Önceki bölümde “Marksizm” ve “Yeniden İnşa”yı, niçin ve ne anlamda kullandığımız üzerine yazdık, ama daha ziyade politik, ideolojik, taktiksel, psikolojik kullanımlar, anlamlar ve vurgular üzerinde durduk.
Ama
bunlar işin biçimsel yönüydü, henüz yapılmak istenen işin özüyle,
metodolojisiyle ilgisi yoktu.
Olabilecek
kimi yanlış anlamalara karşı bir ön alma idiler.
Şimdi ise işin daha temel ve metodolojik yanlarına girmeye çalışalım
*
Yapmaya
çalıştığımızı açıklayabilmek için önce şöyle herkese ters ve mantıksız gelecek bir
önerme ile başlayalım: “Marksizm
birbirinden bağımsızca iki defa keşfedilmiştir, biri İbni Haldun tarafından
Marks’tan önce ve bağımsızca, ikinci kez de Marks tarafından İbni Haldun’dan
sonra ve ondan bağımsızca.”
Bu
önerme ilk bakışta saçma gibi görünebilir.
En
azından şu itirazlar yapılabilir:
Örneğin
söze “Alah”la başlayan ve inanmış bir Müslüman ile Materyalist bir Marks’ı nası
aynı kefeye koyabilirsin? Marksizmi nasıl böyle birinin keşfettiğini
söyleyebilirsin?”
Veya
“İbni Haldun, Marks’tan yüzyıllar önce yaşamıştır, nasıl Marksist olur ki, bu
bir saçmalıktır.”
Veya
“Marksizim bir sınıf mücadelesi öğretisidir, İbni Haldun’da ne sınıf kavramı ne
de sınıflar mücadelesi vardır.”
Ama
önerme daha önce açıkladığımız bizim tanım ve kullanımlarımızla hiç de saçma
değildir.
Eğer
Marksizm kavramını Toplumbilim anlamında kullandığımız
hatırlanırsa, keza Marksizmin ayırıcı özelliğinin sınıf ve sınıf mücadelesi
kavramları olmadığı unutulmazsa, bu saçma gibi görünebilecek önermenin mantıki
bir iç tutarlılığı olduğu görülür.
Çünkü
bu önerme aslında, “Toplumbilim
birbirinden bağımsızca iki defa keşfedilmiştir (veya kurulmuştur), biri
Marks’tan çok önce ve Marks’tan bağımsızca İbni Haldun tarafından, diğeri de
İbni Haldun’dançok sonra ve ondan
bağımsızca Karl Marks tarafından” anlamına gelmektedir.
Bizim
çabamız onu (adeta onlardan
bağımsızca) bir üçüncü defa “keşfetmeye”
veya “kurmaya”) yönelik olacaktır.
*
Yukarıdaki
önermenin dayandığı gizli bir varsayım vardır.
Varsayım,
“nasıl tüm evrende aynı fiziksel yasalar,
tüm canlılar aleminde aynı biyolojik yasalar geçerli ise, tüm toplumlarda da
aynı toplumsal (Sosyolojik veya Marksist) yasalar geçerlidir” varsayımıdır.
Evrenin
her yerinde ve her zaman aynı yasalar geçerli olduğundan doğa temel
parçacıkları, atomları, yıldızları, gezegenleri vs. milyarlarca defa
keşfetmiştir.
Buna
bağlı olarak dünyada birçok fizikçi de benzer veya aynı yasaları birbirinden
bağımsızca aynı zamanda veya farklı zaman ve mekanlarda birbirini bilmeden
bulmuştur.
Zaten
fizikçiler, sadece Dünya’da değil, eğer evrende başka yerlerde yaşam ve zeki
varlıklar varsa, oralarda da aynı fiziksel yasalar geçerli olacağından, onların
da aynı yasaları bulması gerektiği gibi bir varsayımdan hareketle Voyager ile uzaya bu evrensel sabitler
ve bağıntıların ifadesi olan şekiller yollamışlardır.
Benzeri
durum aynen canlılar aleminde, biyoloji alanında da geçerlidir.
Gerçi
yaşam yeryüzünde bir kez (Cansız varlığın ve evrenin de Bigbang’ta bir kez ortaya
çıkması gibi) ortaya çıkmıştır. O yaşamın ortaya çıktığı koşullarda, yaşam birçok
kez ortaya çıkmışsa bile, sadece bunlardan biri varlığını sürdürebilmiş
olmalıdır Çünkü Dünyadaki her canlı başka bir canlıdan çıkmıştır. Dolayısıyla bugün
dünyada yaşayan canlıların zinciri, geriye doğru, hipotetik LUCA’ya
(Son Evrensel Ortak Ata) kadar izlenebilir.)
Ama
yaşam bir kere ortaya çıktıktan sonra farklı canlılar birbirinden bağımsızca hem
fizik aleminde hem de canlılar aleminde aynı yasalar geçerli olduğundan, aynı
yasalara uygun olarak benzer organlar geliştirmişlerdir.
Örneğin,
canlılar defalarca (balıklarda, sürüngenlerde, kuşlarda, memelilerde)
yüzgeçleri, kanatları keşfetmiştir. Örneğin. Zekayı, gözleri vs. defalarca ve
birbirinden bağımsızca keşfetmişlerdir.
Ve
bunları, tıpkı farklı matematik ve astronomilerin (örneğin altılı veya onlu
sisteme, romen veya arap rakamlarına dayanan matematik ve astronomilerin farklı
araçlarla aynı sonuçlara ulaşması gibi) aynı sonuçlara ulaşması gibi, farklı
anatomiler temelinde benzer sonuçlara ulaşmışlardır. Buna konvergenz
denilmektedir.
Aynı
genel eğilim Topum’da da görülmektedir
Toplumsal
varlık da bir kez ortaya çıkmıştır.
(Toplumsal
varlığın bir kez ortaya çıkışı ve diğer varlık biçimleriyle (Cansız ve Canlı)
farkı ve tanımlanması, Marksizmin Yeniden İnşası’nın temel sorunlarından
biridir. Çünkü bu Marksizm Toplumbilim
olduğundan, onun konusunun (Toplum) ne zaman ve nasıl ortaya çıktığının ve ayırıcı
özelliklerinin tanımlanmasıdır. Bu tanımlama olmadan herşey havada kalır. Burada,
sadeca bir tek kez ortaya çıkışla ilgili olarak kısaca şunu belirtelim.
Yeryüzündeki
tüm insanlar sadece Homo Sapiens
denen insan türündendirler ve diğer insan türleri yoktur. Ama sadece bu kadar
değil, Homo Sapiens muhtemelen 200.000 veya Fas’taki (Jebel Irhoud’taki) son
bulgulara göre, 300.000 yıldan beri vardır.
Ama
bugün yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, 50.000 ila 100.000 yıl arasında birkaç
yüz kişiyi geçmeyen, küçük bir bir Homo Spiens popülasyonundan gelmektedirler.
Yani
Homo Sapiens’in ortaya çıkışı ile (200.000 veya 300.000 yıl), 50.000 veya
100.000 yıl yıl önce bugün tüm insanların geldiği toplumsal varoluşa geçebilmiş küçük popülasyın arasında, 100.000
veya 200.000 yıllık dönemde var olup, dünyaya yayılmış bulunan Homo Sapiens
popülasyonlarından hiç kimse bugün yaşamamaktadır. Tıpkı diğer insan
popülasyonları (Neandertaller vs.) gibi bunlar da (yani 200.000 yıl boyunca dünyaya
yayılmış olan Homo Sapiens popülasyonları da) yok olmuştur. Yani Toplumsal
varlık ile Homo Sapiens (veya “Zeka”) arasında doğrudan bir zorunluluk ilişkisi
yoktur. Bu durumda şu sonuç kendiliğinden ortaya çıkar. Bizimle tüm fizik ve biyolojik
özelliklere sahip Homo Sapiens’ler en azından 200.000 yıl boyunca bir toplumsal
varoluşu keşfedememiş veya ona geçememişlerdir. Geçebilen küçük popülasyon
dışındaki bütün diğer popülasyonlar da son 30.000 – 40.000 yıl civarına kadar,
geçemeden kalmış ve yok olmuşlardır. Ya da Toplumsal varlığa geçen küçük
popülasyın, yeryüzüne yayılırken var olanları yok etmiştir.
Bu
durumu, canlılardaki son ortak ataya (LUCA) benzetirsek, bugün yeryüzündeki tüm
toplumlar toplumsal varlığa geçen aynı küçük ortak popülasyondan (SOTA (Son
Ortak Toplumsal Ata veya İlk Toplumsal Varlık) denebilir buna belki)
gelmektedirler.
Ve
daha sonra bu SOTA’dan türeyen ve yeryüzüne yayılan tüm toplumlar, yeryüzünün
çok farklı koşullarında, jeolojik ve iklimsel değişmeler sonucu, birbirinden
kopmuş olmalarına rağmen, benzer toplumsal yapıları ve ilişkileri keşfetmişlerdir.
Örneğin
Bitki ve hayvanların ehlileştirilmesini (Neolitik Devrim) birbirinden
bağımsızca, farklı coğrafi koşullarda ve farklı bitki ve hayvanlarla
keşfetmişlerdir ((7–10 kez Asya’da, 1 kez Avustralya’da, 1–5 kez’da Afrika’da,
2–3 kez Kuzey Amerika’da, 3–5 kez Güney Amerika’da)
Keza
çok farklı coğrafi koşullarda, nişastalı bir bitki temelinde tarımla geçinen ve
oldukça yüksek bir artı ürün elde eden toplumlar kurmuşlardır. (Orta Amerika’da
Mısır, Güney Amerika’da Patates, Batı
Asya’da Buğday, Doğu Asya’da Pirinç)
Keza
bu toplumlar, birbirinden bağımsızca, yıldızlar, güneş, ayın hareketleriyle
dünyadaki mevsimler ve bunların öngörülerek hesaplanmasına ilişkin olarak,
farklı matematiklere, sayı sistemlerine vs. dayansa da, öngörüyü sağlayacak takvimler
yapabilmişlerdir.
Bu
örnek, aynı zamanda farklı toplumlarda da aynı yasaların geçerli olduğunu,
örneğin büyük bir artı ürün vermeyi sağlayacak bir nişastalı bitkinin tüm
uygarlıkların temeli olduğunu gösterir.
Örneğin,
Neolitik Devrim yapmalarına rağmen böyle bir bitkinin olmadığı yerlerde (Papua
Yeni Ginesi ve Avustralya) uygarlığa geçilememesi böyle açıklanabilir.
Keza
uygarlıkla birlikte yazı, para, devlet, şehirler vs. birbirinden bağımsızca ve
defalarca keşfedilmiştir farklı toplumlarca.
Ama
sadece varlığın farklı biçimlerinin aynı yasalara tabi olması ve benzer
süreçleri defalarca yeniden keşfetmesi değildir sorun, bu doğanın ve toplumun evrimi
veya hareketinin ve yapısının bilgisi de benzer şekilde birbirinden bağımsızca
birçok kez keşfedilmiştir.
Örneğin
Darwin ve Wallace, birbirinden bağımsızca canlıların evrimine ilişkin yasaları
bulmuşlardır.
O
halde toplumsal varlığın bilimi ve benzer yasaların formüle edilmesi de
birbirinden bağımsızca ve birden fazla olabilir. (Zaten birbirinden bağımsızca
ve birbirini bilmeden olmasa birden fazla olamaz.) Öyle de olmuştur.
İbni
Haldun, klasik kapitalizm öncesi uygarlıklar döneminin sonuna doğru bu klasik
uygarlıklar tarihindeki olguları ve birikimi kullanarak toplumun, özellikle ele
aldığı ve daha iyi bildiği, klasik uygarlıkların, yapısını ve hareketini
belirleyen kimi temel yasaları bulmuştur.
Marks
da kapitalizmin doğuş ve yükseliş çağında, önceki keşfi bilmeden ve ondan
bağımsızca, toplumsal gidişe ve onun yapısına ilişkin benzer genel yasaları
formüle etmiştir.
Elbette
bunu farklı kavramlarla ifade etmişlerdir ama açıkladıkları bağıntılar,
formüller benzerdir.
Tabii
bu keşfin, tıpkı farklı toplumların farklı koşullarda benzer buluşlar yapması
gibi, dayandığı olgular yığınına bağlı olarak farklılıkları da vardır.
Örneğin
İbni Haldun, klasik uygarlıkların ve İslam uygarlığının birikimine, bu olgular
yığınına dayanarak, yani henüz kapitalizm, Fransız Devrimi ve İngiliz sanayi
devrimi ortada yokken, modern sınıflar ve sınıf mücadeleleri ortaya
çıkmamışken, uygarlık öncesi toplumlar hakkında pek bir şey neredeyse
bilinmezken, bu genel yasaları formüle temeye çalışmış ve insanların geçim araçlarının ve yollarının onların toplumsal yapılarını ve ilişkilerini belirlediği
gibi bir sonuca ulaşmıştır.
Sadece
burada da kalmamış, farklı geçim araçları ve yöntemleri, dolayısıyla ilişkileri
ve yapıları olan toplumların, karşılıklı ilişkilerini ve bunun tarihsel gidişi
nasıl belirlediğine ilişkin bağıntılar keşfetmiştir. (Hikmet Kıvılcımlı daha
sonra, İbni Haldun’un bu keşfini gelişirerek Marksist bir kavramsal temele
oturma çabasında olmuş ve bunun için Üretici Güçler kavramını değiştirerek,
kanımızca başarısız, bir çözüm aramıştır.)
Marks
ise, Fransız Politik ve İngiliz Sanayi Devrimlerinin veya Burjuva uygarlığının ürünü
bir insan olarak, Yunan-Roma öncesi uygarlıkları, onların bir anlamda bir
rönesansı olan İslam Uygarlığını ve İbni Haldun gibileri hiç bilmeden, İbni
Haldun’un aksine, bir Tarih değil, Avrupa’daki bir Felsefe geleneğinin
kavramlarından yola çıkarak benzer keşifleri yapmış ve örneğin, üretici güçlerin düzeyi, üretim ilişkileri gibi kavamlarla toplumların
yapısı ve ilişkilerine ilişkin aynı genel bağıntıyı ifade etmiştir.
Biri
geçim araçları ve yolları gibi
kavramları kullanırken, diğeri üretici
güçler ve ilişkileri gibi kavramları kullanmaktadır. Ama açıkladıkları bağıntı
aynı bağıntıdır.
O
halde, şu sonuç çıkarılabilir: Tıpkı cansız varlık ve canlı varlık gibi
toplumsal varlık da aynı genel yasalara tabidir. Farklı toplumların birbirinden
bağımsız ve habersizce benzer yapı ve ilişkileri keşfetmesi gibi, toplumsal
varlığı (tarihi) ele alan bilim veya bilgi de farklı koşullarda ve farklı olgu
yığınlarına dayanarak aynı genel yasa veya bağıntıları birbirinden bağımsızca bulmuştur.
Keza
bu buluşun kendisi de bir toplumsal olgu
olduğundan, toplum farklı zaman ve koşullarda iki kez kendisinin yapısını ve
değişimini belirleyen yasaları da bulmuştur da denilebilir.
*
Ne var ki, bu yasaların tekrar bulunması artık
söz konusu olamaz.
Bir kere bulunmuşlardır ve artık tüm toplumlarda
bunların varlığının bilgisi vardır.
Ama bugün şu yapılabilir ve yapılmalıdır. Yeni
olgular ve veriler ışığında Marks ve İbni Haldun’un kavramlarının yeni ve daha
zengin olgular yığınıyla kontrolü, gözden geçirilmesi, gerekiyorsa yeniden
tanımlanması, gerekli paradigma değişiklikerinin, dakikleştirmelerin yapılması.
En kaba ve genel biçimiyle ne İbni Haldun’un ne
de Marks’ın bilmediği ve bilemeyeceği olgular yığını şöyle sıralanabilir.
Marks buharlı makinaların yayıldığı dönemin
insanıydı. (Elektrik ve elektromanyetik dalgalara bile pek yetişemedi.) Bugün elektronik
çağının (ya da Quantum fiziğine dayanan bir üretim (Sanırım bügün anayi süretiminin
yüzde 25’i Quantum fiziğine dayanan ürünlerdir), iletişim ve ulaşım kapitalizmine
geldik.
O zamanlar dünya Avrupa ile sınırlıydı, bugün
tüm gezegen bir global köy gibi.
Zaman aşırı hızlandı.
Dünya bir yana Ay’a, gezegenlere gidilebiliyor,
hatta evrenin ilk oluştuğu zamanlar bile gözlenebiliyor.
Dünyada ilk kez şehirlerin nüfusu köylerde
yaşayanları aştı.
İbni Haldur, uluslar ve ulusçuluk diye bir şeyi
bilmiyordu. Marks onun doğuşunda, uluslar ve ulusçuluk atlas okyanusunun
kenirındaki bazı ülkelere yayılırken yaşamıştı. Bugün yeryüzünde uluslara ait
olmayan bir karış toprak bile yok. Tüm dünya ulusçulardan oluşuyor.
Bunlar çoğaltılabilir.
Yani yepyeni bir tarih ve olgular yığını var
incelenmeyi ve sonuçlar çıkarılmayı bekleyen.
Öte yandan, Üniversiteler, bu modern gidişi ve
olgular yığınını ele alan muazzam bir veri yığınını ve bunları açıklamaya veya
çeşitli bağıntıları keşfetmeye yönelik çabaları, malzemeleri yığıyor.
Keza toplumsal yapıya ve ilişkilere ilişkin
olgular yığını da toplumsal yaşamın hem çok geniş ve farklı ve önceden var
olmayan (örneğin Spor ve Turizm) alanlarına ilişkin.
Marks örneğin Kapital’i yazarken İngiltere’de fabrika müfettişlerinin raporlarına
dayanıyordu. Bugün ise toplumsal yaşamın
her alanına ilişkin sadece veriler, anketler, araştırmalar yok onlar üzerine
yığınla tezler de var.
Keza bu muazzam veri yığınına ulaşma olanakları
da eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde artmış durumda. (Databanklar,
Filitrelemeler, Yapay Zeka’lar, Arama Motorları, Fiziksel veya Sanal
kitaplıklar vs.)
Ama
sadece bu kadar da değil, Marks’ların, İbni Haldun’ların eserlerini yazarken dayandıkları
dönemlere ve olgulara ilişkin malzemeler alanında da çok daha fazla bilgi ve
bunlara ulaşma olanağı var.
Keza
onların varlığını bile bilmediği dönemlere ve tarihlere ilişkin,
Paleoantropolojinin, Arkeolojinin, Antropolojinin tarihi ve toplumları zaman ve
mekan içinde yayması var.
Öte
yandan, İbni Haldun, Amerika kıtasındaki uygarlıklardan bihaberdi. Çin ve Hint
uygarlıkları hakkında onların varlıkları ötesinde pek birşey bilmiyordu. Esas
olarak Önasya ve Akdeniz Uygarlıklarının tarihinden sonuçları çıkarmıştı.
Diyebiliriz ki, Önasya merkezli idi malzemeleri de bakışı da.
Marks’ta
ise gerek Yunan ve Roma öncesi gerek sonrası uygarlıklar (Örneğin İslam
Uygarlığı) adeta yoktu. Son duruşmada, Avrupa tarihine bakarak esas sonuçları
çıkarmıştı. İbni Haldun’un Önasya ve Akdeniz merkezli olması gibi, Avrupa
merkezliydi Marks’ın bakışı da.
Böyle
sınırlı bir dönemin ve coğrafyanın verilerine dayanarak bağıntıları bulmuşlar
ve formüle etmişlerdi.
Özetle
bugün, toplumsal varoluş ve onun tarihi ve farklı biçilerine ilişkin bilgiler,
olgular yığını, her ikisiyle her alanda karşılaştırılamayacak kadar zengin,
derin ve geniştir.
Bu
çok daha zengin, geniş ve derin olgular yığınına ve malzemeye dayanarak
toplumun yapısı ve hareketinin yasalarını, hem kontrol etmek hem de mümkünse,
daha dakik veya yepyeni paradigmalara bağlı olarak yeniden formüle etmek hem
mümkündür hem de gereklidir.
İşte
“Marksizmin Yeniden İnşası” derken, tıpkı Marks, İbni Haldun bu yasaları
keşfetmemiş gibi, bunları bilmiyormuşuz gibi, tarihe ve toplumsal yaşama bakıp,
toplumsal varlığın değişimini ve yapısını anlamayı sağlayacak birtakım yasalara
ulaşma çabasını kast ediyoruz.
*
Elbette
bu tam anlamıyla mümkün değildir.
İstediğimiz
kadar onların birikimi sanki yokmuşçasına olgulardan yola çıkmaya çalışalım,
onların dayandığı varsayımları sorgulamaya çalışalım bu başarılamaz elbette.
Onlar
vardılar ve onların varlığını biliyoruz.
Tıpkı,
yeryüzünde yaşam, serbest oksijen yokken, oksijende yaşayan canlılar için
yaşamı olanaksız kılan şartlarda doğması ve bugün yeryüzünü oksijen
kaplamışken, artık hayatın tekrar doğma olanağının olmaması gibi, önceki Toplum
bilimlerinin (Marksizmin) varlığını bilmeme gibi bir durum yok.
Ama
bu bizim önümüze şöyle bir bakışa ağırlık vermeyi gerektiriyor.
Kontrol
ve yeniden formülasyon çabalarında, bu büyük kurucuların ne kadar doğru
yaptıklarını kanıtlamaya çalışmaktan ziyade, onları ve özellikle Marks’ı,
eleştirmeye, yanlışlarını bulmaya yönelik bir tutum izlemek kanımızca hem
mümkün hem de gereklidir.
Burada
savunmaya yönelik değil de yanlışları,
belirsizlikleri, eksiklikleri, bağıntıları yeniden bulmaya yönelik bir tutum
çabasının altını çizmek gerekiyor.
Marksistler
burjuvazinin saldırıları karşısında genellikle Marksizmin hala geçerli ve doğru
olduğuna yönelik bir savunma refleksi içinde olmuşlardır.
Biz
bu tür çabayı, yapılacak işin içeriğine değil, taktik, politika alanına
taşıyarak, yapılacak işin kendisinden ayırmaya çalıştık. (İkinci yazı esas
olarak böyleydi. Bu anlamda savunmacı bir yanı vardı.)
Ama
içerikte, Marksizme karşı, onun düşmanlarından ve eleştirmenlerinden daha
acımasız olmalı, doğruluk ve hassaslık için, bağıntılar için daha yüksek
standartlar koymalıyız.
Ancak
böyle bir tutum içinde, yapılacak işe gerçekten “Marksizmin Yeniden İnşası”
denebilir ve bu inşa aynı zamanda bir yıkma
ve geliştirme olabilir.
*
Yapmaya
çalıştığımızı Mandel’in amaçladığı ve yaptığıyla bir kıyas içinde açıklamayı
deneyelim.
Bilindiği
gibi Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı
diye bir kitap yazmıştı. 68 kuşağının Marksist Ekonomi Politiği öğrenmesinde
temel bir işlevi olmuş bu kitapta yapmaya çalıştığını şöyle ifade ediyordu:
“Marksizm’den
yana olduklarını söyleyenler, Marksist ekonomi teorisine karşı gösterilen
ilginin azalmasından kısmen sorumludurlar. Çünkü onlar, Marx’ın öğrettiklerini
KapitaVm çağdaş gerçeklerle ilgisini gitgide yitiren özetlerinde elli yıldan
beri durmadan tekrarlamakla yetiniyorlar. (...)”
“Marksist
ekollerde Marksist ekonomik düşüncenin gelişiminin durmasının tali bir sebebi
de Marksist yöntemin kendisinin yanlış anlaşılmasıdır.”
“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın
önsözündeki ünlü pasajda Marx, ekonomi politik alanında bilimsel bir
açıklamanın izlemesi gereken yöntemi belirtir: somuta varabilmek için soyuttan
hareket etmek (13). Elkitabı yazarlarının çoğu, Marx’in geçen yüzyıldaki
ispatlamalarını, kısaltılmış ve genellikle yetersiz bir şekilde, her seferinde
yeniden ileri sürmek için bu pasajdan ve Kapital'in üç cildinden
esinlenmişlerdir. Oysa yorumlama yöntemi ile bilginin doğuşunu birbirine
karıştırmamak gerektir. Marx, somutun ilkin, kendisini meydana getiren soyut
ilişkilere aynştırılmaksızın anlaşılmayacağı üzerinde ne kadar ısrar ediyorsa,
bu ilişkilerin sadece dâhiyane bir sezginin ya da üstün bir soyutlama
yeteneğinin sonucu olamayacağı üzerinde de o kadar ısrar etmektedir. Bu soyut
ilişkiler, her bilimin ham maddesi olan ampirik veriler incelenerek ortaya
konulmalıdır. Marx’in böyle düşündüğünü anlamak için, Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı'nın önsözünde yöntem hakkında söylediklerini, Kapital'in 2.
baskısına yazdığı Önsöz’deki şu pasajla karşılaştırmak yeter: “Bununla beraber
yorumlama yöntemi ile bilimsel araştırma yöntemi kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır.
Bilimsel araştırma konuyu ayrıntılarıyla ele almalı, farklı gelişme formlarını
tahlil etmeli ve bunlar arasındaki içbağlantıyı bulmalıdır. Ancak bu çalışmayı
yaptıktan sonradır ki, gerçek gelişme tam anlamıyla açıklanabilir. Bu
başarılırsa, incelenen konunun hayatiyeti tastamam yansıtılırsa, a priori bir
yapılanma karşısında bulunulduğu izlenimi yaratılabilir” (belirtmeler bizden)
(14). Demek ki, geçen yüzyılda yazılmış Kapital'm bölümlerini 20. yüzyılın
ortasında oldukça doğru bir şekilde özetlemekle yetinen bir açıklama, her
şeyden önce bizzat Marksist yöntem açısından kesinlikle yetersizdir. Bununla
beraber, Marksizm’in “geçen yüzyılın bilimsel verilerine dayandığı için
aşıldığını” söyleyen eleştirmelerin kesin iddiaları da bir o kadar yersizdir.
Gerçekte bilimsel bakımdan doğru olan tutum, Marx’in ekonomik tezlerinin
tümünün geçerli olup olmadığını incelemek için bugünkü bilimin ampirik
verilerinden hareket etmeye çalışmaktır. Bu eserde izlemeye çalıştığımız yöntem
budur. Hemen belirtelim ki Marx’tan, Engels’ten pasajlar arayan okur bu kitabı
hayal kırıklığına uğrayarak kapatacaktır. Marksist ekonomi el-kitapları
yazarlarının tam aksine, kutsal metinleri aktarmaktan ya da bunların yorumunu
yapmaktan -bazı istisnalar dışında- kaçındık. Buna karşılık, insan
topluluklarının geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekteki ekonomik
faaliyetleriyle ilgili fenomenler hakkında hüküm veren belli başlı çağdaş
iktisatçıların, iktisat tarihçilerinin, etnologların, antropologların,
sosyologların ve psikologların eserlerinden yer yer pasajlar aktardık. Bizim
ispatlamaya çalıştığımız şey, çağdaş bilimlerin ampirik verilerinden hareket
ederek Karl Marx’in tüm ekonomik sisteminin yeniden yaratılabileceğidir. Başka
bir deyişle: Marksist ekonomi doktrini, beşeri bilimlerin tam bir sentezini -
her şeyden önce ekonomi tarihinin ve ekonomi teorisinin sentezini- verebilir ve
ancak bu doktrin mikro-ekonomik tahlil ile makro-ekonomik tahlili uyumlu bir
bütün haline getirebilir: işte bizim ispatlamaya çalıştığımız şey budur.!”
Bu uzun
alıntıda Mandel’in yapmaya çalıştığı ve izleyeceği yöntem aslında bizim burada
Toplumbilim (Sosyoloji) alanında yapmaya çalıştığımızı da açıklamaktadır.
Ama bir
fark var. Kanımızca bu da belirtilmesi gereken bir fark. Bunu koyu harflerle
kabartıladırmaya çalıştık. Tekrar edelim:
“Bizim ispatlamaya çalıştığımız şey, çağdaş
bilimlerin ampirik verilerinden hareket ederek Karl Marx’in tüm ekonomik
sisteminin yeniden yaratılabileceğidir.”
Biz
ise, bunu ispatlamaya çalışmayacağız, aksine Marksizme, Burjuva Sosyolojilerine
(Weber, Durkheim vs.), Antropolojiye, Sosyal Bilim’e de eşit mesafede ve aynı
eleştirellikle yaklaşarak, “Toplumun Bilimi bugünkü verilerle yeniden nasıl,
hangi kategorilere dayanarak kurulabilir sorusuna” cevap aramaya çalışacağız.
Bunu
ne kadar yapabiliriz bilmiyoruz?
Burada
elbette şöyle bir soru sorulabilir: O halde nereden biliyorsun, bu çalışma
sonunda ortaya çıkacak kategorilerin Marksizmin Yeniden İnşası anlamına geleceğini.
Bunu
elbette bilmiyoruz.
Ama
ortaya çıkan sonuç ne olursa olsun. O kategoriler toplumsal varoluşu daha doğru
ve derin anlamayı sağlıyorsa, bu biçimsel olarak Marksizmin klasik
kategorilerini yıksa bile yine de Marksizm olacaktır, yani Toplumbilim.
Çünkü
ancak ezilenler, ezilenlerin tarihsel ve genel çıkarını savunanlar, gerçeğin
özüne varmaktan çıkarlıdırlar. (Biz böyle bir konumdan olguları ele almaya
çalışacağız.)
Tam
da böyle olduğu için: “Gerçek Devrimcidir”.
Ve
garçağa hiç bir zaman ulaşılamaz, sadece biraz daha yaklaşılabilir ve yaklaşıldıkça
da, gerçek o kadar uzaklaşır.
Sorun
böyle kavranırsa Yukardaki önermelerin bir iç tutarlılığı olduğu daha iyi
anlaşılabilir
*
Burada,
bu fragmanlarda, izlediğimiz yönteme ve bu bağlamda araştırma ve açıklama
yöntemlerinin farkına ilişkin de birkaç söz edelim.
Mandel
bu kitabında, açıklama yöntemini
değil, araştırma yöntemini izler,
yani tarihsel süreci, iktisadi kategorilerin ortaya çıkışını, işler. Günümüzün
terimleriyle ifade edersek, bottom up
veya Tümevarım yolunu izler.
Ama
örneğin Marks, Kapital’de Top Down
(Yukardan aşağı) ya da en genel kategorilerden daha ikincil yasa ve kavramlara ve
olgulara doğru) Tümdengelim,
yöntemini izler, hatta bunu “İnsanın
anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır” şeklinde de ifade eder.)
Bu
nedenle Mandel’in kitabı Marksist Ekonomiyi öğrenmek için çok değerli olmaya
devam etmektdir. Yani araştırma yöntemi
aynı zamanda didaktik bir yöntemdir
de. Bu yöntem, araştırmacının izlediği yolun, minyatür ve sapmalardan
arındırılmış, sadeleştirilmiş hali olmalıdır.
Bu
nedenle, Kapital’in yöntemini izleyen
ve onları vulgar bir şekilde tekrarlayan Ekonomi Politik eğitim ya da başlangıç
kitaplarını okumak yerine suyu kaynağından içmek, Marks’ın kapitalini okumak
çok daha verimlidir.
Ama
Marks’ın Kapital’inden önce, tıpkı
Marks gibi araştırmanın izlediği yolu sadeleştirilmiş olarak kat etmek hem
konuyu daha iyi anlamayı hem de büyük bir güç ve zaman kazancı sağlar.
Mandel’in kitabındaki yöntemi buydu.
Biz
de burada Marks’ın Kapital’de izlediği açıklama yöntemini izleyemeyeceğiz.
Bunu
yapacak zamanımız ve enerjimiz olmadığından araştırmalar için başkalarının
devam edeceği bir başlangıç yapmaya çalıştığımızdan, didaktik kaygılarla değil,
bir iz bırakma kaygısıyla, araştırma yöntemini izleyerek, yetişiterbildiğimiz
kadarıyla, ulaştığımız sonuçları açıklamaya çalışacağız.
26
Eylül 2024 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder