5 Kasım 2024 Salı

Öcalan’ın Kısa Mesajının ve Tecridin Mantıksal ve Politik Anlamı ve Sonuçları

Bu geç kalmış bir yazıdır. Çünkü Bahçeli’nin çağrısından ve Öcalan’ın mesajından çok sonra tamamlayıp yayınlayabiliyorum.

Ama son gelişmelere, yani yeni kayyum atamaları ve Esenler Belediye başkanına yapılanlar vs., gelişmeler olmadan yazılmış, yani erken bir yazıdır.

Geç kalmanın nedenlerini kısaca açıklayalım.

Teorik çalışmalara devam edebilmek için, politik konularda yazmayı adeta kendime yasaklamama rağmen, Bahçeli’nin bilinen açıklamasından sonra, çeşitli yorumları, sahte hayalleri ve yanlış hüküm ve varsayımları okudukça, “süreç”e ilişkin bir değerlendirme yapmak ve bir şeyler yazmak gerektiği sonucuna ulaştım.

Ve hemen yazmaya başladım.

Ancak başladığım yazıyı bir günde bitiremedim. (Yaşlanmak böyle bir şey: yavaşlama ve hemen yorulma). Ertesi gün, devam edeyim ve yazıyı kısaltayım, aynı zamanda bir temize de çekeyim diye düşündüm.

Ama bu sefer konusu ve ağırlık noktası başka bir yazı taslağı ortaya çıktı

Sonra daha ertesi gün de aynısı oldu. Birbirini izleyen dört beş günde, ortaya her biri konunun farklı yanlarına ağırlık veren, başka yazılar çıktı.

Sonra, bunları bir yazıda komprime edip öyle yazayım derken, çok temel bir noktanın, Bahçeli’nin çağrısı ve Öcalan’ın mesajını neredeyse tüm yorumcu ve muhataplardan farklı anladığımı ve herkesin benim gibi anladığını varsayarak bütün yazıları yazdığımı fark ettim. Yani kendim için açık olan bir anlamın herkes için de açık olduğunu varsayarak yazdığımı fark ettim.

Bunun üzerine sırf Öcalan’ın kısa mesajı, anlamı, mantıksal ve siyasi sonuçları ve nihayet ne yapmak gerektiği üzerine bir yazı yazdım.

Biraz aşağıda okuyacağınız yazı aslında bu yazıdır.

Diğer yazıları ayrıca uğraşıp temize çekmeye veya birleştirmeye çalışmayacağım. Onlar neredeyse küçük bir kitap olur ve konular dağılır.

Ama bu yazıların konularını ve tezlerini birer ikişer paragrafla olsun özetlemeye çalışacağım ki yaklaşımım hakkında bir fikir oluşsun.

*

İlk yazının konusu, Türk devletinin stratejik bir dönüş yaptığını veya yapacağı varsayımını kabil ederek başlıyordu.

Bunu da sadece Ortadoğu değil, Dünya çapındaki mücadeleler bağlamında ele almak gerektiğini ve böyle anlaşılabileceği tezini işliyordu.

Yani Dünya çapında ABD ve Avrupa’nın (Buna “Pasifik ve Atlantik Bloğu” diyelim) dünyanın tek egemeni olmak, köpeksiz köyde değneksiz gezebilmek için, kendilerinin gücüne karşı tek direniş kapasitesi olan, başında Çin, Rusya ve İran’ın bulunduğu bloğu (buna da “Avrasya Bloğu” diyelim) dağıtma, çökertme ve hatta bir atom savaşıyla yok etme stratejisi bağlamında ele almak, Ortadoğu’daki muhtemel değişiklikleri bu bağlamda anlamak gerektiği tezini savunuyordu.

Ve bir Devrimcinin, bir Marksist’in ve bütün ezilenlerin burada nasıl bir tavır izlemeleri gerektiğine ilişkindi.

Buna klasik Marksizm’e uygun olarak, şu kategorik cevabı veriyorduk: Parça bütüne, ülke ve bölgeler ölçüşünde mücadeleler dünya çapındaki mücadeleye tabi olur.

Buna uygun olarak, bizlerin, ezilenlerin, her şeyden önce, bu savaşta Atlantik ve Pasifik bloğunun amaçlarına ulaşmasına karşı, Avrasya bloğunu desteklemesi gerekir. Onların köpeksiz köyde değneksiz gezme planlarına karşı durmak gerekir.

Ayrıca iki blog ta kapitalist ve emperyalist olduğundan, özellikle bizler gibi Atlantık Pasifik bloğunda bulunanların görevi, “kendi” bloğumuzun yenilgisi için mücadele etmek, yani yenilgicilik olmalıdır.

Yani klasik ve kategorik cevaplarla yolumuzu çiziyorduk.

Ayrıca bu tavrı sürdürürken kimilerinin yaptığı gibi, Çin, Rusya ve İran’daki rejimlerin anti demokratik karakterini görmezden gelme, yani bir zamanlar Sovyetlerin yarattığı, oranın sosyalist olduğu gibi illüzyonlar en azından artık bulunmadığından, bir yandan onları diğer blok karşısında desteklerken, aynı zamanda onları eleştirebilir ve bu kapitalist bürokratik diktatörlüklerin aslında emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflattığını söyleyebilir ve buralarda, gerçekten demokratik dönüşüm çabalarına destek de olunabilir.

Bunun konforlu yanına da dikkati çekiyor ve dünya çapındaki mücadelelerde, bu konumlanış ile Sovyetler’in var olduğu zamandaki konumlanışlar arasındaki paralelliğe dikkati çekiyor, ama o zamanki konumlanışın, devrimcileri ve Marksistleri nasıl zayıflatıp, silahsızlandırdığını da ele alıyorduk.

Bu bağlamda somut olarak İsrail ve Ukrayna karşısında Filistinlilerin ve Rusya’nın başarısının, en azından Pasifik Atlantik bloğunun planlarını bozacağı, insanlığa zaman kazandıracağı, ezilenlerin hareket alanını genişletebileceği çıkarsamasını yapıyorduk.

Bu bağlamda, özellikle de Filistinlilerin desteklenmesi gerektiği noktasına değiniyor ve buradan olaya dünya ölçüsünde bakmayan, ufku sadece bir Kürt devleti kurmakla sınırlı olan ve bu nedenle özellikle İsrail’e sempatiyle Filistinlilere düşmanca yaklaşan Kürtlerin çok ezici bir çoğunluğunun bu konumlanışlarıyla, İsrail ve ABD’nin kendilerinin bağımsız Kürt devleti kurmalarını destekleyeceği veya sağlayacağı beklentisi içinde olduklarını, bunun adeta kendi aşiretinin çıkarından ötesini görmediği için en gerici Türk devletinin korucusu olan Kürtlerin durumunun, dünya çapındaki mücadelede, ABD ve İsrail’in korucusu olmakla sonuçlanabileceğini ve bu durumun Ortadoğu, İran ve Dünya’da ABD ve İsrail’in dünya çapındaki amaçlarına hizmet edeceğini, bu durumda Dünya çapındaki mücadelenin çıkarları ile Kürtlerin bağımsız bir Kürt Devleti Kurma amacının çeliştiğini ve bizlerin burada yerel mücadeleleri dünya çapındaki mücadelelere bağlı kılarak ele almamız gerektiğin belirtiyor ve bu konumlanışın, devrimcileri ve ezilen halkları ve sınıfları Kürtlerin bu kesimiyle karşı karşıya getirme olasılığı ve tehlikesine dikkati çekiyor ve bu çelişik konumlanışların ne gibi  stratejik program, strateji ve taktiklerle giderilebileceği üzerine kafa yormak gerektiğine dikkati çekiyorduk.

Burada bizzat Kürt ulusal hareketi içinde, demokratik hedefleri ve buna bağlı olarak kendini ezen ulusların ezilenlerini ve demokratik güçlerini kazanma stratejisi izleyenlerin, bu çelişkiyi başarıyla aşma şansı olabileceğine, böyle bir çizginin de Ortadoğu’da, tüm eksik ve yetersizliklerine rağmen, Abdullah Öcalan tarafından savunulduğunu belirtiyorduk.

Burada, Abdullah Öcalan’ın, Türk Devletini, Kürtlerin haklarını tanımaya, demokratikleşmeye, ikna etmek, Türk devleti içindeki farklı stratejiler izleyen farklı eğilimler arasında, daha yumuşak ve esnek olanların elini güçlendirmek ve bölünmeleri derinleştirmek için, Kürtlerin böyle bir kayış gösterebilecekleri ve ABD ve İsrail’in ikinci bir İsrail için Kürtleri destekleyebilecekleri konusunda zaman zaman yaptığı uyarılara dikkati çekerek, Öcalan’ın demokratikleşme yoluyla Kürtlerin üzerindeki baskıya son verme çizgisinin, dünya çapındaki mücadelede, hem yanlış tarafta bulunmayı hem de bölge devletleri tarafından kullanılmayı da engelleyici niteliğine ve Öcalan’ın önderliğini kabul edenlerce bile pek anlaşılmayan ve retorik olarak desteklense de fiilen desteklenmeyen çizgisinin bir istisna olduğuna da dikkati çekiyorduk.

Türk devletinin Öcalan’ın bu çizgisini kendi stratejik dönüşümü için kullanmak isteyebileceği, ama Öcalan’ın çizgisi bir demokratikleşme talep ettiği için kullanılmayacağı, bu bakımdan Öcalan ve çizgisinin bir istisna olduğu, Türkiye’deki halkın ve demokratik güçlerin, artık iş işten geçtikten sonra bu çizginin değerini anlayabilecekleri ama bu arada atı alanın Üsküdar’ı geçip, Ortadoğu’da, bugünü bile aratan, çok kanlı çatışmalar ve dağılmalar yaşanabileceğine dikkati çekiyorduk

*

Bir sonraki yazıda, Türk devletinin hiçbir zaman bir demokratikleşmeye yanaşmayacağı, onun tarih boyunca kendini modernleştirdiği ama bunu demokrasiyi engellemek için yaptığı ve bunu demokratikleşme gibi sattığına değiniyorduk: Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Çok Partili Rejim vs.. Bu değişikliklerin hepsinin ortak karakterinin bu olduğunu belirtiyorduk.

Ayrıca bu sözde modernleşmelerin aslında modernleşme de olmadığı, kapitalizm öncesinin mutlak devletini güçlendirdiği için, daha güçlü bir şark devleti ve devletçiliği, yani despotluğu anlamına geldiği, yani devletin modernleşme ve güçlenmesinin toplumu modernleşmeden de uzaklaştırdığı (modernleşme demek eşitliğe ve haklara dayanan bir yapı demektir. Modernite öncesinde statülerin bir hiyerarşisi vardır, haklar ve eşitlik yoktur, devletin modernleşmesi bunu pekiştirmektedir.) ve gericiliği pekiştirdiğine dikkati çekiyorduk.

*

Bir sonraki yazıda da, Bahçeli’nin sözlerinde dile geldiği söylenen, Türk devletindeki stratejik dönüşün, dünya çapındaki bu mücadele, bunun bölgeye ve Kürtlerin ezici bir çoğunluğunun duruşlarına yansıması bağlamanda anlaşılabileceğini, Türk devletinin Kürtlerin hamisi rolüne soyunarak, bu gidişi engellemek, için bir ön alma harekatı içinde olduğu, bu bağlamda anlaşılması gerektiği, yoksa ülke içindeki dengelerde ciddi bir muhalefet  ve direniş olmadığı, bu bakımdan devleti böyle bir dönüşe zorlayacak güç ve koşullar bulunmadığı önermesine dayanmak gerektiğini  yazıyorduk.

Konuyu iç politika, Erdoğan’ın tekrar başkan seçilmesi veya anayasa değişikliği bağlamında ele alıp açıklamanın  yanlış olduğu ama devletin böyle bir stratejik dönüşünün aynı zamanda, hükümetin yani Erdoğan ve Bahçeli ortaklığının da çıkarlarına (Anayasayı değiştirmek, Tekrar seçilmek, Ekonomik krizin yarattığı tepki ve memnuniyetsizliği amortize etmek gibi) bir işlev de görebileceği için, devletin stratejik veya uzun vadeli ve hükümetin taktik veya kısa vadeli çıkarlarının birbirine cuk oturduğu, özel konjonktüre de dikkati çekiyorduk.

*

Bir sonraki yazıda, devletin bu stratejik dönüşünün Kürt sorunun çözümü veya Demokratikleşme gibi bir süreç veya bir hedef gütmediği, bu yönde evrilmeyeceği, çünkü bu yönde evrilmesini sağlayacak bir güç olmadığı, öte yandan, Türk devletinin hiçbir zaman demokratikleşmeye veya aynı şey olan Kürt sorununun çözümüne gelmeyeceği, bunu ancak bu devletin ciddi darbeler alması ve böylece merkezi ve bürokratik yapısının çökmesiyle veya çözülmesiyle erişilebileceği, bunun işin alfabesi olduğu, bunun herkes tarafından unutulduğu, bu devletle müzakere ile Kürt sorununun çözümü veya demokratikleşmenin ham hayaller yaymak olduğunu ele alıyorduk.

Ayrıca bu bağlamda, Kürt hareketinin çoktandır, Türkleri veya egemen uluslardan halkları kazanmak, demokrasi mücadelesine katmak ve bunun için örgütlemek gibi programatik, stratejik, taktik ve örgütsel çabaları fiilen bıraktığı, bu sorunları retorik olarak veya Pazar vaazları biçiminde sürdürmekten öteye gitmediği, bütün gücünü devletle ve hükümetle pazarlıklara veya onları iknaya yönelik bir faaliyete indirgediğine dikkati çekerek bu ölümcül hatanın terk edilmesi gerektiği, Türk, Arap ve Fars vs halkları muhatap alıp, devletleri tecrit etme stratejisi izlemesi gerektiğine dikkati çekiyorduk.

Bunun ise programatik, stratejik, taktik, mücadele ve örgüt biçimlerine ilişkin bir sürü değişiklikler gerektirdiğine, ama kimsenin sorunu böyle koymadığına, bizim namazımız kılındı havasında olduğuna dikkati çekiyorduk.

Bu bağlamda, özellikle Kandil ve PKK’nın askeri bakışa öncelik vermesi ve politikayı, silahlı mücadeleye tabi kılmasının ardında, bu , halklara değil, devletlere yönelik politikanın ve yaklaşımın da bulunduğuna dikkati çekiyorduk.

*

Bir başka yazıda devletin, Kürtlerin hamisi olmaya yönelik stratejik dönüşünün, liberallerin ve DEM Partinin inanmak ve inandırmak istediğinin aksine, pek ala demokratikleşme olmadan da olabileceği, devletin ve de Bahçeli’nin yapmaya çalıştığının ve son mnevrasının tam da bu olduğu tezini işliyorduk.

Burada “demokratikleşme demek, tüm yurttaşların eşitliği ve haklar demektir. Türk devleti ise, ne hakları ne de eşitliği tanır. Bu onun varoluşuyla çelişir” önermesini bir an bile unutmamak gerektiğini belirterek, Devletin, Türkiye’nin içinde ve Türklerin üzerinde nasıl bir yöntemle egemenliğini sürdürüyorsa, aynısını da Kürtlerin hamisi rolüne soyunurken yapabilir ve yapacaktır.

Hamiliğin bizzat kendisinin eşit bir ilişkiyi reddetmek olduğuna dikkati çekiyor ve yöntemin genel karakterini ele alıyorduk.

Bu daha somut olarak, himayeye alınanlara, özellikle bazı ekonomik imtiyazlar veya statüler vermek, devletin geniş imkanlarıyla, herkesi küçük menfaat ve çıkar ilişkileri ile esir almak, soysuzlaştırmak ve köleleştirmek olarak tanımlanabilir. Yani ortaçağ usulü, patronaj, avane - kliyan, vasal - süzeren ilişkisi, yani devlet uslu durursan över yanlış yaparsan döver ilişkisi, haklar değil, devletin sana tanıdığı imtiyazlar, koruma, kıyak, avanta. Bunları her an geri alabilme sopası. Çünkü hepsi hukuk ve hakka değil, devletin göz yummasına veya teşvikine dayanır.

Halkın örgütlenmesi ve kanunların ve halkın haklarının devlete karşı halkın örgütleriyle korunması, devletin diş ve tırnaklarının sökülmesi yoktur bu ilişkide.

İşin kötüsü, Kürtlerin önemli bir bölümünün, örneğin bizzat kendisi böyle ilişkilerle egemenliğini sürdüren Barzani gibilerin ve AKP’yi destekleyen, AKP’nin dağıttığı ihale veya münhal yerlerden nemalanan Kürtlerine de bu tarz bir ilişkiye yatkın olduğu, devletin bu kanaldan epeyce bir başarı kazanabileceği, böylece Kürtlerin içindeki anti demokratik ve gerici eğilimlerle Türk Devletinin gericiliğinin sembiyoz bir ilişkiyi daha da geliştirebileceği ve bu bağlamda belli bir başarı kazanabileceğine dikkati çekiyorduk.

Bu tür dönüşün özellikle şimdiden bu çevrelerden destek de aldığı ve onlara umut da verdiği de bir veriydi.

Türk devletinin böylece, Kürtlerin hamisi görüntüsüyle, birtakım imtiyazlardan nemalanan işbirlikçilerinin de desteğiyle, uzun vadede, Akdeniz’den İran sınırına kadar, Türkiye’nin sınırlarını genişletip, Kerkük ve Musul Petrol ve gazlarına da konabilme planları yaptığını, Kürtlerin hamiliğine yönelik son girişimin, aynı zamanda böyle yayılmacı ve emperyal planlarla da bağlantısı olduğuna da dikkati çekiyorduk.

*

Bir başka yazıda Bahçeli’nin ve Devletin, aslında muhalefetin hiçbir demokratik programı ve stratejisi olmaması nedeniyle, nasıl girişim ve saldırı inisiyatifini ele aldığı, muhalefetin hatta DEM Parti’nin nasıl hemen bu tavrı kabullenip içselleştirdiği, bunun bile aslında yeni bir yenilgi anlamına geldiğine değiniyorduk.

Devrimcilerin ve demokratların, devletle pazarlık veya ondan bir şey isteme değil, halkı ve onun memnuniyetsizliğini örgütleyerek, devleti ve iktidarı halktan tecrit etme, halkı devlete karşı seferber etme stratejisi izlemesi gerektiği, ama bu alfabetik doğrunun bile unutulduğu ve daha baştan tüm inisiyatifin devlete ve iktidara kaptırıldığı, onun hamlelerine tabi olma, onun istediği koşullarda mücadeleye ve yenilgiye mahkum olunduğuna dikkati çekiyorduk.

Bu bağlamda da karşı hamlelerin nasıl yapılıp inisiyatifin ele geçirileceğine bir örnek olarak bir öneri yapıyorduk. (Bu öneriyi bu yazının sonunda ele alacağız)

Ancak işte bu yazıyı yazarken, Bahçeli’nin ve bunun karşısında Öcalan’ın mesajının ne anlama geldiğinin bu mesajın Kürt hareketindeki muhataplarınca bile anlaşılmadığını fark ettik. Gelişmeleri ele alışımızın esas olarak kategorik ve sosyolojik boyutta olması, bu mesajların ne anlama geldiğinin herkes tarafından anlaşıldığı veya bilindiği varsayımına dayanmıştı. Halbuki anlaşılmayan buydu.

Bu anlaşılmamanın Öcalan’ın mesajını ve Bahçeli’nin çağrısını, Kürt sorunun çözümü veya tanınması veya demokratikleşme yönünde bazı adımlar atılması için bir süreç gibi görmeyle, hatta görmek istemeyle bağlantılı olduğu görülüyordu.

Aslında Hükümetin, “süreç yoktur”, “Kürtler ve Türkler kardeştir”, “Kürt Sorunu yoktur” deyişlerinin tam da olanı, yani gerçeği yansıttığını, tüm muhalefet kabul etmiyor veya kabul etmek istemiyordu, ya da daha açık deyişle, kendini kandırıyordu, arzularını gerçekmiş gibi kabul ediyordu.

Aslında, tüm muhalefetten farklı olarak, Öcalan da, ortada bir süreç bulunmadığı görüşünde olduğunu mesajında iletmişti. Ama bu bile tam tersi, bir süreç başlangıcı gibi anlaşılmıştı.

İşte bunu anlatmak için, bu sefer bir mikroskop veya büyüteç alıp beş on kelimeden ibaret mesajın gerçek anlamı ve bunun politik ve mantıki sonuçları üzerine yazmaya karar verdik.

Çünkü bu olmadan herhangi bir sözün ve davranışın gerçek anlamını görmek olanaksız oluyordu.

Ve mikroskopla incelenecek kritik sözcük “Tecrit” idi.

*

Önce Bahçeli’nin çağrısı ve Öcalan’ın Mesajını, yani birer paragraflık bu iki mesajı aktaralım, göz önünde dursunlar:
Bahçeli’nin çağrısı:

Şayet teröristbaşının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse, 'umut hakkı'nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın.”

Öcalan’ın resmen “Aile Ziyareti” olarak tanımlanan ve bu çerçevede kendisiyle görüşen yeğeni vasıtasıyla yolladığı ve yeğeninin paylaştığı mesaj da şu:

23 Ekim tarihinde İmralı Ada Hapishanesi’de Sayın Öcalan ile görüşme gerçekleştirdim.

Bu ziyaret aile görüşmesi kapsamında gerçekleşti. Sayın Öcalan görüşmede genel siyasi gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulunarak kamuoyuna şu mesajın iletilmesini istedi: “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.” Sağlığı iyiydi ve herkese çok selamı vardı.”

Birincisi, Bahçeli, hiçbir şekilde bir “barış’tan, demokrasiden, hakları tanımaktan, eşitlikten vs. söz etmiyor. Kürt hareketinin silahlı mücadeleye son vermesinden, Öcalan’ın da bunu ilan etmesinden söz ediyor.

Tecridin kalkması” böyle bir çağrının karşılığı olacaktır.

Ama Bahçeli’nin ifadesinde Tecrit Kaldırılırsa, yani hukuken bu tecrit kalkarsa o zaman bu çağrıyı yaparsın denmektedir. Aslında böyle ifade edilmiş olmakla birlikte, gerçeğe bakıldığında, tecridin kaldırılması, böyle bir çağrı yapılmasına bağlı olarak koyulmaktadır.

İşte tam da bu nedenle böyle bir çağrı olanaksızdır. Bahçeli fiilen uygulananı ve olanaksızı sanki yeni bir şeymiş gibi formüle etmiştir.

Neden böyledir?
Tecrit’ın tamamen politik ve hukuk dışı karakteri yokmuş gibi, ortada hukuki bir tecrit engeli varmış gibi konuşmanın kendisi, silahların bırakılmasının Bahçeli’nin formülasyınu, neden silah bırakılmasını devletin ve kendisinin istemediğinin kanıtıdır_

Şunu soralım: Tecrit nedir? Bunun politik ve hukuki iki anlamı vardır.

Hukuken cezaevi idaresinin idari bir kararla mahkûmun haklarını kısıtlamasıdır. Yani kanuni ama keyfi ve hukuksuz bir uygulamadır. Tipik, bu Şark Despotluğunun, bütün milleti yurttaş olmaktan çıkarıp küçük avantalar peşinde tebaya döndürdüğü, mekanizmanın uygulamasıdır.

Yani bir hakkın fiili çiğnenmesidir. Öcalan’ın da her mahkum gibi, Avukatlarıyla ve ailesiyle görüşmeler yapma, görüşlerini iletme, bazını ve medyayı izleme hakkı olması gerekir. Bu hakları kullanması keyfi olarak engellenmektedir. Tecrit bu engellemenin, yani Öcalan’ı bir mahkum olarak keyfi kararlarla haklarından mahrum etmenin adıdır.

Peki bu Devlet, niçin Öcalan’a kurşu bu hukuk dışı ve keyfi uygulamayı yapmaktadır?

Açıktır ki, tecrit uygulaması, hukuk dışı ama politik bir karardır.

Peki devlet niçin böyle bir politik karar almaktadır?

Bahçeli sanki hukuki bir tedbir geçerliymiş gibi, “Şayet tecrit kaldırılırsa” diyor. Bütün politik öz bu “şayet” sözcüğünün arkasında duruyor.

Çünkü bu şayet politik bir uygulamayı, hukuki bir uygulamaymış gibi koyuyor. İşte tamda politik bir uygulamayı, hukuki bir uygulama gibi koymanın kendisi Bahçeli’nin, Hükümetin ve Devletin politikasıdır ve bu politikanın ne olduğunu gösterir.

İşi alfabesine göre. Aslında Öcalan’ın İmralı’da bir mahkum olarak, kanunlarca, tecrit olmadan yaşama hakkı vardır.

Devletin tecrit uygulamak için özel ve keyfi  bir karar almaması otomatikman tecridin kalkmasına yol açar ve açması gerekir.

Bu gerçek göz önüne alındığında Bahçeli’nin dediğinin gerçek anlamına ulaşılır:

Bahçeli, “tecrit kaldırılırsa” Öcalan’ın yapmasını istediğini, tecridin kalkmasının bir koşulu olduğunu söylemiş bulunuyor. Çünkü Tecridin kendisi bir hakkın gaspıdır ve keyfidir.

Yani tecridin kalkmasının koşulu, Öcalan’ın DEM parti grubunda veay başka biçimde, silahlı mücadelenin bittiğini ve PKK’nın lağvedilmesini ilan etmesidir.

İşte tam da budur sorun.

Bahçeli silahlı mücadeleye son verilmesini engelleyen, yani sürmesine yol açan koşulu, bitirmenin koşulu gibi koymaktadır.

Ve herkes de bunu böyle kabul etmiştir. Öcalan hariç.

Somut düşünelim.

Yani Öcalan, Bahçelinin öne sürdüğü koşulda, tecrit devam ederken, istenen çağrıyı yapsa bile, silahlı mücadeleye son verme, PKK’nın kendini dağıtmasının mümkün olmaz. Bunu devlet de Hükümet de Bahçeli de bilir. Neden son bulmaz?

Şimdiye kadar Öcalan’ın önderliği, uzak görüşlülüğü, taktik esnekliği kadar aynı zamanda bu mücadele içindeki güçlerin arasındaki dengeleri gözeterek, dayatmalardan sakınarak ikna yöntemi kullanarak, kendi aldığı kararları, daha doğrusu ulaştığı sonuçları, organ kararlarıyla birleştiği için Kürt mücadelesindeki çeşitli güçler tarafından tanınmıştır ve bir adres olarak gösterilmektedir.

Bu gerçek unutulmadığında, tecridin kalkmasını, önce böyle bir çağrıya bağlamak, silah bırakma amacını olanaksız kılmaktadır.

Neden?

Varsayalım ki Öcalan, artık silahlı mücadelenin hareketin gelişmesi ve Kürtlerin haklarını alması ve demokrasi mücadelesini geliştirmek bakımından artık bir engele dönüştüğü sonucuna varmıştır.

Ama gerçek şudur ki, kendisinin önderliğini tanıyanların önemli bir bölümü böyle bir yaklaşımı hazmetmeye veya kabul etmeye çok uzaktır.

Şimdi varsayalım ki, tam da Bahçeli’nin dediği gibi, Öcalan hiçbir şekilde onlara danışmadan, onları ikna çabasına girmeden, “silahlı mücadeleye son veriyorum, PKK’yı da dağıttım” diye çağrı yapıyor.

Bunu yaptığı an Öcalan biter, çünkü bu kararını kimse tanımaz ve uymaz.

Çünkü, önderliğinin en temel özelliğini, yani tartışarak ve ikna ederek ortak karar almayı, kendi davranışıyla bitirmiş, kendi önderliğini ortadan kaldırmış olur. Gövdesiz bir baş olarak kalır.

Gövde de kendine yeni bir baş veya başlar bulur. Dolayısıyla ne silahlı mücadele biter ne de PKK veya muadili kendini dağıtır.

Yani Bahçeli’nin çağrısı tam bir tuzaktır, aldatmacadır ve bırakalım bir “barış süreci” gibi bir şeyi bir yana, silahlı mücadeleye son verilmesi gibi bir amacı bile yoktur. Amaç, tam bir teslimiyettir. Tam teslim olursan tecrit kalkar denmiş olmaktadır. Ama silahların bırakılması istenmemektedir.

Çünkü varsayalım ki,  Öcalan böyle bir teslimiyeti kabul etse bile, Kürt halkı böyle bir teslimiyeti kabul etmez. Bu sanılanın aksine silahlı mücadelenin devamına yol açar.

Devlet ve Bahçeli bunu bilmez mi? Bilir.

Aslında Bahçeli çağrısıyla kendi amaçları ve politikası açısından hiçbir değişiklik yapmamıştır, tek yaptığı ve başardığı inisiyatif gösterip, herkesi bir değişiklik yaptığına ikna etmek ve kıçına takmaktır.

Bahçeli tam da Öcalan’ın böyle bir çağrısıyla silahların susmayacağını bildiği için böyle bir çağrı yapmıştır. Bahçeli’nin amacı silahlı mücadelenin sürmesidir. Çünkü silahlı mücadele sürdükçe kendi gücü ve konumu sağlamlaşmaktadır.

Bahçeli’nin istediği gibi bir çağrıda, belki bir süre bir moral bozukluğu ve dağınıklık yaşansa da, bizzat “Tecrit”in kanıtladığı gibi, yıllardır Öcalan’la bir bağlantı olmadan bu Kürt hareketi  var olduğuna göre, her şey olduğu gibi devem edecektir. Yani Bahçeli’nin çağrısı, devletin stratejik dönüşüne bile hizmet etmeyecektir, eğer silahlı mücadelenin bitmesi Kürtlerin hamiliği için gerekli bir adım olarak görülüyor ise.

Ne muhalefet ne DEM Parti bu çelişki üzerinde durmuş değil. Duruyor gibi yapmak, Öcalan’ın tecridine son verilmesini beş vakit söylemek başkadır, gerçekten bunun somut anlamını açıklamak ve sonuçlarını göstermek ve bunun karşısında bir politika geliştirmek başkadır.

Kaldı ki Öcalan da hem böyle zayıf bir kişilik değildir hem de aptal değildir.

Öcalan, Bahçeli’nin çağrısının ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedir. Bunu da zaten üç sözcükten ibaret bir cümleyle ifade etmiştir: “Tecrit devam ediyor.”

Öcalan Bahçeli’nin teklifi karşısında, en azından Türk devletine karşı silahlı mücadeleye son verilmesi ve PKK’nın, yani silahlı gücün, kendini lağvetmesi için, koşulların sağlanması koşulunu getiriyor. Koşul her şeyden önce Tecridin kalkmasıdır. Elbette keyfi uygulamaya karşı hukuki güvence ve bağımsız gözlemci gibi, başka koşullar da vardır ama bu en temel koşuldur.

Öcalan’ın “Tecrit devam ediyor” sözü aslında “savaşın sürmesini isteyen politika devam ediyor” demektedir. Tecrit bu politikanın bir aracıdır çünkü. Öcalan da bu politik anlamıyla kullanmaktadır.

Koşullar neye yöneliktir? Bunun gerekliliği “teorik ve pratik güce sahibim” sözlerinde. Çünkü “teorik ve pratik güç” aslında ikna edebilecek güç demektir.

Yani benim önderliğimi tanıyanları ikna edebileceğim koşulları sağlayın diyor. Onların ikna edilmesi, onların toplanıp bunu bir organ kararı haline getirmesi gerekiyor. Bu koşullarda, ancak mücadele “çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine” çekilebilir.

Dikkat edin, Öcalan da bir “demokratikleşme” veya “Ateşkes” veya Kürt sorununu” çözecek adımların atılması gibi bir “süreç”ten söz etmiyor. “Süreç” sözcüğünü, yaygın olarak bunlar karşılığı kullanılan anlamda değil, bir mücadele biçiminden diğer mücadele biçimine geçiş ve bunun için ikna etme süreci anlamında kullanıyor. Çünkü “çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine” geçiş, programatik değil, ya da “çözüme” ilişkin değil, devleti “çözüm”e zorlamak, tecrit etmek için, bir mücadele biçiminden diğer mücadele biçimine geçmek demektir ve son duruşmada taktik bir anlamı vardır. Öcalan bu geçişe “süreç” demektedir.

Bu durumda eğer devlet gerçekten Kürt hareketinin silahlı mücadeleyi bırakıp hukuki ve politik zemine geçmesini istiyorsa, aslında hiçbir şey yapması bile gerekmezdi.

Yani Öcalan’ın bir mahkum olarak haklarını kısıtlamaması, “tecrit” cezaları vermemesi bile çoktan yeterdi.

Çünkü Öcalan dışarıyla ve avukatları aracılığıyla görüşürse, tıpkı ilk yakalandığı yıllarda, bu haklarını kullandığı ve kısıtlanmadığı zamanlarda yaptığı gibi, o zaman dışardakileri nasıl yaptığı program ve strateji değişikliğine ikna edebildiyse şimdi de silahlı mücadeleye son vermeye ikna edebilirdi.

Devlet Bahçeli ve gerçek devlet, zaten var olan haklarından yararlanmak (tecridin kaldırılması) için tam bir teslimiyet diyor aslında.

Ama bu teslimiyet de silahlı mücadelenin bitmesini değil, yukarıda belirttiğimiz gibi, en kontrol dışı biçimlerde devamından başka bir sonuç vermez.

O halde, her iki Devlet de, silahlı mücadelenin bitmesini istememektedir.

Çünkü Öcalan’a tecrit uygulanmasa ve hakları keyfi olarak kısıtlanmasa, muhtemelen Kürt hareketi şimdiye kadar çoktan, Öcalan’la diyalog içinde, kendi inisiyatifiyle, bir pazarlık sonucu olarak bile değil, artık bu biçim hareketi tecrit ettiği ve zararı karından fazla olduğu için, piç bir başarı vaat etmediği için silahlı mücadele zemininden, hukuk ve politika zeminine geçme kararı vermiş olabilirdi.

Tecrit tam da bunun gerçekleşme olasılığını bile ortadan kaldırmak için uygulanmaktadır. Yani devletin tecrit uygulaması, silahların susmasını engelleme politikasının bir aracıdır.

Tecridin anlamını anlamak için, tecrit olmasaydı muhtemelen şimdiye kadar çoktan olabilecek olana bakmak gerekir.

Yıllardır tecridin sürdürülmesisin nasıl bir cinayet olduğu, tecridin olmadığı, Öcalan’ın olağan haklarını kullandığı bir mahpusluk içinde bulunduğu bir ortamda, muhtemelen Öcalan, silahlı mücadelenin artık hareketin gelişiminin önünde bir engel olduğuna, duruma uygun savunma taktiğine geçmek gerektiğine, yani hukuki ve politik mücadele zeminine geçmeye, hareketi çoktan ikna etmiş olacağına ve hareketin kendiliğinden, devletle bunun için hiçbir pazarlığa bile girmeden yapacağı gerçeğine göre anlaşılabilir.

Yani Öcalan’ın tecridi aslında binlerce insanın daha ölmesine yol açmış, hükümetin ve devletin terör silahıyla tüm muhalefeti esir alması sonucunu doğurmuştur.

Öcalan’ın genel çizgisinin bu olduğunu görmek isteyenler, “Öcalan’ın İmralı Günleri” kitabına, veya Öcalan’ın kitaplarına bakabilirler.

Onlarda görüleceği gibi, Öcalan çok daha zor koşullarda çok daha zor bir dönüşümü yapabilmiştir. Sadece tecrit uygulanmaması sayesinde, tüm örgütü kendi çizgisine ikna etmiş ve bunu kongre kararı haline getirmiş bunun için gerekli örgütsel düzenlemeleri yapabilmiştir.

Bu girişimleri sonucu, Türk Devletinin elinde bir adada esir iken, Türkiye ve Ortadoğu’nun en büyük demokratik siyasi hareketinin (Yani tüm zaaflarına rağmen bugünkü DEM Parti ve öncelleri) temellerini atabilmiştir.

Tıpkı Suriye’nin elinde rehineyken Ortadoğu’nun en büyük gerilla hareketinin temellerini atabildiği gibi.

Sadece Öcalan’a 2015’ten beri tecrit uygulanmasaydı, yani hukuk dışı hiçbir şey yapılmasaydı bile ,Öcalan şimdiye kadar, mücadeleyi “Şiddet ve çatışma zemininden hukuki ve siyasi zemine” taşımış ve bu sefer de, Türkiye’nin muhtemelen en büyük muhalif ve demokrat partisini örgütlemiş olabilirdi.

İşte devletin gerçek korkusu budur. Bunu engellemek için tecrit uygulamaktadır. Tecrit demek devletin savaşın sürmesini istemesi demektir. Çünkü Kürt hareketi bu mücadele biçimine hapsoldukça, zemin kaybetme ve demokrasi mücadelesini boğulmaktadır.

Kürt hareketi içinde, böyle bir değişimi yapabilecek, bu hareketi düşmanın istediği şart ve yerde savaşmaktan kurtarabilecek değişikliği yapabilecek, bu uzak görüşlülüğe, esnekliğe ve gerçekçiliğe sahip tek kişi Öcalan’dır. Tecrit, hareketi kafadan gayrı müsellah kılmaktadır.

Öcalan’a tecrit uygulaması olmasa, hareket hukuk ve Politika zemininde mücadeleye geçse kitle hareketinin nasıl yükseleceği ve toparlanacağı geçmişte çok açık görülmüştü.

Örneğin 2013 Mart’ında Öcalan’ın Diyarbakır’da okunan barış çağrısı sonrasında Gezi hareketi ortaya çıkabilmiştir, bu çağrı ve gevşeme olmasaydı, Gezi diye bir şey olmazdı. Bunu en iyi bilen Devlet ve iktidardır. Keza yine bu sayede HDP Türkiye’nin üçüncü Partisi olabilmiştir.

Gerçeğin özü mümkün olanların aynasında görülebilir. Gerçeğin özü devletin Kürt hareketinin hukuki ve siyasi zeminde bir mücadeleye geçişini engellemek için her şeyi yaptığıdır.

*

Ama burada da gelelim Kandil ve PKK’nın yaptığına, onlar da aslında düşmanın istediği şartlarda savaşı kabul edip sürdürerek, hem bu oyuna geliyorlar hem de zımnen Devlet içindeki bu şiddet sarmalının sürmesini isteyen, bundan çıkarlı olan kesimlerle filli bir işbirliği içinde bulunuyorlar.

Aslında her savaşta başarının birinci kuralı, savaşı düşmanın istediği koşul ve biçimlerde kabul etmemektir. Ne var ki, PKK yıllardır bu temel kuralı ihlal etmekte, savaşı düşmanın istediği koşul ve biçimlerde sürdürmekte ısrar etmektedir.

Halbuki klasikleşmiş örnek, Alman işçilerinin sosyalistlere karşı yasa zamanında en küçük yasal olanağı kullanarak, yani devrimci Almanca konuşarak, büyük bir hızla büyümesi ve sonunda Devletin “Yasallık bizi öldürüyor” diye yasaklar politikasıyla yenildiği itiraf etmesinde görülmüştür.

Keza Kıvılcımlı 1930’larda tek parti diktatörlüğü döneminde bile, bulduru tevkifat çemberinden çıkabilmek için, “Legaliteden yararlanma” taktiğini savunmuş ve bizzat kendisi bunu uygulamış, o zaman, legal yayınlarla Marksizmin klasiklerini bile yayınlayabilmiştir.

Ne yazık ki, Öcalan’ın yokluğunda muazzam Kürt Hareketi Başsız deveye dönmektedir. Durumun gerektirdiği esneklikleri ve değişimleri yapamamaktadır.

Bunu görmek çok kolaydır. Politikayı, silahlı mücadelenin ihtiyaçlarına tabi kılmak ve silahlı mücadeleyi bırakmayı politik tavizlere tabi kılmak gibi gerçekte yapılanları bile bir kenara bırakalım. (Bu konuda yaptığımız bir video yayını bulunmaktadır. Bunu ayrıntılı olarak şu videoda ele almıştık: “HSM Karargah Komutanlığı'nın Bildirisi Bir İntihar Stratejisinin İlanıdır”) Sadece Öcalan’ın tecridi karşısında yapılan ve yapılmayanlara bakalım.

İlk bakışta, Kandil ve PKK’nın örgütlediği, “tecride son” mitingleri, her eylemi Öcalan’ın üzerindeki tecride karşı çıkışla temellendirmeler sanki Kandil ve PKK’nın tecride karşı gerçekten iyi mücadele ettiği gibi bir izlenim verebilir.

Ama öz ve görünüş aynı olsaydı bütün bilim gereksiz olurdu. Öz çoğu kez kendi zıttı biçiminde görülür. Güneş hareket eder olarak görünür, biz yerimizde duruyor görünürüz, ama özünde dünya güneşin etrafında ve kendi etrafında döner. Bu işte de öyledir.

Bütün “tecride son” kampanyaları sorunu hukuki bir sorun olarak alıp, Öcalan’ın haklarının çiğnenmesi ve işkence çektirilmesi gibi kelimeler bağlamında ele alıyor.

Elbet ortadaki bir hukuki skandaldır ama sorun hukuki değildir, sorun politiktir. PKK ve Kandil tecridin politik olduğunu ve somut gerçek nedenini açıklamamaktadır. Kampanyalarını bu gerçek neden üzerinden yapmamıştır ve yapmamaktadır. Her şeyden önce tecridin nedeninin politik olduğunu açıklamalıydı ve kampanyalarını bunun üzerinden yapmalıydı.

Peki neden yapmıyor?

Çünkü o zaman da şu soru ortaya gelirdi. Tecridin nedeni politik ise, tecrit somut olarak hangi politikaya hizmet etmektedir?

Çünkü Devlet, Öcalan’ın mücadeleyi “çatışma ve şiddet zemininden hukuk ve politika zeminine” çekme tehlikesine karşı tecrit uygulamaktadır.

Bu gerçek nedeni ortaya koyan hiçbir kampanya veya söz bile yoktur.

Bu gerçek politik nedeni açıklayan sözler edilmesi ve kampanyalar yapılması halinde ise, şu soru ortaya çıkar: “Madem devlet mücadelenin “çatışma ve şiddet zemininden hukuk ve politika zeminine” geçmesini istemiyor, bunun için Öcalan’ı tecrit ediyor, o zaman Öcalan’dan bağımsız olarak bunu siz niye yapmıyorsunuz? Siz o zaman Devletin tecrit silahını kullanmasını işlevsiz hale getirmiş olursunuz. Bunu siz niye yapmıyorsunuz?

İşte PKK ve Kandil bu sorudan kaçmak için, ne tecridin gerçek nedenini açıklıyor ne de o grçek nedeni işlevsiz kılacak bir politika uyguluyor.

Yaptığı, dostlar alışverişte görsün kampanyalarıdır.

O halde, gerekçesi ve nedeni ne olursa olsun, nesnel olarak onlar da böyle bir değişikliğe karşılar demektir bu. Tecride karşı kampanyalar, tecridin sürmesine hizmet eden kampanyalardır.

Yapmıyorlar çünkü kendileri de bir zaferin veya bazı tavizlerin “şiddet ve çatışma zemininde” bir mücadeleyle kazanabileceği yaklaşımındalar hala.

Tam da bunun için, aslında devletle el ele tecridin gerçek anlamını gizliyorlar.

Öcalan çok önceden beri silahlı mücadelenin ömrünü doldurduğu ve silahı bırakanların politik mücadeleye girebilmesi için, birtakım garantiler verilirse bunu sonlandıracağını söylemiş ve Silahlı mücadelenin bittiğini birçok kez ifade etmiştir.

Ama her seferinde gerek Devlet’in provokasyonları ve gerek PKK’nın ve Kandil’in direnciyle karşılaşmıştır.

Öcalan da, bu durumda pozisyonunun koruyabilmek için, arkadaşlarını çiğnemesi mümkün olamayacağından, onları ikna etmeye, ikna edebilmesi için de devletin adım atması için arkadaşlarının direnişini öne sürmeye ve böylece arada bir arabulucu durumunda olmaya ve konumunu ve etkisini korumaya çalışmıştır.

Başka türlü davranması da mümkün değildi ve olamaz.

Kandil de Öcalan’ı çiğneyemeyeceği için, bu direncinin Öcalan’a karşı olduğun gizlemek ve Öcalan’ karşıya almamak için, tabiri caiz ise, kötü polis rolünü oynayarak Öcalan’ın elini güçlendirdiği iddiasında bulunmuştur.

Örneğin Karayılan bir yığın retorik arasında Öcalan’a dirençlerini böyle temellendirmektedir:
Örneğin Murat Karayılan şöyle diyordu:

Önder Apo'nun elini güçlendirmemiz gerekir

(…) Bizim pozisyonumuz Önderlik karşısında öz eleştiri pozisyonudur. Biz özeleştiriyi de daha fazla doğru çizgide pratiğe yüklenerek geliştirebiliriz. Hem Hareket olarak hem halk olarak Önder Apo gerçeğine daha fazla cevap olmamız, yükünü hafifletmemiz, elini güçlendirmemiz en temel görevimiz durumundadır. Buna yüklendiğimiz ve bu konuda başarı sağladığımız oranda, ülke ve bölge çapındaki gelişmelere de cevap olmayı başarmış olacağız.”

Bunu alıntıyı, PKK’nın özel jargonu ve retoriğinden soyutladığımızda, bizim direncimiz onun elini güçlendirmeye hizmet ediyor anlamına gelmektedir.

Aslında bu ifadeler kendini ele vermektedir. Strateji ve taktiklerde Öcalan’ın doğru önerilerine direnişi, Öcalan’ın devletle müzakerelerinde, Öcalan’ın elini güçlendirmek olarak tanımlamakta, ama böylece müzakere ve diplomasi hilelerini gerçek stratejik ve taktik değişikliklerin önüne geçirmektedir. Öcalan’ın ihtiyacı olan ve elini güçlendiren kötü polis oynamak değildir. Bu kadar basit değildir hiçbir şey.

Karayılan’ın bir başarı gibi öne sürdüğü, yeni askeri taktikler ve yukarıdaki gibi diplomasi taktikleri gerçek stratejik, politik mücadele ve hedeflerin gerçek etkisini sağlayamaz. Bu ayrıca Türk devletini de aptal yerine koymak olur. Onlar aslında bu işlerin ustasıdırlar.

Bir başka örnek. Örneğin Cemil Bayık şöyle diyordu:
"Pratiği yürüten biziz. Pratikten biz sorumluyuz. Apo sorumlu değil. Apo oradan ne hareketi ne de pratiği yürütebilir. Bu konularda bir karar da veremez. Silahlı güçlerin yurt dışına çekilmesi kararını ancak biz veririz. Ne HDP ne de Apo verebilir. Böyle bir çağrı olursa bunun kararını biz veririz."

Buradaki dar pratikçiliği bir yana bırakalım. Söylenenler daha vahim ve tam da “şecaat arz ederken sirkatin söyleme”nin bir örneği.

Silahlı güçleri dışarı çıkarma veya silah bırakma politik ve stratejik bir sorundur. Bu sorunu askeri, pratik veya teknik bir sorunmuş gibi koyarak aslında Askeri bakış açısıyla politika belirlediklerini itiraf ediyor ve bir devrimcinin prensip olarak reddetmesi gereken tavrı savunuyor. Söyledikleriyle, politikanın önceliği ilkesinin yerine fiilen askeriyenin ve komutanların önceliğini geçiriyordu. Apo’nun çizgisine olan dirençlerini, silah bizim elimizde biz karar veririz mantığına indirgeyerek aslında o çizgiyi reddettiğini ifade ediyor. Çünkü Apo’nun çizgisinde, askeriye ve silah politikaya tabidir. Devrimciler de politikanın askerlere (yani elinde silah olanlara) bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğunu bilirler ve bunu savunurlar.

Bayık, silahı politikaya değil, politikayı silaha tabi kılan bir bakış açısını savunmaktadır açıkça. Ama bu aslında hangi politika izleneceğine dair bir farklılığın örtelmesinin aracıdır aynı zamanda. Yanlış bir taktiği savunabilmek için daha büyük bir yanlış savunulmaktadır.

Tabii Cemil Bayığın bu sözleri de politikayı diplomasiye tabi kılan, kötü polis oyunu olarak da görülebilir. Sonuç değişmez. Bunun da yanlış olduğuna yukarıda değindik.

Sonuç olarak, Öcalan’ın bu arkadaşlarını ikna edebilmesi için, her şeyden önce keyfi tecrit uygulamalarına son verilmesi, bir mahkum olarak haklarını kullanmasına imkan verilmesi gerekir. O zaman Öcalan, arkadaşlarını ve önderliğini kabul edenleri ikna edebilecek politik ve teorik gücü olduğunu söylemektedir. Ve doğrudur da. Ama onları çiğneyerek bunu yapamaz ve yapmaz.

Tecridin kalkması bu nedenle en kritik sorundur. PKK ve Kandil de aslında bu durumdan çok rahatsız değildir. Öcalan’ın eleştirileri olmadan bildiğini okumaktadır. Kürt halkının çoğunun, bizimkiler yarım yüzyıldır dağdalar bu günkü dünyayı kavramıyorlar deyişlerini de duymamaktadırlar. Kendi varlıkları sürdürmek kendilerinin amacı haline gelmiş.

Aslında Kürt Hareketi de devletleşemeden devletleşmiştir. Yani bir milleti ve ülkesi olmadan, neredeyse yarım yüzyıllık mücadelede, merkezi, bürokratik, silahlı, hantal bir örgüte, kendi varlığını sürdürmeyi kendisinin amacı haline getirmiş bir yapıya dönüşmüştür. Yani bir devletin bütün hastalıklarına sahip ama bir devlet olamamış bir devlettir.

*

Öcalan’ın bugün ne düşündüğünü bilmiyoruz. Büyük bir olasılıkla, çok kısa mesajından ve geçmişteki düşünce ve davranışlarından çıkarılabilecek olan, şöyle bir sonuca ulaşmış olabileceğidir. Daha doğrusu bunlar benim de görüşlerim. Ama muhtemelen Öcalan’ın da görüşleri olabilir.

Türk devletine karşı silahlı mücadeleyi sürdürmek, uzun zamandır kendi zıddına dönmüş, mücadeleye yarar değil, zarar vermeye başlamıştır. Bunu görmek ve bizim kendi kararımızla bırakmamız, hatta bunu bir pazarlık konusu bile yapmadan kendi kararımızla buna son vermemiz gerekiyor. Bu mücadelenin bitmesi değil, aksine daha güçlü olarak sürdürmeyi sağlayacak, devletin istediği alanda savaşmaktan bizi koruyacak, mücadele biçimine ilişkin bir değişimdir.

Ne kadar olanaksız ve sınırlı olursa olsun, her türlü hukuksuzluğun sürdüğü, politik mücadele yapabilmenin son derece sınırlı olanaklarının bulunduğu bu ortamda bile mücadeleyi hukuk ve politika zemininde sürdürmeye karar vermeliyiz. Legal olanakları en küçük kırıntısına kadar kullanabilmeliyiz.

Bunu sağladığımız takdirde tekrar toparlanabilir ve bugünkü dikta rejimini ve faşistlerin egemenliğini biraz olsun geriletmenin koşullarını yaratabiliriz.

Bir devrimci yükseliş aşamasında değiliz, dolayısıyla saldırı taktiği yanlıştır. Fransızca değil, Almanca konuşma zamanıdır. Bugün bir yenilgi ve gerileme dönemindeyiz, dolayısıyla savunma taktiğine, kendi saflarımızı ve müttefiklerimizi genişletme, iktidarı ve devleti tecrit edebilecek strateji ve taktiklere geçişi sağlamamız gerekmektedir.

Stratejik olarak bu genişlemeyi yapabilmek için, acil politik hedefleri, Kürtlerin haklarından ve yine bundan ayrılmaz olan demokratik taleplerden, hukukun geçerli kılınması hedefine geri çekmeliyiz.  Yani demokrasiden, Kürtlerin haklarından, hukuk ve adalete doğru bir geri çekiliş yapmalıyız.

Ancak böyle geri çekilişle desteklenen bir somut talepler mücadelesi, toplumun en geniş kesimlerini aynı hukuk ve adalet bayrağı altında birleştirip, bugünkü dikta rejimini tecrit edebilir.

Hukuk ve Adalet mücadelesi demokrasi ve Kürtlerin haklarını kazanması mücadelesi değildir. Türkiye’deki hukukun kendisi anti demokratiktir. Ama bugün bu antidemokratik biçimiyle bile keyfiliğe karşı hukuku ve adaleti savunmak en geniş kesimleri birleştirebilecek bir bayrak sağlar.

O halde yapılması gereken, en geniş kesimleri aynı adalet ve hukuk bayrağı altında toparlayacak bir program ve bu mücadelenin tamamen hukuki ve politik zeminde, en geniş kesimleri toparlayacak biçimlerde yürütülmesi ve örgütlenmesidir.

Böyle bir stratejik dönüş, Kürtleri ve Ortadoğu’yu tekrar demokratikleşme yoluyla çözüm programına çekebilir ve aynı zamanda Kürtleri İsrail ve ABD’nin amaçlarına ve Türk devletinin vesayeti ve yayılmacılığına alet olmaktan koruyabilir.”

Aslında Öcalan’ın tecridi sürdürülmeseydi. Öcalan ve Hareketin varacağı nokta burada söylenenler olabilirdi.

*

Bunu bilmiyoruz. Ama şu yapılabilir.

Öcalan Bahçeli’nin önerisini reddettiği ve koşulların sağlanmasını isteyip tecridin devam ettiğini bildirdiği için tekrar tecrit edildiğine göre, iş ve sorumluluk Kandil ve PKK’ya düşüyor.

Kandil ve PKK,  Öcalan’la yapabileceklerini, kendi inisiyatifiyle yapıp, yani bu stratejik geri çekilmeyi, örgüt ve mücadele biçimlerini değiştirmeyi, yapıp, herkesi tıpkı Bahçeli’nin yaptığı gibi şaşırtıp, politik inisiyatifi ele geçirip,  bir yan ürün olarak, Öcalan’ın tecridini de işlevsiz kılabilir.

*

Kandil ve PKK şöyle bir biçimi ve talepleri ciddiyetle düşünmeli. (Elbette buradaki bir fikir vermek için bir taslaktır. Önemli olan özünün korunmasıdır.)

Madem Bahçeli el yükseltti, biz de yükseltelim ki “çatışma ve Şiddet zemininden hukuki ve politik bir zeminde” mücadeleye geçişi kolaylaştıralım.

Erdoğan ve Bahçeli, tüm meclisin ve milletin huzurunda aşağıdaki değişiklikleri (örneğin bir ay içinde) yapacaklarına ve uygulayacaklarına söz verirlerse biz o günün akşamı, Türkiye’de ve Türkiye’ye karşı başka bir yerde silahlı mücadeleye son verdiğimizi ilan edeceğiz.

Kendimiz için bir şey istemiyoruz.

Bundan sonra imkan bulursak, demokrasi ve özgürlükler için mücadelemizi hukuki ve politik zeminlerde yürütmeye çalışacağız.

Aşağıdaki talepler kendimiz için değil, son yıllarda çığırından çıkan hukuksuzluk ve adaletsizliklere bir nebze olsun son verilmesi ve mağduriyetlerin birazcık olsun giderilmesi, yurttaşların asgari ölçüde haklarına kavuşması, keyfiliğe bir barça sınır çekilebilmesi içindir.

Aslında aşağıdaki istekler, bir istek bile değildirler, zaten yapılması gerekenlerden başka bir şey değildirler ama yıllardır bunlar bile yapılmamaktadır.

1)     Devlette, Belediyelerde, devlet ve belediyelerin kontrolündeki iş yerlerinde, tüm resmi kurumlarda, işe alımlarda, mülakata son verilmesi, tüm işe alımların, kimliğin kapalı olduğu yazılı sınavlarla yapılması ve yazılı sınav kağıtlarının değerlendirilmesini de yine sınavlara giren adayların içlerinden seçeceği gözlemciler  denetiminde, yine kura ile seçilecek uzmanlarca değerlendirilmesi. Tüm soruların ve cevapların sonucunun, herkesin kontrolüne açık olması. Böylece her yurttaşın inancı, siyasi görüşü, dili, kültürü, cinsi vs. ne olursa olsun, eşit bir yurttaş olarak eşit hakla işe girebilme şansına sahip olması. Böylece iktidardaki veya iktidara yakın partilerin, cemaatlerin veya başka örgütlerin kendi taraftarlarını boş yerlere doldurmasının engellenmesi, bir yan ürün olarak da işin ehline verilmesi.

2)     Bütün ihalelerin, devlet sırrı gibi bir bahanenin ardına gizlenmeden, tıpkı Ankara Belediyesinin yaptığı gibi, açık olarak her talibin eşit hakka ve şansa sahip olduğu biçimde en uygun teklifi verene verilmesi ve ihaleye girenlerin seçeceği temsilciler tarafından bunun denetlenmesi ve tüm sürecin canlı olarak Televizyondan yayınlanması. İhale ile ilgili tüm belgelerin ve kararların isteyen her yurttaşın kontrolüne açık olması.

3)     Hakimlerin ve savcıların sicilini yine bizzat verdikleri kararların doğruluk derecelerine göre bizzat Hakim ve Savcılar tarafından tutulması, ayrıca tayin ve terfi konularında yine bu sicillere göre Hakim ve savcıların yürütme ve yasama organının kararlarından bağımsız özerk birliğinin karar vermesi.

4)     Avrupa insan hakları mahkemesinin kararlarının ve anayasa maddelerinin derhal ve eksiksiz uygulanması.

5)     Medyada, internette vs. yasak kararlarının sadece bir yargıç kararıyla alınabilmesi ve buna da yine üst mahkemelerde itiraz edilebilmesi.

6)     Mahalli idareler, belediyeler, kooperatifler, dernekler gibi seçimle gelmiş yönetici ve organların yerine merkezi idarenin atama yapamaması. Kayyumlara verilmiş bütün yetkilerin tekrar seçilmişlere geri verilmesi.

7)     Bu son yıllarda muazzam adaletsizlik ve hukuksuzluklar nedeniyle oluşmuş mağduriyetleri gidermek, bu mağduriyetlere yol açanlara yeni bir başlangıç sunabilmek ve toplumda beyaz bir sayfa açabilmek için bir ay içinde ırza geçme suçları hariç, en az on yıllık bir genel af çıkarılması.

Tüm meclisin ve ulusun huzurunda bunları en kısa zamanda yapacağınıza söz verirseniz, biz o günün akşamı, Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleye son vereceğimizi tüm meclis ve yurttaşlara ilan ediyor ve söz veriyoruz.”

(Formülasyonlar ve talepler daha dakik ve iyi olarak yapılabilir. Soruna yaklaşımın özü önemlidir.)

Böyle bir bildiri inisiyatifi Bahçeli’nin elinden almakla kalmaz, halkın en geniş kesimlerinin desteğini alır.

Aslında her devletin ve iktidarın zaten yapması gereken işlerin yapılmasını sağlamaya yönelik bu talepler ile halka ve mağdurlara bir hizmet de verilerek bir dönem kapatılabilir.

Hukuki ve Siyasi zeminlerde verilecek uzun ve kahırlı, demokrasi için geniş yığınların kazanılması mücadelesine yeni bir başlangıç yapılabilir.

Önerim böyle bir şeydir Sayın Bayık, Sayın Karayılan, Sayın Kalkan, Sayın Karasu ve diğerleri.

5 Kasım 2024 Salı

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

 

 

 

Hiç yorum yok: