Bu geç kalmış bir yazıdır. Çünkü Bahçeli’nin çağrısından ve Öcalan’ın mesajından çok sonra tamamlayıp yayınlayabiliyorum.
Ama son gelişmelere,
yani yeni kayyum atamaları ve Esenler Belediye başkanına yapılanlar vs., gelişmeler
olmadan yazılmış, yani erken bir yazıdır.
Geç kalmanın
nedenlerini kısaca açıklayalım.
Teorik çalışmalara devam edebilmek için, politik konularda yazmayı adeta kendime yasaklamama rağmen, Bahçeli’nin bilinen açıklamasından sonra, çeşitli yorumları, sahte hayalleri ve yanlış hüküm ve varsayımları okudukça, “süreç”e ilişkin bir değerlendirme yapmak ve bir şeyler yazmak gerektiği sonucuna ulaştım.
Ve hemen
yazmaya başladım.
Ancak başladığım
yazıyı bir günde bitiremedim. (Yaşlanmak böyle bir şey: yavaşlama ve hemen
yorulma). Ertesi gün, devam edeyim ve yazıyı kısaltayım, aynı zamanda bir
temize de çekeyim diye düşündüm.
Ama bu sefer
konusu ve ağırlık noktası başka bir yazı taslağı ortaya çıktı
Sonra daha
ertesi gün de aynısı oldu. Birbirini izleyen dört beş günde, ortaya her biri
konunun farklı yanlarına ağırlık veren, başka yazılar çıktı.
Sonra,
bunları bir yazıda komprime edip öyle yazayım derken, çok temel bir noktanın,
Bahçeli’nin çağrısı ve Öcalan’ın mesajını neredeyse tüm yorumcu ve
muhataplardan farklı anladığımı ve herkesin benim gibi anladığını varsayarak
bütün yazıları yazdığımı fark ettim. Yani kendim için açık olan bir anlamın
herkes için de açık olduğunu varsayarak yazdığımı fark ettim.
Bunun
üzerine sırf Öcalan’ın kısa mesajı, anlamı, mantıksal ve siyasi sonuçları ve
nihayet ne yapmak gerektiği üzerine bir yazı yazdım.
Biraz aşağıda
okuyacağınız yazı aslında bu yazıdır.
Diğer
yazıları ayrıca uğraşıp temize çekmeye veya birleştirmeye çalışmayacağım. Onlar
neredeyse küçük bir kitap olur ve konular dağılır.
Ama bu
yazıların konularını ve tezlerini birer ikişer paragrafla olsun özetlemeye çalışacağım
ki yaklaşımım hakkında bir fikir oluşsun.
*
İlk yazının
konusu, Türk devletinin stratejik bir dönüş yaptığını veya yapacağı varsayımını
kabil ederek başlıyordu.
Bunu da
sadece Ortadoğu değil, Dünya çapındaki mücadeleler bağlamında ele almak
gerektiğini ve böyle anlaşılabileceği tezini işliyordu.
Yani Dünya
çapında ABD ve Avrupa’nın (Buna “Pasifik ve Atlantik Bloğu” diyelim) dünyanın
tek egemeni olmak, köpeksiz köyde değneksiz gezebilmek için, kendilerinin
gücüne karşı tek direniş kapasitesi olan, başında Çin, Rusya ve İran’ın
bulunduğu bloğu (buna da “Avrasya Bloğu” diyelim) dağıtma, çökertme ve hatta
bir atom savaşıyla yok etme stratejisi bağlamında ele almak, Ortadoğu’daki
muhtemel değişiklikleri bu bağlamda anlamak gerektiği tezini savunuyordu.
Ve bir Devrimcinin,
bir Marksist’in ve bütün ezilenlerin burada nasıl bir tavır izlemeleri
gerektiğine ilişkindi.
Buna klasik Marksizm’e
uygun olarak, şu kategorik cevabı veriyorduk: Parça bütüne, ülke ve bölgeler
ölçüşünde mücadeleler dünya çapındaki mücadeleye tabi olur.
Buna uygun
olarak, bizlerin, ezilenlerin, her şeyden önce, bu savaşta Atlantik ve Pasifik
bloğunun amaçlarına ulaşmasına karşı, Avrasya bloğunu desteklemesi gerekir. Onların
köpeksiz köyde değneksiz gezme planlarına karşı durmak gerekir.
Ayrıca iki
blog ta kapitalist ve emperyalist olduğundan, özellikle bizler gibi Atlantık Pasifik
bloğunda bulunanların görevi, “kendi” bloğumuzun yenilgisi için mücadele etmek,
yani yenilgicilik olmalıdır.
Yani klasik
ve kategorik cevaplarla yolumuzu çiziyorduk.
Ayrıca bu
tavrı sürdürürken kimilerinin yaptığı gibi, Çin, Rusya ve İran’daki rejimlerin
anti demokratik karakterini görmezden gelme, yani bir zamanlar Sovyetlerin
yarattığı, oranın sosyalist olduğu gibi illüzyonlar en azından artık
bulunmadığından, bir yandan onları diğer blok karşısında desteklerken, aynı
zamanda onları eleştirebilir ve bu kapitalist bürokratik diktatörlüklerin
aslında emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflattığını söyleyebilir ve buralarda,
gerçekten demokratik dönüşüm çabalarına destek de olunabilir.
Bunun konforlu
yanına da dikkati çekiyor ve dünya çapındaki mücadelelerde, bu konumlanış ile
Sovyetler’in var olduğu zamandaki konumlanışlar arasındaki paralelliğe dikkati
çekiyor, ama o zamanki konumlanışın, devrimcileri ve Marksistleri nasıl
zayıflatıp, silahsızlandırdığını da ele alıyorduk.
Bu bağlamda
somut olarak İsrail ve Ukrayna karşısında Filistinlilerin ve Rusya’nın
başarısının, en azından Pasifik Atlantik bloğunun planlarını bozacağı,
insanlığa zaman kazandıracağı, ezilenlerin hareket alanını genişletebileceği
çıkarsamasını yapıyorduk.
Bu bağlamda,
özellikle de Filistinlilerin desteklenmesi gerektiği noktasına değiniyor ve buradan
olaya dünya ölçüsünde bakmayan, ufku sadece bir Kürt devleti kurmakla sınırlı
olan ve bu nedenle özellikle İsrail’e sempatiyle Filistinlilere düşmanca
yaklaşan Kürtlerin çok ezici bir çoğunluğunun bu konumlanışlarıyla, İsrail ve
ABD’nin kendilerinin bağımsız Kürt devleti kurmalarını destekleyeceği veya
sağlayacağı beklentisi içinde olduklarını, bunun adeta kendi aşiretinin
çıkarından ötesini görmediği için en gerici Türk devletinin korucusu olan
Kürtlerin durumunun, dünya çapındaki mücadelede, ABD ve İsrail’in korucusu
olmakla sonuçlanabileceğini ve bu durumun Ortadoğu, İran ve Dünya’da ABD ve
İsrail’in dünya çapındaki amaçlarına hizmet edeceğini, bu durumda Dünya
çapındaki mücadelenin çıkarları ile Kürtlerin bağımsız bir Kürt Devleti Kurma
amacının çeliştiğini ve bizlerin burada yerel mücadeleleri dünya çapındaki
mücadelelere bağlı kılarak ele almamız gerektiğin belirtiyor ve bu
konumlanışın, devrimcileri ve ezilen halkları ve sınıfları Kürtlerin bu
kesimiyle karşı karşıya getirme olasılığı ve tehlikesine dikkati çekiyor ve bu
çelişik konumlanışların ne gibi
stratejik program, strateji ve taktiklerle giderilebileceği üzerine kafa
yormak gerektiğine dikkati çekiyorduk.
Burada
bizzat Kürt ulusal hareketi içinde, demokratik hedefleri ve buna bağlı olarak
kendini ezen ulusların ezilenlerini ve demokratik güçlerini kazanma stratejisi
izleyenlerin, bu çelişkiyi başarıyla aşma şansı olabileceğine, böyle bir
çizginin de Ortadoğu’da, tüm eksik ve yetersizliklerine rağmen, Abdullah Öcalan
tarafından savunulduğunu belirtiyorduk.
Burada,
Abdullah Öcalan’ın, Türk Devletini, Kürtlerin haklarını tanımaya,
demokratikleşmeye, ikna etmek, Türk devleti içindeki farklı stratejiler izleyen
farklı eğilimler arasında, daha yumuşak ve esnek olanların elini güçlendirmek
ve bölünmeleri derinleştirmek için, Kürtlerin böyle bir kayış
gösterebilecekleri ve ABD ve İsrail’in ikinci bir İsrail için Kürtleri
destekleyebilecekleri konusunda zaman zaman yaptığı uyarılara dikkati çekerek,
Öcalan’ın demokratikleşme yoluyla Kürtlerin üzerindeki baskıya son verme
çizgisinin, dünya çapındaki mücadelede, hem yanlış tarafta bulunmayı hem de
bölge devletleri tarafından kullanılmayı da engelleyici niteliğine ve Öcalan’ın
önderliğini kabul edenlerce bile pek anlaşılmayan ve retorik olarak desteklense
de fiilen desteklenmeyen çizgisinin bir istisna olduğuna da dikkati çekiyorduk.
Türk
devletinin Öcalan’ın bu çizgisini kendi stratejik dönüşümü için kullanmak
isteyebileceği, ama Öcalan’ın çizgisi bir demokratikleşme talep ettiği için
kullanılmayacağı, bu bakımdan Öcalan ve çizgisinin bir istisna olduğu,
Türkiye’deki halkın ve demokratik güçlerin, artık iş işten geçtikten sonra bu
çizginin değerini anlayabilecekleri ama bu arada atı alanın Üsküdar’ı geçip, Ortadoğu’da,
bugünü bile aratan, çok kanlı çatışmalar ve dağılmalar yaşanabileceğine dikkati
çekiyorduk
*
Bir sonraki
yazıda, Türk devletinin hiçbir zaman bir demokratikleşmeye yanaşmayacağı, onun
tarih boyunca kendini modernleştirdiği ama bunu demokrasiyi engellemek için
yaptığı ve bunu demokratikleşme gibi sattığına değiniyorduk: Tanzimat,
Meşrutiyet, Cumhuriyet, Çok Partili Rejim vs.. Bu değişikliklerin hepsinin
ortak karakterinin bu olduğunu belirtiyorduk.
Ayrıca bu
sözde modernleşmelerin aslında modernleşme de olmadığı, kapitalizm öncesinin
mutlak devletini güçlendirdiği için, daha güçlü bir şark devleti ve
devletçiliği, yani despotluğu anlamına geldiği, yani devletin modernleşme ve güçlenmesinin
toplumu modernleşmeden de uzaklaştırdığı (modernleşme demek eşitliğe ve haklara
dayanan bir yapı demektir. Modernite öncesinde statülerin bir hiyerarşisi
vardır, haklar ve eşitlik yoktur, devletin modernleşmesi bunu pekiştirmektedir.)
ve gericiliği pekiştirdiğine dikkati çekiyorduk.
*
Bir sonraki
yazıda da, Bahçeli’nin sözlerinde dile geldiği söylenen, Türk devletindeki
stratejik dönüşün, dünya çapındaki bu mücadele, bunun bölgeye ve Kürtlerin
ezici bir çoğunluğunun duruşlarına yansıması bağlamanda anlaşılabileceğini,
Türk devletinin Kürtlerin hamisi rolüne soyunarak, bu gidişi engellemek, için
bir ön alma harekatı içinde olduğu, bu bağlamda anlaşılması gerektiği, yoksa
ülke içindeki dengelerde ciddi bir muhalefet
ve direniş olmadığı, bu bakımdan devleti böyle bir dönüşe zorlayacak güç
ve koşullar bulunmadığı önermesine dayanmak gerektiğini yazıyorduk.
Konuyu iç
politika, Erdoğan’ın tekrar başkan seçilmesi veya anayasa değişikliği
bağlamında ele alıp açıklamanın yanlış
olduğu ama devletin böyle bir stratejik dönüşünün aynı zamanda, hükümetin yani Erdoğan
ve Bahçeli ortaklığının da çıkarlarına (Anayasayı değiştirmek, Tekrar seçilmek,
Ekonomik krizin yarattığı tepki ve memnuniyetsizliği amortize etmek gibi) bir
işlev de görebileceği için, devletin stratejik veya uzun vadeli ve hükümetin
taktik veya kısa vadeli çıkarlarının birbirine cuk oturduğu, özel konjonktüre
de dikkati çekiyorduk.
*
Bir sonraki
yazıda, devletin bu stratejik dönüşünün Kürt sorunun çözümü veya
Demokratikleşme gibi bir süreç veya bir hedef gütmediği, bu yönde
evrilmeyeceği, çünkü bu yönde evrilmesini sağlayacak bir güç olmadığı, öte
yandan, Türk devletinin hiçbir zaman demokratikleşmeye veya aynı şey olan Kürt
sorununun çözümüne gelmeyeceği, bunu ancak bu devletin ciddi darbeler alması ve
böylece merkezi ve bürokratik yapısının çökmesiyle veya çözülmesiyle
erişilebileceği, bunun işin alfabesi olduğu, bunun herkes tarafından
unutulduğu, bu devletle müzakere ile Kürt sorununun çözümü veya
demokratikleşmenin ham hayaller yaymak olduğunu ele alıyorduk.
Ayrıca bu
bağlamda, Kürt hareketinin çoktandır, Türkleri veya egemen uluslardan halkları
kazanmak, demokrasi mücadelesine katmak ve bunun için örgütlemek gibi
programatik, stratejik, taktik ve örgütsel çabaları fiilen bıraktığı, bu
sorunları retorik olarak veya Pazar vaazları biçiminde sürdürmekten öteye
gitmediği, bütün gücünü devletle ve hükümetle pazarlıklara veya onları iknaya
yönelik bir faaliyete indirgediğine dikkati çekerek bu ölümcül hatanın terk
edilmesi gerektiği, Türk, Arap ve Fars vs halkları muhatap alıp, devletleri
tecrit etme stratejisi izlemesi gerektiğine dikkati çekiyorduk.
Bunun ise
programatik, stratejik, taktik, mücadele ve örgüt biçimlerine ilişkin bir sürü değişiklikler
gerektirdiğine, ama kimsenin sorunu böyle koymadığına, bizim namazımız kılındı
havasında olduğuna dikkati çekiyorduk.
Bu bağlamda,
özellikle Kandil ve PKK’nın askeri bakışa öncelik vermesi ve politikayı,
silahlı mücadeleye tabi kılmasının ardında, bu , halklara değil, devletlere
yönelik politikanın ve yaklaşımın da bulunduğuna dikkati çekiyorduk.
*
Bir başka
yazıda devletin, Kürtlerin hamisi olmaya yönelik stratejik dönüşünün, liberallerin
ve DEM Partinin inanmak ve inandırmak istediğinin aksine, pek ala
demokratikleşme olmadan da olabileceği, devletin ve de Bahçeli’nin yapmaya
çalıştığının ve son mnevrasının tam da bu olduğu tezini işliyorduk.
Burada “demokratikleşme
demek, tüm yurttaşların eşitliği ve haklar demektir. Türk devleti ise, ne
hakları ne de eşitliği tanır. Bu onun varoluşuyla çelişir” önermesini bir
an bile unutmamak gerektiğini belirterek, Devletin, Türkiye’nin içinde ve
Türklerin üzerinde nasıl bir yöntemle egemenliğini sürdürüyorsa, aynısını da
Kürtlerin hamisi rolüne soyunurken yapabilir ve yapacaktır.
Hamiliğin
bizzat kendisinin eşit bir ilişkiyi reddetmek olduğuna dikkati çekiyor ve
yöntemin genel karakterini ele alıyorduk.
Bu daha
somut olarak, himayeye alınanlara, özellikle bazı ekonomik imtiyazlar veya
statüler vermek, devletin geniş imkanlarıyla, herkesi küçük menfaat ve çıkar
ilişkileri ile esir almak, soysuzlaştırmak ve köleleştirmek olarak
tanımlanabilir. Yani ortaçağ usulü, patronaj, avane - kliyan, vasal - süzeren
ilişkisi, yani devlet uslu durursan över yanlış yaparsan döver ilişkisi, haklar
değil, devletin sana tanıdığı imtiyazlar, koruma, kıyak, avanta. Bunları her an
geri alabilme sopası. Çünkü hepsi hukuk ve hakka değil, devletin göz yummasına
veya teşvikine dayanır.
Halkın
örgütlenmesi ve kanunların ve halkın haklarının devlete karşı halkın
örgütleriyle korunması, devletin diş ve tırnaklarının sökülmesi yoktur bu
ilişkide.
İşin kötüsü,
Kürtlerin önemli bir bölümünün, örneğin bizzat kendisi böyle ilişkilerle egemenliğini
sürdüren Barzani gibilerin ve AKP’yi destekleyen, AKP’nin dağıttığı ihale veya
münhal yerlerden nemalanan Kürtlerine de bu tarz bir ilişkiye yatkın olduğu, devletin
bu kanaldan epeyce bir başarı kazanabileceği, böylece Kürtlerin içindeki anti
demokratik ve gerici eğilimlerle Türk Devletinin gericiliğinin sembiyoz bir
ilişkiyi daha da geliştirebileceği ve bu bağlamda belli bir başarı
kazanabileceğine dikkati çekiyorduk.
Bu tür
dönüşün özellikle şimdiden bu çevrelerden destek de aldığı ve onlara umut da
verdiği de bir veriydi.
Türk
devletinin böylece, Kürtlerin hamisi görüntüsüyle, birtakım imtiyazlardan nemalanan
işbirlikçilerinin de desteğiyle, uzun vadede, Akdeniz’den İran sınırına kadar,
Türkiye’nin sınırlarını genişletip, Kerkük ve Musul Petrol ve gazlarına da konabilme
planları yaptığını, Kürtlerin hamiliğine yönelik son girişimin, aynı zamanda
böyle yayılmacı ve emperyal planlarla da bağlantısı olduğuna da dikkati
çekiyorduk.
*
Bir başka
yazıda Bahçeli’nin ve Devletin, aslında muhalefetin hiçbir demokratik programı
ve stratejisi olmaması nedeniyle, nasıl girişim ve saldırı inisiyatifini ele
aldığı, muhalefetin hatta DEM Parti’nin nasıl hemen bu tavrı kabullenip
içselleştirdiği, bunun bile aslında yeni bir yenilgi anlamına geldiğine değiniyorduk.
Devrimcilerin
ve demokratların, devletle pazarlık veya ondan bir şey isteme değil, halkı ve
onun memnuniyetsizliğini örgütleyerek, devleti ve iktidarı halktan tecrit etme,
halkı devlete karşı seferber etme stratejisi izlemesi gerektiği, ama bu
alfabetik doğrunun bile unutulduğu ve daha baştan tüm inisiyatifin devlete ve
iktidara kaptırıldığı, onun hamlelerine tabi olma, onun istediği koşullarda
mücadeleye ve yenilgiye mahkum olunduğuna dikkati çekiyorduk.
Bu bağlamda
da karşı hamlelerin nasıl yapılıp inisiyatifin ele geçirileceğine bir örnek
olarak bir öneri yapıyorduk. (Bu öneriyi bu yazının sonunda ele alacağız)
Ancak işte
bu yazıyı yazarken, Bahçeli’nin ve bunun karşısında Öcalan’ın mesajının ne
anlama geldiğinin bu mesajın Kürt hareketindeki muhataplarınca bile
anlaşılmadığını fark ettik. Gelişmeleri ele alışımızın esas olarak kategorik ve
sosyolojik boyutta olması, bu mesajların ne anlama geldiğinin herkes tarafından
anlaşıldığı veya bilindiği varsayımına dayanmıştı. Halbuki anlaşılmayan buydu.
Bu
anlaşılmamanın Öcalan’ın mesajını ve Bahçeli’nin çağrısını, Kürt sorunun çözümü
veya tanınması veya demokratikleşme yönünde bazı adımlar atılması için bir
süreç gibi görmeyle, hatta görmek istemeyle bağlantılı olduğu görülüyordu.
Aslında
Hükümetin, “süreç yoktur”, “Kürtler ve Türkler kardeştir”, “Kürt Sorunu yoktur”
deyişlerinin tam da olanı, yani gerçeği yansıttığını, tüm muhalefet kabul
etmiyor veya kabul etmek istemiyordu, ya da daha açık deyişle, kendini
kandırıyordu, arzularını gerçekmiş gibi kabul ediyordu.
Aslında, tüm
muhalefetten farklı olarak, Öcalan da, ortada bir süreç bulunmadığı görüşünde
olduğunu mesajında iletmişti. Ama bu bile tam tersi, bir süreç başlangıcı gibi
anlaşılmıştı.
İşte bunu
anlatmak için, bu sefer bir mikroskop veya büyüteç alıp beş on kelimeden ibaret
mesajın gerçek anlamı ve bunun politik ve mantıki sonuçları üzerine yazmaya
karar verdik.
Çünkü bu
olmadan herhangi bir sözün ve davranışın gerçek anlamını görmek olanaksız
oluyordu.
Ve mikroskopla
incelenecek kritik sözcük “Tecrit” idi.
*
Önce
Bahçeli’nin çağrısı ve Öcalan’ın Mesajını, yani birer paragraflık bu iki mesajı
aktaralım, göz önünde dursunlar:
Bahçeli’nin çağrısı:
“Şayet
teröristbaşının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM DEM Parti grup
toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini
haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse, 'umut hakkı'nın kullanımıyla
ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına
kadar açılsın.”
Öcalan’ın
resmen “Aile Ziyareti” olarak tanımlanan ve bu çerçevede kendisiyle görüşen
yeğeni vasıtasıyla yolladığı ve yeğeninin paylaştığı mesaj da şu:
“23 Ekim
tarihinde İmralı Ada Hapishanesi’de Sayın Öcalan ile görüşme gerçekleştirdim.
Bu
ziyaret aile görüşmesi kapsamında gerçekleşti. Sayın Öcalan görüşmede genel
siyasi gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulunarak kamuoyuna şu mesajın
iletilmesini istedi: “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci
çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik
güce sahibim.” Sağlığı iyiydi ve herkese
çok selamı vardı.”
Birincisi,
Bahçeli, hiçbir şekilde bir “barış’tan, demokrasiden, hakları tanımaktan,
eşitlikten vs. söz etmiyor. Kürt hareketinin silahlı mücadeleye son
vermesinden, Öcalan’ın da bunu ilan etmesinden söz ediyor.
“Tecridin
kalkması” böyle bir çağrının karşılığı olacaktır.
Ama Bahçeli’nin
ifadesinde Tecrit Kaldırılırsa, yani hukuken bu tecrit kalkarsa o zaman bu
çağrıyı yaparsın denmektedir. Aslında böyle ifade edilmiş olmakla birlikte,
gerçeğe bakıldığında, tecridin kaldırılması, böyle bir çağrı yapılmasına bağlı
olarak koyulmaktadır.
İşte tam da
bu nedenle böyle bir çağrı olanaksızdır. Bahçeli fiilen uygulananı ve
olanaksızı sanki yeni bir şeymiş gibi formüle etmiştir.
Neden böyledir?
Tecrit’ın tamamen politik ve hukuk dışı karakteri yokmuş gibi, ortada hukuki
bir tecrit engeli varmış gibi konuşmanın kendisi, silahların bırakılmasının Bahçeli’nin
formülasyınu, neden silah bırakılmasını devletin ve kendisinin istemediğinin
kanıtıdır_
Şunu soralım:
Tecrit nedir? Bunun politik ve hukuki iki anlamı vardır.
Hukuken cezaevi
idaresinin idari bir kararla mahkûmun haklarını kısıtlamasıdır. Yani kanuni ama
keyfi ve hukuksuz bir uygulamadır. Tipik, bu Şark Despotluğunun, bütün milleti
yurttaş olmaktan çıkarıp küçük avantalar peşinde tebaya döndürdüğü, mekanizmanın
uygulamasıdır.
Yani bir
hakkın fiili çiğnenmesidir. Öcalan’ın da her mahkum gibi, Avukatlarıyla ve
ailesiyle görüşmeler yapma, görüşlerini iletme, bazını ve medyayı izleme hakkı
olması gerekir. Bu hakları kullanması keyfi olarak engellenmektedir. Tecrit bu
engellemenin, yani Öcalan’ı bir mahkum olarak keyfi kararlarla haklarından
mahrum etmenin adıdır.
Peki bu
Devlet, niçin Öcalan’a kurşu bu hukuk dışı ve keyfi uygulamayı yapmaktadır?
Açıktır ki,
tecrit uygulaması, hukuk dışı ama politik bir karardır.
Peki devlet
niçin böyle bir politik karar almaktadır?
Bahçeli
sanki hukuki bir tedbir geçerliymiş gibi, “Şayet tecrit kaldırılırsa” diyor.
Bütün politik öz bu “şayet” sözcüğünün arkasında duruyor.
Çünkü bu
şayet politik bir uygulamayı, hukuki bir uygulamaymış gibi koyuyor. İşte tamda
politik bir uygulamayı, hukuki bir uygulama gibi koymanın kendisi Bahçeli’nin,
Hükümetin ve Devletin politikasıdır ve bu politikanın ne olduğunu gösterir.
İşi
alfabesine göre. Aslında Öcalan’ın İmralı’da bir mahkum olarak, kanunlarca,
tecrit olmadan yaşama hakkı vardır.
Devletin tecrit
uygulamak için özel ve keyfi bir karar
almaması otomatikman tecridin kalkmasına yol açar ve açması gerekir.
Bu gerçek
göz önüne alındığında Bahçeli’nin dediğinin gerçek anlamına ulaşılır:
Bahçeli,
“tecrit kaldırılırsa” Öcalan’ın yapmasını istediğini, tecridin kalkmasının bir
koşulu olduğunu söylemiş bulunuyor. Çünkü Tecridin kendisi bir hakkın gaspıdır
ve keyfidir.
Yani tecridin kalkmasının koşulu, Öcalan’ın DEM parti
grubunda veay başka biçimde, silahlı mücadelenin bittiğini ve PKK’nın
lağvedilmesini ilan etmesidir.
İşte tam da budur sorun.
Bahçeli silahlı mücadeleye son verilmesini engelleyen,
yani sürmesine yol açan koşulu, bitirmenin koşulu gibi koymaktadır.
Ve herkes de bunu böyle kabul etmiştir. Öcalan hariç.
Somut
düşünelim.
Yani Öcalan,
Bahçelinin öne sürdüğü koşulda, tecrit devam ederken, istenen çağrıyı yapsa
bile, silahlı mücadeleye son verme, PKK’nın kendini dağıtmasının mümkün olmaz. Bunu
devlet de Hükümet de Bahçeli de bilir. Neden son bulmaz?
Şimdiye
kadar Öcalan’ın önderliği, uzak görüşlülüğü, taktik esnekliği kadar aynı
zamanda bu mücadele içindeki güçlerin arasındaki dengeleri gözeterek,
dayatmalardan sakınarak ikna yöntemi kullanarak, kendi aldığı kararları, daha
doğrusu ulaştığı sonuçları, organ kararlarıyla birleştiği için Kürt
mücadelesindeki çeşitli güçler tarafından tanınmıştır ve bir adres olarak
gösterilmektedir.
Bu gerçek
unutulmadığında, tecridin kalkmasını, önce böyle bir çağrıya bağlamak, silah bırakma
amacını olanaksız kılmaktadır.
Neden?
Varsayalım
ki Öcalan, artık silahlı mücadelenin hareketin gelişmesi ve Kürtlerin haklarını
alması ve demokrasi mücadelesini geliştirmek bakımından artık bir engele
dönüştüğü sonucuna varmıştır.
Ama gerçek
şudur ki, kendisinin önderliğini tanıyanların önemli bir bölümü böyle bir
yaklaşımı hazmetmeye veya kabul etmeye çok uzaktır.
Şimdi
varsayalım ki, tam da Bahçeli’nin dediği gibi, Öcalan hiçbir şekilde onlara
danışmadan, onları ikna çabasına girmeden, “silahlı mücadeleye son veriyorum, PKK’yı
da dağıttım” diye çağrı yapıyor.
Bunu yaptığı
an Öcalan biter, çünkü bu kararını kimse tanımaz ve uymaz.
Çünkü, önderliğinin
en temel özelliğini, yani tartışarak ve ikna ederek ortak karar almayı, kendi
davranışıyla bitirmiş, kendi önderliğini ortadan kaldırmış olur. Gövdesiz bir
baş olarak kalır.
Gövde de kendine
yeni bir baş veya başlar bulur. Dolayısıyla ne silahlı mücadele biter ne de PKK
veya muadili kendini dağıtır.
Yani
Bahçeli’nin çağrısı tam bir tuzaktır, aldatmacadır ve bırakalım bir “barış
süreci” gibi bir şeyi bir yana, silahlı mücadeleye son verilmesi gibi bir amacı
bile yoktur. Amaç, tam bir teslimiyettir. Tam teslim olursan tecrit kalkar
denmiş olmaktadır. Ama silahların bırakılması istenmemektedir.
Çünkü
varsayalım ki, Öcalan böyle bir teslimiyeti
kabul etse bile, Kürt halkı böyle bir teslimiyeti kabul etmez. Bu sanılanın
aksine silahlı mücadelenin devamına yol açar.
Devlet ve
Bahçeli bunu bilmez mi? Bilir.
Aslında
Bahçeli çağrısıyla kendi amaçları ve politikası açısından hiçbir değişiklik
yapmamıştır, tek yaptığı ve başardığı inisiyatif gösterip, herkesi bir
değişiklik yaptığına ikna etmek ve kıçına takmaktır.
Bahçeli tam
da Öcalan’ın böyle bir çağrısıyla silahların susmayacağını bildiği için böyle
bir çağrı yapmıştır. Bahçeli’nin amacı silahlı mücadelenin sürmesidir. Çünkü
silahlı mücadele sürdükçe kendi gücü ve konumu sağlamlaşmaktadır.
Bahçeli’nin
istediği gibi bir çağrıda, belki bir süre bir moral bozukluğu ve dağınıklık
yaşansa da, bizzat “Tecrit”in kanıtladığı gibi, yıllardır Öcalan’la bir
bağlantı olmadan bu Kürt hareketi var
olduğuna göre, her şey olduğu gibi devem edecektir. Yani Bahçeli’nin çağrısı, devletin
stratejik dönüşüne bile hizmet etmeyecektir, eğer silahlı mücadelenin bitmesi
Kürtlerin hamiliği için gerekli bir adım olarak görülüyor ise.
Ne muhalefet
ne DEM Parti bu çelişki üzerinde durmuş değil. Duruyor gibi yapmak, Öcalan’ın
tecridine son verilmesini beş vakit söylemek başkadır, gerçekten bunun somut anlamını
açıklamak ve sonuçlarını göstermek ve bunun karşısında bir politika geliştirmek
başkadır.
Kaldı ki
Öcalan da hem böyle zayıf bir kişilik değildir hem de aptal değildir.
Öcalan,
Bahçeli’nin çağrısının ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedir. Bunu da zaten
üç sözcükten ibaret bir cümleyle ifade etmiştir: “Tecrit devam ediyor.”
Öcalan Bahçeli’nin
teklifi karşısında, en azından Türk devletine karşı silahlı mücadeleye son
verilmesi ve PKK’nın, yani silahlı gücün, kendini lağvetmesi için, koşulların
sağlanması koşulunu getiriyor. Koşul her şeyden önce Tecridin kalkmasıdır.
Elbette keyfi uygulamaya karşı hukuki güvence ve bağımsız gözlemci gibi, başka
koşullar da vardır ama bu en temel koşuldur.
Öcalan’ın “Tecrit
devam ediyor” sözü aslında “savaşın sürmesini isteyen politika devam ediyor”
demektedir. Tecrit bu politikanın bir aracıdır çünkü. Öcalan da bu politik
anlamıyla kullanmaktadır.
Koşullar
neye yöneliktir? Bunun gerekliliği “teorik ve pratik güce sahibim”
sözlerinde. Çünkü “teorik ve pratik güç” aslında ikna edebilecek güç demektir.
Yani benim
önderliğimi tanıyanları ikna edebileceğim koşulları sağlayın diyor. Onların
ikna edilmesi, onların toplanıp bunu bir organ kararı haline getirmesi
gerekiyor. Bu koşullarda, ancak mücadele “çatışma ve şiddet zemininden
hukuki ve siyasi zemine” çekilebilir.
Dikkat edin,
Öcalan da bir “demokratikleşme” veya “Ateşkes” veya Kürt sorununu” çözecek
adımların atılması gibi bir “süreç”ten söz etmiyor. “Süreç” sözcüğünü, yaygın
olarak bunlar karşılığı kullanılan anlamda değil, bir mücadele biçiminden
diğer mücadele biçimine geçiş ve bunun için ikna etme süreci anlamında
kullanıyor. Çünkü “çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine”
geçiş, programatik değil, ya da “çözüme” ilişkin değil, devleti “çözüm”e
zorlamak, tecrit etmek için, bir mücadele biçiminden diğer mücadele biçimine
geçmek demektir ve son duruşmada taktik bir anlamı vardır. Öcalan bu geçişe “süreç”
demektedir.
Bu durumda
eğer devlet gerçekten Kürt hareketinin silahlı mücadeleyi bırakıp hukuki ve
politik zemine geçmesini istiyorsa, aslında hiçbir şey yapması bile gerekmezdi.
Yani
Öcalan’ın bir mahkum olarak haklarını kısıtlamaması, “tecrit” cezaları
vermemesi bile çoktan yeterdi.
Çünkü Öcalan
dışarıyla ve avukatları aracılığıyla görüşürse, tıpkı ilk yakalandığı yıllarda,
bu haklarını kullandığı ve kısıtlanmadığı zamanlarda yaptığı gibi, o zaman
dışardakileri nasıl yaptığı program ve strateji değişikliğine ikna edebildiyse
şimdi de silahlı mücadeleye son vermeye ikna edebilirdi.
Devlet
Bahçeli ve gerçek devlet, zaten var olan haklarından yararlanmak (tecridin
kaldırılması) için tam bir teslimiyet diyor aslında.
Ama bu
teslimiyet de silahlı mücadelenin bitmesini değil, yukarıda belirttiğimiz gibi,
en kontrol dışı biçimlerde devamından başka bir sonuç vermez.
O halde, her
iki Devlet de, silahlı mücadelenin bitmesini istememektedir.
Çünkü
Öcalan’a tecrit uygulanmasa ve hakları keyfi olarak kısıtlanmasa, muhtemelen Kürt
hareketi şimdiye kadar çoktan, Öcalan’la diyalog içinde, kendi inisiyatifiyle, bir
pazarlık sonucu olarak bile değil, artık bu biçim hareketi tecrit ettiği ve
zararı karından fazla olduğu için, piç bir başarı vaat etmediği için silahlı
mücadele zemininden, hukuk ve politika zeminine geçme kararı vermiş olabilirdi.
Tecrit tam
da bunun gerçekleşme olasılığını bile ortadan kaldırmak için uygulanmaktadır.
Yani devletin tecrit uygulaması, silahların susmasını engelleme politikasının bir
aracıdır.
Tecridin
anlamını anlamak için, tecrit olmasaydı muhtemelen şimdiye kadar çoktan
olabilecek olana bakmak gerekir.
Yıllardır
tecridin sürdürülmesisin nasıl bir cinayet olduğu, tecridin olmadığı, Öcalan’ın
olağan haklarını kullandığı bir mahpusluk içinde bulunduğu bir ortamda,
muhtemelen Öcalan, silahlı mücadelenin artık hareketin gelişiminin önünde bir
engel olduğuna, duruma uygun savunma taktiğine geçmek gerektiğine, yani hukuki
ve politik mücadele zeminine geçmeye, hareketi çoktan ikna etmiş olacağına ve
hareketin kendiliğinden, devletle bunun için hiçbir pazarlığa bile girmeden
yapacağı gerçeğine göre anlaşılabilir.
Yani
Öcalan’ın tecridi aslında binlerce insanın daha ölmesine yol açmış, hükümetin
ve devletin terör silahıyla tüm muhalefeti esir alması sonucunu doğurmuştur.
Öcalan’ın
genel çizgisinin bu olduğunu görmek isteyenler, “Öcalan’ın İmralı Günleri”
kitabına, veya Öcalan’ın kitaplarına bakabilirler.
Onlarda
görüleceği gibi, Öcalan çok daha zor koşullarda çok daha zor bir dönüşümü yapabilmiştir.
Sadece tecrit uygulanmaması sayesinde, tüm örgütü kendi çizgisine ikna etmiş ve
bunu kongre kararı haline getirmiş bunun için gerekli örgütsel düzenlemeleri
yapabilmiştir.
Bu
girişimleri sonucu, Türk Devletinin elinde bir adada esir iken, Türkiye ve
Ortadoğu’nun en büyük demokratik siyasi hareketinin (Yani tüm zaaflarına rağmen
bugünkü DEM Parti ve öncelleri) temellerini atabilmiştir.
Tıpkı
Suriye’nin elinde rehineyken Ortadoğu’nun en büyük gerilla hareketinin
temellerini atabildiği gibi.
Sadece Öcalan’a
2015’ten beri tecrit uygulanmasaydı, yani hukuk dışı hiçbir şey yapılmasaydı
bile ,Öcalan şimdiye kadar, mücadeleyi “Şiddet ve çatışma zemininden hukuki
ve siyasi zemine” taşımış ve bu sefer de, Türkiye’nin muhtemelen en büyük muhalif
ve demokrat partisini örgütlemiş olabilirdi.
İşte
devletin gerçek korkusu budur. Bunu engellemek için tecrit uygulamaktadır. Tecrit
demek devletin savaşın sürmesini istemesi demektir. Çünkü Kürt hareketi bu
mücadele biçimine hapsoldukça, zemin kaybetme ve demokrasi mücadelesini boğulmaktadır.
Kürt
hareketi içinde, böyle bir değişimi yapabilecek, bu hareketi düşmanın istediği şart
ve yerde savaşmaktan kurtarabilecek değişikliği yapabilecek, bu uzak
görüşlülüğe, esnekliğe ve gerçekçiliğe sahip tek kişi Öcalan’dır. Tecrit, hareketi
kafadan gayrı müsellah kılmaktadır.
Öcalan’a
tecrit uygulaması olmasa, hareket hukuk ve Politika zemininde mücadeleye geçse
kitle hareketinin nasıl yükseleceği ve toparlanacağı geçmişte çok açık
görülmüştü.
Örneğin 2013
Mart’ında Öcalan’ın Diyarbakır’da okunan barış çağrısı sonrasında Gezi hareketi
ortaya çıkabilmiştir, bu çağrı ve gevşeme olmasaydı, Gezi diye bir şey olmazdı.
Bunu en iyi bilen Devlet ve iktidardır. Keza yine bu sayede HDP Türkiye’nin
üçüncü Partisi olabilmiştir.
Gerçeğin özü
mümkün olanların aynasında görülebilir. Gerçeğin özü devletin Kürt hareketinin
hukuki ve siyasi zeminde bir mücadeleye geçişini engellemek için her şeyi
yaptığıdır.
*
Ama burada
da gelelim Kandil ve PKK’nın yaptığına, onlar da aslında düşmanın istediği
şartlarda savaşı kabul edip sürdürerek, hem bu oyuna geliyorlar hem de zımnen
Devlet içindeki bu şiddet sarmalının sürmesini isteyen, bundan çıkarlı olan
kesimlerle filli bir işbirliği içinde bulunuyorlar.
Aslında her
savaşta başarının birinci kuralı, savaşı düşmanın istediği koşul ve biçimlerde kabul
etmemektir. Ne var ki, PKK yıllardır bu temel kuralı ihlal etmekte, savaşı
düşmanın istediği koşul ve biçimlerde sürdürmekte ısrar etmektedir.
Halbuki
klasikleşmiş örnek, Alman işçilerinin sosyalistlere karşı yasa zamanında en
küçük yasal olanağı kullanarak, yani devrimci Almanca konuşarak, büyük bir hızla
büyümesi ve sonunda Devletin “Yasallık bizi öldürüyor” diye yasaklar
politikasıyla yenildiği itiraf etmesinde görülmüştür.
Keza
Kıvılcımlı 1930’larda tek parti diktatörlüğü döneminde bile, bulduru tevkifat çemberinden
çıkabilmek için, “Legaliteden yararlanma” taktiğini savunmuş ve bizzat kendisi
bunu uygulamış, o zaman, legal yayınlarla Marksizmin klasiklerini bile yayınlayabilmiştir.
Ne yazık ki,
Öcalan’ın yokluğunda muazzam Kürt Hareketi Başsız deveye dönmektedir. Durumun
gerektirdiği esneklikleri ve değişimleri yapamamaktadır.
Bunu görmek
çok kolaydır. Politikayı, silahlı mücadelenin ihtiyaçlarına tabi kılmak ve
silahlı mücadeleyi bırakmayı politik tavizlere tabi kılmak gibi gerçekte
yapılanları bile bir kenara bırakalım. (Bu konuda yaptığımız bir video yayını
bulunmaktadır. Bunu ayrıntılı olarak şu videoda ele almıştık: “HSM Karargah
Komutanlığı'nın Bildirisi Bir İntihar Stratejisinin İlanıdır”) Sadece Öcalan’ın
tecridi karşısında yapılan ve yapılmayanlara bakalım.
İlk bakışta,
Kandil ve PKK’nın örgütlediği, “tecride son” mitingleri, her eylemi Öcalan’ın
üzerindeki tecride karşı çıkışla temellendirmeler sanki Kandil ve PKK’nın
tecride karşı gerçekten iyi mücadele ettiği gibi bir izlenim verebilir.
Ama öz ve
görünüş aynı olsaydı bütün bilim gereksiz olurdu. Öz çoğu kez kendi zıttı
biçiminde görülür. Güneş hareket eder olarak görünür, biz yerimizde duruyor
görünürüz, ama özünde dünya güneşin etrafında ve kendi etrafında döner. Bu işte
de öyledir.
Bütün “tecride
son” kampanyaları sorunu hukuki bir sorun olarak alıp, Öcalan’ın haklarının
çiğnenmesi ve işkence çektirilmesi gibi kelimeler bağlamında ele alıyor.
Elbet
ortadaki bir hukuki skandaldır ama sorun hukuki değildir, sorun politiktir. PKK
ve Kandil tecridin politik olduğunu ve somut gerçek nedenini açıklamamaktadır.
Kampanyalarını bu gerçek neden üzerinden yapmamıştır ve yapmamaktadır. Her şeyden
önce tecridin nedeninin politik olduğunu açıklamalıydı ve kampanyalarını bunun
üzerinden yapmalıydı.
Peki neden
yapmıyor?
Çünkü o
zaman da şu soru ortaya gelirdi. Tecridin nedeni politik ise, tecrit somut
olarak hangi politikaya hizmet etmektedir?
Çünkü
Devlet, Öcalan’ın mücadeleyi “çatışma ve şiddet zemininden hukuk ve
politika zeminine” çekme tehlikesine karşı tecrit uygulamaktadır.
Bu gerçek
nedeni ortaya koyan hiçbir kampanya veya söz bile yoktur.
Bu gerçek
politik nedeni açıklayan sözler edilmesi ve kampanyalar yapılması halinde ise,
şu soru ortaya çıkar: “Madem devlet mücadelenin “çatışma ve şiddet
zemininden hukuk ve politika zeminine” geçmesini istemiyor, bunun için Öcalan’ı
tecrit ediyor, o zaman Öcalan’dan bağımsız olarak bunu siz niye yapmıyorsunuz?
Siz o zaman Devletin tecrit silahını kullanmasını işlevsiz hale getirmiş
olursunuz. Bunu siz niye yapmıyorsunuz?”
İşte PKK ve
Kandil bu sorudan kaçmak için, ne tecridin gerçek nedenini açıklıyor ne de o
grçek nedeni işlevsiz kılacak bir politika uyguluyor.
Yaptığı, dostlar
alışverişte görsün kampanyalarıdır.
O halde,
gerekçesi ve nedeni ne olursa olsun, nesnel olarak onlar da böyle bir
değişikliğe karşılar demektir bu. Tecride karşı kampanyalar, tecridin sürmesine
hizmet eden kampanyalardır.
Yapmıyorlar
çünkü kendileri de bir zaferin veya bazı tavizlerin “şiddet ve çatışma
zemininde” bir mücadeleyle kazanabileceği yaklaşımındalar hala.
Tam da bunun
için, aslında devletle el ele tecridin gerçek anlamını gizliyorlar.
Öcalan çok
önceden beri silahlı mücadelenin ömrünü doldurduğu ve silahı bırakanların
politik mücadeleye girebilmesi için, birtakım garantiler verilirse bunu
sonlandıracağını söylemiş ve Silahlı mücadelenin bittiğini birçok kez ifade
etmiştir.
Ama her
seferinde gerek Devlet’in provokasyonları ve gerek PKK’nın ve Kandil’in
direnciyle karşılaşmıştır.
Öcalan da, bu
durumda pozisyonunun koruyabilmek için, arkadaşlarını çiğnemesi mümkün
olamayacağından, onları ikna etmeye, ikna edebilmesi için de devletin adım
atması için arkadaşlarının direnişini öne sürmeye ve böylece arada bir
arabulucu durumunda olmaya ve konumunu ve etkisini korumaya çalışmıştır.
Başka türlü
davranması da mümkün değildi ve olamaz.
Kandil de Öcalan’ı
çiğneyemeyeceği için, bu direncinin Öcalan’a karşı olduğun gizlemek ve Öcalan’
karşıya almamak için, tabiri caiz ise, kötü polis rolünü oynayarak Öcalan’ın
elini güçlendirdiği iddiasında bulunmuştur.
Örneğin Karayılan
bir yığın retorik arasında Öcalan’a dirençlerini böyle temellendirmektedir:
Örneğin Murat Karayılan şöyle diyordu:
“Önder
Apo'nun elini güçlendirmemiz gerekir
(…) Bizim
pozisyonumuz Önderlik karşısında öz eleştiri pozisyonudur. Biz özeleştiriyi de
daha fazla doğru çizgide pratiğe yüklenerek geliştirebiliriz. Hem Hareket
olarak hem halk olarak Önder Apo gerçeğine daha fazla cevap olmamız, yükünü
hafifletmemiz, elini güçlendirmemiz en temel görevimiz durumundadır. Buna
yüklendiğimiz ve bu konuda başarı sağladığımız oranda, ülke ve bölge
çapındaki gelişmelere de cevap olmayı başarmış olacağız.”
Bunu alıntıyı,
PKK’nın özel jargonu ve retoriğinden soyutladığımızda, bizim direncimiz onun
elini güçlendirmeye hizmet ediyor anlamına gelmektedir.
Aslında bu
ifadeler kendini ele vermektedir. Strateji ve taktiklerde Öcalan’ın doğru
önerilerine direnişi, Öcalan’ın devletle müzakerelerinde, Öcalan’ın elini
güçlendirmek olarak tanımlamakta, ama böylece müzakere ve diplomasi hilelerini
gerçek stratejik ve taktik değişikliklerin önüne geçirmektedir. Öcalan’ın
ihtiyacı olan ve elini güçlendiren kötü polis oynamak değildir. Bu kadar basit
değildir hiçbir şey.
Karayılan’ın
bir başarı gibi öne sürdüğü, yeni askeri taktikler ve yukarıdaki gibi diplomasi
taktikleri gerçek stratejik, politik mücadele ve hedeflerin gerçek etkisini
sağlayamaz. Bu ayrıca Türk devletini de aptal yerine koymak olur. Onlar aslında
bu işlerin ustasıdırlar.
Bir başka
örnek. Örneğin Cemil Bayık şöyle diyordu:
"Pratiği yürüten biziz. Pratikten biz sorumluyuz. Apo sorumlu değil.
Apo oradan ne hareketi ne de pratiği yürütebilir. Bu konularda bir karar da
veremez. Silahlı güçlerin yurt dışına çekilmesi kararını ancak biz veririz. Ne
HDP ne de Apo verebilir. Böyle bir çağrı olursa bunun kararını biz
veririz."
Buradaki dar
pratikçiliği bir yana bırakalım. Söylenenler daha vahim ve tam da “şecaat
arz ederken sirkatin söyleme”nin bir örneği.
Silahlı
güçleri dışarı çıkarma veya silah bırakma politik ve stratejik bir sorundur. Bu
sorunu askeri, pratik veya teknik bir sorunmuş gibi koyarak aslında Askeri
bakış açısıyla politika belirlediklerini itiraf ediyor ve bir devrimcinin
prensip olarak reddetmesi gereken tavrı savunuyor. Söyledikleriyle, politikanın
önceliği ilkesinin yerine fiilen askeriyenin ve komutanların önceliğini
geçiriyordu. Apo’nun çizgisine olan dirençlerini, silah bizim elimizde biz
karar veririz mantığına indirgeyerek aslında o çizgiyi reddettiğini ifade
ediyor. Çünkü Apo’nun çizgisinde, askeriye ve silah politikaya tabidir. Devrimciler
de politikanın askerlere (yani elinde silah olanlara) bırakılamayacak kadar
ciddi bir iş olduğunu bilirler ve bunu savunurlar.
Bayık, silahı
politikaya değil, politikayı silaha tabi kılan bir bakış açısını savunmaktadır
açıkça. Ama bu aslında hangi politika izleneceğine dair bir farklılığın örtelmesinin
aracıdır aynı zamanda. Yanlış bir taktiği savunabilmek için daha büyük bir
yanlış savunulmaktadır.
Tabii Cemil Bayığın
bu sözleri de politikayı diplomasiye tabi kılan, kötü polis oyunu olarak da görülebilir.
Sonuç değişmez. Bunun da yanlış olduğuna yukarıda değindik.
Sonuç
olarak, Öcalan’ın bu arkadaşlarını ikna edebilmesi için, her şeyden önce keyfi
tecrit uygulamalarına son verilmesi, bir mahkum olarak haklarını kullanmasına
imkan verilmesi gerekir. O zaman Öcalan, arkadaşlarını ve önderliğini kabul
edenleri ikna edebilecek politik ve teorik gücü olduğunu söylemektedir. Ve
doğrudur da. Ama onları çiğneyerek bunu yapamaz ve yapmaz.
Tecridin
kalkması bu nedenle en kritik sorundur. PKK ve Kandil de aslında bu durumdan
çok rahatsız değildir. Öcalan’ın eleştirileri olmadan bildiğini okumaktadır.
Kürt halkının çoğunun, bizimkiler yarım yüzyıldır dağdalar bu günkü dünyayı
kavramıyorlar deyişlerini de duymamaktadırlar. Kendi varlıkları sürdürmek
kendilerinin amacı haline gelmiş.
Aslında Kürt
Hareketi de devletleşemeden devletleşmiştir. Yani bir milleti ve ülkesi
olmadan, neredeyse yarım yüzyıllık mücadelede, merkezi, bürokratik, silahlı,
hantal bir örgüte, kendi varlığını sürdürmeyi kendisinin amacı haline getirmiş
bir yapıya dönüşmüştür. Yani bir devletin bütün hastalıklarına sahip ama bir
devlet olamamış bir devlettir.
*
Öcalan’ın
bugün ne düşündüğünü bilmiyoruz. Büyük bir olasılıkla, çok kısa mesajından ve
geçmişteki düşünce ve davranışlarından çıkarılabilecek olan, şöyle bir sonuca
ulaşmış olabileceğidir. Daha doğrusu bunlar benim de görüşlerim. Ama muhtemelen
Öcalan’ın da görüşleri olabilir.
Türk
devletine karşı silahlı mücadeleyi sürdürmek, uzun zamandır kendi zıddına
dönmüş, mücadeleye yarar değil, zarar vermeye başlamıştır. Bunu görmek ve bizim
kendi kararımızla bırakmamız, hatta bunu bir pazarlık konusu bile yapmadan
kendi kararımızla buna son vermemiz gerekiyor. Bu mücadelenin bitmesi değil,
aksine daha güçlü olarak sürdürmeyi sağlayacak, devletin istediği alanda savaşmaktan
bizi koruyacak, mücadele biçimine ilişkin bir değişimdir.
Ne kadar
olanaksız ve sınırlı olursa olsun, her türlü hukuksuzluğun sürdüğü, politik
mücadele yapabilmenin son derece sınırlı olanaklarının bulunduğu bu ortamda
bile mücadeleyi hukuk ve politika zemininde sürdürmeye karar vermeliyiz. Legal
olanakları en küçük kırıntısına kadar kullanabilmeliyiz.
Bunu
sağladığımız takdirde tekrar toparlanabilir ve bugünkü dikta rejimini ve
faşistlerin egemenliğini biraz olsun geriletmenin koşullarını yaratabiliriz.
Bir devrimci
yükseliş aşamasında değiliz, dolayısıyla saldırı taktiği yanlıştır. Fransızca
değil, Almanca konuşma zamanıdır. Bugün bir yenilgi ve gerileme dönemindeyiz,
dolayısıyla savunma taktiğine, kendi saflarımızı ve müttefiklerimizi
genişletme, iktidarı ve devleti tecrit edebilecek strateji ve taktiklere geçişi
sağlamamız gerekmektedir.
Stratejik
olarak bu genişlemeyi yapabilmek için, acil politik hedefleri, Kürtlerin
haklarından ve yine bundan ayrılmaz olan demokratik taleplerden, hukukun
geçerli kılınması hedefine geri çekmeliyiz. Yani demokrasiden, Kürtlerin haklarından,
hukuk ve adalete doğru bir geri çekiliş yapmalıyız.
Ancak böyle geri
çekilişle desteklenen bir somut talepler mücadelesi, toplumun en geniş
kesimlerini aynı hukuk ve adalet bayrağı altında birleştirip, bugünkü dikta
rejimini tecrit edebilir.
Hukuk ve
Adalet mücadelesi demokrasi ve Kürtlerin haklarını kazanması mücadelesi
değildir. Türkiye’deki hukukun kendisi anti demokratiktir. Ama bugün bu
antidemokratik biçimiyle bile keyfiliğe karşı hukuku ve adaleti savunmak en
geniş kesimleri birleştirebilecek bir bayrak sağlar.
O halde
yapılması gereken, en geniş kesimleri aynı adalet ve hukuk bayrağı altında
toparlayacak bir program ve bu mücadelenin tamamen hukuki ve politik zeminde,
en geniş kesimleri toparlayacak biçimlerde yürütülmesi ve örgütlenmesidir.
Böyle bir
stratejik dönüş, Kürtleri ve Ortadoğu’yu tekrar demokratikleşme yoluyla çözüm
programına çekebilir ve aynı zamanda Kürtleri İsrail ve ABD’nin amaçlarına ve
Türk devletinin vesayeti ve yayılmacılığına alet olmaktan koruyabilir.”
Aslında Öcalan’ın
tecridi sürdürülmeseydi. Öcalan ve Hareketin varacağı nokta burada söylenenler
olabilirdi.
*
Bunu
bilmiyoruz. Ama şu yapılabilir.
Öcalan
Bahçeli’nin önerisini reddettiği ve koşulların sağlanmasını isteyip tecridin
devam ettiğini bildirdiği için tekrar tecrit edildiğine göre, iş ve sorumluluk Kandil
ve PKK’ya düşüyor.
Kandil ve
PKK, Öcalan’la yapabileceklerini, kendi
inisiyatifiyle yapıp, yani bu stratejik geri çekilmeyi, örgüt ve mücadele
biçimlerini değiştirmeyi, yapıp, herkesi tıpkı Bahçeli’nin yaptığı gibi şaşırtıp,
politik inisiyatifi ele geçirip, bir yan
ürün olarak, Öcalan’ın tecridini de işlevsiz kılabilir.
*
Kandil ve
PKK şöyle bir biçimi ve talepleri ciddiyetle düşünmeli. (Elbette buradaki bir
fikir vermek için bir taslaktır. Önemli olan özünün korunmasıdır.)
“Madem
Bahçeli el yükseltti, biz de yükseltelim ki “çatışma ve Şiddet zemininden hukuki
ve politik bir zeminde” mücadeleye geçişi kolaylaştıralım.
Erdoğan
ve Bahçeli, tüm meclisin ve milletin huzurunda aşağıdaki değişiklikleri (örneğin
bir ay içinde) yapacaklarına ve uygulayacaklarına söz verirlerse biz o günün
akşamı, Türkiye’de ve Türkiye’ye karşı başka bir yerde silahlı mücadeleye son
verdiğimizi ilan edeceğiz.
Kendimiz
için bir şey istemiyoruz.
Bundan
sonra imkan bulursak, demokrasi ve özgürlükler için mücadelemizi hukuki ve
politik zeminlerde yürütmeye çalışacağız.
Aşağıdaki
talepler kendimiz için değil, son yıllarda çığırından çıkan hukuksuzluk ve
adaletsizliklere bir nebze olsun son verilmesi ve mağduriyetlerin birazcık
olsun giderilmesi, yurttaşların asgari ölçüde haklarına kavuşması, keyfiliğe
bir barça sınır çekilebilmesi içindir.
Aslında
aşağıdaki istekler, bir istek bile değildirler, zaten yapılması gerekenlerden
başka bir şey değildirler ama yıllardır bunlar bile yapılmamaktadır.
1)
Devlette, Belediyelerde, devlet ve belediyelerin
kontrolündeki iş yerlerinde, tüm resmi kurumlarda, işe alımlarda, mülakata son
verilmesi, tüm işe alımların, kimliğin kapalı olduğu yazılı sınavlarla
yapılması ve yazılı sınav kağıtlarının değerlendirilmesini de yine sınavlara
giren adayların içlerinden seçeceği gözlemciler denetiminde, yine kura ile seçilecek
uzmanlarca değerlendirilmesi. Tüm soruların ve cevapların sonucunun, herkesin
kontrolüne açık olması. Böylece her yurttaşın inancı, siyasi görüşü, dili,
kültürü, cinsi vs. ne olursa olsun, eşit bir yurttaş olarak eşit hakla işe
girebilme şansına sahip olması. Böylece iktidardaki veya iktidara yakın partilerin,
cemaatlerin veya başka örgütlerin kendi taraftarlarını boş yerlere doldurmasının
engellenmesi, bir yan ürün olarak da işin ehline verilmesi.
2)
Bütün ihalelerin, devlet sırrı gibi bir bahanenin ardına
gizlenmeden, tıpkı Ankara Belediyesinin yaptığı gibi, açık olarak her talibin
eşit hakka ve şansa sahip olduğu biçimde en uygun teklifi verene verilmesi ve
ihaleye girenlerin seçeceği temsilciler tarafından bunun denetlenmesi ve tüm
sürecin canlı olarak Televizyondan yayınlanması. İhale ile ilgili tüm
belgelerin ve kararların isteyen her yurttaşın kontrolüne açık olması.
3)
Hakimlerin ve savcıların sicilini yine bizzat verdikleri
kararların doğruluk derecelerine göre bizzat Hakim ve Savcılar tarafından
tutulması, ayrıca tayin ve terfi konularında yine bu sicillere göre Hakim ve
savcıların yürütme ve yasama organının kararlarından bağımsız özerk birliğinin
karar vermesi.
4)
Avrupa insan hakları mahkemesinin kararlarının ve anayasa
maddelerinin derhal ve eksiksiz uygulanması.
5)
Medyada, internette vs. yasak kararlarının sadece bir yargıç
kararıyla alınabilmesi ve buna da yine üst mahkemelerde itiraz edilebilmesi.
6)
Mahalli idareler, belediyeler, kooperatifler, dernekler gibi
seçimle gelmiş yönetici ve organların yerine merkezi idarenin atama yapamaması.
Kayyumlara verilmiş bütün yetkilerin tekrar seçilmişlere geri verilmesi.
7)
Bu son yıllarda muazzam adaletsizlik ve hukuksuzluklar
nedeniyle oluşmuş mağduriyetleri gidermek, bu mağduriyetlere yol açanlara yeni
bir başlangıç sunabilmek ve toplumda beyaz bir sayfa açabilmek için bir ay
içinde ırza geçme suçları hariç, en az on yıllık bir genel af çıkarılması.
Tüm
meclisin ve ulusun huzurunda bunları en kısa zamanda yapacağınıza söz
verirseniz, biz o günün akşamı, Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleye son
vereceğimizi tüm meclis ve yurttaşlara ilan ediyor ve söz veriyoruz.”
(Formülasyonlar
ve talepler daha dakik ve iyi olarak yapılabilir. Soruna yaklaşımın özü
önemlidir.)
Böyle bir
bildiri inisiyatifi Bahçeli’nin elinden almakla kalmaz, halkın en geniş
kesimlerinin desteğini alır.
Aslında her
devletin ve iktidarın zaten yapması gereken işlerin yapılmasını sağlamaya
yönelik bu talepler ile halka ve mağdurlara bir hizmet de verilerek bir dönem
kapatılabilir.
Hukuki ve
Siyasi zeminlerde verilecek uzun ve kahırlı, demokrasi için geniş yığınların
kazanılması mücadelesine yeni bir başlangıç yapılabilir.
Önerim böyle
bir şeydir Sayın Bayık, Sayın Karayılan, Sayın Kalkan, Sayın Karasu ve
diğerleri.
5 Kasım 2024
Salı
Demir
Küçükaydın
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder