Birkaç gün önce, İsmet Demir’in
ölüm yıldönümüydü. Aslında anmaları pek sevmem ve özel bir durum yoksa da
gitmemeye çalışırım. Anmak gerekiyorsa bunu kendi meşrebimce yapmaya; anmayı
bir teorik veya politik çalışmanın bir vesilesi olarak değerlendirmeye
çalışırım. Ama anmanın kendisini bir politik eylem olarak gören anmalardan uzak
durmaya çalışırım, her zaman bunu başaramasam da.
Yine öyle, İsmet Demir’in ölümünü
vesile bilerek İsmet Demir üzerine bir yazı yazıp, yazı içinde, epeydir üzerine
düşündüğüm bir konuda yazmayı; işçi sınıfının en alt kesimlerinin mücadelelerinin
görünmez ve bilinmeyen sürekliliğe de dikkati çekmeyi düşünüyordum.
Bu bağlamda, neredeyse yarım yüzyıl
boyunca, 1960’lara kadar TKP’nin tabanını oluşturan Çingene veya Roman işçiler
ve yine bu bağlamda Hikmet Kıvılcımlı; sonra 1950-60’ların Şantiyecileri (ki
çoğu Alevi ve Kürt’tü) ve bu bağlamda İsmet Demir ve nihayet bugünün Geri
Dönüşüm İşçileri ve bu bağlamda da Mendillioğlu’na doğru; belki kendilerinin
bile bilmediği ve farkına varmadığı görünmez bir çizginin; bir “ruh yakınlığı”nın
varlığına dikkati çekmek istiyordum.
Ama 7 Haziran seçimleri; HDP’nin
barajı aşmasının ülkenin ve insanların kaderinde oynayacağı korkunç büyük rol;
bu nedenle de tüm enerjiyi ve dikkati buna yöneltme gereği nedeniyle
yazamamıştım bir türlü. Bir de araya üzerinden atlanamayacak, bize Marksizm
üzerine yer vermeyenlerin yaptığı Marksizm Sempozyumu gibi konular girmişti. Bu
nedenlerle zaman ve enerji bulamamıştım.
*
Dün bir yakınım, Facebook’ta
özelden bir link (köprü) paylaştı. Köprü’den geçince (linki tıklayınca),
Birikim’in sayfasında Tanıl Bora’nın “Yalınayak İsmet”
isimli yazısıyla karşılaştım.
Bu nasıl bir sürprizdi böyle?
Daha yazıyı okumadan bile çok
sevindim. Tanıl Bora Alman ekolündendir. Uzun yıllar Almanya’da sürgün olarak
yaşadığımdan olsa gerek, körle yatan şaşı kalkar hesabından bize de biraz
bulaşmış olmalı ki, Tanıl Bora’yı okurken, bildiği bir şehrin sokaklarında,
yeni şeyler görmeye çıkmış bir insan gibi rahat hissederim kendimi. Sağlam bir
mantık, kurgu, olgular ve kaynaklar ve her şeyden önemlisi, şöyle temelden bir
gidiş. Böylesine yazıları bulmak öylesine zordur ki bu memlekette. Yazılar
mantık hatalarıyla doludur. Kategoriler birbirine karıştırılır vs..
Doğrusu, Tanıl Bora’nın İsmet Demir
üzerine yazması, hatta İsmet Demir’i bilmesi bile çok güzel bir sürprizdi. Daha
yazıyı okumadan sırtımdan bir yükün kalktığı duygusu kapladı içimi, artık
kafamdaki yazıyı seneye veya başka bir vesileyle yazarım diye aklımdan geçirdim.
Ama sürpriz burada da bitmiyordu.
Tanıl Bora da, başka bir bağlamda da olsa, benim dikkati çekmeyi düşündüğüm
zincirin son iki halkasına, Geri Dönüşüm İşçileri ve Mendillioğlu’na dikkati
çekiyor; bir sürekliliğin izini sürüyordu. Bu kadar olurdu. Demek aklın yolu
birdi.
Bu nedenle Tanıl Bora’nın yazısını
aşağıya olduğu gibi aktarıyorum.
*
Tabii ölmüşleri anmaya gelene helva
verilir veya bir şeyler ikram edilir. Bu vesileyle, İsmet Demir’in Grevler ve
Direnişler Üzerine Anılar Deneyler adlı kitabının birinci ve üçüncü basılmış
versiyonlarının resimli orijinallerini ve son baskıya alınamamış, Ertuğrul Kürkçü,
Kıyıcı gibi Dev-Gençli arkadaşların anılarıyla da zenginleştirilmiş ama az yer
kaplasın diye resimleri çıkarılmış versiyonlarını ve İsmet Demir üzerine
yazdığım yazıların derlemesini PDF dosyası olarak; ayrıca bunların birer
e-kitap okuyucuda okumaya uygun e-pub versiyonlarını da internete yükleyip
paylaşalım dedik. Bizim “helva”mız veya “lokma”mız da böyle. Dijital çağda
böyle olur “helva”lar. “Helva”yı veya “lokma”yı buradan indirebilirsiniz:
Şaka bir yana, birkaç yıl sonra
artık evlerde kitaplıklar kalmayacak diyebiliriz. Bizim gibi kuşaklarda kalsa
bile, artık insanlar tablet veya e-kitap okuyucusunda taşıyacak binlerce kitabı
ve oradan okuyacak.
Bu nedenle, bu vesileyle özellikle Marksistleri,
sosyalist ve anarşistleri vs. kitaplarını dijitalize edip, internete koyup, karşılıksız
olarak herkesin kullanımına ve indirmesine amade kılmaya çağırmak istiyorum.
İsmet Demir’in külliyatı da bunun
nasıl yapılabileceğine dair bir örnek ve davet oluştursun.
*
Yeni kuşaklar İsmet Demir’e bu ilgi
nereden geliyor, onu nereden tanıyorsun diye sorabilir. Bir Devrimci’nin Teorik ve Politik Otobiyografisi adlı kitabımızda
(Tıklayarak indirebilirsiniz: Bir
Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi) şöyle anlatıyorduk:
“Üniversite öğreniminde, gerçekten
öğrenilebilecek en önemli dersi öğrenmiştim: ancak sosyolojiyle savaşarak ve sosyolog olmayarak gerçek bir sosyolog
olunabileceği.
Daha sonraki yıllarda, Hikmet
Kıvılcımlı’nın “Metafizik Sosyoloji
Eleştirileri” kitabını okuduğumda; onun da, sosyoloji ve Marksizm konusunda
bu kendi ulaştığım sonuçları destekleyen aynı özde görüşleri yazdığını gördüğümde,
düşüncemin doğruluğuna olan güvenimin de pekiştiğini hatırlıyorum.
Bu gün de bu sonuçların alfabetik
doğrular olduğunu düşünüyorum. Sosyal bilimler alanında okuyan ve çalışanlara
karşı, şimdi bile, son derece sağlıklı olduğuna inandığım bir kuşku ile
yaklaşırım. Cellâtlar her zaman rahiplerle birlikte olurlar. Devletin şiddet
araçlarını modern toplumun cellâtları olarak tanımlarsak, sosyologlar ve sosyal
bilimciler de modern toplumun rahipleridirler.
Böylece, sosyoloji eğitimiyle ve
üniversiteyle, ne sosyalizm ne de yaşamım açısından hiçbir ilişkim kalmamış
bulunuyordu. Üniversiteyi ve Sosyolojiyi bitirmem için bir yıl yetmişti. Bundan
sonra üniversite benim için sadece, ilgimi çeken kimi dersleri izlemenin, sosyal mücadelenin ve askerliği tecil etmenin
bir alanı ve aracı olacaktı.
*
Ama sosyolojiyi (Marksizm’i) nerede
nasıl öğrenebilirdim? Sosyal mücadeleye daha da aktif ve verimli olarak nerede
nasıl katılacaktım?
Türkiye
İşçi Partisi (TİP) ya da Fikir
Kulüpleri Federasyonu (FKF) artık ne teori ne de sosyal pratikte
aradıklarımı sunmuyordu? Tam anlamıyla bir boşluktaydım. Nereye hangi
organizasyona gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum.
1968 yılında, çalıştığım
muhasebecinin yanındaki işten ayrıldığım bir yaz sonu gününde, sıkıntımı atmak
için gittiğim Çınaraltı’nda İzmir’li
hemşehrim olan Boyboy Mustafa (Karşılayan) aracılığıyla Deniz Gezmiş ve diğer
arkadaşlarla tanıştım ve aynı gün tanışmamızdan az sonra, “Samsun’dan Ankara’ya yürüyeceğiz, gelir misin?” dediler. “Gelirim” dedim. Yapacak hiçbir işim, hiç
bir bağlantım ve geleceğe ilişkin somut hiçbir planım bulunmuyordu. Belki
aradığımı bu grup arasında bulabilirdim. Onları epeydir uzaktan izliyor tanışmak için can atıyordum.
İstanbul’daki öğrenci hareketinin
öne çıkardığı ve çıkaracağı; sonraki gelişmelere damgasını vuracak, çoğu Devrimci Hukuklular Birliği’ni kurmuş
şimdi de Devrimci Öğrenci Birliği’ni
kuracak gruba rastladığımı hayal bile edemezdim.
1968-69 yılını İstanbul’da Deniz
Gezmiş’in lideri olduğu Devrimci Öğrenci
Birliği’nin (DÖB) topu topu 15-20 kişiyi geçmeyen militan çekirdek
kadrosunun bir üyesi olarak geçirdim.
Bu dönem bütün hayatımın en zengin; en güzel, en yoğun dönemi
oldu. Bu dönemde en önemli, siyasi, örgütsel deneyleri edindim. Tarihte yirmi
yılların yirmi günde, yirmi günlerin de yirmi yılda geçtiği dönemler vardır.
Yirmi yılın yirmi günde geçtiği dönemlerden birini, hem de onun tam merkez
üslerinden birinde yaşayacaktım. Daha sonraki hayatımda edindiğim tüm deneyler,
tüm güzel anların toplamı o dönemin kenarına bile varamaz.
*
“Felaketler asla yalnız gelmez” diye bir söz vardır, şanslı
rastlantılar da. Bunu iki büyük şans daha izledi. Tabii bunların nasıl bir şans
olduğunu ancak sonra görebildim. O zamanlar her şey kendiliğinden öyleydi.
Devrimci
Öğrenci Birliği yer bulamayınca, Yapı
İşçileri Sendikası (YİS) başkanı olan İsmet Demir, DÖB’e sendika binasında
yer vermişti. Böylece DÖB aracılığıyla Türkiye işçi hareketinin modern
tarihinin ve halk hareketinin binlerce yıllık birikiminin bileşkesininin ortaya
çıkardığı; bir benzerine bir daha rastlamadığım Pugaçyev, Panço Villa, Zapata
gibi ezilenlerin kendi içinden çıkardığı liderlerin soyundan, gerçek bir işçi ve halk önderi İsmet
Demir ile tanışmak ve birlikte çalışmak
imkanı ortaya çıktı.
Ama şans burada da bitmiyordu, DÖB
ve Deniz aracılığıyla, YİS ve İsmet Demir ile tanıştığım gibi, İsmet Demir ve
YİS aracılığıyla da, yaşayan en büyük ve
yaratıcı Marksistlerden biri olan Hikmet
Kıvılcımlı’nın eserleri ile tanışacaktım.
Evim ve kalacak yerim olmadığından,
İsmet Demir, kendisinin de yatmak için kullandığı, sendikanın üst katındaki
odada yatabileceğimi söylemişti. Bu oda aynı zamanda Hikmet Kıvılcımlı’nın,
kitapçılar almadığı ve raflarına koymadığı için elde kalmış kitaplarının
korunduğu depoydu da.
Uyku tulumumu “Tarih Devrim Sosyalizm”, “İlkel
Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş – İngiltere”, “Türkiye’de Kapitalizm”, “Uyarmak
İçin Uyarmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı”, “Türkçe’nin
Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz”, “Karl
Marks’ın Özel Dünyası” gibi kitapların ve satılmadan kalmış Sosyalist gazetelerinin üzerine
seriyordum. Uyuyamadığım geceler, uyumak için onlardan birini alıyor ve
sayfalarını karıştırıyordum.
Kaşıkçı elmasını bulduğu rivayet
edilen ve elinde nasıl bir hazine bulunduğunu bilmeyen, bu nedenle onu birkaç
kaşık karşılığı satan balıkçı gibiydim. Nasıl bir hazinenin üzerinde yattığımın
farkında bile değildim. Yaşayan en büyük Marksist teorisyen ve militanlardan
birinin, her biri Marksizm’e bir katkı olan kitaplarını uyku getirmek için okuyordum. Alıcılarımın dalga boyları ve frekansları
henüz o yayınların frekansları ve dalga boylarını tanımaktan çok uzaktı.
Bu üç mucizevi rastlantı bir bakıma
sonraki bütün hayatım ve çalışmalarımın rotasını çizdi; sosyal alt üstlükler
mahşerinde ve labirentinde yolumu bulmamı sağladı.
Şans yardım etmiş, sosyoloji
eğitimine son verdikten sonra gerçek sosyoloji eğitiminin hem pratiği (Deniz
Gezmiş ve İsmet Demir) hem teorisi için (Hikmet Kıvılcımlı) en iyi, eşi
bulunmaz öğretmen ve yoldaşlarla karşılaşmıştım.
Elbette o zaman bunu bilmiyordum.
Deniz, ara sıra yine bir delil ik
yapmasın diye tutmaya çalıştığımız yerinde duramaz ve sevimli arkadaşımız ve
önderimiz; İsmet Demir, alkol almadığı zamanlar elleri titreyen ve hiç
bilmediğimiz duymadığımız şeyler anlatan bir sendikacıydı; Kıvılcımlı garip,
anlayamadığımız şeyler yazmış, polis işkencelerinde hiç konuşmaması ve spartak
yaşamı ve en uzun hapis yapan (22 yıl) Komünist olmasıyla efsane olmuş bir “Eski Tüfek”ti.
Hayat sadece değerli sanılanların
değersizliğini öğretmez. Değerini bilmediklerimizin değerini de. Gerçekten
değerli insanlar, gerçekten değerli her şey gibi, var olduklarında varlıklarını
bile fark etmediğimiz, yitirdiğimizde ise eksikliğini gördüğümüz, değerini
anladığımız şeyler gibidirler, örneğin sağlık gibi.”
*
Ama bu kadar yeter. Bu yıl sözü
Tanıl Bora’ya bırakıyoruz:
Yalınayak İsmet
Solun gündeminde
anmaların ve ‘muayyen günlerin’ ne kadar fazla yer kapladığı malûm. Bilhassa
Mart-Mayıs takviminin tıklım tıklım olduğu da malûm. Bu yılın evvel baharında
Kıvılcımlı Enstitüsü (link),
pek o kadar malûm olmayan müstesna bir şahsiyeti, İsmet Demir’i, sol hafızaya
raptetmek için hayırlı bir girişimde bulundu. Geçtiğimiz Pazar, saat 15’te
mezarı başında anıldı İsmet Demir. Anma programı önümüzdeki Pazar (22 Mart)
saat 15-18 arası Makine Mühendisleri Odası’ndaki toplantıyla tamamlanacak.
İsmet Demir’i
bilebileceğimiz, 1962-1975 arası grev ve direniş deneyimlerini kaleme aldığı Anılar-Deneyler kitabı
vardı elimizde. 1980’de çıkmış, 2004’te Diyalektik Yayınları’nca yeniden
basılmıştı. 2013’te Köksüz Yayınlar, Demir Küçükaydın tarafından yayına
hazırlanan geliştirilmiş bir basımını yaptı.
En bilinen
lâkaplarından biri, “Yalınayak İsmet”. 1962’de beş bin inşaat işçisinin
Meclis’e yalınayak yaptığı protesto yürüyüşünün hatırasını taşıyor bu lâkap.
Onun herhangi bir fotoğrafına baktığımız zaman, lâkabın hikmetini anlarsınız
zaten. Tıraşsız, kravatsız, çapaçul, serkeş görünümlü bir adam. Öyle iri kıyım,
babayani bir tip değil ama kararlı duruşunda, bakışında, neredeyse halim selim
diyeceğimiz, sakin bir diklik var. Düşünün, bir sendika başkanı, bu. Anılar-Deneyler kitabına
Arkadaşları’nın yazdığı önsözde belirtildiği gibi, sendikaların işçilerce
“devlet dairesi” gibi görüldüğü bir zamanda, Yapı İşçileri Sendikası’nın genel
başkanı.
İsmet Demir’i
unutturmayan hasleti: bürokratlaşmamış, yaşayışıyla, haliyle tavrıyla ‘düz’
işçiden hiç farklılaşmamış militan bir sendikacı olması. İşveren ve devlet
kadar, kendi tabiriyle “gangster sendikacılarla” da cebelleşmiş bir sendikacı.
Üstelik, dağınık, göçebe, ‘serkeş’, adeta örgütsüzlüğe mahkûm bir işçi ‘türünü’
örgütlemeyi başarmış olması: yapı işçisini. Eski carî tabiriyle: inşaat
amelesi. Tabirin kendisi, bilhassa horlandıklarını, rahatlıkla itip
kakıldıklarını haber vermiyor mu? İsmet Demir’in başarısı: sınıf-altı
konumundaki bu kitleyi işçi hareketine dahil etmesi. E. P. Thompson’dan da
ilham alan yeni kuşak işçi sınıfı araştırmalarının etkileyici bir örneğini
ortaya koyan Alpkan Birelma (link),
işçi sınıfının kendini inşasının, ‘maddiyat’ yanında bir haysiyet mücadelesine
dayandığını vurgular. İsmet Demir’in mücadelesi, bunun timsalidir.
Anılar-Deneyler’den, sürdürülebilir
bir radikalizmin tecrübelerini devşirebiliriz. “Gösteriş için yalana
başvurmama” ilkesinden, mütevazı ve gerçekçi hedefleri küçümsememeye dek…
Hikmet Kıvılcımlı’nın “legaliteyi istismar” şiârının canlı bir örneğini de
buluruz: Yargı organlarına, mülki idareye ve yasalara karşı sistemli bir
güvensizlik, yasal imkânların tek damlasını ziyan etmeme kararlılığıyla
tamamlanır.
Anılar-Deneyler’in
önsözünde, İsmet Demir hakkında çıkarılan “Sarhoş İsmet” karalamalarına onu
tanıyan işçilerin hiç aldırmadığını belirtiyorlar. “İçiyorsa bile kendileriyle
içiyordu ve biraz da kendileri içtiği için içiyordu”, diyorlar. Afyonlu şarap,
hep gurbette, hep garip olan bu adamların tesellisiymişti, yoldaşıymıştı çünkü.
Yeni kuşak işçi sınıfı araştırmalarının bir başka parlak simasının, Demet Dinler’in
geçtiğimiz Ekim’de çıkanİşçinin Varlık Problemi kitabındaki (link) “Pavyon kapısı”
bölümünü getirdi bu benim aklıma. Dinler, pavyonda ağırlanmanın işçinin hangi
arzularına, hangi yaralarına hitap ettiğini anlatıyor orada. “Sendika koltuğu”
bölümünde de günümüzde bir sendika başkanının işçilerle ilişkisindeki duygu
ekonomisini ve bu duygu politikası mesaisinin ne kadar önemli olduğunu
gösteriyor.
Dinler’in
kitabının çekirdeği, “Doğulu işçi liderine Batılı akademisyenden mektup”
başlıklı yazıdır. O bir sosyal bilimci olarak, atık kâğıt işçilerinin lideri
Mehmet Ali Mendillioğlu’na ve arkadaşlarına uzun süreli refakati sırasındaki
gözlemlerini aktarırken, kendi fikrî-duygusal karmaşalarıyla beraber, onların
duygusal karmaşalarıyla yüzleşmemizi sağlamaya çalışıyor. Asıl mühimi, işçi
sınıfı kimliğinin oluşumunda duyguların, arzuların önemine dikkatimizi çekmeye
çalışıyor. Belki zamanımızın İsmet Demir’i suretinde görebileceğimiz[1] Mehmet Ali Mendillioğlu’nun şu
sözünü aktararak: “Ortak çıkarı olan insanlar değil, birbirini seven insanlar
örgütlenir ve kolektif eyleme geçerler.”
İsmet Demir de
“Bütün işçi sınıfı birbirinin eşit kardeşidir” demiş. Anlatılanlar, arkadaşlığa,
muhabbete verdiği önemi gösteriyor. Hatırası, evet, bir kahramanlık hikâyesi.
Fakat kahramanlık hikâyesinden çok daha fazlasını da barındırıyor.
[1] 1960’ların “inşaat amelesinin” hor
görüldüğünden de beter nazarla bakılan “çöp toplayanlar” kitlesinin, atık kâğıt
işçileri hareketine dönüşmesindeki katkısını düşünerek…
2 yorum:
Selam olsun babamın dava arkadaşlarına..omuz omuza mücadele etmişler ismet demir ile babam.çok duygulandım.tam da elime anılar ve deneyler kitabı geçmişken.
Selam olsun babamın dava arkadaşlarına..omuz omuza mücadele etmişler ismet demir ile babam.çok duygulandım.tam da elime anılar ve deneyler kitabı geçmişken.
Yorum Gönder