14 Mart 2024 Perşembe

Mustafa İlker Gürkan’ın (M1’in) Ardından

Birkaç gün önce Mustafa İlker Gürkan’ın oğlu, babasının Facebook hesabında şunları yazmıştı:

Merhabalar, ben Alican Gürkan. Mustafa İlker Gürkan'ın oğluyum ve buradan babamın sağlık durumunu paylaşacağım. Babam yaklaşık 2 hafta önce karaciğerinde metastaz yapmış kanser teşhisi ile hastaneye yatırıldı. Yapılan tetkikler sonucunda pankreas kanseri olduğu tespit edildi ve tedavisine başlandı ancak tedavinin yan etkileri nedeniyle tedavisi durduruldu. Şu anda Bodrum Acıbadem Hastanesinde yatmakta ve durumu takip edilmekte. Sağlık durumu ve gelişmelerle ilgili size buradan bilgi vereceğim. Görüşmek üzere.

İki gün sonra 29 Şubat’ta şu umutsuz haberi verdi:

Merhaba, Mustafa İlker Gürkan'ın sağlık durumu iyi değil maalesef. Pankreas kanserinin ilerlediği ve çeşitli organlara metastaz yaptığını söylemiştim. Karaciğerindeki metastazların yaygın olması nedeniyle karaciğer fonksiyonları oldukça zayıf. Doktorlar bu aşamadan sonra yapılabilecek bir şey olmadığını, tedavinin yan etkilerini kaldıramayacağını ve tedavinin etkisiz olacağını belirttiler. Kesin bir süre veremiyorlar ancak hazırlıklı olmamızı istiyorlar. Karaciğer enzimlerinin bozuk olması ve metastazlar nedeniyle iletişim kurmakta zorlanıyor. Bu nedenle günde en fazla iki ziyaretçi kabul edebiliyor. Sizlerden ricamız ziyaret etmek isterseniz ortak arkadaşlarınızla görüşüp ziyaret edecek kişiyi siz belirlemeniz ve bize bildirmeniz. Daha önce de dediğim gibi herkesin iyi dileklerini kendisine iletiyorum. Bir gelişme olduğunda yine sizi haberdar edeceğim. Görüşmek üzere.

En sonunda da babasının vefat ettiğini yazdı:

Mustafa İlker Gürkan 08.03.2024 saat 00:50'de gelişen komplikasyonlar sonucu hayatını kaybetmiştir. Cenaze merasimi ile ilgili detaylar daha sonra paylaşılacaktır. Hepimizin başı sağolsun.

Eğer Türkiye’ye gidebilseydim veya orada olsaydım bugün karşı saflarda olmamıza rağmen, eski bir arkadaşı ve yoldaşı olarak M1’e veda etmek isterdim.

Ama gitmem mümkün değil.

Hiç olmazsa, bir yazı ile olsun, Mustafa İlker Gürkan’a (M1’e) veda etmem gerekir diye düşünüyorum.

Aslında bu işi yapabilecek son kişiyim. Gürkan’a hem arkadaş olarak, hem ideolojik olarak yakın çok insan vardır. Ben ne yakın bir arkadaşı idim ne de ideolojik ve politik olarak büyük bir yakınlığım vardı. Hele son yıllarda nesnel olarak karşı saflarda sayılırdık.

Ama öyle görülüyor ki, standart baş sağlığı mesajları ötesinde kimse bir şey yazmayacak.

Belki örneğin Devrimci Öğrenci Birliği’nden, Mustafa Lütfü Kıyıcı (M2) bir şeyler yazar diye umuyordum.

Ama Kıyıcı da sanırım, aralarındaki nedenini ve nasılını bilmediğim, ama tahmin ettiğim, kırgınlıklar nedeniyle, Gürkan’ın adını anmadan Facebook sayfasında şöyle bir paylaşım yapmış:

"İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler". Önemli olan yaşadığı süre içinde olumlu ve övünülecek deneyimler bırakabilmek ve iyi duygularla anılabilmektir.

İyi/kötü ortak anılarımız olan, bir arkadaşımız evrene göç etti.

Başımız sağ olsun. Ailesine ve sevenlerine sabır ve metanet dilerim..

DÖB’lü diğer arkadaşların yazmaya yatkın olmadığını sanıyorum.

Bu durumda galiba iş başa, yani zurnanın son deliğine düşüyor.

Gürkan’a son bir yazıyla olsun veda etmek gerekiyor.

Bir zamanlar Deniz’le birlikte, DÖB’ü kurmuş, İstanbul’da öğrenci hareketinin iki önderinden biri olmuş bu insanın, sessizce uğurlanmasına gönlüm razı değil.

Politik ve ideolojik olarak siperlerin karşı saflarında bulunmamıza rağmen ve de tam da öyle olduğu için.

*

Yeni kuşaklar bunu anlamayabilirler. Ama biz klasik Marksizm geleneğinden gelen insanlar olarak, en sert ayrılıkların bile eski dostlukları, insani ilişkileri yok saymasına yol vermezdik ve vermemeliyiz.

Çünkü, karşındaki insanı, prensip olarak herkesi iyi niyetli olarak kabul esastır. İnsanlar iyi niyetlerine rağmen nesnel olarak çok karşı pozisyonlarda olabilirler. Bu nedenle en sert eleştirilerimiz bile niyetlere değil, nesnel konumlara, savunulan fikirlerin yol açacağı nesnel sonuçlara ilişkin olur ve öyle olmalıdır.

Karşı taraftaki insanın iyi niyeti veri kabul edildiğinde ise, o zaman, onu ikna etmek, yanlış olduğunu düşündüğümüz görüşlerini değiştirebilmek için hala bir olanak var demektir. Ve bu değişim için uğraşmak görevdir de. Eğer onun görüşlerini yanlış görüyorsan onu yanlışıyla baş başa bırakamazsın, bırakmamalısın.

Ama bir insan için iyi niyetli olmadığı gibi bir ahlaki rezerv var ise, (ki bu gibi bir hüküm, o insanı silmek anlamına geleceğinden, çok ciddi ve kesin deneylerin yaşanmış olması gerekir) zaten insani olarak ilişki kesilir.  Ya da uzaktan, mesafeli diplomatik bir nezaket ilişkisinden öteye gidilmez. İnsan değer verdiklerini eleştirir, tartışır ki onu yanlışlarından kurtarabilsin. Değer verilmeyenlerle tartışmak anlamsızdır.

Bugün ise, siyasi veya ideolojik her hangibir ayrılığa, daima ahlaki bir düşkünlüğün eşlik ettiği gibi bir yaklaşım var.

Böyle bir yaklaşım, karşı tarafı siyasi ve teorik değil, ahlaki kriterlerle eleştirmeyi zorunlu bir sonuç olarak getiriyor ve ideolojik ve teorik tartışmanın yerini kişisel ve ahlaki tartışma ve ithamlar alıyor.

Ama bu aynı zamanda politik mücadelede, en karşı bilinen saflardan bile insan kazanmanın, insanları en azından tarafsız veya hayırhah bir pozisyona çekmenin de yolunu tıkayarak tam bir kastlaşmaya yol açıyor. Ve işte tam da ahlaki eleştiriler, nesnel olarak ahlaksızca bir sonuç veriyor, çünkü ezlenlerin mücadelesine zarar veriyor nesnel olarak.

Ahlaklı olmak ezilenlerin mücadelesine nesnel olarak zarar vermemekle mümkündür.

*

Klasik Marksist gelenekten iki örnek verilebilir.

Lenin ölümünden önce hastalığı sırasında, İkinci Kongre’deki Bolşevik-Menşevik bölünmesinde karşı tarafın öncüsü durumundaki Martov’u soruyor “Martov da hastaymış” diye merak ediyordu. Martov da, Lenin’in Alman Genel Kurmayının kurşunlu vagonuyla Rusya’ya gelişinden dolayı Lenin’e Alman ajanı diye saldıranlara karşı Lenin’in davranışının taktik bir uzlaşma olduğunu söyleyerek karşısında olduğu Lenin’i savunuyordu.

Diğer örnek konuyu doğrudan tartışan Kıvılcımlı’dan.

Örneğin Kıvılcımlı, Kerim Sadi veya Nazım Hikmet için “Marksizmin Kalpazanı” gibi ağır sıfatlarla saldırdığı polemikler yazmıştı.

Ama ben bizzat 1970 yılında, Sosyalist gazetesinin bürosunda, Kerim Sadi ve Kıvılcımlı karşılaştıklarında nasıl birbirlerine sarılıp, genç kuşağı anlamadıkları üzerine (Özellikle Aydınlıkçıların Osmanlı’dan kalma Rus ve Moskof düşmanlığını okşayan, Sovyet düşmanlığını kast ederek) devletin yıllarca yapamadığını, şimdiki gençlerin nasıl yaptığı üzerine, sonraki kuşağı çekiştirdiklerini görmüştüm.

Benim şahitliğime de gerek yok. Kıvlcımlı bizzat kendisi daha henüz 68 hareketi ortaya çıkmadan önce, ortalıkta sadece TİP ve YÖN var iken, şunları yazmıştı:

TİP ve YÖN gibi yeni güçler yanında ESKİ Sosyalistlerin “Kaç tümeni var?” demiyelım. Eski adsız birikimin mirasyediliğine düşeriz. Fincancı katırlarını ürkütme bahanesi de çağını yitirdi. Nitekim şimdi başka bahane uyduruluyor: Eskilerin kırgınlıkları ile yeni kuşakların kulak tozları, hatta ödleri patlatılmak isteniyor. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık diye tükürülmediğinden cüretlenilmesin. Hikmet Kıvılcımlı: Nâzım Hikmet’e ve Kerim Sadi’ye ağır saldırmış… Kerim Sadi: Hikmet’e ve Nâzım’a verip veriştirmedik şey bırakmamış. Nâzım, daha “şâirane” sözü gümüş sayıp, davranış altınlarıyla onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın bilinen bir yüzüdür.

Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları madalyanın inanılmaz öbür yüzü vardır: O “üç silâhşör” Eski sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi öğrenmişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılınç delik deşik etmekte gözlerini kırpmayan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuksu şen kahkahalarla kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle Eski Sosyalistler bu bakımdan, yeni sosyalistlerarası bağlılıklarda maya rolünü oynıyabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve kinleri ve sülâle kan dâvaları yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir.

Keza Nazım’ın şiirlerinde Doktor’u, Doktor’un anılarında nasıl Nazım’ı kolladığı bir başka örnektir.

Bir başka örnek de Mihri Belli ve Kıvlcımlı’dır.

*

Bugün yeni kuşaklar bu gelenekleri pek bilmiyor. Bilenler de unutmayı tercih ediyor ya da bu gelenekleri bilen ama aşağıda görüşleri alıntılanan arkadaş gibi, bunların terk edilmesi gerektiğini savunabiliyor.

Ve bunu savunurken de psikolojik ve ahlaki bir eleştiriye kolayca kayabiliyorlar. Bir örnek:

"hakikat fikirlerin çarpışmasından doğar" kıvamındaki hegelci ve sözde diyalektik gerekçelerle 150 yıldır devam eden bir üslup sorunuyla malul marksizm ve dünyanın her yerinde 99 parçaya bölünmüş olmasında da bu tartışma üslubunun payı var.

marksizmin marksist eleştirisi merakı olan senin de bu sorunu görmek istememen ustalarla aynı sebepten. tartışmanın harareti ve şehvetine kapılıp ağzına geleni söyleme lüksünden vazgeçmek istemiyor hiç kimse. ulvi teorik ve politik meseleler tartışan insanların kahvehanedekiler gibi "hakikat" için değil "benlik" için tartıştıklarını kabul etmek zor geliyor muhtemelen.

marksistlerin çok derdi var şol dünyada ama işbu "kıyasıya polemik" geleneğindeki iletişim tarzıyla herhangi bir derde değil derman bulmak üstüne ortak konuşabilmeleri dahi mümkün olamayacak.

seçim öncesi yazdıklarını okumuş ve katılmamış biri olarak sana geri bildirim vermeye dahi kalkmadım çünkü dinleme ihtimalini görmedim.

Ben ise, bölünmelerin nedenini, tartışma üsluplarında, kişisel sorunlarda veya ahlaki veya psikolojik zaaflarda değil, dünyada genel olarak muhalif hareketlerin gerileme sürecinde olmasına, ama özünde de Marksistlerin, programsızlığında ve kısmen de buna bağlı olarak ortaya çıkan muazzam gerileme ve yenilgilerde görüyorum.

Çünkü yükselen bir hareket birleşme eğilimlerini de besler ve yükseliş dönemlerinde bölünmeler bir arınmaya (katharsis) ve enerjiyi karşı tarafa yöneltme imkanına da yol açar.

Her bölünme veya birlik somut olarak ele alınmayı gerektirir. Kategorik olarak birlik iyidir veya bölünme kötüdür diye bir yaklaşam temelden yanlıştır. Böyle bir yaklaşım, her şeyden önce, her üretimin aynı zamanda bir tüketim olması gibi, her birleşmenin bir bölünme olduğu temel gerçeğini atlar. Çünkü sorun neyle bölünüp neyle birleşildiğindedir.

Öte yandan bölünmüş olmak birlikte hareket etmeye engel değildir. Aksine ittifakları ve birlikte hareket etmeyi mümkün kılar. Bölünüldüğünde, prensipler üzerine tartışma biter veya önceliğini yitirir ve onun yerini taktik esneklikler ve ittifaklar alabilir.

Yeri gelmişken, yükselen bir harekette, büyüyen ve yükselen bir örgütün oportunist gördüklerine nasıl kayıtsız ve şartsızca katıldığını, bu yazıda Mustafa Gürkan ve DÖB örneğinde göreceğiz.

Ve aynı Mustafa Gürkan’ın, ilk gençliğinde takılıp kalarak, sorunu bir bölünme veya birlik sorunu olarak görmekten öteye de gidemediğinive fiilen de gerilediğini.

*

Mustfa İlker Gürkan adının yanına Parantez içinde (M1) yazdım.

M1, Mustafa Gürkan’ın, Devrimci Öğrenci Birliği’nden (DÖB) arkadaşları arasındaki adıydı.

M1 Amerikan ordusunun İkinci Dünya Savaşı’nda kullandığı, yarı otomatik piyade tüfeğinin adıdır. Bundan önce ordularda ateşleme makanizmasına merminin el gücüyle tek tek aktarıldığı, Türkiye’de eskilerin Kırıkkale ya da Mauser dedikleri tüfekler vardı. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan askerleri çok daha seri ateş edebilen bu silah sayesinde büyük bir ateş gücü üstünlüğü sağlayabiliyorlardı.

Tam adı, tüfeği lik tasarlayanın adıyla M1 Garand’tır.

Sanırım 60’lı yılların sonlarına doğru NATO çerçevesinde Türk Ordusuna da verilmiş veya satın alınmış.

Peki bu M1 ile Mustafa Gürkan’ın ilişkisi ne? Türk Ordusuna yeni gelen bu silahın teknik adını bu genç insan nereden biliyor?

Çünkü bizler, 68 yazı veya son baharında, hepimiz, eline silah bile almamış, tüyü yeni bitmiş delikanlılardık.

Ne biliriz M1’i, ne biliriz daha sonra Filistin’de öğreneceğimiz AK-47’yi, namı diğer Kalashnikov’u.

Bilmediğimizi iyi biliyorum, çünkü ilk kez elimize tabanca alıp ateş ettiğimiz günü ve yeri çok iyi hatırlıyorum.

Deniz ve daha birkaç arkadaşla ilk kez elimize silahı, DÖB kurulduktan bir süre sonradan, saldırılar yoğunlaşınca, Tümer Önder arkadaşımızın kendi inisiyatifiyle Tahtakale’den aldığı, oyuncak silah olarak ithal edilip namlusuna yiv set açılarak imal edilmiş, yine tahtakalede satılan “kıl mermi” denen 22 kalibrelik mermiler atabilen, üç beş metrede etkili olabilen, toplu bir tabancayla YİS’in üstündeki, Kıvılcımlı’nın kitaplarının deposu olarak kullanılan odada almış ve ateş etmiştik.

Neden Kendine M1 dediğni Gürkan’ın kendisine hiç sormadım, belki bilen ve yaşayan DÖB’lü arkadaşlar vardır, ama kimi konuşmalardan çıkardığım kadarıyla, tahminim şöyle.

Gürkan’ın babası subaydı. O sıra Tük ordusu da NATO çerçevesinde modernleştiriliyor ve M1 piyade tüfekleri Kırıkkale’lerin, Mauser’lerin yerini alıyordu.

Gürkan bir subay çocuğu olduğu için o zamana göre modern bu tüfeği muhtemelen babasından veya babasının arkadaşlarıyla konuşmalarından biliyordu.

Silahlara da özel bir merakı vardı. Spagetti Wersetrnlerinde Ringo’nin birkaç saliselik bir üstünlük sağlamak için tabancasının namlusunu nasıl kısalttığından ve böylece silahını daha hızlı çekip rakibini öldürdüğünden falan söz ederdi.

O zamanlar hepimizin hayali gerilla savaşı, yani yeni bir Vietnam başlatmak ve gerilla olmaktı. Lin Piao’nun dünyanın şehirlerini kırlardan kuşatacağız teorisi bizlerin kafasına tam da denk düşüyordu.

Gerillanın silahı olması gerekir. Yoksa da düşmandan alınır, daha doğrusu ele geçirilir. Düşman Ameran Emperyalizmi olduğuna göre ondan alınacak silahlar da M1 olabilirdi.

Ve de Gürkan, “Bizim de dağlarımız var Che Guavera” diye gür sesiyle, yarı otomatik M1 piyade tüfeğinin tarrakası gibi, güzel şiirler okuyordu.

Kimbilir belki de bu nedenle. Adı da M harfiyle başladığından, kendine M1 diyordu. Bu M’deki 1 sayısı başlangıçta, tüfeğin adından başka bir şey ifade etmiyordu ve bir hiyerarşı gibi, kendine bir numarayı ve öncülüğü vermek gibi bir anlamı yoktu.

Ama DÖB’te dört Mustafa vardı. Mustafa Gürkan M1 olunca, diğer Mustafalar da M’le başlayan diğer numaraları aldılar.

Elbette eskilik hiyerarşisinde Deniz ve Gürkan’dan sonra gelen, onlardan farklı olarak arka planda örgütçü nitelikleri baskın olan, Mustafa Lütfü Kıyıcı M2, Mustafa Karşılayan (Boyboy) M3 ve Mustafa Zülkadiroğlu da M4 oldu.

*

Devrimci Öğrenci Birliği’nin ilk çekirdeğini Deniz ve Gürkan oluşturuyordu. İkisi de (DÖB’lilerin ezici çoğunluğu gibi) İstanbul çocuğuydular, şehirliydiler, zeki ve bilgili, güçlü kişilikleri olan genç insanlardılar.

Deniz ve Gürkan, yanlış hatırlamıyorsam, TMTF olayları sırasında tanışıyorlar. (Bir yerde böyle okumuştum. Ama yazıyı yazarken baktığımda farklı versiyonlarla da karşılaştım.) Farklı siyasi ve ideolojik kökenlerden gelmelerine rağmen iyi anlaşıyorlar.

Deniz TİP’ten ve Kıvılcımlı’nın iyi kötü tedrisatından geçmiş, Kıvılcımlı’yı TİP üsküdar ilçesine üye olarak önermiş ve bu yüzden TİP’ten dışlanmış bir Marksist. Sovyetler’i revizyonist, TİP’i pasifist buluyor. Mao’ya ve Che’ye yakın.

Gürkan ise daha ziyade Yön, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve öğrenci hareketi içinde de 1960 öncesi, 28 Nisan olaylarını örgütleyen Kastro Nuri geleneğiyle de bağlantılı. Bu nedenle Marksizmden ziyade, ulusal kurtuluş haraketleri ve bağlantısızlara daha yakın. O hareketler gibi de kendine sosyalist de diyor veya ona çok kapalı değil. Ama mesafesiz de değil.

Sokak Güzeldir’deki şu satırlar bunu kanıtlar:

Geldiğimde, üniversitede sosyalizm tartışmaları vardı. Tabii hiç tereddütsüz bizim sürecimizde Alp Kuran, Nuri Yazıcı, Bozkurt Nuhoğlu, Raif Ertem, Ahmet Güryüz Ketenci, Öcal Okay, Yalçın Önder gibi ağabeylerimizin katkısı büyüktür. Hukuk birinci sınıf amfisinde kürsüde boykot hakkında konuşuyorum, biri, meğer sivil polismiş, beni götürmeye kalktı. Öğrenciler çekip kurtardılar tabii. O sırada biri koluma yapıştı, "Mustafa bir şey mi oldu" dedi. İşte Deniz ile böyle tanıştık 1967'de.” (S.186)

Deniz’den ve hepimizden farklı olarak Mustafa Gürkan, Allaha da inanırdı, Müslümandı, hatta oruç bile tutardı ve zaman zaman kendisinin “Sultan Galiyevci” olduğunu da söylerdi.

Yine Sokak Güzeldir’de şunları söylüyor:
Müslüman ve Kemalist Mustafa Gürkan olarak geldim üniversiteye. Yoğun bir aile terbiyesi almış bir subay çocuğuyum. Babam çok iyi bir antiemperyalistti. O zaman emekli, 6. Filo gelince bana bir kat iç çamaşırı ve para gönderirdi, ne olur ne olmaz diye. Türk ordusunun çok önemli bir kesimi muvazzaf ya da emekli anti-Amerikandırlar.” (S.186)

*

Aslında bu iki kişi o dönemin dünyasının müttefik iki gücünün somut ve minyatür bir yansısı sayılabilirlerdi.

O günlerin TİP’i biraz dünya politikasındaki Sovyetler gibiydi.

Eski Komünistler (Mihri Belli ve Kıvılcımlı) Çin ve Küba gibi, daha radikal bir duruşları var. Deniz bu gelenekten geliyordu ve ilişkide bunu yansıtıyordu.

Yön ve İlhan Selçuk ise Bağlantısızlar ve henüz barutunu tüketmemiş kurtuluş hareketleri gibiydiler. Mustafa Gürkan da bu gelenekten geliyor ve yansıtıyordu.

Dünya politikasında, Çin ve Küba ile Bağlantısızlar ve henüz ulusal bağımsızlık mücadelesi veren hareketler nasıl birlikte davranıyorlara, Türkiye’deki uzantıları da benzer bir ilişki içinde sayılabilirdi.

İşte bu iki eğilim Deniz ve Gürkan’ın şahsında ve arkadaşlığında birleşerek, bir yandan sosyalist diğer yandan daha ziyade ilerici öğretmenlerin etkisiyle politize olmuş ikisine de yakın ve örgütçü yanı daha baskın Kıyıcı’nın da katılımıyla, önce Devrimci Hukukçular Birliği’nin, daha sonra da onun dönüşeceği Devrimci Öğrenci Birliği’nin (DÖB’ün) etrafında şekilleneceği tohum oldular. Elbet burada anmadığım ve bilmediğim başkaları da vardır ama bu üç kişi tipiktir.

Kıyıcı yazıyor:
Ders arasında elimizde Türk Solu, ANT dergileri varken birileri sataştı. Olay çıktı. Bunun faydası da oldu zamanla etrafımızda bir arkadaş gurubu oluştu. Lisede Vedat Günyol, Mutluay çifti ve ilerici hocaların talebeleriyiz.” (68’li olmak nedir?)

Ve bir bakıma bu iki geleceğin önderinin ve Kıyıcı’nın bir araya gelmesini yine M2, Mustafa Lütfü Kıyıcı anlatıyor:

Ben üniversiteye 1966-67 döneminde başladım. Okula başladığım dönem TMTF bir karar almış, «Gençlik liderleri yetiştirilecek» diye. Bunun afişleri hazırlanmış, üniversite çevresine asılmış. Ben de, Deniz Çamlıbel ile TMTF ile bağ kurmak için bulunduğu yere gittik. Girişte, sorduk, ne için gittiğimizi anlattık. Bize ikinci katta bir odayı tarif ettiler. Odaya gittik. Baktık iki kişi birbirleriyle tabir yerindeyse kavga, dalaş gibi birşey yapıyorlar. Olayı tabii garipsedik. Bizlerle ilgilenmiyorlar. Biraz bekledik. Onlara şu iş için geldik, dedik. Onlar öyle uzaktan laubali bir şekilde, bazı formaliteleri yerine getirmemizi söylediler. Neyse orada bunlarla bir gözaşinalığımız

oldu. Fakülteye geldik. Sonra baktık bunlar da fakültedeler. Bunlardan birisi Deniz, diğeri Mustafa Gürkan’dı.

Yani TİP ve Marksizm geleneğinden gelen Deniz ve 28 Nisan, YÖN geleneğinden gelen Mustafa Gürkan, muhtemelen TMTF olaylarında tanışıp, öğrenci kitlesiyle bağ kurmak için “gençlik lideri yetiştirme” ilanı asıyorlar ve gelen de kendi benzerlerini arayan Kıyıcı. Kıyıcı da bu iki eğilim arasında bir yerde. Sosyalist ama Deniz gibi Kıvılcımlı tedrisatından değil, solcu ve edebiyetçı lise öğretmenlerinin eğitiminden geçmiş.

(Kıyıcı’nın birlikte TMTF’ye gittiği bir Deniz daha var: Deniz Çamlıbel. Ama bu Deniz, Samsun Ankara yürüyüşünde, bizim Deniz’le rekabete girince ve lafta keskin yanlış taktikleri savununca DÖB’ü oluşturacak olanlardan tecrit oldu ve bir daha pek ortalarda görünmedi.)

Bugün bakınca, “öğrenci lideri ya da liderler yetiştirilmez, o olayların içinde kendiliğinden doğar” diyesi geliyor insanın.

Evet öyledir de. Ve tarihin ince alayı da odur ki, bu ilan tam da öyle olduğunun kanıtıdır.

Aslında böyle iddialı bir ilan asanlar (Deniz ve Gürkan), bu özellikleriyle, yani öğrenci lideri yetişitme iddialarıyla ve vizyonlarıyla, birer öğrenci lideri olarak doğuyor, kendilerini yetiştiriyorlardı.

Çünkü lider olmak önce bir vizyon, bir program sahibi olmayı ve bunun için inisiyatif göstermeyi gerektirir. Bu ilan, bir bakıma ilerde görüleceği üzere, bilinçsizce yapılmış bir kendine gönderme imiş. Öğrenci lideri yetiştirmek için girişimde bulunurlarken, kendilerini bir lider olarak yetiştirmiş oluyorlardı. Yetiştirdikleri kendileriydi.

Çünkü ikisi de birer liderdi.

İkisi de liderdi ve birbirleriyle rekabet değil, dostluk ve güçlerini birleştirme ilişkisi içindeydiler. Elbette Deniz varkin Gürkan ikinci keman sayılırdı. Ama deniz çoğu zaman ya aranırdı ya da hapisteydi, onun yokluğunda birinci keman Gürkan’dı

*

Bu çekirdeğin etrafında Devrimci Hukukçular Birliği kurulur. Daha sonra da örneğin AISEC olayında bir bakanı yuhaladıkları için Cezaevine girdiler.

Sultanahmet Cezevinde çekilmiş resimde geleceğin dört DÖB üyesi vardır. Deniz, Gürkan, Kıyıcı, Mehdi Beşpınar. İki genel hükümlü, diğer ikisi de Raif Ertem ve Bozkurt Nuhoğlu’dur. Yani 28 Nisan Yön geleneğiyle bağlantılı daha eski kuşaklardan iki kişi. Ve o gelenekle bağlantılı Gürkan. Bir bakıma üç Marksist-Sosyalist (Deniz, Kıyıcı, Mehdi) üç Kemalist-Bağımsızlıkçı (Raif, Bozkurt, Gürkan). Raif Ertem ve Bozkurt, hem önceki kuşaktandılar, hem de yakın bir ilişki içinde olmalarına rağmen hiçbir zaman DÖB üyesi olmadılar. Zaten DÖB’le kanları uyuşmazdı.

Sonra Üniversite işgalleri, Altıncı Filo olayları.

*

Ben de Mustafa Gürkan’ı ve DÖB’lüleri, 1968 Ekim ayında tanıdım.

Aslında 68’lilerin en küçüklerindenimdir. 49’lu çok yoktur. Tek bildiğim Hüseyin İnan’dır. Çoğunluk 45-48 yılları arasında doğanlardan oluşur.

Hem yaşım en küçüktü hem de üniversitede sol çevrelerle iki yıl gecikmiştim. Bu nedenle Sol çevreleri bilmiyordum.

Lise son sınıfta İngilizceden bir yıl beklemiştim.

Üniversitede ilk yılımda ise, sosyoloji gece bölümünde okuduğum için, gündüz işte çalışıyor geceleri derslere giriyordum. Dolayısıyla ne öğrencilerle ne de sosyalistlerle bir ilişki kurma olanağım olmuyordu.

Bu nedenle bütün bu gibi gelişmelere katılmak için can atmama, bir çevre arayışlarıma rağmen imkansızlıktan hiçbir adım atamıyordum.

68 yılının Ekim ayının sonlarına doğru bir gün, artık bana ihtiyacı kalmayan muhasebeci patron beni işten atmıştı. Bir yandan ne yapacağımı, karnımı nasıl doyuracağımı bilmiyordum bir yandan da sırtımdan ağır bir yük kalkmış gibiydi. Belki daha iyi bir iş bulabilir, daha fazla sosyal hayata karışabilidim.

Çınaraltı’nı çok severdim. İmkan buldukça oraya gider bir şeyler okur insanları seyrederdim. Son zamanlarda orada neşeli, yüksek sesle konuşan tartışan bir grup görüyordum. Ah diyordum içimden, şunlarla bir tanışabilsem.

İşte o işten atıldığım gün yine Çınaraltı’na gittim boş bir masaya oturdum. Orada yine o grup vardı. Ama bu sefer o grubun içinde, Kadıköy’deki İzmir Karşıyakalıların öğrenci evinden tanıdığım, hemşehrim Mustafa Karşılayan (Boyboy) da vardı. Beni görünce, gelsene aramıza diye beni masalarına çağırdı. Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz. Tabii hemen gittim oraya oturdum. Kimse bana bir şey sormadı ve benimle ilgilenmedi. Neşeli, bol kahkahalı, gürültülü muhabbetlerine devam ediyorlardı.

Daha sonra adının “Polis Haydar” olduğunu öğreneceğim, daha yaşlıca biri, henüz kim olduğunu bilmediğim Deniz ve Gürkan ve diğerlerine, “Nazımlar bu işi başaramadı, sizler yapabilirsiniz ama çok dikkatli olmalısınız” gibilerden bir şeyler söylüyor sanki onları geleceğin öğrenci ve sosyalist hareketinin liderleri gibi takdis ediyor ve önerilerde bulunuyordu.

Kimseyi tanımadığım için oradaki genç insanlara böyle önem vermesi, yüksek beklentiler içinde olması, öyle bir gelecek biçmesi garibime gitmişti.

*

(Bugün bakınca “Polis Haydar’ın gerçekten çok ciddi bir uzak görüşlülüğü olduğu çok daha iyi anlaşılıyor. Aslında onun bu uzak görüşlülülüğünü başka bir yazıda ele almak gerekir. Çünkü daha sonra DÖB’ü İsmet Demir ile yani İstanbuldaki Öğrenci hareketinin önderlerini, İşçi hareketinin içinden çıkardığı en radikal işçi önderiyle tanıştıran da yine bu “Polis Haydar” olmuştur.

Yine Kıyıcı, M2 yazıyor:
Demir kardeşim, gel ta 68'e gidelim. Bizlerin ilk örgütü Devrimci Hukuklular Örgütünü kurduk veya kurmak üzereyiz. Merkez olarak göstereceğimiz yer arıyoruz. Çınar altında oturuyoruz. Anımsarsın, Haydar isimli Nazım Hikmet şiirlerini ezbere bilen bir kişi var-dı. O yanımıza geldi. Ondan Nazım dinlemeyi severdik. Deniz ile beni İsmet Abinin Başkanı olduğu YİS'e götürdü ve tanıştırdı.

YİS zaten Türk Solu dergisinin üst katındaydı. Hiç tereddütsüz teklifimizi kabul etti ve sendikanın üst katındaki bir odayı bize tahsis etti. Aynı kattaki bir oda Hikmet Hocamızın kitapları ile dolu idi. O kitaplar çoğumuzun teorik gelişiminde temel kaynak olmuştur.

Alçak gönüllü, işçinin nabzını tutan, sorunları son derece basit ve anlaşılabilir halde hitap ettiği kitleye anlatabilen bir yapısı vardı. Bu beni çok etkilemişti. Biz o zamanlar belki bilgiçlik olsun diye belki ham ahlatlıktan terminoloji kullanmadan konuşmazdık.

Çok şey öğrendik o "Yarım Pabuç İsmet" abimizden.”)

Kaza Fuat ve Latife Fegan gibi iki genç aydını da İsmet Demir ile ve dolayısıyla Kıvılcımlı ile tanıştıran da aynı insandır. Tam bir katalizör.

*

Tekrar kaldığımız yere dönelim. Ben şaşkın ve hayranlık içinde masalarına oturduğum topluluğu anlamaya çalışırken, bir ara Mustafa Gürkan, bana dönerek, damdan düşer gibi, “Arkadaş biz Samsun’dan Ankara’ya yürüyüş yapacağız, bizimle yürür müsün?” diye sordu.

Ben de sanki böyle bir soru bekliyormuş gibi, “gelirim ama kaldığım odanın kirasını ödeyip ayrılmam ve uyku tulumunu almam gerekiyor” dedim.

Bu ne yürüyüşüdür?” gibi bir soru bile sormadım.

İç güdülerim bana tam da aradığım insanlar gibi insanlarla karşılaştığımı söylüyordu.

Ve ben de böylece fiilen daha sonra DÖB’ü oluşturacak çevreye katılmış oldum.

Elbette ben TİP’ten geldiğimden, ama çalıştığım için sosyal ilişkilerimin yokluğu nedeniyle henüz strateji ayrılıklarını falan pek bilmediğimden bazı görüşleri yadırgıyordum ama büyük bir açlıkla öğrenmeye çalışıyordum.

Yine Mustafa Gürkan ile bir konuşma durumumu açıklar belki.

Birgün konuşurken ben TİP’i doğru bulduğumu söylediğimde, “o zaman sen oportunistsin” dedi bana Gürkan. Ben de oportunistin, politik olarak, yanlış bir politik çizgiyi izlemek anlamına geldiğini, TİP’lilere DÖB’ü oluşturacaklar arasında öyle dendiğini bilmediğimden, sözcüğü kelime anlamıyla anladığımdan, “ben çıkarcı değilim, TİP taraftarıyım” dedim. Gürkan “işte oportunist olduğunu sen söylüyorsun. TİP oportunist çizgidedir” dedi.

Ben oportunist sözüğünün politik anlamını bilmediğim için utanmış ve sesimi çıkarmamıştım.

*

Paldır küldür aralarına katıldığım bu grupla Samsun’dan Ankara’ya yürüdük. Bu yürüyüşün arka planını, yani 27 Mayıs Milli Devrim Derneği’nde toplanmış tabii senatörlerin (Kadri Kaplan) Demirel iktidarını yıpratmak için bizi Atatürkçü sloganlarla kullanma planlarını, bizim de onları kullanarak kendi etki alanımızı genişletme çabalarımızı, bunun üzerine “Atatürk” değil, “Mustafa Kemal” ve “Tam Bağımsız” sözcüklerinin isme koyulması biçimindeki uzlaşmaları falan geçiyorum.

Ama ben o zamanlar işin bu politik yanına pek ilgi duymuyordum. Önemli olan yürümek ve bir hareket başlatmaktı. Henüz işin ayrıntısıyla ilgiliydim. Arkadaşlar benden ileriydi, ilişkileri ve kişileri daha iyi biliyorlardı dolayısıyla onlar işin bu yanını hallederler diye düşünüyordum.

Fakat bu yürüyüş esnasında biz yürüyüşçüler olarak, çeşiti aşamalarda hangi taktik davranışları göstereceğimiz konusund birçok tartışmalar ve bölünmeler yaşadık.

Ama esas bölünme noktası şuydu: Ankara’ya ulaşıp orada kitlesel bir gösteri yapabilmek. Bunun için yolda çeşitli engellerle karşılaşıldığında taktik esneklikler göstermekten çekinmemek.

Keskinler bu noktada taktik sorunları prensip sorunları olarak ele alıyorlardı. Örneğin Çorum’a tutuklanmamak için bayrağı kıvırarak ve aralıklı yürüyerek (Gösteri yürüyüşü kanununa girmemek için) girmek gibi bir konuda ciddi olarak bölünmüş ve bizler azınlıkta (sekiz kişi kadar) kalmıştık.

Ben bu ayrılık ve tartışmalarda, aslında çoğu durumda tam ardında ne gibi hesaplar olduğunu da anlamadan ve anlamadığım için hep kendi iç güdülerimle davrandım ve iç güdülerle de olsa hep Deniz ve Gürkan’ın bulunduğu, DÖB’ün çekirdeğini oluşturacak tarafta bulunduğumu çok sonra fark ettim.

Politik olarak çok geri olmama ve kimseyi hala pek tanımıyor olmama rağmen iç güdülerim, sezgilerim beni pek yanıltmamıştı.

Muhtemelen arkadaşlar da aralarına katılan yeni birisi olarak beni gözlemlemişler ve olumlu notlar vermişlerdi ki kendiliğinden grubun bir üyesine dönüşmüştüm.

Bundan sonra 1968 kışı ve 1969 10 Haziran olaylarına kadar DÖB’ün iki düzineyi geçmeyen çekirdek kadrosundan bir üyesi ve militanı oldum.

Bu dönemde Deniz ve Gürkan DÖB’ün iki önderiydi. Önder deyince bir hiyerarşı canlanmasın kimsenin gözünde. Herkes aynı göz hizasındaydı. Tecrübesi ve bilgisiyle, inisiyatifleriyle öne çıkıyorlardı bu arkadaşlarımız. Deniz çoğu zaman tutuklu olduğundan onun yokluğunda bir numara Mustafa Gürkan’dı.

*

Burada Mustafa Gürkan’ın, kanımca yaptığı en önemli ve büyük katkıya değinmek isterim.

Bu dönem boyunca bizler İstanul’daki neredeyse bütün olayların öncüsü ve örgütleyicisi durumunda olduğumuzdan etkimiz hızla genişliyordu da. Başarıdan başarıya koştuğumuz bir dönemdi. FKF tabanında bile bize yaklaşanlar ve sempati gösterenler artıyordu.

Bizler böyle güçlü ve güçlenen bir durumdayken, zaferden zafere koşarken, kendimize hayran zafer sarhoşlukları içindeyken, bir gün Mustafa Gürkan, Devrimci Öğrenci Birliği’nin böyle gidemeyeceğini, DÖB’ü dağıtarak FKF’ye kayıtsız yartsız üye olmamızı önerdi.

Ayrıntısını şimdi çok hatırlayamıyorum ama çok sert ve dramatik tartışmalar yaşandı. Başarıdan başarıya koşan, etkisi hızla artan, adeta FKF’yi İstanbul’da silmiş önü açık olan bir örgütün lideri (Deniz o sıralar yine hapisteydi) arkadaşlarına örgütü dağıtalım ve kayıtsız şartsız gidip FKF’ye üye olalım diyordu.

Ve sonunda herkesi ikna etti ve biz kendimizi lağvedip FKF’ye katılma kararı aldık. Bir süre sonra da, kongrede, zaten artık adı değişmiş, DEV-GENÇ’olmuş FKF ve İstanbul örgütü bizlerin kontrolüne geçmişti.

Bu çok önemli bir olaydır. Yükselen bir örgütün, diğer gerileyen ve etkisini giderek kaybeden bir örgüte, kedini dağıtarak ve sıradan üyeler olarak katılma kararı vermesi pek rastlanan bir durum değildir. Ben şahsen hayatımda hiç rastlamadım desem yeridir.

Bu arada yazının başında değindiğimiz konuya, bölünmelerin niçin olduğu sorununa dönersek, şunu belirtmeli ki, demek birleşme veya bölünmelerin karşı tarafı oportunist, revisyonist vs. olarak görmekle veya onlara öyle demekle veya terkedilmesi istenen Marksist polemik diliyle ilgisi yoktur.

Bizler katıldıklarımıza “oportunistler” diyorduk.

Hareket bir yükseliş dönemindeyse, gerileme dönemlerinde kemikleşme yaratabilecek böyle sıfatlar, bir yükseliş döneminde hiçbir engel oluşturmaz güçleri bireştirmek için.

Liderlik demek önceden ve duru görenin bağımsızca aldığı kararı uygulamak için inisiyatif göstermesi ve bu kararı organ kararı haline getirmesi demektir.

Bu olayda Mustafa Gürkn’ın liderliğin bütün bu koşullarını yerine getirdiği görülür.

Bu birleşmeden sonra bizler FKF’ye üye kabul edildik. (Ben bir iki hafta önce Edebiyatlılar Fikir Kulübü’ne üyelik için baş vurmuş ve Fikir Kulübü’nün kongresinde bu isteğim reddedilmişti. Bu sefer hepimiz otomatik olarak bulunduğumuz fakültelerin fikir kulüplerine üye olmuştuk.)

Bu birleşmenin ürünü olarak FKF’nin Dev-Genç’e dönüşmesi, Dev-Genç’in gerçek büyümesi ve tüm Türkiye safına yayılması başladı.

Şimdi bu birleşmeyi Mustafa Gürkan’ın kendisinden okuyalım.

Sizlere 68’li yıllarda İstanbul İlerici-Devrimci gençlik hareketi ve kitlesi hakkında görüşlerimizi sunacağım. 68’lerde kendilerini sosyalist olarak tanımlayan üniversiteli gençlerin iki örgütü vardı. Kuruluş tarihleri sırasıyla; Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve “Devrimci Öğrenci birliği” (DÖB)

Gençlik Kitlesi açısından FKF daha yaygın, DÖB ise gençlik kitlesi ve kamuoyunda daha etkin örgüttüler. Nedenlerine ve sonuçlarına burada girmiyorum. Yeri de değil…İdeolojik tutumları itibarıyla FKF “Sosyalist Devrim” şiarını benimsiyor ve “Sosyalist Türkiye” sloganını kullanıyor, DÖB ise “Milli Demokratik Devrim” (MDD) diyor ve “Bağımsız Türkiye” sloganını kullanıyordu…FKF yöneticileri TİP’deki Boran-Aren ekibine ve Doğan Özgüdenin yönettiği ANT dergisine... DÖB yönetici ve üyeleri ise Mihri Belli, Kıvılcımlı ve Türk solu Dergisi ile D.Avcıoğlu-İ. Selçuk yönetimindeki Yön ve Devrim gazetesine daha yakındılar. Hepsini saygı ve sevgi ile anıyoruz. (Geçerken bir Anekdot; Hikmet Kıvılcımlı TİP üyesi olurken Kıvılcımlı’yı tanıtan ve “kefil üye” olarak 19 yaşındaki TİP Üsküdar İlçe Sekreteri Deniz Gezmişin imzası olduğunu hatırlatıyorum.)

Geçen sürede FKF içinde ki MDD görüşlerini savunanlar etkili olmaya başlamışlardı. Bu durum DÖB ile FKF’nin daha sıcak ilişkiler kurmasına yol açtı. DÖB’lüler bir şeyin daha yaşamsal öneminin, yakıcı biçimde farkındaydılar. BİRLİK... İlerici-Devrimci Gençliğin Birliği… Ve iki ayrı örgütte kümelenmenin, birliğe engel, en azından geciktirici etki yaptığının DÖB’ün etkin kadrolarına göre FKF ile birleşmeliydik. Bu isteğe FKF’den gelecek itirazları etkisiz hale getirmek için de “kayıtsız şartsız FKF’ye katılma kararı” almalıydık. Oldukça sert ve fakat dramatik bir görüşme sonucu bu kararı aldık.

Klodfarer’deki FKF İstanbul Sekreterliğine gittik ve kararımızı bildirdik. Sağolsunlar FKF’li arkadaşların büyük çoğunluğu çok sevindiler. Sonra hepimiz T.D.G. Dernekleri Federasyonunu oluşturan çeşitli Fikir Kulüplerine başvurarak üye olduk. Bu stratejik yaklaşımı ilk ortaya atan kişi olmakla hep övünmüşümdür.” (7.11.2018, ABC Kritik | Av. Mustafa İlker Gürkan | Deniz Gezmiş belgeseli ve 68 KuşağıEski Haberler - ABC Gazetesi)

Yine aynı yazıda şunları diyer:
FKF-DÖB birleşmesi tarihimizde çok değerli bir emsaldir. Bu birleşme yöntemi tarihi bir değere sahiptir ve emsalsizdir. Sol harekette benzeri bir birleşme hiç olmamıştır ve olmamaktadır da. Bir tarafta kendinden ve iddialarından emin bir grup genç, yani DÖB’lüler ve diğer tarafta örgütlerine dinamizm ve etkinlik kazandırmak isteyen üniversite çevrelerinde oldukça yaygın örgütlenmiş bir gençlik gurubu yani FKF’liler. Ortak akıl bunların birleşmesi gerektiğini söylüyor ama “armudun sapı-üzümün çöpü” benzeri kaygılar. Son derece doğru bu düşüncenin “tasarıdan eyleme” dönüşmesine engel oluyordu. DÖB’ün “kitlesellik” ve “etkili hareket” amacı, “yaygınlaşmak gereğiyle” birleşince bu defa “DÖB’ün örgütsel özverisinden Birlik, yani kuvvet doğdu ve kuvvetin harekete geçmesi de Türkiye tarihine emsalsiz bir örnek sundu.

Mesele sizin öznel konumuz ve niyetlerinizde değildir. Mesele; Sizinle aynı genel ve temel amaçlara yönelik olduğunu söyleyenlerle birlik olabilmek için öznel iddialarınızdan fedakarlık yapmaktır. Bir anlamda “kendinizi örgütünüzü feda etmeyi göze almaktır”. Birlik, sosyo politik yaşamda; bir siyasal hareket için böylesine başat bir ilkedir. Mutlak Özveri gerektirir.

*

Mustafa Gürkan’ın sonra birçok yanlışları olabilir ve çoktur da. Ama kanımca, sadece bu birleşmedeki kritik önemi bile diğer bütün günahlarını unutturacak değerdedir.

Bu birleşmede DÖB’ün kendini fesh edip koşulsuz sıradan üye olmasında Mustafa Gürkan’ın kritik rolü, pek bilinmemekte ve bilenler de anmamaktadır.

Çünkü bugünlerin ideolojik atmosferi ve geçmişin tarihini yazanların bugünkü konumları bu gibi olguları unutmayı ya da görmezden gelmeyi gerektirmektedir.

İşin kolayı vardır. “MDD milliyetçidir, darbecidir. Bugünkü ulusalcılığın kökeninde MDD vardır” gibi, klişeler tekrarlanmaktadır. İşin kötüsü bizzat Gürkan’ın da geçmişi kendi penceresinden anlatıp herkesi kendisi gibi göstermesi de bunu beslemekte, karşı taraftakiler de bunda kendilerinin doğrulandığını görüp üzerine atlamaktadırlar.

Bir örnek:
Bize cuntacı derlerdi; cuntacılıkla yani askeri bir darbeden yana olmakla suçlarlardı. Biz de itiraz ederdik. Hiç tereddütsüz söylüyorum gönlümüzde öyle bir aslan yatıyordu. Yatmıyordu diyenlerin alayı da yalan söylüyor. Yok, işçi sınıfı, halk demokrasi falan derlerse, parmak sallarım. Bu ülkenin kaderi değişsin be birader. Yollarında paldır küldür hurda kamyonlar yerine büyük treylerler yürüsün, fabrika

bacalarından duman çıksın, insanlar sokaklarda gülerek gezsinler...” (190)

Gürkan kendi yaklaşımını tüm DÖB’lülere ve Dev-Genç’lilere yayıyor. Gürkan DÖB ve Dev-Genç’in ortalamasının dışındaydı.

Öncelikle bir Marksist değildi.

Marks bizzat, kendisinin esas katkısının, sınıf mücadelesi ve sınıfların varlığı olmadığını, sınıfsız bir topluma gidişte işçi sınıfının var olan burjuva devletini kullanamayacağını ve bunu parçalayıp insanların üzerinde yükselmeyecek, bağımsızlaşamayacak, basit, ucuz bir mekanizma ile olabilceğini söyler. Proletarya Diktatörlüğü denen de bunun kısa ve o zamanın Fransız Devrimi’nden ilham alan terminolojisiyle ifadesidir.

(Ayrıca Kıvılcımlı bunu, Şark Devletiinin ve devletçiliğinin demokrasinin bile aracı olamayacağı şeklinde geliştirmiştir ve programlaştırmıştır.)

Gürkan ise, içinden geldiği gelenek gibi hiç böyle bir yaklaşım ve problematiğe sahip değildi. Aksine o Türk Devletini bir müttefik gibi görüyordu. Bir Marksist için “kendi” devletine düşman olmak temeldir. Gürkan’da böyle bir yaklaşım yoktu. Formasyonu buna el vermiyordu. Elbette kimse Marksist doğmuz, mücadele içinde değişir. Ama o zamanın dünyasında kendi pozisyonu onu n için doyurucu olabiliyordu.

Bizler için taktik bir ittifak ve geçilmesi zorunlu bir aşama, onun için nihai hedefin kendisiydi.

Bu nedenle sonraki evrimi kimseyi şaşırtmamalıdır. Elbette o zamanlar bu fark böylesine kalın çizgilerle belirmiyordu. Ama her mücadelede olur bu. Farklı gerekçelerle benzer pozisyonlarda bulunanlar arasında gerçek ve derindeki ayrılıklar o günün sorunları içinde ikinci planda kalır ve flulaşırlar.

Öte yandan yine Dev-Genç ve DÖB için, özellikle de bu ikiliden Deniz Marksizm-Leninizm  ve Kürt sorunu hayati önemdeydi.

Bunu zaten son sözlerinde de ifade etmiştir.

*

O günün dünyasını ve koşulları içinde bu tavırları değerlendirmek gerekir.

Örneğin, Soğuk Savaş vardı ve dünya her an bir atom savaşına gidebilirdi. O dünyada, örneğin diyelim ki, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibilerin, programını gerçekleştirecek, NATO'dan çıkacak ve Amerikan Üslerini kapatacak bir darbe bile dünya dengelerini alt üst eder, dünyayı bir atom savaşı tehlikesinden uzaklaştırır, emperyalist ülkelerin provakasyonlarını ciddi biçimde geriletici bir işlev görebilirdi. Ve o sırada ABD ve NATO için esas tehlike buralardaydı. Sonraki 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bu tehlikeyi uzaklaştırma operasyonuydu bir yanıyla.

Ama o günün koşullarında doğru olan ve olabilecek bu tutumu, devlet sınıflarının demokrasi mücadelesine karşı kullanmasının aracı olarak kullandığı bugüne taşımak oralarda takılıp kalmaktır.

68’li olup da ulusalcı olanların ve de Gürkan’ın başına gelen budur.

Ne değişen dünyayı anlamayı ne de o dunyayı ele alacak kavramsal araçlarını geliştirmemişlerdir.

Elbette 68’lilerin çoğunun memur çocuğu olması, “Devlet Sınıfları” ile bağı bunun sosyolojik temelini de oluşturmaktadır.

*

Bugün bulunduğumuz yerden baktığımızda ne görüyoruz.

DÖB’ün birbirini tamamlayan ama farklı arka planları olan bu iki önderinin bugünkü durumlarına bakalım.

Deniz, asılırken, bir vasiyet gibi, Marksizm-Leninizm demiş, Kürtlerin adını haykırmış. Özel Savaş Dairesi ve Genelkurmay’ın bütün unutturma, zararsızlaştırma, çabalarına rağmen ezilenler için hala bu devlete isyan etmiş bir insan sembolü olmaya devam ediyor. En azından sosyalistler, Kürtler, Aleviler ve diğer ezilenler için bir ikon.

Gürkan’a gelince, cenazesinde bulunanlar, baş sağlığı dileyenler, eski bazı arkadaşları hariç, CHP’liler, Kemalistler, Ulusalcılar, Avukatlar.

Bir zamanlar en yakın arkadaşlarından biri olan Kıyıcı’nın eli bile adını anmaya varmıyor.


Gürkan’ın Profilindeki Pano’da “Balkanlar’da Türk Soykırımının 100. Yılı, Balkan Türklüğünü unutmayalım, Anadolu Türklüğünü savunalım” diyen bir tablo var. Kürtlerin soykırıma uğratıldığı, Anadoludaki Hristiyan nüfusun soykırı ma uğratıldığının yeni yeni öğrenilip tarihe yeni bir ışık altında bir dünyada ve dönemde, Türklerin (Ki Balkanlar’da yenilen ve sürülenler Türkler değil Müslümanlardı. Onlar da çürüyen bir imparatorluğun Hıristiyanlar karşısındaki dayanağı üst statüdekilerdiler) uğradığı soykırımı sorun ediyor.

Arkadaşları ve resimler arasında Deniz Gezmiş’in yanı sıra Deniz Baykal’ın bir resmi var ve altında “Mekanın Cennet Olsun” diyor. Cennetmekan Baykal’ın resminin yanına şunları yazmış Gürkan:

Deniz Baykalın vefatını derin bir üzüntü ile öğrendim. Allah rahmet eylesin. Özellikle Enerji Bakanıyken ve Sonrasında; Ülkemizde Demokrasi için yaptıkları, unutulmayacaktır. Işıklar içinde uyusun. Sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyorum.”

Nereden nereye bir Deniz’den öbür Deniz’e. Deniz Gezmiş ile başlayan bir siyasi mücadele Deniz Baykal’la bitiyor.

*

Ama trajik olan şudur: Gürkan’a göre o hep olduğu yerdedir. Hala sosyalisttir, hala anti emperyalisttir, hala Kürtleri savunmaktadır.

Aslında kendisi hakkındaki bu yargısı çok da yanlış değildir.

Ama bir tek şeyi hesaba katmamaktadır. Ternodinamiğin İkinci Yasası: Entropi.

*

Termodinamiğin ikinci yasası, buharlı makinalar çağında gazların hareketinin incelenmesinden çıkmıştır. 19. Yüzyılın, buharlı makinalar çağının ürünüdür. Sonra daha netleşmiş ve genelleşmiştir.

Kapalı bir sistemde herşey “düzenden” “düzensizliğe” doğru gider diye ifade edilir vulgarlaştırılarak. Düzen ve düzensizlik istatistik ortalamaya ilişkin kavramlardır, günlük kullanımla ilişkisi yoktur. Kırılan bir bardak tekrar kendiliğinden bir araya gelemez. Eskiyen bir eşya kendiliğinden yenileşemez. Bir bardak suya bir damla mürkkep damlatırsanız o dağılır ama hiçbir zaman o dağılmış mürekkep tekrar bir damla olarak bir köşede toplanmaz. Bu olanaksız değildir ama öylesine küçük bir olasılıktır ki hep diğer olasılıklar geçerli olur. Bu entropi zaman okunu belirler. Uzayda her yöne gidilebilir. Ama zamanda geri gidiş yoktur. Bu nedenle zamanı akan bir şey olarak algılarız.

Ama bu kapalı veya izole bir sistemde geçerlidir. Ve Evren bütünüyle kapalı bir sistemdir. Ancak o kapalı sistemin içinde izola olmayan, dışardan enerji alan sistemler olabilir dünya gibi.

Ancak yeryüzündeki yaşam, jeolojik veya güneşten aldığı elektromanyetik enerjiyle açık bir seistemdir, burada bu gidişi durdurup, tersine çevirebilmek mümkündür. Enerji kullanarak bu gidişi yavaşlatmak, durdurmak, hatta belli koşullarda tersine çevirmek mümkündür.

Bunu başaran da canlılardır. Canlılar termodinamiğin akış yönüne direnebilir. Ancak belli bir noktadan sonra gidişi durdurmak için harcayacağı enerji bu gidişi durdurmaya yetmeyince ölüm gelir.

Sadece yaşam değil, bizlerin ürettiği nesneler de öyledir, arabalar, evler, eşyalar sürekli eskir. Düzenden düzensizliğe doğru akışa karşı direnemez. Ancak yeni tamiratlarla, parçaları değiştirerek, bakım yaparak bu gidiş geçici olarak durdurulabilir veya yavaşlatılabilir. Harcanan enerji, yıpranma ve bozulmayı, artık karşılayamacağı noktada bozulur, çöpe atılır, çürür vs..

Termodinemiğin ikinci yayası, entropi nedeniyle yaşamın ne olduğu sorununu ciddi olarak ilk tartışanlar, biyologlar değil, örneğin Erwin Schördinger gibi fizikçiler olmuştur.

Yaşam özünde, termodinamiğin ikinci yasasına geçici de olsa bir direniş veya onu yavaşlatma olarak görülebilir. Hatta canlılar üreme sayesinde buna sürekli direnebilmeyi geliştirmişlerdir denebilir.

Yaşam sürekli enerji alarak, kendini yenileme ve çoğalma olarak tanımlanabilir. Bu sürekli durmaksızın yapılması gereken bir işlemdir. Bu olmadığı an ölüm gelir.

Ancak sadece canlı yaşam ve üreyim böyle değildir. Bir de “toplumsal entropi” diyebileceğimiz fiziksel ve canlılarla ilgili olandan farklı bir entropi daha vardır.

Toplum da üretir. Yani nesneleri, enerji harcayarak, üretim araçları, enerjiyi kullanacak araçlar haline getirir. Bu da üretic güçlerde, yavaş veya hızlı ama sürekli bir değişim demektir. Bu evrimin belki prekapitalist toplumlarda oldukça yavaştı, ama kapitalist toplumda hızlanmıştır ve hızın hızı da sürekli artmaktadır.

O halde, özellikle bu yeryüzünden sömürü ve baskıyı kaldırmak için mücadele eden insanların, sosyalistlerin ve devrimcilerin, özellikle kapitalizm koşullaında, tıpkı bir canlının bir saniye bile durmaksızın sürekli enerji alıp kendini yenilemesi (Metabolizma) ve kendi yapranmamış benzerini oluşturması (üremesi, replikasyon yapması) gibi kendini sürekli yenilemesi gerekir. Ama bu organik değil, bilgi ve yöntemle ilgili, ele gelmez, ağırlığı veya hacmi olmayan bir dağılma ve çürümedir.

Çünkü toplum sürekli değişmektedir. Ama sadece değişen olguları izlemek de yetmez, onları ele alacak kavramsal araçların da sürekli geliştirilmesi gerekir. Toplumda bir devrimcinin, bir sosyalistin yaşamı ancak böyle olabilir. Bu fiziksel alemdeki, biyolojik yaşamdan tamamen farklıdır. Toplumun her şeyi sürekli olarak, toplumsal anlamıyla eskiten evrimine, tıpkı bir canlının kendini yenileyerek fiziksel entropiye direnmeye çabalaması gibi, kendini sürekli olarak yenileyerek,  yani bilgi ve analiz araçlarını genişleterek, ayakta kalma çabası içinde olması gerekir.

Ve Sadece yenilemesi de yetmez, yenileme yöntemlerini ve hızını da yenilemesi gerekir. En küçük bir molayı bile kaldırmaz bu gidiş. Yaşayan bir fosile dönüşmek kaçınılmazdır.

Ne yazık ki, sosyalistlerin ve devrimcilerin ezici çoğunluğu gençliklerindeki görüşlerine takılıp kalıyorlar. Biyolojik olarak entropiye direniş ve hayatiyetlerini sürdürürlerken, sosyolojik olarak çoktan çürümeye başlamış, yaşayan fosillere dönüşmüş veya ölmüş oluşorlar. Beden o ölmüş, durmuş bilgi ve metodun mezarından başka bir işlev görmüyor. Biyolojik olarak henüz termodinemiğin ikinci yayasına direnecek güçleri olsa bile düşüncelerinde ve görüşlerinde çoktan bir çözülüşe ya da fosilleşmeye girip fiilen ölüyorlar.

İşte Mustafa Gürkan’da da görülen budur.

Değişmeme anlamında tutarlıdır. Dünyayı yıllar sonra da aynı şekilde algılama ve aynı şekilde çözümler önermede tutarlıdır.

Ama bu aslında ölümden, taşlaşmadan başka bir anlama gelmemektedir.

Gençliğinde ne diyorsa hala onu demektedir. Ama siz aynı yerde dururken toplum artan bir hızla değişmektedir. Deniz Gezmiş sizden uzaklaşırken, Deniz Baykal size yaklaşmaktadır.

Mustafa Gürkan 70 yaşında bile gençliğinde söylediklerini neredeyse birebir tekrarlıyordu.

Facebook sayfasındaki paylaşımlar, neredeyse kelimesi kelimesine 68’de söylediklerinin bir tekrarıydı.

Onlarcasından sadece biri.

69’da FKF’nin Dev-Genç olduğu kongrede, Doğu bizleri “Kitle Çizgisi” dışına düşmekle, yani anarşizmle suçluyordu.

Bu konu tartışılırken Gürkan da söz almış ve konuşmuştu. Şu satırları okurken aynı konuşmayı neredeyse aynı kelimelerle yaptığı geldi gözümün önüne.

Bu kuşağın baskın niteliklerine gelirsek: Birincisi ‘Kitle Çizgisi’dir.

Kitle çizgisi; Kitlelerle birlikte hareket edebilme duygu ve düşüncesidir. Hala geçerli bir deyişle “kitlelerden bir kol boyu ilerde” olmaktır. Ne; aynı düzeyde kalarak Kitle dalkavukluğu ne de kitlerden kopuk bireysellik-küçük grupçuluk. Aklın ve eylemin kitleleri kavrayacak, tutunacak “Bir kol boyu” bu nedenle kullanılan bir benzetmedir.

Kürsüde neredeyse aynı konuşmayı yaparken, kolunu uzatıyordu.

*

1968-69 yıllarından sonra ben önce Filistin’e gittiğim, sonra da işçi hareketinde yoğunlaştığım için, DÖB’lü arkadaşlarımla ilişkim iyice azalmıştı. Ama örneğin Filistin’den geldiğimde, Gürkan, “Dev-Genç Bölge Yürütmedesin, gel görevinin başına geç istersen” dedi. Ama ben, giderken Dev-Genç zarar görmesin diye istifa etmiştim, ayrıca öğrencilerden bir şey çıkmaz, diyerek teklifi geri çevirmiştim

Sonra 74’te hapisteyken, Gürkan da galiba Proleter’i çıkarırken tesadüfen Aydınlıkçıların bürosuna uğradığı bir sırada polis baskınında alınmış ve onlarla birlikte bir süre Toptaşı cezaevinde yatmıştık.

Mihri belli ile birlikteydi. Mihri Belli ziyaretine gelmiş, sohbet etmiştik. Galiba o sırada ya da sonra Proleter diye bir yayın çıkarıyordu. Bu isimli bir yayınla Gürkan’ı bir arada duyunca, işin doğrusu şaşırmış ve olumlu gelişme diye sevinmiştim.

O zamanlar Gürkan herhalde bulunabileceği en sol noktada bulunuyordu. Türkiye müthiş bir kitle politizasyonu ve radikalleşmesinin eşiğinde idi.


Uzun hapislik ve Sürgün yıllarında hiçbir ilişkim olmadı. Eski arkadaşlarımı hep uzaktan izlemeye çalıştım.

Yıllar sonra sadece bir kere, galiba bir ara esnaflık yaparken, bir gazetede, sadece çocuklarım ve futbolla ilgilneniyorum gibi sözler okuduğumu hayal meyal hatırladığım bir söyleşisini okumuştum sanırsam. Hayal kırıklıkları yaşamış ve politik mücadeleden uzaklaşmış olduğunu düşünmüş ve içim acımıştı.

Daha sonra CHP’li ve Baykalcı olduğun duymuştum.

*

Yıllar sonra 2008’di sanırsam Zihni ve Şermin Çetiner’in evinde buluştuk. Gürkan da eşi Bedriye ile geldi.

Buluştuğumuzda ben “bugün karşı saflarda bulunuyoruz, istersen hiç politikaya girmeyelim. Eski arkadaşlar olarak sohbet edelim” gibi bir şeyler söylediğimde, “yok girelim. Ben seni izliyorum. Tartışalım. Biz de Kürtleri destekliyoruz” anlamında bir şeyler söylemişti.

Başka konular, günlük sorunlar konuşmaları alıp gittiğinden pek politik sorunlara giremedik ama “biz de Kürüleri destekliyoruz deyince, “Hem Baykal hem de Kürtleri desteklemek nasıl oluyor” dediğimde. O bildiğin gibi değil demiş ama konuşmalar onların günlük gailelerine yöneldiğinden sözün gerisi gelmemişti.

Aslında samimiydi de, Kürtleri nasıl “desteklediğini” kendisinden alıntılarla görelim.

Örneğin Sokak Güzedir’deki söyleşinin sonunda özellikle şunları ekliyor:
Hüseyin İnanların Diyarbakır'da tutuklanmaları üzerine "Türkler ve Kürtler Kardeştir" diye yazdığım bir yazıdan ötürü "Kürtçülük propagandası" yapmaktan

eski TCK 142/5'ten tutuklandım

Bir zamanlar Kürt demenin suç olduğu zamanlarda belki anlaşılabilir bu “kardeşlik” çoktan Türklerin egemen ve ezen olduğunu gizlemenin ve gözder kaçırmanın aracı olmuştur. Bunun belli ki farkında bile değildi.

Şu satırlar yine aynı söyleşiden:
Bir başka husus; çok açık söylüyorum bugün Türk ulusunun Kürt unsuru ağır baskı altındadır. Ben Türküyle, Kürtüyle, Abhazı, Çerkeziyle bütün yurttaşlarımızın ulusal adı olarak "Türk" adını kullanıyorum. Kim Kürtlere baskı yapıyor? Nasıl yapıyor? Kendilerine milliyetçi diyenler yapıyor, devlet eliyle onu kullanarak yapıyorlar. Başta ABD olmak üzere emperyalizmle özellikle gizli servislerle de en yakın ilişki içinde olanlarda onlar. Bunlar kimi zaman milliyetçi kimi zaman liberal-demokrat, kimi zaman Müslümancı, kimi zaman Atatürkçüdür. Bu sıfatlarının hepsi tırnak içindedir. Ama bir sıfatları onların asıl kimliğidir: Amerikancı. Amerikancılar ABD'nin emir ve talimatıyla Türke Kürtü kırdırmaya çalışıyor. Ilhan Ağabey (Selçuk) ulusal birliğimizin başlıca düşmanının dinciler olduğunu söyler. Doğru ama yeterli değil. Ulusal birliğimizin başlıca bir başka düşmanı da soy esasına dayanan milliyetçilik anlayışıdır. Etnik milliyetçiliği anlamıyorum. Aklım almıyor, hayretler içinde kalıyorum. Beynimin trafoları patlıyor. Tarsuslu Paulus... St. Paulus. Kimin bu adam? Anadolu'dan Tarsus'tan. Yani benim yurttaşım. Benim atam sayılmayacak mı? Paulus'u reddedip de hangi coğrafyaya vereceğiz? Miletoslu Thales, Halikarnaslı Heredot. Hepsi Anadolu'dan. Bu büyük tarihsel birikimin mirasçısı kim? Biziz. Bununla övünmeliyiz.

Fazla söze gerek var mı? “Türk ulusunun Kürt unsuru” sözleri bile sorunu nasıl ele aldığını gösterir. “Millet Devletin bir unsurudur” diyen Genelkurmay tanımı gibi.

Bu “devlet kürtçülüğü”nden, Özelsavaş kürtçülüğünden başka nedir ki?

Ama en kötüsü de şu:

Bir soru, Cevat   MİT Müsteşar Yardımcılığından emekli, bugün neler diyor? Biz 1990'larda konuştuğumuzda "Üç-beş eşkıya demeyin, bu ciddi bir hareket" dediğimde, bana gülüyordu. Dörtbeş sene sonra yine konuştuk-Cevat Ağabey ile sohbeti karşılıklı olarak severiz-aynı şeyleri daha şiddetle söylüyor, "Kürt sorunu diye bir sorun yoktur" gibisinden laflar ediyordu. Şimdi Türk-Kürt kardeşliği

hareketine bayrak olmak istiyor.

Hasılı sadece devlet kürtçülüğü yapmıyor, aynı zamanda Devlet’e akıl da veriyor. Çünkü 90’larda, yani Gürkan’ın Cevat Öneş’e,  Cevat ağabey”ine, “bu ciddi bir hareket” diyerek akıl verdiği zamanlar, Cevat Öneş MİT’te görevinin başında.

Kıyıcı da anlaşılan boşuna “anlaşılan cuntacıymışız da haberimiz yokmuş” diye boşuna tepki vermiyor.

Ve şimdi Gürkan’ın adını bile niye anmak istememesi haklı değil mi?

*

Ama hayal kırıklıkları beklentiler ölçüsünde büyük olur.

Kıyıcı ve Gürkan, bir zamanlar Mihri Belli’nin yanında birlikteydiler.

Mihri, Gürkan’ın Sosyalizme yaklaşabileceği sınırın azamisiydi.

Kıyıcı için ise, bir sosyalist olarak, müttefik görülen kesimlere yaklaşabileceği yerin azamisiydi.

Hareket yenilip de gerileme başlayınca, Kıyıcı aynı yerde kalsa bile Gürkan geldiği mevzilere, hatta daha gerisine çekildi.

Bütün bunlar Mustafa Gürkan’ın hiçbir zaman Marksist olmadığını, Marksizmin özünü zerrece kavramadığını ve hep sosyalist hareketle ilişkiye geçtiği zamanların, onunla birlikte yürüdüğü zamanların, onun kavrayışını zerrece değiştirmediğini gösteriyor.

*

Ama Gürkan kendi öznel değerlendirmeleriyle hala sosyalist olduğunu samimiyetle düşünüyordu.

Vefatındarn birkaç ay önce yaptığı paylaşımda şunları yazmış (4 Kasım 2023):

Türkiyenin aktüel-politik gündemi CHP kurultayı…CHP’nin sorunu nedir?..

 Sorun; CHP’nin değil Türkiyenin sorunudur. CHP’nin solunda güçlü bir sosyalist seçenek maalesef oluşturulamamıştır. Sosyalist harekete şöyle bir kuşbakışı bakarsanız; çok parçalı, her bir parçası diğeri ile çekişen bir “Hareket” görüyorsunuz…

 Güçlü bir sosyalist seçenek üretemeyen, üstelik parçalanmış sosyalist siyasal hareket, doğal olarak, toplumu etkileyemez, etkileyememiştir.  Tarih bize öğretiyor ki; Sosyo politik yaşamın ilerlemesinin lokomotifi, modern zamanlarda, daima, birlik halinde, toplumun hücrelerine kadar nüfuz etmiş “sosyalist güçler” olmuştur.

 Sorun yalnızca sosyal demokrasinin stratejisinin, taktiklerinin, önderlerinin/önderliğinin doğru bir hattı izliyor olması değildir. Sorun Sosyalist hareketin parçalanmış ve çekişme içinde debelenip durmasıdır.

CHP'nin solu dağınık ve güçsüz kaldıkça, sosyal demokrat nitelikte bir partin sağ'a kayması kaçınılmazdır.

 Mesele “sosyalist harekettedir.”…. Sosyalistler birlik olmadan ve bu birlik doğru bir rota ortaya koymadan, toplumsal ilerleme ancak bir özlem, bir hayal olarak kalır. İçinde bulunduğumuz koşullarda ilerlemenin ilk ve temel adımı, sosyalist hareketin tarihsel gelişmeye ağırlığını koyması, Bağımsızlık ve Demokrasi mücadelesinde önderliği “feth etmesidir”

Ve bu satırları yazan Gürkan, Sosyalist bir örgüt ya da hareketin içinde değil, CHP’nin en devletçi, en karanlık ve kritik işlerin adamı, iyi saate olsunlarla en içli dışlı kanadından bir Baykalcı.

Yani sözün özü, CHP’nin sağa kaymasını engelemek için güçlü bir sosyalist hareket lazım.

Tıpkı Devlet kürtçülüğü gibi devlet sosyalistiliği

Türk Devletini modernleştirmek, güçlendirmek için kürtçülük ve sosyalistlik gerekir demeye geliyor o sözlerin cilası kazınınca.

*

Ama bütün bu nesnel olarak artık karşı devrimci ve devletçi konumuna rağmen, öznel olarak hala sosyalist olduğuna “büyük insanlık” için savaştığına inanan ve bunun için dostluk elini uzatan eski bir arkadaş.

Tüm yazılarımı Gürkan’a da yollamaya çalışıyordum. Sonra birine şöyle bir yankı verdi.

Gürkan’ın bir yazım üzerine maili:

29 Ağu 2015 Cmt 19:40

Sevgili Kardeşim, yazıların bana ulaşıyor.. Gerçekten "bu işlere" kafa yoruyor olman ve bunları da ifade etmen çok olumlu.. Önemli olan yüreğindeki ateşin sönmemiş olmasıdır. Farklı düşünüyor olabiliriz ama "büyük insanlık" yönünde "istikametimizi" koruyor olmak çok değerlidir.. Saygı ve Sevgilerimle..”

Benim Cevabım:
29 Ağu 2015 Cmt 22:05

Merhaba Gürkan,

Senden haber almak güzel bir şey. Nasılsın? Bir ara rahatsız olduğunu duymuştum ama duyduğumda epey geçmişti, o ara ben de dışarıya gittiğimden arayıp en azından bir geçmiş olsun diyemedim. Kusura bakma. Modern hayat böyle insanı alıp götürüyor.

Umarım şimdi sağlığın iyidir.

Bizim eski arkadaşlardan hemen hiç kimseyi göremiyorum. Sadece bu yaz bir kere Eyüp Baba’yı gördüm, bazen da Selma’ya yolda rastlıyorum ayaküstü kısa sohbetler ediyoruz.

Aslında ne kadar isterdim bu yaşta yalnız olmayıp en azından benzer görüşlerde insanlar olarak bir arada olmayı.

Artık bizleri hiç tanımayan ve ön yargılarla dolu yeni kuşaklara bir şeyler aktarmaya çalışıyorum. Bu da çok yorucu oluyor tabii. Ayrıca artık yaşlandık. Hemen yoruluyorum.

Bedriye de iyidir umarım. Kendisine selamlarımı ilet.

Kendine iyi bak.

Selam ve sevgilerimle

Demir

Gürkan’ın cevabı
29 Ağu 2015 Cmt 22:22

Sevgili ve çok değerli kadim arkadaşım, cevabını aldım.. Sağol.. Denizlide baro başkanları toplantısından dönerken Baro Minübüs'ünün arakasında uyuyordum..Şoför hatası.. Araç takla atmaya başlamış.. Ben önce aracın içinde sağa sola savrulmuşum, sonra yan camdan dışarı çıkmışım ve ileride yamaçta bir kayanın dibine yuvarlanmışım.. Minübüsde gelmiş benim üstüme devrilmiş..Başım kayanın dibinde olduğu için kafam ezilmemiş.. Ama her tarafım kırılmış, çiğerlerim ezilmiş, mesanem ezilmiş göğüs kafesim tamamen kırılmış kalça kemiklerim kırılmış.. neyse uzatmayayım 21 gün'ü damardan suni bakım ve solunum cihazını bağlı 77 gün komada kalmışım.. Sonra..( 9 saat süren ) Ameliyatımı yapan Doçent  İkibuçuk yılda ancak kendini toplarsın dedi.. Öğrendi ki şeker hastasıyım.. "biraz daha sürebilir" dedi..Ve o'nun açıklamasına göre  "sigara içmiyor olmam" mucizevi biçimde iyileşmemi sağlamış... Henüz 1,5 yıldan 14 gün fazla oldu.. Bunu da aşarız be Demir..Yaşlanmış olmak yaşamın kaçınılmaz bir sonucu.. Ama yaşamın her evresinden maksimum yararlanmak, zevk almak.. Hani Doktor (Hikmet Kıvılcımlı) söylerdi ; "işkencedeyken bile haklı bir davayı savunma gururunu mutluluğunu yaşamak"... Çektiğimiz sıkıntılar,yokluklar, acılar hep böyle diye düşünmeliyiz.. Biliyorum "Tarihi, sosyal, ekonomik şartların/ zaruri neticesi bu/ deme bilirim/ o dediğinin nesnenin önünde kafamla eğilirim.../ Ama bu yürek o dilden anlamaz pek.." diyorsun.. Ben de seni gözlerinden öperim sevgili kardeşim...”

Benim Cevabım:

30 Ağu 2015 Paz 08:06

“Selam Gürkan,

Böyle ağır bir durum olduğunu gerçekten bilmiyordum. Çok geçmiş olsun. Mucize gibi bir şey yaşıyor olman.

Ama bunu atlatacağına inanıyorum. Çünkü senin bünyen kuvvetlidir. Tabii en önemlisi moral. Moral iyi oldu mu vücudu çok etkiliyor.

Ben hep moralim bozuk olduğu zamanlarda büyük hastalıklar geçirdim.

En kısa zamanda toplarlayacağına inanıyorum.

Şimdi nerelerdesin. Bodrum mu, Muğla mı? Ev mi Hastane mi? Bakanın var mı?

Olur da yolum oralara düşerse ziyaret etmek isterim.

Kendine iyi bak.

Dostlukla

Demir”

Gürkan’ın maili:

30 Ağu 2015 Paz 18:04

Sevgili Kardeşim, Cevabın için Sağol.. Ben Bodrumdayım.. Büyük Kızım ve Küçük oğlum da Bodrumdalar.. Bedriye de var ama biliyorsun o görmüyor. artık tamamen görmez oldu.. Gelirsen Zihniyle haberleşiriz.. Sevgilerimle canım arkadaşım..

Son mektup bu olmuş.

Şimdi okuyunca Gürkan’ın bana daha sıcak ve sevgi dolu sözlerle hitap ettiğini, benim ise aynı sıcaklıkla cevap vermediğimi fark ettim.

Duygularımı dışıma yansıtamam.

Ama şu an çok üzgünüm Gürkan’a aynı sıcaklıkta sözler edemediğim için.

Güle güle kadim arkadaşım.

Seni yine senin sözlerinle uğurlayayım. Yakında buluşmak üzere:

Önemli olan yüreğindeki ateşin sönmemiş olmasıdır. Farklı düşünüyor olabiliriz ama "büyük insanlık" yönünde "istikametimizi" koruyor olmak çok değerlidir..

13 Mart 2024 Çarşamba

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com


 

Hiç yorum yok: