.
Roni'nin itiraza itirazı, bu geleneğin nasıl bir gelenek
olacağı veya İbrahim'in yaşı ve birikimiyle pek tutarlı bir gelenek
yaratamayacağı gibi bir noktada yoğunlaşıyor.
Halbuki, bir sosyalist, bir devrimci, demokrat, anlatılan
olayda itiraza itirazını, "her
gelenek hakkında her türlü konuşulabilir, sorun o söylenenin içeriğine itiraz
olmalıdır; nasıl konuşursun diye tehdit ve tabular çıkarma yanlıştır"
biçiminde yapmalıydı.
Ama Roni bizzat kendisi bu en kritik noktada bunu yapmıyor,
konuyu bütünüyle nasıl bir birikimle dayanılabilecek gelenekler veya insanların
hangi yaşlarında böyle geleneklerin oluşabileceği sıçramalar yapabileceği gibi
bir konuya kaydırıyor.
Ama böylece, itirazını bizzat tabulaştırmaya ve tehdide
karşı yapmayarak; oradaki tehdidi görmezden gelerek, aslında şimdiki
saldırıların boy atıp gelişmesinin koşullarını da yaratmış oluyor.
Bir an için "Mahir
Hüseyin Ulaş" adlı yazısında böyle bir tavır alıp bunu anlattığını var
sayalım. Dolayısıyla vurgu ve yazının konusunun rozet sloganlar değil de,
hiçbir fikrin kutsal olamayacağı; "var
olan her şeyin acımasız bir eleştirisi"nin (Marks) Marksizmin ve
sosyalizmin özünde bulunduğu gibi bir fikri işlediğini; Türkiye solunda tam da
bu konuda açık bir Programatik tavır olmadığı için bu gün solcuların yasakçı ve
devletçi ulusalcılar haline geldiğini ele aldığını var sayalım. O zaman da
böyle bir saldırıya uğrayabilirdi. Ama bu saldırı doğrudan fikir özgürlüğünü
savunmaya karşı bir saldırı olurdu ve gerçek mahiyeti çok daha açık
görülebilirdi. Ayrıca mücadeleyi en doğru ve kritik bir noktayla çekmiş olurdu.
*
Kaldı ki, burada konu dışı olmakla birlikte değinmeden
geçmeyelim ki, anlattığı olayda Roni'nin tartışmayı yürüttüğü bağlamında söyledikleri
de pek doğru değildir.
24 Yaşında olmuş olmak, Marksist klasikleri pek okumamış
bulunmak, hiç de belli bir teorik katkı yapılamayacağı ve gelenek oluşmayacağı
anlamına gelmez.
Birincisi zaten Kaypakkaya adına bir gelenek vardır ve
oluşmuştur. Bizzat varlığıyla bir olgu olarak Roni'nin savunduğu böyle bir
birikimsizlikle bir gelenek oluşamayacağı fikrinin çürütülmesidir.
Yaş ve birikim konusuna gelince.
Roni'nin söylediğinin aksine olgular dünyadaki en önemli
teorik katkıların genellikle 20'li yaşlardaki insanlar tarafından yapıldığını
gösterir.
Marks 1818'de doğmuştu, Tarihsel maddeciliği 1845 veya
1846'larda formüle ettiğine düşünürsek, 27 yaşındaydı. Engels ondan da gençti.
Troçki "Sürekli
Devrim" teorisini ortaya koyduğunda 25 yaşındaydı.
Marks ve Engels o zamanın Fransa ve İngiltere'sine göre
geri, feodal bir ülkede büyümüştü.
Troçki Asyalı Rusya'da büyümüştü. O zamanın Almaya ve
Rusya'sındaki işçilerin diğer gelmişmiş ülkeler yanında esamesi bile okunmazdı.
Ayrıca bu birikim sorunu da karışıktır. Bazen bilenen
birikimlerden uzak olmak bizzat yeni bir bakışın koşulunu oluşturur.
Hasılı, aslında muhatabının itirazına itirazı da yanlıştır
ve özgün fikirler ve geleneklerin ortaya çıkışını çok mekanik ve düz olarak ele
almaktadır. Toplumsal yaşamın tüm karmaşık gidişini göz ardı etmektedir.
*
Kendisine saldırı karşısında da aynı çizgiyi sürdürmektedir
Roni.
Ama kendisine saldırıldıktan sonra da saldıranları esas
eleştirmek gereken noktadan değil, aslında en saçma noktadan eleştirdi.
Kendisine saldıranlara politik değil ahlaki bir eleştiri
yaptı.
Bir de sorunu sorun sanki cesaret ve olgunlukmuş gibi koydu.
Olay karşısında ilk değerlendirmesinde saldırıyı şöyle
değerlendirmişti:
"Mafya bile insanlara
ailelerinin yanında dokunmaz. Bunlar mafya bile değil, tam bir serseri
sürüsü"
Politikada en azından Mafyanın ahlakını mı aracağız? Ya da
bizler sorunu ahlaki bir düzeyde mi tartışmalıyız?
Roni'nin eleştirisini saldırının ailesinin yanında yapılması
veya mafya olup olmamak üzerinden değil; fikre karşı fikri olmayan araçlarla
mücadele üzerinden kurması gerekirdi.
Ama nasıl anlattığı yazıda tam da bu üzerinde durulması
gereken noktayı atladıysa burada da aynı yanlışı yapmaktadır.
Ve Roni de tıpkı bağlı olduğu partinin bildirisinde olduğu
gibi, sorunu ÖDP'lilerin bir sorunuymuş veya ÖDP'lilerle bir sorunmuş gibi
koyuyor en son olrak bu “Mahir Hüseyin Ulaş” adlı yazısını aktardığı Taraf'taki son yazısında.
Söyle yazıyor:
"Yazı, ÖDP üyesi
bazı arkadaşların pek hoşuna gitmemiş galiba. Hemfikir olmadıklarını kendilerine
özgü tartışma üslubuyla belirttiler. Yanılıyor olduğuma ikna edemediler doğrusu
beni. (…)
Ben pek çok ÖDP’li
yoldaşımla bu konuları sık sık tartışıyorum. Bazılarıyla ise tartışmak daha
zor. Bu bazıları ile ÖDP’nin tümünü karıştırmamak gerek. Ben karıştırmıyorum."
Sorun bir "tartışma üslubu" mu?
Sorun kimi ÖDP'lilerin tartışması veya tartışmaması mı?
Sorun ailenin yanında saldırıya uğramak mı?
Sorun ailenin yanında olmasa da, sorun ÖDP'lilerle tartışsa
da tartışmasa da, fikre karşı fiziki araçlarla karşı çıkılması ve kimi
fikirlerin, kavramların, kişilerin eleştiri dışında kabul edilmesidir.
Bunun karşısında ses çıkarmamak, sorunu başka alanlardaymış
gibi tartışmak, ne kadar zıt görünürse görünsün bu konularda aynı yanlışların
savunulduğu anlamına gelir.
Yanlışlar karşısında onlarla mücadele etmeyenler de o
yanlışları açıkça savunanlar kadar hatta daha fazla beslerler.
*
O halde, biz Doğan Tarkan, Roni Margulies, ÖDP ve diğer
insanlardan, örgütlerden çevrelerden (DSP'in bildirisinde olduğu gibi ille de Sosyalist
olmaları gerekmiyor, bizim için insanların kendileri için kendilerin ne dediği
değil, somut olarak ne yaptığı önemlidir) bir fikre karşı idari, hukuki, fiziki
araçlarla mücadeleninin karşısında olunması; hiçbir fikrin, kavramın, kişinin
eleştiriden azade ve kutsal olmaması noktasından bu olayın protesto edilmesini
bekliyoruz ve onlara bu çağrıyı yapıyoruz.
Ve bunu bu olay vesilesiyle "Demokratik açılım"ın
yapıldığının söylendiği şu günlerde, demokratik açılım tartışmalarında dile
getirilen ve getirilecek görüşlerin idari, hukuki veya fiziki baskılara maruz
kalmaması için ilk yapılması gerekenin fikir özgürlüğünü engelleyen tüm
yasaların bir kanun maddesiyle geçersiz ilan edilmesi ve fikir özgürlüğünü
fiziki, hukuki veya idari araçlarla engelleyenlere karşı en ağır müeyyidelerin
getirilmesi toplumun gündemine taşınabilir.
Böylece gerçek bir demokratik açılım için mücadelenin başını
sosyalistler çekebilir.
Böylece hem Askeri Bürokatik Oligarşiye karşı direk bir
mücadeleye girilmiş olur hem de pratikte Hükümetin veya burjuvazinin korkaklığı
teşhir edilebilir.
Hükümet bu söz ve ifade özgürlüğünü garanti altına almadan
tartışma açarak aslında başkalarına kestaneyi ateşten çıkarttırıyor ve kendi
elini sıcak sudan soğuk suya koymuyor.
Şimdi hürriyet geldiğini sananlara Şair Eşref'in şu
satırlarını hatırlatmakta yarar var:
"Evvelce devri
istibdat idi konuşturmazlardı adamı
Şimdi devri hürriyet,
önce konuştururlar adamı sonra s… ananı."
Demir Küçükaydın
02.09.2009
Marksizm 2010 İçin Hariçten Gazeller
Birinci Gazel - Marksizme Veda (23.10.2010)
Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada, Marksizm genel
olarak eski entelektüel gücünü ve çekiciliğini yitirmiş bulunuyor.
Burada onun politika ve toplumsal hareketler üzerindeki
iyice azalmış olan etkisini kastetmiyoruz. Çünkü bir görüş, bir düşünce pekâlâ
geniş kitlelerce bilinmemiş kalabilir, politik olarak etkisiz olabilir ama yine
de entelektüel bir güç ve çekiciliğe sahip olabilir.
Durum çok daha fecidir; Marksizm’deki entelektüel güç,
yaratıcılık, açıklayıcılık, kapsayıcılık, radikallik yitirilmiş bulunuyor.
Bu tür krizler ancak çok derinlere giden metodolojik,
kavramsal, teorik yenilenmelerle aşılabilirler. Bu da ister istemez, doğrudan
hayatla bağlantılı gibi görünmeyen temel
kavramlara, metodolojik sorunlara yönelmeyi
ve oralarda yoğunlaşmayı gerektirir.
Yani Almanların “Grundlagenforschung”
(temellere yönelik araştırmalar) dedikleri türden, doğrudan pratikle ilgisizmiş
gibi görünen bir çaba ve yöneliş gerekmektedir.
Ne var ki, bu gün Marksistlerin ya da en azından bu iddiada
olanların, yazdıklarına çizdiklerine baktığımızda, tam tersine bir durumla,
temel ve genel sorunlardan uzaklaşmayla karşılaşıyoruz. Aslında bu durumun
bizzat kendisi, Marksizm’in ve Marksistlerin içinde bulunduğu krizin bir
görünümüdür de.
*
İçinde bulunulan durumun fecaatini ve rezaletini birkaç
fırça darbesiyle olsun göstermeyi deneyelim.
İçerik her zaman son duruşmada biçimi belirler. Bu nedenle
şimdilik içerikleri bir yana bırakıp, biçimler üzerinden giderek içeriğin
sefaletini göstermeyi deneyelim.
Eskiden sosyalistler, uzun uzun tüm kavramların anlamlarını
didik didik eden yazılar yazarlardı. Bu içeriğe uygun olarak “deneme”, “polemik”, “teorik analizler”
temel yazı biçimleriydi. Tabii buna bağlı olarak da böyle yazılar haftalık ya
da aylık teorik ve politik yayınlarda, kitap ve broşürlerde yayınlanırlardı.
Bir zamanlar, o gerçek yükselişin yaşandığı altmışlı
yıllarda, Aydınlık, Ant, Türk
Solu veya hatta Doğan Avcıoğlu’nun Yön’ü
gibi, en ciddi teorik tartışmaların yapıldığı, yeni sorunların ilk kez ortaya
atıldığı dergiler vardı. Bugün böyle bir dergi yok[3].
Bugün “teorik tartışma”ların,
“polemik”lerin yerini aktüel
politikaya ilişkin yüzeysel
değerlendirmelerden oluşan “politik
analiz”ler almış bulunuyor.
Artık temel biçimler “deneme”,
“polemik”, “teorik analiz” vs. değil; “söyleşi”ler
veya kısa “köşe yazıları”.
Teoriden kopuş, genel ve temel sorunlardan kaçış, içerikteki bu çürüme, biçimlerde böyle yansıyor.
Bugün Türkiye’de Sosyalistlerin “teorik tartışma organı”, Radikal
İki veya Taraf’ın kimi köşe
yazarları veya Her Taraf köşesidir[4].
Post Express ya da Yeni Harman’ın
sayfalarındaki “söyleşi”ler temel “politik analiz”lerin yapıldığı yerler
oluyor.
Kanımızca sadece bunlar bile durumun fecaatini göstermeye
yeter.
Eskiden solculara solcuların dünyasından haberler veren
magazin dergileri yoktu. İnsanlar şu veya bu kişinin ne yaptığından ziyade,
kavramlarla, analiz araçlarıyla ilgilenirdi. Yüzeysellik değil; derinlik
makbuldü.
Ama artık tam tersine dönmüş bulunuyor ihtiyaçlar. Post Express örneğin böyle bir ihtiyaca
cevap veren bir dergidir. Artistlerin veya meşhurların ne yaptığını izlemeye
yarayan magazin gazete, dergi veya ilavelerinin sola ve sosyalistlere yönelik
bir versiyonu kabul edilebilir. Birinde Bratt Pitt, diğerinde Noam Chomski.
Eskiden, yani teorik sorunların tartışıldığı o “eski ve
güzel zamanlarda”, bu türden dergiler yoktu. Kanımızca, böyle dergilerin
varlığı bile Marksizm’deki ve Marksistlerdeki krizin bir görünümü olarak
değerlendirilebilir.
*
Kediye göre budu, hala az çok eski devrimci ve Marksist
geleneklere bağlılığını sürdürmeye çalışan ve doktriner denebilecek olanlara
bakalım. Öyle söylenenlerin içeriğine bile değil, sadece niteliklerine,
biçimlerine ve konularına bakalım.
Kurtuluş,
“doktriner”, teoriye iyi kötü değer veren bir hareket sayılabilir. Bizlerin 68
Dev-Genç’inin kahramanlık döneminin ve ilk dönem Mahir’inin bir devamı[5]
gibi görülebilir.
Bu geleneğin önde gelen teorisyeni Mahir Sayın’ın son birkaç
yılda yazdıklarına bakmak bile feci durumu gösterir.
Sevgili Mahir Sayın’ın yazdığı bir broşür var: “Kurtuluş’ta Olanlar ve Olmaması Gerekenler”
diye, örgüt içindeki bir taciz olayı ile ilgili. Örgüt içi tüzüksel ve hukuki
bir sorunu, politik ve ideolojik mücadelenin bir aracı olarak kullanmaya
yönelik bir metin.
Böyle bir konuda, üşenmeden bir broşür yazan bir Mahir
Sayın’ın, Marksizm’deki Yapı ve Özne çelişkisi, bir Din ve Üstyapılar
teorisinin yokluğu veya bir Ulus teorisinin olmaması veya sorunları gibi,
teorik ve politik sorunlarla ilgili bir tek yazı yazmamış olması veya tesadüfen
bir yerlerde yazılmış olanlar hakkında bir fikir ifade etmemesi bir rastlantı
mı?
Hayır! Bizzat birinin varlığı ve diğerinin yokluğu aynı
madalyonun iki yüzüdür ve tam da krizin bir görünümüdür.
Yine aynı Mahir Sayın’ı, bir de son tevkifata bulaştırılma
çabalarında başta Hürriyet, basında
izledik.
Elbette bu komploya karşı kendisini savunmasına bir şey
denemez. Türkiye sosyalistlerini biraz bilen bilir ki, bir Mahir Sayın ile söz
konusu örgüt veya kişiler bir araya gelmezler ve gelemezler. Bütün bunlar bir
yana. Biz buradaki konumuz açısından bu sorunu bir yana koyuyoruz şimdilik.
Bu tevkifat vesilesiyle, Askeri Bürokratik Oligarşi ve
İslamcı Burjuvazi arasındaki çatışmanın çatlakları birden bire birkaç günlüğüne
de olsa Mahir Sayın’ın ramp ışıkları altına çıkmasına yol açtı.
Aslında bir sosyalist için, bir devrimci için bu olağanüstü
bir olanaktır. Böylece bütün yürüyen tartışmanın, problem koyuşun yanlışlığı
sergilenip, bambaşka bir bakış açısı ve tavır alış, koyulabilir, duyurulabilir.
Belki bir yerlerde birilerinin kafasına bir iki soru işareti takılabilir.
Peki, bunca yıllık devrimci ve politikacı sevgili Mahir
Arkadaşımızın yazdıklarına ve söyleşilerine bakınca ne görüyoruz? Sorunu
bütünüyle egemen medyanın ve ideolojinin, çatışan egemen güçlerin kavramlarıyla
ele alıp tartışıyor. Bir söylediği ile iki satır altta çelişiyor.
Örneğin, bir yandan “Hanefi
Avcı’yı savunur durumda bırakıldım” diye şikâyet ediyor, aynı metnin içinde
“Burada Hanefi Avcı yazdığı kitapla
Türkiye üzerine yapılmak istenilen planları bozmuştur. En azından planları
ortaya çıkarmaya çalışmıştır” diyerek Hanefi Avcı’nın fiili bir
savunmazsını yapıyor.
Ama teorik bakımdan daha kötüsü de var. Ulusalcıların
diliyle konuşuyor ve örneğin “cemaat”ın
bir yapı oluşturduğundan söz ediyor.
Mahir Sayın, nasıl olur da ulusalcıların diliyle ve dünyayı
algılayışıyla böyle sorunsuz olabilir? Hafıza kaybına mı uğradı acaba diye
düşünmeden edemiyor insan.
Bırakalım sosyalist olmayı, hatta demokrat olmayı bile,
sıradan bazı evrenselleşmiş hukuk normları bakımından, cemaat olmak niye bir
suç olsun? Aynı görüşte ve yaklaşımda olanların bir yapı oluşturmaya
çalışmaları niye bir suç olsun? Olaya böyle bakınca niyetler üzerinden bir hüküm verilmiş olmaz mı? Evrenselleşmiş
hukuk normlarında ise niyetler üzerinden ceza veya hüküm verilmez ve
verilmemelidir. Bırakalım Sosyalistliği ve demokratlığı, normal bir “hukuk devleti”ni savunmak bile buna
karşı olmayı gerektirir. Ortada eğer bir yapı var ise, ancak nesnel, somut
veriler üzerinden bir değerlendirme ve yargı oluşturulabilir.
Kaldı ki, Mahir Sayın bir sosyalisttir ve en azından bir
sosyalist olarak da en radikal ve tutarlı demokrat olmak zorundadır.
Bu durumda, bir demokrattan beklenen, bir “cemaat”
tarafından ele geçirilebilir olan, yani son derece merkezî ve seçimlerle değil
merkezden tayinlerle belirlenen, son derece keyfi kararların alınmasına uygun
bugünkü devlet cihazını teşhir etmek ve ona karşı çıkmak, dolayısıyla
demokratik bir programı açıklamak için bu olanaktan yararlanmaktır.
Bu gibi demokratik olmayan devlet cihazları, yapıları gereği
“ele geçirilebilir”dirler. “Cemaat”in elinde değilse, Kemalistlerin elindedir.
Zaten bugün Türkiye’deki çatışma tam da budur ve demokratik
bir karakteri bu nedenle bulunmamaktadır. Tarafların bu cihazla sorunu yoktur,
aksine ikisi de devlet cihazının bu karakterini korumaya ama olu ele geçirmeye
ve elde tutmaya çalışmaktadır.
Politik İslam, bugünkü devletin yapısının bu merkezi ve “ele
geçirilebilir” karakterini hiç sorgulamamakta, bugün nüfusun ve oyların
çoğunluğuna dayandığından, çoğunluk milletvekiline sahip olan politik İslam’ın
“ele geçirme”sini liberallerin de yardımıyla demokratikleşme gibi koymaktadır.
Yani bir demokratın, “cemaat”in “ele geçirme”sine, “yapı
oluşturma”sına değil, bugünkü devlet cihazının ele geçirilebilir olmasına karşı bir şeyler söylemesi gerekir.
Dolayısıyla “cemaat”in “ele geçir”mediği yerlerin de CHP’nin ve askeri
bürokratik oligarşinin zaten “ele geçirmiş” bulunduğunun vurgulaması ve
“cemaat”in “yapı oluşturması” gibi kavramları kullanmaması gerekir.
Yani örneğin bir demokrat, Valilik, Kaymakamlık vs. gibi,
Osmanlı artığı, merkezden atanan ve
gerçek yetkiyi elinde bulunduran bütün makamların kaldırıldığı, bunların yerini
bütünüyle seçilmiş yönetici ve
organların aldığı; diğer memurların tayin, terfi vs. işlemlerinin,
bütünüyle devletten bağımsız memur sendikalarının nesnel kriterlere göre
tuttuğu sicillere göre belirlendiği; memurlar hakkında her vatandaşın hiçbir
izin almadan dava açabildiği bir sistemi gündeme getirir örneğin bu vesileden
yararlanarak. Böyle bir yapı “ele geçir”ilemez ve onda “yapı oluştur”ulamaz.
Hatta bizlerin böyle bir sistemi savunması, bir anlamda “ele
geçirme”, “yapı oluşturma” özgürlüğünü savunmak demektir. Elbette o
yöneticilerin ve organların seçiminde farklı partiler, yarışacaklar ve
çoğunluğu kazanarak bir süre için “ele geçir”ecekler ve böylece politikalarını
uygulayacaklardır.
Biz “ele geçirme”ye karşı değiliz, aksine demokratik bir
şekilde ele geçirilebilir olmasından yanayızdır.
Şimdi Mahir Sayın’ın, bırakalım sosyalist olmasını bir yana,
bir demokrat olarak, ondan problemi ve tartışmaları bu yöne çekmek için
yararlanması beklenir veya umulurken, o ne yapmaktadır? Kemalistlerin ya da
Cemaatin diliyle (çünkü AKP veya Cemaat da Kemalistlerin devleti ele
geçirmişliğinden şikayet etmektedir.) konuşmakta ve tartışmaktadır.
Ayrıca bu taleplerin ileri sürülmesi ve tartışmanın cemaat olmaya ve cemaatlerin ele
geçirmesine değil, merkezden
tayinlerle ele geçirilebilir olma özelliğine, bizzat bu merkezi devletin bu
gerici ve anti demokratik yapısına çekilmesi, “cemaat”in veya politik İslam’ın,
yani burjuvazinin ve bu kesiminin, demokratik olmayan özelliklerini en iyi
biçimde gösterir ve onun oyununu bozar. Bütün bu çatışmayı aynı zamanda
sınıfların mücadelesi ile açıklamış olur.
Mahir Sayın arkadaşımız ise, babasının komiser olduğundan ve
hangi mantıkla hareket ettiğinden yola çıkarak Avcı’yı savunur duruma düşüyor
ve ondan sonra da bir de Avcı’yı savunur duruma düşmekten şikâyet ediyor. Kendi
düşen ağlamaz!
İşte en doktriner sayılabilecek hareketlerden biri olan
Kurtuluş’un önde gelen teorisyenlerinden altmışından sonra “Sınıf”ı keşfeden,
“hayır”cı sevgili Mahir Sayın arkadaşımızın durumu böyle.
*
Adaletsiz davranmayalım ve “Hayır”cı sevgili Mahir sayın’dan sonra, “yetmez ama evet”çi sevgili Doğan Tarkan’a gelmeden, bizim gibi “boykot”çu sevgili Ertuğrul Kürkçü
arkadaşımızı atlamayalım.
Bütün bu yukarıda yazdığımız biçimsel özellikler aynen
Ertuğrul Kürkçü’nün yazılarında da görülebilir.
Bir zamanlar Ertuğrul Kürkçü, örneğin 12 Eylül geldiğinde
hapishanede, hücrelerde, bu rejimin karakteri üzerine “Faşizm mi, Askeri
Diktatörlük mü, Bonapartizm mi, Tiranlık mı, Kemalist Diktatörlük mü?” diye
tartışmalar yapıldığı “o eski ve güzel” zamanlarda, hapishanelerin o fizik
olarak en zor koşullarında bile onlarca sayfalık “Bir Siyasi Hükümlünün Notları”nı yazarak, bin bir güçlükle dışarıya
çıkararak bu tartışmalara katılırdı.
“Zaman sana uymuyorsa
sen zamana uy” derler. Sevgili Ertuğrul Kürkçü arkadaşımız da “Marksizmin Marksist Eleştirisi” gibi “Marksizmin eleştirilerini” değil “Marksizmi” okuduğundan olsa gerek, kalın
kitaplarla uğraşmıyor ve artık “politik
analiz” ve “Söyleşi” biçimleriyle
faaliyet yürütüyor.
Çalıştığı Bianet’teki
yazıları aynen teorisyeni ve önderi olduğu politik Sosyalist Emek Hareketi’nin organlarında da yayınlanıyor. Ya da
orası için yazdıkları Bianet’te de.
Bu özdeşlik bile durumun vahametini gösterir kanımca.
Bu anlamda, Radikal
İki veya Her Taraf veya Yeni Harman veya Post Express gibi yine “solun teorik tartışma organları” arasında
sayılabilir, Ertuğrul Kürkçü’nün ekmeğini kazandığı Bianet de. (Doğrusu yabancılaşmamış emek oranı yüksek böyle bir işi
Allah her kuluna nasip etmeli, Sevdiğiniz uğraş, ekmeğinizi kazandığınız
iştir.)
Sosyalist Demokrasi
adlı sitede, Ertuğru Kürkçü’nün “Sosyalistleri
Kişiliksizleştirme Komplosu” (Metnin içinde “Hanefi Avcı ve Sosyalistleri kişiliksizleştirmek için bir komplo”
olarak geçiyor! Metindeki Avcı başlıkta av olup yutulmuş anlaşılan.) olarak
yayınlanan yazının altında “Ertuğrul
Kürkçü’nün 21 Eylül komplosuna ilişkin görüşleri söyleşi biçiminde alındı. Başlık Sosyalist Demokrasi tarafından
eklendi” yazıyor. (Yani yine aynı biçimler: hem “politik analiz” hem de yine biçim olarak “söyleşi” veya söyleşiden oluşturulmuş “köşe yazısı”.)
İçeriğine hiç girmeyelim. “Sosyalistleri kişiliksizleştirme” ne demek? Bir sosyalist sorunu bu
kavramlarla mı tartışmalı?[6]
Kişilik başkalarının komplolarıyla değil, kişilerin kendi
davranışlarıyla ortaya çıkar ya da yokmuşa döner.
Sorunu “kişiliksizleştirme” olarak koymak bizzat
sosyalistlerin kendini “kişiliksizleştirmeleri”nden başka bir şey mi ki?
Sizin duruşunuz sağlam temellere sahipse, sağlam bir
stratejiniz varsa, gereken taktik esnekliklere de bir parça dikkat ederseniz,
size yönelik en büyük “kişiliksizleştirme” operasyonları bile tersine döner,
sizi kişiliksizleştirmeye çalışanların kişiliksizleşmeleriyle sonuçlanır.
Ama sorunu kişiliksizleştirme gibi kavramlarla tartışmanın
kendisi bir kişiliğin yitirilmesiyle, yani sosyalist ve demokratik hedef,
program ve stratejilerin yok oluşuyla sonuçlanır.
En büyük “kişiliksizleştirme” Abdullah Öcalan’a uygulandı.
Uçakta gözlerinin açtığında söylediklerinden İmralı’da mahkemedeki
savunmalarına kadar her şey müthiş bir “Kişiliksizleştirme” operasyonu değil
miydi? Ne oldu? Öcalan’ın yaptığı stratejik dönüş ve orada sağlamca durması, bu
operasyonu tersine çevirdi. Bugün Türkiye’yi fiilen Öcalan yönetiyor. O
zamanlar bu iş bitti diyenler, şimdi Öcalan’a yöneltmiş bulunuyorlar bir
kulaklarını.
Sorunu cemaatlere değil, “cemaat”lerin kayırmacı etkisine ve
mücadelesine uygun yapıya yöneltip, bu fırsattan yararlanarak devleti ve onun
yapısını gündeme getirip tartışmaya sokmuyorsan veya bunun yerine
kişiliksizleştirme operasyonlarını bozmaktan söz ediyorsan, zaten kendini
kişiliksizleştirmişsin demektir. Kimse seni kişiliksizleştiremez sen öyle
davranmadıktan sonra.
*
Şimdi bu zamanın ruhunun Marksizm 2010 “festivali”[7]ne
nasıl yansıdığına bakalım.
Marksizm, yani Tarihsel Maddecilik, yani Diyalektik
Sosyoloji, yani Toplum denen varoluş biçiminin, varoluş sürecinin değişimini ve
hareketini inceleyen bilim, kendisine Marksist diyenler ve Marksizm adına
festivaller, düzenleyenler için bile artık konu olmaktan çıkmıştır.
Bir olguyu, olayı vs. Marksist yöntemle ele alıp açıklamak
ve ona göre davranış koymak, zaten bir Marksist’in her zaman yapması gereken
bir şeydir. Su içerken, uyurken, soluk alırken bile bir Marksist, verili
durumda ezilenlerin kurtuluşuna azami katkının nasıl ve hangi davranışla
yapılabileceğine göre düşünüp davranır. Bu işin alfabesidir. Dolayısıyla
Marksist yöntemle bir düşünce veya davranışı ele almak veya öyle davranmak özel
bir gündem, festival veya sempozyum veya konferans konusu olmaz ve olamaz.
Marksizm gerektiğinde cepten çıkarılıp kullanılan ve ondan sonra kılıfına
sokulup tekrar cebe koyulan bir gözlük değildir.
Yani diyelim ki, a veya b konusunda bir toplantı, bir
tartışma vs. var. Bir Marksist’in görevi o konuda Marksist’çe bir tavır
almaktır. Ya da Marksist’ten böyle davranması beklenir. Ama böyle bir konuda
elbette Marksistlerin yanı sıra Marksist olmayanlar da olacaktır. Zaten
Marksist’in görevi Marksist olmayanların ne gibi yanlışlar, metodolojik hatalar
yaptıklarını göstererek o yanlışlar ile belli bir egemenliği veya çıkarı
savunma arasındaki ilişkiyi göstermektir.
Ama Marksizm adlı bir konferans veya festival ya da başka
bir şey düzenleniyorsa, yani konunun
kendisi Marksizm ise, bu kendiliğinden ve otomatik olarak, Marksizmin kendisi üzerine bir toplantı
anlamına gelir.
Yani konusu Marksizm olan bir toplantı veya tartışma veya
“festival”de Marksizm’in sorunları
görüşülecek demektir: Marksizmi ve onun
sorunlarını sorun edenler de elbette Marksistler olur ve Marksistler de
Marksizmi Marksist olarak ele almalıdırlar her şey gibi.
Peki, bu Marksizm “festival”inde öyle mi? Hayır.
Örneğin, toplantının en Marksist gibi görünen “Kemalizm, Stalinizm ve Türk Solu”
konusunu ele alalım.
Bu konuda pek ala, bir liberal, bir pozitivist, bir
Stalinist, bir Kemalist de bir şeyler söyleyebilir. Marksist’in görevi bu
kavramları, bunların ilişkilerini Marksist bir yöntemle ele alıp diğerleri
karşısındaki alternatif açıklamayı sunmak olabilir.
Ama böyle bir konu,
Marksizm üst başlıklı, Marksizm’in sorunlarının tartışıldığı bir toplantısının
konusu olamaz.
Marksizm başlıklı, Marksizm’in sorunlarını sorun eden bir
etkinlikte, örneğin Marksist teoride Rejim biçimlerine veya ideolojilere
ilişkin kavramlar ve bunların iç tutarlılığı ve gerçeklikle ilişkisi ve bunun
sorunları vs. gibi konular tartışılabilir.
“Türkiye Kutuplaşıyor mu?”; “Azınlıklar
Nasıl Azınlık Oldu?”; “Barışa Ne
Kadar Yakınız?” gibi bütün tartışma konuları, konusu Marksizm olan bir “festival”in
konuları değil; örneğin “Türkiye’de
Demokrasi Mücadelesi ve Sorunları” gibi bir “festival”in konuları
olabilirler.
Diğer başlıklar da öyledir. Türkiye yerine Dünya
koyulabilir. Fark etmez.
Marksizm başlıklı bir “festival”in konusu Marksizm olur. Dolayısıyla, Türkiye’nin veya Dünya’nın değil, Marksizm’in sorunlarının tartışılması
gerekir.
Ve elbette ki Marksizmi ve onun sorunlarını sorun edenler
elbette Marksistler olabileceğinden, bütün konuşmacı ve tartışmacıların en
azından Marksist olması beklenir.
Görüldüğü gibi, Marksizmin
sorunları değildir bu “festivalin” dolayısıyla da Doğan Tarkan’ın ve DSİP’in
sorunları.
Onların sorunları Türkiye’nin sorunlarıdır.
Türkiye’nin sorunları Marksistlerin sorunları olamaz mı?
Elbette olabilir ama o zaman da bunları öyle bir başlık altında tartışmak
gerekir.
Türkiye’nin veya Demokrasi mücadelesinin sorunlarını
Marksizm’in sorunlarıymış gibi bir başlık altında tartışmak, aslında sıradan,
kaba milliyetçi bir problematiği, (çünkü Türkiye’yi ve ondaki demokrasi mücadelesini
sorun etmek, Türk ulusunun çıkarlarının en iyi nasıl savunulacağını soru
etmektir özünde) Marksizm’in bir
sorunuymuş gibi koymak olur.
Ama Türkiye veya Demokrasi mücadelesinin sorunlarını
Marksizm’in sorunları gibi tartışmak ve prezante etmek, aslında Marksizm’e
karşı bir tahrifat, bir ideolojik mücadele demektir.
Çünkü Marksizm bir bilimdir ve bilimlerin ulusu olmaz. Hâlbuki tartışılan konuların hepsi bir ulusun sorunlarını çözmeye yöneliktir.
Bu fiilen Marksizm’in sorunlarını gündemden düşürüp bir ulusun sorunlarını
gündeme almaktır; Marksizm’in sorunlarını ve bunlar üzerine tartışmayı,
gündemden düşürmek, bir susuş kumkumasına getirmektir.
Ve daha da kötüsü bunu Marksizm başlığı altında yapmaktır.
Çünkü ideolojik
egemenliğin özü verilen cevaplar değil, sorulan sorulardır. İdeolojik egemenlik neyin tartışıldığında
ve tartışılmadığında ortaya çıkar.
Bu davranışlarıyla arkadaşlar aslında artık bir Marksist
değil, birer milliyetçi olduklarını fiilen ve zımnen itiraf etmiş oluyorlar.
DSİP ve Doğan Tarkan, Marksizm’in sorunlarını gündeme
almayarak, gündemden uzaklaştırarak; Türkiye’nin ve Türkiye’deki Demokrasi
mücadelesinin sorunlarını Marksizm’in sorunlarıymış gibi gündeme alarak tam da
milliyetçiliğin ve milletlerin ideolojik hegemonyasının basit bir aracı haline
gelmektedir.
*
Peki, Marksizm’i tartışsaydı neleri tartışmak zorunda
olurdu?
Bu sorunun cevabıyla daha iyi anlaşılabilir nasıl egemen
ideolojinin bir koç başı işlevi gördükleri.
Türkiye’nin veya Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin
sorunları var da Marksizm’in sorunları yok mu?
Aksine bir yığın yüz elli yıldır birikmiş sorunu var. Ve
aslında, demokrasi mücadelelerinin ve sosyalizm mücadelelerinin bu günkü
cılızlıklarının ve açmazlarının kökeninde de tamı tamına bu sorunlar var.
En bilinen genel olarak Marksistler arasında kabul
görmüşlerden başlayalım.
1) Yapı
ve Özne çelişkisi. Yani Marksizm’in temel metinlerinde (Önsöz ve Manifesto,
Üretici Güçler-Üretim İlişkileri ve Sınıflar) devrimi açıklarken iki farklı
açıklama ilkesine dayanması ve bunların birbiriyle çelişkisi. Bu tıpkı, Genel
Görecelik ile Kuantum fiziğinin çelişkisi gibi bir çelişkidir Marksizm’de. Bu
çelişki ve bunu çözmek için teorik ve kavramsal çerçeve önerileri, Marksizm
üzerine bir konferans veya haydi biz de “festival” diyelim, gündemi olabilir.
2) Dünyadaki
Marksistleri çoğu, Marksizm’in bir Üstyapılar teorisi olmadığını söylemekte ve
kabul etmektedir. Örneğin bu bir konu olabilir.
3) Dünyada
dinsel akımlar ve onların politik parti olarak örgütlenmişlikleri var ve
politik mücadelede çok önemli bir yer kaplıyorlar. Marksizm’in din kavramı,
teorisi ve politik İslam vs. bir konu olabilir
4) Örneğin,
büyük harflerle bir Marksist ekonomik kriz teorisi yoktur. Bu alandaki
girişimler ve bunların sorunları bir konu olabilir.
5) Marksist
bir ulus teorisi yoktur. Bu alandaki girişimler ve bu teorik sorunlar.
Bütün bunlar uzatılabilir. En
genel ve temel olanlardan (Yapı ve Özne) çok spesifik olanlara kadar (Örneğin
Avustralya’da neolitik devrimin hiçbir zaman gerçekleşmemesinin nedenleri ve
bunun Marksist evrim kuramı bakımından ortaya çıkardığı sorunlar gibi) bir
yığın konu gündeme gelebilir.
Ama bütün bu konularda esas olan,
Marksizm’in kavramlarının dakikleştirilmesi, geliştirilmesidir.
İşte bütün bu ve benzeri
konuların hiç birisi yoktur bu Marksizm başlıklı etkinlikte[8].
Esas korkunç olan budur. Ama bu
korkunç olanın kimse tarafından korkunç bulunmaması ve bütün korkunçluğun
“yetmez ama evet[9]”
gibi, son duruşmada “taktik” düzeyde sayılabilecek bir ayrım üzerinde
yoğunlaşılması daha da korkunçtur.
Şunu hiç akıldan çıkarmamak
gerekmektedir, Marksizm’in bu sorunları çözülmeden ne demokrasi ne de sosyalizm
mücadelelerinde bir ilerleme olması mümkün değildir. DSİP veya Doğan
Tarkan’ların yaptığı gibi, bu yokmuşçasına davranmak, kısa vadeli ve kolay
başarıların peşinde koşmaktan, yanlış hayaller yaymaktan başka bir anlama da
gelmez. Demokrasi mücadelesi ise ancak bu hayaller yitirildiğinde
kazanılabilir.
*
Ve konu Marksizm olmayınca,
Türkiye ve Demokrasi olunca, sadece tartışma konuları değil, tartışmacılar da
değişiyor otomatikman.
Artık Marksistlerin yerini, bu
amaçları paylaşanlar alıyor.
Ve bu paylaşanlar içinde
neredeyse demokratlar bile yok, liberal kategorisine girebilecek olanlar
bulunuyor.
Başlığı Marksizm adlı bir
toplantıda tıpkı Marksizm ve sorunları gibi Marksistler de bulunmamakta, ama
Bejan Matur’lar, Ferhat Kentel’ler, Cemil Ertem’ler vs. bulunmaktadır.
Liberal yeni öz hala eski biçimin
kabuğu içindedir.
Yakında o kabuğun da kırıldığı
görülürse kimse şaşırmamalı.
Marksizm başlığı, yani bu “kabuk”
da artık bir yüktür.
Toplantılar artık “ismiyle
müsemma” değildir. “Zarf ile mazruf” çelişmektedir.
Gerisi sadece bir zaman
sorunudur.
Bu muhtemelen son Marksizm
başlıklı toplantı olabilir.
Ve böylece Marksizm
toplantılarının son bulması bir kez daha Marksizm’in doğruluğu ve metot gücünü
kanıtlar.
Ne diyordu Marks?
Üretici güçler gelişmelerini
belli bir aşamasında o güne kadar içinde geliştikleri üretim ilişkileriyle
çelişkiye düşerler….
Üretici güçler yerine, dayanılan
toplumsal tabakalar, programlar, ideolojiler, yöntemler vs. getirilebilir.
Üretim ilişkileri yerine de, biçimler, söylemler, terminolojiler vs.
Yeni öz kendine uygun biçimleri
bir şekilde bulacak ve eski kabuğu kıracaktır.
Aslında yukarıda görüldüğü gibi,
yayın organları, yazı biçimleri vs. içinde bu çoktan gerçekleşmiş bulunuyor.
*
Peki, bir Marksist’in
Türkiye’deki demokrasi mücadelesi veya Türkiye’nin sorunları konusunda
söyleyeceği sözü yok mudur?
Elbette vardır ve bunları zaten
yıllardır yazıyoruz. Ve bizzat bu yazı da aynı zamanda bu konuda söylenen bir
söz, verilen bir cevaptır.
Bu vesileyle, bu Marksizm
“festivali” öncesinde ve sırasında, zaman ve güç buldukça, bir Marksist olarak,
o festival programındaki tek tek konularda da kendi görüşlerimizi yazacağız. O
konularda eskiden yazdığımız yazılarımızı yayınlayarak liberallerle, kendi
topraklarında, onların istedikleri koşullarda da savaşacağız.
Kıytırık ulusalcılarla
uğraşacaklarına haydi gelsinler de bizimle uğraşsınlar.
23 Ekim 2010 Cumartesi
Not: Marksizm 2010’un
konuyarından biri olan “Stalinizm,
Kemalizm ve Türk Solu” üzerine yazdıklarımız “Marksizm 2010 İçin Hariçten Gazeller” başlığıyla bir derleme kitap
olarak şu adreste bulunuyor:
Okunabilir ve indirilebilir
[1]
“Doğan Tarkan’la kırk yılı aşkın bir zamandır tanışırız, arkadaşımdır.
Yollarımız zaman zaman kesişti de.
İkimiz de TİP’liydik. Sonra biz TİP içinde MDD’ci
muhalefeti oluşturduk. Doğan, “sosyalist devrimci” saflarda kaldı. Yarılma’da
da yazmıştım. Bence bize göre daha doğru bir yerdeydi o zaman.
Doğan, 1970’li yıllarda “Kurtuluşçu” oldu. Belki
bugünkü gençler bilmiyor olabilir. “Kurtuluş”, Mahir Çayan’ın önderliğini
yaptığı THKP-C hareketinden ortaya çıkmıştı. Yani bu hareketin bir kesimi,
1970’li yıllarda “Kurtuluş” hareketi olarak örgütlendi. Aynı hareketin en
kalabalık kesimini oluşturan “Dev-Yol”la silahlı çatışmalara bile girdi
“Kurtuluşçu”lar. O zaman “Çinci”, “Sovyetçi” ayrılığı solu bıçak gibi ikiye
bölmüştü. “Kurtuluş” hareketi “Sovyetçi” kesime daha yakındı.
1980’li yıllarda Doğan Tarkan İngiltere’ye gitti ve
orada siyasi mülteci olarak bulundu. Buradayken büyük bir değişim geçirdiği
anlaşılıyor. İngiliz solunun en büyük partisi olan, Tony Cliff’in önderliğini
yaptığı Socialist Workers Party’e katıldı. Bu parti yarı-Troçkist bir partiydi.
Troçkist gelenekten gelmekle birlikte, Sovyetler Birliği’ni, 1930’lardan
itibaren “bürokratik kapitalist” olarak nitelemesiyle Troçkistlerden
ayrılıyordu. Anlaşılan, Doğan Tarkan da süreç içinde Sovyetler Birliği
konusundaki fikirlerini değiştirmişti.
Doğan Tarkan, İngiltere’de bulunduğu süre içinde,
SWP’nin Türkiye seksiyonu olarak görülebilecek bir hareketi örgütledi ve
önderliğini yaptı: “Sosyalist İşçi”.
Doğan, 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’ye dönüş
yaptı ve aynı hareketi Türkiye’de fiilen örgütlemeye girişti ve sonunda, bu
hareket, Türkiye’de Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) olarak vücut buldu.
Partinin fiili başkanı Doğan mı şu anda bilmiyorum ama değişmez ve
değiştirilmez lideri olduğu muhakkak. Tony Cliff de ölünceye kadar SWP’nin
değişmez lideriydi, aşağı yukarı bütün komünist partilerinde olduğu gibi.
DSİP ve Doğan Tarkan, İngiltere’de SWP’nin izlediği
çizgiye benzer bir çizgi izledi. Bu parti, her seferinde Labour Parti’ye oy
verilmesini savunmuş ve onun “sol” kanadı olmayı amaç edinmiştir. Türkiye’de
Labour partinin rolünü oynayacak bir parti yoktu ama iktidarı ele geçiren
muhafazakâr-sağ bir parti vardı: AKP.
Nasıl SWP, işçiler lehine bazı uygulamalar yapma
olasılığını ileri sürerek “solcu” Labour’u desteklemişse, DSİP de AKP’nin
“vesayet rejimiyle” mücadele edeceği umuduyla sağcı AKP’yi desteklemiştir.(…)”
Gün’ün 60’lı yıllara ilişkin söyledikleri bizleri değil kendini anlatıyor ve
kanımcayanlış ama bu konumuz bakımından burada önemli değil
[2]
Ben o döneminde, tertipledikleri Sosyalist Forum’larda tanışmıştım örneğin.
Toplantılarda, ben yabancılar sorunu, siyahlar sorunu, ekoloji sorunu, Yeni
Sosyal Hareketler, bunların yol açtığı teorik ve örgütsel sorunlar vs. dedikçe,
bunları gündeme getirip tartışmanın sınıfdan kaçma ve uzaklaşma olduğu yollu
eleştiriler yaparlardı. Her konuşmalarının sonunu “işçi sınıfına gidelim” diye
bağlarlardı. Bu öylesine her derde deva ebegümeci idi ki dillerinde, bir
toplantıda birisi dayanamayıp “hayır arkadaşlar işçi sınıfına gitmiyoruz,
gitmeyeceğiz” diye isyan etmişti.
Şimdi tasavvuru güç gelebilir genç kuşaklara ama
örneğin bana Troçkist olduğum için saldırırlardı. Ne var ki, o forumlarda benim
savunduğum ve tartışmak istediğim görüşler ise “klasik” Troçkist görüşler
değildi ve tam da böyle olduğu için Troçkistler tarafından da Troçkist olarak
görülmezdim.
[3]
Bu yönde, ortak bir dergi
çıkarılması yönünde yaptığımız çeşitli öneriler hep yankısız kaldı. Çünkü
kimsenin söyleyecek sözü yoktu.
[4]
Doğan Tarkan’ın söyleşisinden beri, yine Zaman’ın
da en azından solun bir kesimi için böyle bir noktaya terfi etmesi olasılığı
bulunmaktadır. Bejan Matur Marksizm
başlıklı bir toplantıya konuşmacı olarak davet edildiğine göre olmayacak şey
değil.
[5]
Küçük silahlı radikal hareketler Mahir’in ikinci döneminin devamcısı
sayılabilirler. Dev-Yol’un ise o geleneği bayraklaştırmış olmasına rağmen o
gelenekle bağı neredeyse yok gibidir. O aslında 74 sonrasında ortaya çıkmış,
şehir orta sınıflarındaki radikalleşmeyi yansıtan ve faşistlere karşı öz
savunma ihtiyacının ortaya çıkardığı başka bir harekettir.
[6]
Bu “kişiliksizleştirme” kavramı da yine egemen medyadaki “itibarsızlaştırma”
ile akraba. Egemen medya bu kavramla tartışıyor andıçları veya Avcı’nın
kitabını vs. Mahir Sayın’ın söyleşilerinin sunuşlarında da bu kavram geçiyor
bir çok yerde. Bizim yıllardır Psikolojik Savaş dediğimiz. Bu
“itibarsızlaştırma” veya “Kişiliksizleştirmenin” en büyük hedefi ise Kürt
özgürlük hareketi, PKK ve Öcalan olmuştur.
[7]
Bu “festival” kavramı da yine “Zamanın
ruhu”na uygun. “Sempozyum”, “tartışma”, “açık oturum”, “Konferans” gibi kavram
ve biçimler çok “asık suratlı” bulunuyor olsa gerek. Zaman’daki söyleşisinde D. Tarkan “yumruk” sevimsizdi değiştirelim diyordu. Aslında bu değişiklik “Festival” kavramıyla çoktan başlamış
bulunuyor.
Ancak, burada bilinmeyen ve anlaşılmayan eski ama her
zaman taze bir derinden işleyen yasa vardır. “Yumruk” ve “Festival”
aynı madalyonun iki yüzüdür. Dün yumruk gibi devrimci aksesuarlara veya
sembollere ihtiyaç duyanlar bu gün de “festival” gibi kavram ve tanımlamalara
ihtiyaç duyarlar. Daima bugünün “festival”cileri
dünün “yumruk”çularıdır. Ya da
tersine, bu günün festivalcileri, ilk radikalleşme ve politikleşme dalgasında
yine en hızlı yumrukçular olurlar.
DSİP’in hikayesi, aslında eski ama hep yeni, bu
hikayenin yeni bir versiyonundan başka bir şey değildir. Bir uçtan bir uca. Bir
zamanlar, bu arkadaşları 1918 senesine bile getiremezdik tartışmalarda. 1917
devrimi ve “İşçi Sınıfı” der dururlardı.
Hiç bir başka sorunu gündeme almazlardı.
Bir özeleştiri metodolojik
temellere dayanmayınca, kökten bir eleştiri olmayınca hep böyle yüzeyde,
bir uçtan diğer uca savrulmalara yol açar. Bu savrulmalar aslında metodolojik düzeyde değişmeyen özün görünümleridirler.
Ve bütün bunların temelinde de, Ekonominin Sınıflar, Sınıfların Politika,
Politikanın politik partiler, Politik partilerin kitle ile ilişkisini vs. tek
yanlı, mekanik ele alışlar yatar.
[8]
Bu konularda sadece bu etkinlikte değil, genel olarak Marksist’in diyen
Türkiyelilerde hemen hemen hiçbir şey yoktur. Yani Marksizm’in sorunları
Marksistlerin sorunları olmaktan çıkmıştır artık. Bu konuları konu edinen
neredeyse sadece bizim yazı ve kitaplarımızdır. Bu da bir rastlantı değildir.
Çünkü bu konuları tartışmaya, yani Marksizm’i ve onun sorunlarını sorun
yaptıkları an bizim tartıştıklarımızı tartışmak zorunda kalırlar ama bu aynı
zamanda başka bir gündemin başa alınması, bir suskunluğun bozulması anlamına
gelir.
[9]
“Yetmez ama evet” bugün taktik bir ayrılık değildir. Çünkü, bizzat Marksizm
adlı toplantının konularının gösterdiği gibi, artık Demokrasi ya da Türkiye’yi
esas sorun edinen, amaçları farklı bir çizgidir bu. “Yetmez ama evet”de
yansıyan artık taktik bir ayrılık değil, programatik ve stratejik bir ayrılığın
taktik bir ayrılıkmış gibi ortaya çıkmasıdır. “Yetmez ama evet”i eleştirenlerin
çoğu kendileri de, Türkiye ve Demokrasiyi sorun edenlerdir. Bunların arasındaki
ayrılıklar taktikseldir veya stratejiktir. Yani Türkiye ve Demokrasiyi hedef
almakta ama farklı stratejiler izlemektedirler. Biz ise bunların ikisiyle de
ayrıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder