Park forumlarında, Atölyelerde vs. bugünkü kabillerimiz
üzerine, onları sorgulayan tartışmalar olmuyor. Örneğin iletişimci arkadaşlar
bizlere bilgilerimizi nasıl saklayacağımızı, özel hayatın gizliliğini vs. anlatıyorlar.
Peki ama bunu savunmak ne kadar doğru? Başka bir strateji
gerekmiyor mu?
Böyle bir yığın konu var ki üzerinde hiç düşünülmeden eski
paradigmalar çerçevesinde cevaplar aranıyor.
Aşağıdaki 2006 tarihli yazıda bir tersinden okuma yapılıyor.
Bir de böyle bakmaya ne dersiniz?
26 Temmuz 2013 Cuma – Demir Küçükaydın
Mal
Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar
Türkiye’de burjuvazi ile bürokratik
oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, yolsuzluklar, karşı tarafı sindirmenin,
tecrit etmenin, geri çekilişe zorlamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Bürokratik oligarşi, burjuvaziyi
sindirmekte ve geri çekilişe zorlamakta bu aracı çok daha etkili ve başarılı
olarak kullanmaktadır. Bu etkili ve başarılı kullanışın nedeni kendisinin daha
temiz ve namuslu olması değil, bu silahları kullanabilecek pozisyonda
olmasıdır.
Tüm sırları bilirseniz, bunları
istediğinize karşı istediğiniz gibi kullanabilir ve en önemlisi de kendi
sırlarınızı koruyabilirsiniz. “Milli sır” veya “devlet sırrı” dediniz mi akan
sular durur. Bu zırh karşısında burjuvazinin bu zırhı delecek bir mızrağı
yoktur. “Milli sır, neymiş milletten gizlenemez hiçbir sır; devlet devlet ise
millete hizmet etmelidir. O halde devlet sırrı da milletten gizlenemez!”
diyecek cesareti yoktur burjuvazinin. Bu nedenle, bırakalım yolsuzlukları bir
yana, ordunun harcamalarını ve bütçesini denetleyecek ve belirleyecek
cesaretten bile yoksundur.
Ama buna karşılık, kendisi,
devlet partisinin ve oligarşisinin yolsuzluk suçlamaları karşısında, “ticari
sırlar” veya “özel hayatın gizliliği” gibi, aslında ardına sığınması bir bakıma
suçu kabul anlamına gelebilecek olan işe yaramaz içine girilmez siperdedir. Bu
nedenle, bürokratik oligarşi, yani ordusu ve bürokrasisiyle Türk Devleti, Emin
Çölaşan gibi tetikçiler aracılığıyla burjuvazinin her türlü manevrasını
kolaylıkla, yolsuzluk silahını kullanarak püskürtebilmektedir.
Çok namuslu, temiz, kire
bulaşmamış görünen ordu (ki bu sadece görünüştür, her hangi bir denetim olanağı
bulunmadığı için, yapılan her şey askeri sırlar örtüsünün altına gizlendiği
için, kol kırılır yen içindedir) aslında bütün bu yolsuzluk, irtikâp ve
çürümenin gerçek sorumlusudur.
Sorumlusudur çünkü insanların
demokratik haklarının olmadığı; fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin olmadığı;
her şeyin açık veya gizli devlet organlarının kontrolü altında olduğu bir
ülkede, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin kendi öz örgütlenmelerini yaratma;
politik hayata ağırlıklarını koyma olanağı olmaz; kendilerini sermayenin ve
devletin saldırılarına karşı korumaları olanağı olmaz. Bu da zenginlik ve
yoksulluk farklarının korkunç boyutlara varmasına, demokratik denetim
mekanizmalarının hiçbir şekilde oluşma ve gelişme olanağı bulamamasına;
bürokratik keyfiliğin sonsuz artmasına yol açar. Bütün bunlar da ezen ve ezilen
sınıfların tamamında korkunç bir çürümeye; bu çürüme de tekrar bu
olumsuzlukların pekişmesine, umutsuzluğun yaygınlaşmasına, işini halledebilmek
için ahbap, tanıdık, torpil ilişkilerinin güçlenmesine vb. yol açar. Böylece,
kendi kendini besleyen bir çürüme, anti demokratikleşme, aşırı bir yoksulluk ve
zenginlik çemberi ortaya çıkar.
Türkiye’de doksanların başından
beri yaşanan tamı tamına böyle kendi olumsuzluklarını besleyen bir süreçtir. Bu
süreci başlatan, duvarın yıkılışı oldu. Bu yıkılış, 12 Eylül şokunu atıp
toparlanmaya başlayan toplumsal muhalefeti birden bire demoralize etti ve
sıfırladı. Bürokratik oligarşinin egemenliğini korumak için özel savaşı
başlatabilmesi, Kürt sorununda tam bir inkâr ve baskı politikasına yönelmesi;
az çok reform düşünen burjuvaziyi tamamen tasfiye edebilmesi (Özal’ın
öldürülmesi); kendi içinde de benzer politikaları önerenleri tasfiyesi (Eşref
Bitlis’in öldürülmesi) mümkün oldu. Bundan sonra mekanizma artık zaten kendi
kendini üretir oldu.
Ne var ki, bu tasfiyede, devlet
bürokrasisinin en önemli silahlarından biri, yolsuzluklar oldu. Burjuvazide her zaman bulunan yolsuzluklar
oldu. Ne devlet bürokrasisi, ne de burjuvazinin diğer kesimleri yolsuzluklardan
daha azade değildir. Ama bürokratik oligarşi burada istediği yolsuzlukları
gündeme getirebilmek gibi bir üstünlüğe sahiptir. Devletin bütün gizli
servisleri emrindedir ve zaten o oligarşinin sert çekirdeğinin örgütlenmesidir.
Bu nedenle yolsuzluklar alanı, burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki
kayıkçı dövüşünde, burjuvazinin elleri kolları bağlı olarak kaldığı ve sürekli
dayak yediği bir alandır. Ve bu, devlet bürokrasisinin geniş yığınları kendi
arabasına bağlamasının etkili bir araçlarından biridir.
Bürokrasi kontrolü dışına çıkma
eğilimi gösteren her politikacıyı, yolsuzluklar sopasıyla kendi çıkarlarının ve
egemenliğinin bir koruyucusuna döndürmektedir. Bir Demirel, Mesut Yılmaz,
Türkeş ya da bir Çiller daha mı az yolsuzluklara bulaşmıştı. Hayır, aksine onlar
çok daha büyük yolsuzluklar içindeydiler. Ama onlara hiçbir şekilde
dokunulmadı. Çünkü bürokratik oligarşinin egemenliğini hiçbir şekilde
sorgulamamayı aksine ona hizmet etmeyi öğrenmişlerdi. Sadece zaman zaman
ayaklarını denk almaları için ucu gösterildi ve onlar da mesajı alıp ayaklarını
denk aldılar.
Sosyalistler ve devrimci
demokrasi hiçbir zaman aklından şunu çıkarmamalıdır. Bu gibi yolsuzluk
iddiaları ve dosyaları, hemen daima egemen sınıflar arasındaki mücadelede kullanılan
silahlardır. Öncelikle hiç unutulmaması gereken işin alfabesi şudur. Bizler bir
sistemle sorunluyuz, kişilerle değil. Şu veya bu politikacının yolsuzlukları
bizlerin bir sorunu olmaz. Herkes sonuna kadar “namuslu” olsa bu sistem daha
iyi olmaz.
Bu nedenle bizler yolsuzluk
dosyaları gibi sorunları her zaman var olan somut sınıf ilişkileri içinde
değerlendirmek; bunların aslında egemen güçler arasındaki mücadelede tarafların
kullandığı silahlar olduğunu; sorunun bu silahın hangi sınıfın çıkarı için; hangi
politika için kullanıldığını görmek ve ifşa etmek olduğunu bir an için bile
aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Ama biz bizzat bu silahın nasıl ve hangi çıkar
için kullanıldığını göstererek ancak aynı zamanda bu silahı, onu ezilenlerin
gözüne kül atmakta kullananlara karşı bir silaha dönüştürebiliriz.
İlk önce, bütün bu yolsuzlukların
varlığı ile toplumda özgürlük ve hakların olmaması; ezilenlerin örgütlenememesi
ve demokratik denetim ve kontrol mekanizmalarının bulunmaması; zengin yoksul
arasındaki uçurumun açılması arasındaki ilişkiyi iyi koyarak; çürüme ve
yolsuzlukların gerçek sorumlusunun iktidarı gerçekten elinde bulunduran
bürokratik oligarşi ve onun keyfi baskıcı sistemi olduğunu; diğer yandan, bu
bürokratik oligarşiye karşı çıkar gibi görünen burjuvazinin korkaklığında ve
tutarsızlığında olduğunu göstermek gerekir.
Çünkü burjuvazinin korkaklığı ve
tutarsızlığı aynı zamanda bu bürokratik oligarşinin gerçek iktidarı elinde
bulundurmaya devam etmesinin en esaslı nedenidir. Burjuvazi korkak ve tutarsız
olduğu için; yani kitlelerin örgütlenmesi ve özgürlüklerden korktuğu için;
diğer yandan burjuvazinin bu korkaklığını ve tutarsızlığını dengeleyecek bir
politik işçi hareketi bulunmadığı için (bir ulus teorisi ve başka bir uygarlık
programı olmaması, demokratik cumhuriyet hedefinin yitirilmesi gibi programatik
eksikliklerden; Stalinizmin zaferi ve devrimci işçi hareketinin yenilgisi; daha
sonra duvarın yıkılışının yarattığı moral çöküntüsü ve bozgun gibi bir yığın
faktör sıralanabilir.) en küçük bir demokratikleşme ve demokrasi mücadelesi
cephesi ortaya çıkamamaktadır. Tam da bu nedenle toplumdaki çürüme kendi
kendini beslemektedir.
Yani bizim görevimiz
yolsuzluklarla mücadele değildir; yolsuzluklarla mücadele ettiğini
söyleyenlerle mücadeledir. Çünkü gerçek yolsuzlukların ve çürümenin gerçek
nedeni onlardır. Bir sorunu yok etmek, sonuçlarla mücadeleyle olmaz; onun
nedenlerine yönelimle olur.
Yolsuzluktan işkenceye kadar her
alanda böyledir bu. Sorun işkencenin yasaklayan kararnameler ya da polislerin
eğitimi değildir; sorun insanların namuslu olması değildir. Sorunu böyleymiş gibi göstermenin kendisi
bizzat egemen sınıf ve zümrenin çıkarlarını korumaya yarar. Dolayısıyla, bu
gibi yolsuzluk tartışmalarında, esas vuruş yönümüz, yolsuzlukla itham edilen
burjuva politikacıları değil; aksine burjuva politikacılarının yolsuzluklarını
ifşa eden veya onları bununla itham eden ve bunu kendi anti-demokratik
sistemini korumak ve pekiştirmek için kullanan bürokratik oligarşinin sistemi
olmalıdır.
Bir devrimci demokratın, bir
sosyalistin hiç aklından çıkarmaması gereken, ister yolsuzluk, ister işkence,
ister başka bir keyfilik olsun, kendisinin esas görevinin, gerçekten egemen
bürokratik oligarşiyi tecrit etmek ve parçalamak olduğudur. Bunu unutan her
demokrat veya sosyalist muhalefet, bütün iyi niyetine rağmen pratik mücadeleler
içinde kendini birden bu egemen oligarşinin fiili bir destekçisi olarak bulur.
Bu sadece yolsuzluklar konusunda
böyle değil, her konuda böyledir. Örneğin, bu gün anti-Amerikancılık
Türkiye’de, bürokratik oligarşinin ABD ile pazarlıklarında onun kendi
egemenliğini ve pazarlık gücünü arttırmasının bir aracı olmakla sonuçlanır.
Devrimci demokrasinin ve
sosyalistlerin tavrı, ABD ile Türk Devleti arasındaki pazarlık ve rekabette, anti-emperyalizm
diyerek Türk devletiyle aynı paralele düşmek olamaz. Bizler tıpkı Birinci Dünya
Savaşında Lenin, Luxemburg, Troçki gibilerinin savunduğu, yenilgiciliği
savunmalıyız. Yani esas mücadeleyi, içinde bulunduğumuz ülkenin egemenlerine
yöneltmeliyiz. Bunu yapmadığımız takdirde, bu ülkelerin ezdiği halklarla birlik
oluşturamayız; demokrasi güçlerinin birliğini sağlayamayız. Her dış savaş
öncelikle bir iç savaştır. Bölge sosyalistleri, kendilerine egemen olan, her
biri gerici devletleri esas hedef olarak koymazlarsa, ABD ile bunlar arasındaki
mücadelede basit bir piyon olmaya mahkûmdurlar. ABD’ye ve diğer emperyalistlere
karşı bir direniş cephesi, bölge halklarının birliği; bölge devletleri
yıkılmadan; bir demokratik cumhuriyet kurulmadan olamaz.
Tekrar yolsuzluklar sorununa
dönersek, bizler esas vuruş yönümüzü burjuvaziye değil; bürokratik oligarşiye
yöneltmeliyiz. Burjuvaziye karşı mücadelemiz, onun bürokratik oligarşiye karşı
korkakça davrandığı; onunla iş birliği yaptığı; ona karşı en geniş cephenin oluşmasını
engellediği noktasından olmalıdır. Onlara mücadeleye ihanet ettikleri
noktasından vurmak, onlara korkaklara ve hainlere davranıldığı gibi davranmak
gerekir.
Yani tıpkı Marks ve Engels’lerin
korkak Alman burjuvazisine, Lenin’lerin korkak Rus burjuvazisine karşı
davrandığı gibi davranmak gerekmektedir. Prusya Yunkerliğinin, Rus Çarlığının
yerinde bugün Türk ordusu ve devlet oligarşisi bulunmaktadır. AKP’nin Rus
Kadetlerinden ya da ‘48 devriminin korkak Frankfurt Parlamenterlerinden farkı
yoktur. Bu nedenle, Marks-Engels’lerin, Lenin’lerin tarihsel tecrübesi bugün
her zamankinden daha aktüeldir ve etüt edilmeyi beklemektedir.
Ortadoğu’daki tek tek ülkeler
bakımından durum buyken, dünya politikası bakımından durum, birinci dünya
savaşı öncesindeki gibidir; ikincisi gibi değil. Ortadoğu’da ABD’nin
karşısındaki ister emperyalist ister az gelişmiş olsun hiçbir devlet ilerici
değildir. Bizler tıpkı ülke içinde bürokratik oligarşiye karşı burjuvaziyi
ihanetle suçladığımız gibi; uluslar arası politika alanında da egemen
devletlere aynı şekilde mücadele etmeliyiz. ABD’ye karşı direnişi bölmek,
zayıflatmak ve onunla iş birliği içinde bulunmakla. Yani örneğin Kürtleri
değil; Kürtlere özgürlük vermeyerek onları ABD ile ittifaka zorladıkları için
Türk, İran, Suriye devletlerine karşı mücadelenin önceliğini öne çıkarmalıyız.
Çünkü bu devletler yıkılmadan; halkların ve inançların eşitliğine ve
özgürlüğüne dayanan demokratik bir cumhuriyet kurulmadan, ABD’ye karşı bir
direniş ve mücadele olanaksızdır. ABD’ye karşı bir direniş cephesi kurabilmek
için, bölge halkları önce kendilerine egemen olan devletleri yıkmalıdırlar.
Marks-Engels döneminde onlar,
dünya politikası bakımından, Rusya’yı dünya gericiliğinin merkezi olarak
gördüklerinden tüm okları ona karşı yöneltiyorlardı. Bu günkü ABD’yi o günkü
Rusya gibi koymak son derece yanıltıcıdır. Bugünkü ABD, Avrupa, Çin, Rusya vs.
hiç biri diğerinden ak kaşık değildir; aralarında hiçbir nitelik farkı
bulunmamaktadır. Hepsi emperyalisttir. Birine karşı diğerlerini desteklemek söz
konusu olamaz. Bu bakımdan durum, dünya politikası ölçeğinde bakıldığında,
Marks-Engels dönemine değil, Lenin’lerin dönemine, birinci dünya savaşı
öncesindeki döneme benzemektedir. Buna uygun olarak da, Marks-Engels’lerin her
şeyi Avrupa gericiliğinin kalesi Rusya’ya karşı savaşa tabi kılma anlayışının
paraleli sayılabilecek her şeyi ABD’ye karşı savaşa tabi kılma anlayışının
tersine, Lenin’ler döneminin yenilgiciliğinde olduğu gibi davranmak gerekiyor.
Çünkü bu güçlerin arasında hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır gericilik ve
halkların özgürlüğüne düşmanlık bakımından. Hepsi aynı karakterde olunca
yıllardır denenmiş strateji Lenin’lerin yenilgiciliğidir.
*
Ama bir sosyalist için sorun
orada bitmez. Bizler hiçbir yolsuzluk olmasaydı; bunlara hiçbir olanak tanımayan
bir sistem olsaydı bile bu kapitalizme karşıyız. Bizlerin kapitalizme
eleştirisi, onun yolsuzluklara kapı açması vs. gibi noktalardan değildir.
Namuslu oportünistlerin en tehlikeli oportünistler olması gibi, yolsuzlukların
olmadığı bir kapitalizm; “namuslu” bir kapitalizm en tehlikeli kapitalizmdir.
Bizler ona, insan ihtiyaçlarına değil, kâra dayanan bir sistem olması nedeniyle
ona karşıyızdır. Kâra dayanma özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz kılmayı
gerektirir. Ama bu kâra dayanan ekonomi, ancak, özel, politik ve ekonomik gibi
ayrımlara dayanan bir üst yapıyla; bir “dinle”, bir “uygarlık” olarak var
olabilir ve örgütlenebilir. Dolayısıyla kara dayanma ile özel, politik,
ekonomik ayrımı gibi ayrımlar arasında özel mülkiyet, kâr, işgücü, artı değer, işgücünün
kullanım değeri gibi nitelikler bakımından kopmaz bir ilişki bulunmaktadır.
Bu şu demektir: bu uygarlığın
dayandığı temel varsayımlardan birini çökerttiğinizde aslında bütün binayı da
çökertirsiniz. Bu bakımdan konu aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele ile de,
bunun stratejik sorunlarıyla ve yeni bir uygarlık projesi ve
programlaştırılmasıyla da yakından ilgilidir. Bunu biraz yakından görmeye
çalışalım.
Bilindiği gibi bu yolsuzluk
sorunları ile birlikte hemen her zaman “Sırlar” sorunu gündeme gelir. Birileri
hemen çıkar, Bunlar “özel hayatın sırlarıdır”, “bunlar ticari sırlardır” der.
Birileri çıkar bunlar “Devlet sırrıdır” der.
Bugünkü toplumda tüm taraflar,
ticari, siyasi (devlet sırları) ve özel “sırlar” olabileceği konusunda kesin
bir uzlaşma içindedirler. Bugünkü toplumun tüm çıkmazı da tam buradadır.
Sosyalistler bunu sorgulamayı bile akıl edemez durumdadırlar. Etseler bile bir
şey söyleyecek durumda değildirler çünkü daha önceden başka bağlamlarda bu tür
durumlarda bizzat kendileri “özel hayatın gizliliğinin” ya da “sırlarının”
savunucusu olmuşlardır.
Örneğin, ne zaman bir kitle
hareketi yükselişi ya da bir terör eylemi olursa, burjuva devletleri hemen,
telefonların evlerin dinlenmesi, bu dinleme işinin kolaylaştırılması türünden
yeni yasalar çıkarırlar veya böyle yeni yasa teklifleri getirirler. Bu
durumlarda solcular hemen her zaman, bu devlet kontrolüne karşı dururlar ama
bunu hemen daima yeni yasaların özel hayatın gizliliğini dolayısıyla kişilerin
haklarını ihlal ettiği gibi bir noktadan yaparlar. Yani isteseler de istemeseler
de, burjuva uygarlığının, kâr ekonomisinin dayandığı özel, politik ayrımını;
özel hayatın gizliliğini vs. kabul etmiş ve savunmuş olurlar.
Sosyalistler söz düzeyinde
kapitalizme veya kâr ekonomisine karşı durduklarını söylerlerken aynı zamanda
kâr ekonomisinin, burjuva uygarlığın dayandığı tüm sistemi en temelinden
savunmaktadırlar.
Yani eğer bir paralellik kurulmak
gerekirse, ortada, tıpkı bir zamanlar Lenin’lerin, Troçki’lerin “demokratik
cumhuriyet” ve “ulusların kaderini tayin hakkı” programının çelişkisi gibi, bir
çelişki bulunmaktadır. Bir yandan, devletin her türlü dilsel, dinsel
tanımlanmasını ve eşitsizliği reddeden; bir tek köyün bile ayrılmasını kabul
eden demokratik cumhuriyeti savunurken, diğer yandan ulusların kaderini tayin
hakkı diyerek, ulusların bir dile, bir tarihe, bir halka göre tanımlanmasını,
yani dillerin ve kültürlerin eşitliğine dayanmayan; demokratik olmayan bir
cumhuriyeti savunmak gibi bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan kapitalizme, kâr
ekonomisine karşı çıkılmakta, ama diğer yandan, bu ekonominin dayandığı tüm
üstyapı ve onun özel, politik ayrımı, olduğu gibi savunulmaktadır.
Nasıl ulusların kaderini tayin
hakkı, demokratik cumhuriyeti içi boş bir retoriğe çevirdiyse, burada da, özeli
savunmak, kapitalizme karşı çıkmayı boş bir retoriğe, bir pazar vaazına dönüştürür.
İşçi ve sosyalist hareketin başına gelen tamı tamına budur.
Özetle işçi hareketi sadece
ulusların kaderini tayin hakkı dolayısıyla, demokratik cumhuriyeti; yani ulusun
dile, dine, etniye dayanan her türlü tanımının reddi ilkesini bir retoriğe, içi
boş bir kalıba dönüştürmemiş ve işçiler ve sosyalistler bir asgari programdan
yoksun kalmış değildir; aynı zamanda özel hayatin gizliliğini savunmak gibi
sözde burjuva devletinin baskılarına karşı çıkan formüllerle de, kâr ekonomisi
ve kapitalizme karşı çıkış da bir boş kalıba dönmüş, başka bir uygarlık
programı bir yana, kâr ekonomisini ve özel mülkiyeti reddeden program bile
unutulmuş ve yitirilmiştir.
Hâlbuki sosyalistler sorunu eğer
bu uygarlığın dayandığı varsayımları sorgulama düzeyinde koysalar, bu
otomatikman kapitalizmin sonunu getirecek bir hareketin yolunu açar.
Özel hayatın gizliliği formülü ve
savunusu, aslında burjuva uygarlığının, özel, politik ve ekonomik ayrımına dayanmaktadır.
Kapitalizmden önce hiçbir sistemde, özel hayat diye bir kategori yoktur. Zaten
özel hayat diye bir sosyolojik kategori de yoktur, “özel” ve “özel hayat”
kategorileri, ideolojik, hukuksal, yani burjuva uygarlığının dayandığı ve
örgütlenmesinin temelini oluşturan kategorilerdir. Örneğin devlet sırları veya
ticari sırlar da, bu ayrıma dayanmaktadır. Böyle bir ayrım olmadan, böyle
sırlardan söz edilemez. Bunlar da, bu anlamda, hukuki ve ideolojik
kategorilerdir.
Sosyalizm henüz yükseliş
dönemlerindeyken, henüz sosyalist bir uygarlık, bu ayrımın kendisini sorgulamak
diye bir problemi olmadığı zamanlarda bile, gerçekten kapitalizmin dayandığı
mantığı da sorguladığından, bilinçsizce ve kendiliğinden de olsa, sonu bu
ayrımın kendisini sorgulamaya gidecek sloganlar ve programlar
oluşturabiliyordu. Örneğin Ekim devrimini yapan Bolşevikler, bütün devlet
sırlarını, gizli anlaşmaları açıklamayı bir program maddesi olarak önlerine
koymuşlardı. Keza, insanların açlık tehlikesi karşısında, fiilen ticari sırları
ve kârı ve özel mülkiyeti sorgulama sonucunu yaratacak olan, tüm ticari
sırların açıklanması; işçi denetimi; var olan işlerin çalışabilir nüfus
arasında eşitçe dağıtılması gibi “geçişsel talepler” ortaya atmışlardı.
Bu taleplerin hiç birisi aslında
doğrudan doğruya kapitalizmi sorgulamıyordu; ama toplumun, toplumsal yaşımın
örgütlenmesi bakımından kârın veya özel mülkiyetin dokunulmazlığını kabul
etmiyorlardı. İnsanların ihtiyaçlarını ve birbirlerine karşı sorumla olduğunu
hareket noktası olarak alıyorlardı. Dolayısıyla, fiiliyatta kapitalizmin, özel
mülkiyetin ve kâr ekonomisinin aşılmasına gitmek zorunda kalıyorlardı.
Bir bakıma tersinden yukarıda
anlatılan çelişkiyi işliyorlardı. Temel fark, o çelişkide anti-kapitalizm veya
demokratik cumhuriyet bir retoriğe dönüşürken ve çelişki geriye doğru
çözülürken, bu geçişsel taleplerde, çelişki kapitalizmin tasfiyesine varışla
çözülmektedir.
Ne var ki, bu “geçişsel talepler”
çoktan unutuldu; hatta demokratik görevlerden kaçmanın; her biri dile, dine,
etniye, soya tarihe göre örgütlenmiş gerici devletlere karşı mücadelenin
gündemden düşürülmesinin araçları oldular. Türkiye gibi ülkelerde kimi radikal
ve Marksist olduklarını söyleyen Troçkist gruplarda olduğu gibi.
İşin ilginci, özel hayatın
gizliliği ve dokunulmazlığı parolasıyla yapılan savunular, inisiyatifi
burjuvaziye ve burjuva devletine vermekte, onlara, toplum adına özel hayatın
sınırlandırılabileceği gibi karşı durulmaz bir argüman vermektedir. Bu durumda,
sol muhalifler, toplumsal sorumluluğu fiilen burjuvaziye ve burjuva devletine
terk etmekte, kendilerini iyice savunulamaz bir noktada bulmaktadırlar. Bu
noktada da sürekli olarak yenilmektedirler. Savaş sonrasında hiçbir ülkede
sosyalistler, devletin kontrolünü arttıran her hangi bir anti demokratik yasayı
durdurabilmiş değillerdir.
Ama bir de şöyle bir program ve
davranışı göz önüne getirelim. Sosyalistlerin özel hayatın gizliliğini ve
dokunulmazlığını savunmayı bırakıp, özel, politik ve ekonomik hayatın
dokunulmazlığı ve gizliliği olamayacağını savunduklarını varsayalım. Yani evet
buyursun devlet, benim hesaplarımı kontrol etsin; istiyorsa mektuplarımı
okusun; telefonlarımı dinlesin; ama bütün şirketlerin, bütün devlet
dairelerinin, bütün örgütlerin tüm yazışmaları; tüm dinlediği telefonlar; tüm
tutanaklar; tüm kararlar da tüm insanların bilgisine ve kontrolüne açık olsun.
Benim dinlenen telefonumun tutanakları her yurttaşın bilgisine açık olmalı;
hesaplarım sadece devletin değil her yurttaşın bilgisine açık olmalı; ama aynı
şekilde, bütün şirketlerin, kuruluşların, örgütlerin, devlet dairelerinin de
her şeyi herkesin bilgisine açık olmalı. Nasıl özel hayatın gizliliği yoksa
“Ticari sırlar” ya da “devlet sırları” da yok.
Böyle bir yaklaşım, sosyalistleri
birden savunma mevzilerinden ve programsızlıktan çıkıp inisiyatif kazandırmakla
kalmaz, kapitalizmin temellerine ve dayandığı ilkeleri sorgulayarak, bir
sosyalist uygarlığın üzerinde yükseleceği düşünsel temelleri atar. Bu aynı
zamanda saldırı inisiyatifini tekrar kazanmayı sağlar; devlet ve burjuvazi
devlet sırlarını ve ticari sırları savunma mevzilerine çekilirler. Tabii bu
savunma mevziinde getirecekleri her argüman onlara karşı bir silaha dönüşür.
Geçişsel taleplerin yıkıcı
özelliği, onların kâr ekonomisinin ve özel mülkiyetin dayandığı varsayımları
sorgulamasında; insanların ortak yaşamını, sorumluluklarını ve ihtiyaçlarını ön
plana çıkarmasındaydı. Onların yıkıcı potansiyeli buradaydı. Onlar henüz başka
bir uygarlık projesinin bir parçası olarak ortaya koyulmamışlardı; bu kavramsal
ve programatik temelden yoksundular ama bu potansiyeli içlerinde taşıyorlardı.
Dünya işçi hareketi başka bir yol
izlese, 20’lerin yenilgileri sonucu yok olmasaydı, belki sosyal mücadele
pratiğinin içinde işçiler kendi denemeleriyle bu gün vardığımız yere çoktan
varmış, yani başka bir uygarlık projesine ulaşmış olabilirlerdi. Çünkü ticari
sırların, devlet sırlarının tanınmaması ve toplumun bunları kontrol etmesiyle,
özel hayatın dokunulmazlığının reddedilmesi arasında çok büyük bir yol yoktur.
Ve bunların dokunulmazlığının olmadığı yerde; özel, politik, ekonomik ayrımının
kendisinin fiili bir anlamı kalmaz, bu ayrımın kendisi kolayca reddedilip
aşılabilir. Bunun için ille de tarihsel maddeciliğin bu bağlantıyı açıklayan
bir din teorisi bulunması gerekmemektedir. Ezilenler mücadele içinde kendi
denemeleriyle de buna varabilirler, sonra da Marksistler, bu fiili varışın
ardındaki derin nedenleri araştırırken bunu açıklamak için genel olarak bir din
teorisine ve bu çerçevede modern toplumun dininin teorisine varabilirlerdi.
Böyle bir tarih de mümkündü. Eylem pekâlâ teorinin önünde yürüyebilirdi örneğin
Fransız devriminde veya Paris komününde olduğu gibi.
*
O halde bu yolsuzluklar
bağlamında bizlerin programatik, stratejik ve taktik duruşlarımız şu
özelliklere sahip olmalıdır.
1) Yolsuzluk iddialarının
burjuvazi ve bürokratik oligarşi arasındaki mücadelede silahlar olduklarını bir
an için bile unutmamak ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun toplumda en küçük
bir demokratikleşmeye tahammül edemeyen; en küçük bir demokratik denetim ve
ezilenlerin öz savunmasına olanak tanımayan bürokratik oligarşi olduğunu
vurgulamak, esas mücadelenin sivri uçunu bu oligarşiye yöneltmek. Burjuvaziyi
ise, bu oligarşiye karşı mücadeleyi zayıflattığı, dolayısıyla onun dolaylı suç
ortağı ve işbirlikçisi olduğu noktasından saldırmak.
Bugünkü Türkiye’de yolsuzluk,
işkence, toplumsal çürümeyi ortadan kaldırmanın tek yolu bürokratik oligarşiyi
ve onun egemenliğini alaşağı etmektir.
2) Doğrudan kapitalizmi, kâr
ekonomisini ve özel mülkiyetin dayandığı burjuva uygarlığının temellerini
sorgulayan, devlet, sırları, ticari sırlar, özel hayat ayrımını ve bunların
gizliliğini reddetmek. Bugünkü sistem hakkında başka bir dünyanın ne
olabileceği hakkında bir tasavvur oluşturmak. Politik mücadeleden kaçanların
sloganı haline gelmiş olan, “Başka bir dünya mümkün” sloganını, onun nasıl bir
şey olduğunu göstererek içini doldurmak. Bütün özel, politik, ticari her türlü
bilginin herkese açık olması. Emekçilerin bundan korkacağı hiçbir şey yoktur.
Ama burjuvazinin ve devletin bu sırlar olmadan var ve egemen olması mümkün
olamaz.
Bir köyde, herkes herkesin ne
yaptığını bilir. Bu nedenle orada çok daha az suç işlenir. Dünya madem ki
globalleşti, bir global köy oldu diyorsunuz. O halde beyler global köyde,
global köylüler gibi yaşayalım. Herkes her şeyi kontrol edebilmelidir. Ama
özellikle insanlar, kendi çıkarlarının insanların çıkarı olduğunu söyleyen
devletleri, şirketleri. Evet, biz ölümlü insanların hesaplarını, telefonlarını,
mektuplarını kontrol etmek mi istiyorsunuz. Buyurun edin. Ve sadece siz değil,
herkes herkesin bilgilerine ulaşabilmeli. Daha bu aşamada bile bundan zararlı
çıkacaklar sizler olursunuz.
Ama biz de bütün şirketlerin,
bütün örgütlerin, bütün devletlerin ve onların organlarının her şeyini de
bilmek ve kontrol etmek istiyoruz. O zaman bakın ne terör kalır ne de açlık ve
sefalet, ne de yolsuzluk ve işkence.
29 Ocak 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder