Seçimler geçti, sadece günlük basındaki yazarlar değil,
neredeyse bütürn sosyalistler ve Marksistler de seçim sonuçlarının değerlendirilmesiyle
meşguller. Bu değerlendirmeler okununca, görünen, herkesin kendi politik
beklentilerine ve duruşuna göre seçim sonuçlarını yorumladığıdır. Bunda da
anlaşılamayacak bir yan yoktur. Hepimiz nasıl aynı zamanda, aynı dünyada veya
ülkede yaşıyor ama görüp yaşadığımız aynı olaylardan nasıl tamamen farklı
sonuçlar çıkarıyorsak, seçim sonuçları karşısında da farklı olmaz. Aynı
rakamlar herkes için farklı anlamlara sahiptir.
Peki, niçin öyledir? Esas soru budur.
Bu sorunun cevabı ise seçim sonuçlarında değil; toplumsal
gerçekliğin derine inen analizlerinde ve o analizlerin dayandığı metodolojide
bulunabilir.
Biz olayların görünen yüzüyle uğraşmıyoruz. Onu merak
edenler, etrafı doldurmuş yüzlerce yazara bakabilirler.
Bizim hem progreamımız farklıdır hem de olaylara bakış
açımız.
Biz seçimlere katılan partilerin hiç biriyle aynı programı
paylaşmıyoruz. Bize en yakın görünen HDP veya adayı Selahattin Demirtaş bile
yeterince demokratik bir programa sahip olmaktan çok uzaktır.
HDP veya Demirtaş, politik olanın, dillere, dinlere,
kültürlere göre tanımlanmasını esas almaktadır. Yani, kürtlüğün, Ermeniliğin, Lazlığın,
Çerkezliğin, Aleviliğin, Hıristiyanlığın vs. de tanınmasını ve bunların eşit politik
birimler olmasını savunmaktadır.
Biz ise, Türklüğün de politik olmaktan çıkarılmasını, ne bir
dilin, ne de bir dinin veya kültürün politik bir anlamı olmamasını savunuyoruz.
Diğeri okulların ayrılığını getirir. Yani somutlarsak, Kürtler
Kürtçe ders veren okullarda Kürt tarihi okur; Türkler Türkçe ders veren
okullarda Türk tarihi okur; Ermeniler Ermenice ders veren okullarda Ermeni
tarihi okur vs., vs..
Bizim önerimiz okulların birliğini, Yani herkesin ana dilinde
eğitim hakkı mutlaktır ve ama herkes ana dilinde nasıl aynı biyolojiyi, fiziği,
astronomiyi okursa aynı tarihi okur; ulusların
tarihi olmadığına dair aynı ortak tarihi. (Pratik bir çözüm olarak, tüm
dillerden, dinlerden, kültürlerden bir araya gelmiş bir heyetin yazacağı bir
tek tarihi. Onlar da fiilen ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih
yazabilirler.)
Diğeri fiilen demokrasi ve özyönetimi değil, bu farklı
politik birimleri bir arada tutacak merkezi ve bürokratik bir devleti zorunlu
kılar bu olmazsa ilk krizde Lübnanlaşma olur diyoruz.
Bizimki ise dil, din, soy, kültür körü bir devlet; ulusu veya
her hangi bir birimi böyla tanımlamaya karşı tanımlamış bir devlet demektir.
Ancak böyle bir devlet en geniş özyönetimi, yani bir köyün bile isterse
ayrılabileceği bir merkeziyetçilikten uzak özyönetimi mümkün kılar.
Diğeri, diller, dinler göre bölünmüş birimlerde burjuvazinin
egemenliğini pekiştirir; emekçileri böler. Bizimki ise, tüm emekçileri
birleştirir ve burjuvazinin egemenliğini zayıflatır.
Seçimlerde bu programı savunun hiçbir güç yoktu. Dolayısıyla tutarlı
ve radikal bir demokrasi açısından bu seçimler tam bir başarısızlıktır.
Demirtaş’ın sonucunu başarılı gören ve yorumlayanlar, aslında
o programı destekliyor ve paylaşıyor demektir. Başarının ne olduğu, sizlerin
amacına bağlıdır.
Çok geniş bir tarihsel perspektiften bakınca, bu seçimlerin
galibi Şark devleti ve devletçiliğidir. Türk Devleti, bir Kürt-Türk Devletine
dönüşme ve böylece bir Kürt gençlik aşısıyla ömrünü uzatma yolunda önemli bir
merhaleyi geçmiş bulunmaktadır.
Şark’ın binlerce yıllık devleti ve devletçiliği, yaşamak için
modern burjuvaziden bile daha büyük bir esneklik gösterebildiğini bir kez daha
kanıtlamaktadır. Çin, Hindistan, İran hep bunun çeşitli kanıtlarını
sunmaktadır.
Sümerlerden beri gelen bu devlet ve devletçilik, en son Osmanlılarda,
nasıl İkinci Mahmut’un reformlarını yaptı; yenriçeriliği kaldırdı ise; nasıl Tanzimat
fermanlarını ilan etti ise; nasıl Meşrutiyetiyete; nasıl padişahlığı kaldırıp
cumhuriyete geçti ise; sonra nasıl çok partili rejime geçti ise şimdi de yine
çağın gereklerine uygun bir Türk-Kürt devletine geçişe hazırlanıyor.
Kürt özgürlük hareketinin programı ve yapısı binlerce yıllık
bu devletçiliğin yapısı ve amacıyla temelden bir çelişki içermiyor.
Taktik olarak Kürt Özgürlük Hareketini elbette destekliyoruz.
Ama bir an için bile bu gerçeği göz ardı etmeden ve
programımızın farklı olduğunu göstererek.
Aşağıda 2002 yılında AKP’nin seçimlerdeki başarısından sonra
yazılmış bir yazı.
13 Ağustos 2014 Çarşamba
Sosyalistlerin Seçim Sonuçları Değerlendirmelerinin Değerlendirmesi
Gerçek
bilim, olayların görünen, dış yüzüyle uğraşmaz, o dış yüzün kolaycı
açıklamalarının davetkar ve ayartıcı Siren seslerine karşı, Ulysse’in kendini
gemi direğine bağlaması gibi, o da kendini metodolojinin direğine bağlar.
Haydi karşı
tarafı biliyoruz, onların yöntemi görünümlerle uğraşan Metafizik Sosyolojilerin
şu ya da bu akımı; ama kendini sosyalist ve Marksist, yani Tarihsel Maddeci,
yani Diyalektik Sosyoloji yönteminin izleyicisi
olarak tanımlayanların aynı yöntemleri, aynı kavramsal araçları
kullandığını görünce, sermayenin tarihsel zaferinin, kendini en Marksist
tanımlayanların beyninin derinliklerinde, kavramsal araçlar ve yöntemler
düzeyinde nasıl bir egemenlik kurduğu çok daha açık olarak görülüyor.
Bunun en
son, en ilginç ve en somut örneği son seçimler üzerine, seçimlerin sonuçları
üzerine yapılan yorumlarda görülür. Herkes eline seçim sonuçları
istatistiklerini almış, çeşitli kriter veya bölgelere göre, oyların
dağılımından hareketle toplumda nelerin değiştiğini, bu seçimlerin sonuçlarının
sosyolojik anlamını yakalamaya çalışıyor. Ama bu yöntemin araştırılan bu
gerçeği bulmak için elverişli bir araç olup olmadığı konusunda, yani yöntem
konusunda, herhangi bir soru sorana rastlamıyor.
Çoktandır bu
konuda yazmayı düşündüğümüz halde, bekledik ki, belki Allah’ın Marksist
olduğunu iddia eden bir kulu çıkar da, bu yapılmaya çalışılan işin ve izlenen
yöntemin yanlışlığı üzerine bir çift laf eder. Maalesef kimseden çıt çıkmadı,
çıkmıyor.
Herkes,
seçim sonuçlarının daha bilimsel araştırmalarla, yani şimdi izlenen metotla
daha ayrıntılı ve kapsamlı olarak incelenmesi ve buradan toplumdaki derin
değişikliklerin daha iyi kavranmasından; “seçim sonuçlarının analizinden
yola çıkarak, Türkiye'nin sosyoekonomik gerçekliğinin nasıl tanımlanabileceği”nden
ve buradan da sosyalistlerin ve solun kendine ilişkin dersler çıkarmasından söz
ediyor. Böyle sözler etmeyenlerin ise fiilen yapmaya çalıştıkları da bu. Ama
bizzat bu yöntemin doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulayan yok.
En son
söylenecek olanı en başta söyleyelim: seçim sonuçlarından hareketle toplumdaki
değişimler hakkında hiçbir doğru sonuca
ulaşılamaz, aksine Marksizm'in (Tarihsel Maddeciliğin, Diyalektik Sosyolojinin)
yöntemleriyle toplumdaki derin değişiklikler anlaşıldıktan sonra o derin
değişikliklerin niye seçim sonuçlarındaki gibi bir görünümle ortaya çıktığı
anlaşılabilir.
Seçim
sonuçlarından hareketle, toplumsal değişmeleri anlamaya kalkmak; insanların
gelir durumlarına göre sınıfları tanımlamaya benzer ve aynı yöntembilimsel
yanılgıyla damgalıdır.
Sınıfları
gelir düzeylerine göre tanımlamak, burjuva sosyolojisinin bir yöntemi olmuştur.
Amerikan sosyolojisi, burjuva sosyolojisinin bu yöntemini olduğu gibi
kabullenip, onu adeta bir araştırma tekniğine indirgemiştir. İktisat alanında
görülen eğilim, aynen sosyolojide de görülüyor. Burjuva iktisadı, emek-değer
teorisine dayananbüyük ekonomi politikçilerin gelenğini sürdüren ve eleştirerek
geliştiren Marksist Ekonomi Politik karşısında, emek değer teorisini reddeden
bir yığın başka “teori” ortaya koymuş, sonra da bunu bile fazla bulup,
ekonomiyi bir takım matematik araştırma tekniklerine indirgeme eğilimine
girmiştir.
Benzer
şekilde, Marksizm denen Diyalektik Sosyoloji karşısında bir yığın metafizik
sosyolojiler çıkaran burjuvazi, toplumsal araştırmayı, bir istatistik, anket ve
örnekleme tekniğine indirgemiştir. Bu da özellikle seçim dönemlerinde, bilim
diye, geniş kitlelerin bilincine yerleşmektedir. Ve de Marksistler, bu temel
yanlışın yeniden üretilmesi ve yaygınlaştırılmasında hiç de küçükmsenmeyecek
bir katkıda bulunmaktadırlar.
Örneğin gelir
düzeylerinin hangi istatistik, örnekleme ve anket teknikleriyle yapıldığı ve
teknik olarak mükemmelliği vs. temeldeki yanlışı ortadan kaldırmaz. Temel
yanlış: sınıfların gelir düzeylerine göre tanımlanmasıdır. Hatta bu teknikler,
varlıklarını bu yanlış metodolojinin paradigmasından çıkardıkları için, bunu
yöntemsel yanlışı yeniden üretirler ve yanlışı görünmez kılarlar.
Dünyanın en
doğru araştırma tekniklerine, en mükemmel kriterlere de dayansa, gelir
durumlarından hareketle sınıfları tanımlayan bir araştırmanın gerçek sınıflar
ve onların ilişkileri hakkında öze ilişkin bir bilgi vermesi olanaksızdır. Bu
yöntemle toplumsal süreçler esas damgasını vuran eğilimler hiçbir zaman
anlaşılamaz.
Sınıflar örneğin,
modern üretim ilişkileri içindeki çıkar ve konumlara göre
tanımlanırlar. Çıkar ve konum ise, gelir
durumundan çok farklıdır. İşçi, uzayda uydu tamir eden bir astronot olsa ve
örneğin Türkiye’de on işçi çalıştıran bir işverenden daha fazla bir geliri ve
daha müreffeh bir yaşam düzeyi bulunsa da, bir işçi olarak kalır; o işçiye göre
daha kötü yaşam koşullarında yaşayan on işçi çalıştıran da bir burjuva olarak.
Sınıfların insanların gelir düzeyleri ve inançlarıyla hiç bir ilgisi yoktur.
Ama sınıflar
bile, çok başka çok daha derindeki süreçlerin bir dışa vurumundan; görünümünden
başka bir şey de değildir. Daha derinde, mübadele, mallar ve bu mallar
arasındaki değişimin eşdeğerinin (emek) ne olduğu gibi sorular yatar. Yani
değer yasası. Değer yasası nedeniyle ekonomik yasalar insan iradesi ve kontrolü
dışına çıkıp, onun karşısında tüm tarihi belirleyen bir doğa yasası gibi dikilir. Bütün bunlar bilinmeden ne sınıflar ne
tarihsel sürecin niye şöyle ya da böyle olduğu ve oradan da güncel politikanın
bir seçiminin sonuçları anlaşılamaz.
Ayrıca
sınıfların, iktisadi konumlanışlarının
yanı sıra, kültürel ve tarihsel konumlanışları da vardır. Küçük
burjuvazi örneğin, iktisadi konum bakımından işçi sınıfına daha yakın olabilir;
hele gelir düzeyi bakımından, işçi sınıfından bile yoksul olabilir; ama
tarihsel ve kültürel konumlanış bakımından, işçi sınıfına burjuvaziden daha
uzaktır.
Öte yandan
sınıflar, bir tabula rasa üzerinde
oluşmazlar; onlar kapitalizm öncesi bir dünyanın çözülüşü içinde; eski dünyanın
sınıflarından gelirler. Böylece, pek ala, gelir durumuyla küçük burjuvadan daha
zengin; toplumsal konumuyla işçi; ruh durumuyla köylü ve küçük burjuva;
kültürel konumuyla burjuva karmaşık ve son derece çeşitli politik konumlanışlar
ortaya çıkar.
Kaldı ki,
gelir durumu, kültürel ve tarihsel konum, ruh durumu ve ekonomik ilişkiler
içindeki konum da doğrudan siyasi çıkarlar ve somut program ve talepler
biçiminde ifadesini bulmaz; bunların her biri birbirinden çok farklı hatta
birbirine zıt ideolojilerin prizmasından geçerek; farklı ağırlık
kombinezonlarıyla yepyeni bileşimler yaratırlar.
Marksizm
kılığına girmiş burjuva sosyolojileri, sınıfsal konum ve politik davranış
arasındaki bu çok karmaşık ve dolaylı ilişkileri basitleştirerek; ideolojik ve
politik tavır alışlarla, ekonomik konumdaki, (bu ekonomik konum da çoğu kez, üretim ilişkileri içindeki konum olarak
değil; kelimenin dar anlamıyla ekonomik konum, ekonomik durum olarak anlaşılır ve yüzeysellik katmerlenir)
değişmeler arasında dolaysız ve mekanik bir bağ kurarak, karmaşık ilişkileri
bayağılaştırarak politikayı açıklamaya çalışır. (Bu çıkarlar ile politika
arasındaki ilişki mekanikliği nedeniyle son duruşmada, komplo teorilerine varma
eğilimi de gösterir.) Marksizm’in kapıdan kovduğu böylece bacadan içeri girer.
Aslında,
seçim sonuçlarından hareketle, toplumdaki değişimleri anlama denemeleri ve
yöntemleri de, son duruşmada, bu teorik bakımdan mekanik materyalist yolu,
tersinden kat etme denemesinden başka bir şey değildir yöntemsel olarak.
Seçim
sonuçlarından ve istatistiklerinden hareketle, toplumsal değişimleri açıklama
yöntemi, aynı zamanda insanların iktisadi durumlarıyla politik tavırları
arasında da doğrudan ve mekanik bir ilişki olduğu varsayımına dayanır.
Ama bu
varsayım da daha tehlikeli başka bir varsayım ile hayat bulur genellikle.
Burjuva toplumunun parlamenter demokrasisinin dayandığı temel ilkenin; yani
atomlarına ayrılmış bireylerin, tüm politik eğilimler hakkında özgürce bilgi
sahibi olup, kendi çıkarına en uygun olanı seçeceği varsayımı. Aksine, en
özgür, yani medyanın toplumdaki tüm eğilimler arasında paylaştırıldığı; tüm
görüşlerin eşit koşullarda yarıştığı; kamulaştırılmış medya koşullarında bile,
atomlarına ayrılmış, dört yılda bir seçime giden bireylerin ne kendi ne de
genel olarak toplumun çıkarları hakkında doğru bir karar vermesi olanağının
bulunmadığı gerçeğini göz ardı eder ve burjuva demokrasisinin dayandığı yanlış
varsayımı yeniden üretir.
Bütün
parlamenter demokrasinin tarihi, seçimlerin aslında örgütlü güçlerin mücadelesi
olduğunu; oyların bu mücadelede kullanılan basit araçlardan başka bir şey
olmadığını gösterir. Yani seçimlerden başarılı çıktığı için bir politika ya da
parti güçlenmez; güçlendiği için seçimlerden başarılı çıkar. Seçimler, gerçek toplumsal
güçlerin mücadelesi ve ilişkilerine sadece kurallar ve hukuki meşruiyet sağlar.
Ama sorunu
böyle koydunuz mu, seçimlerin hangi değişikliğin yansıması olduğunu anlamak
istiyorsanız, seçim istatistiklerinden başınızı kaldırıp, toplumun derin
ilişkilerine; sınıfların konum, karakter ve çıkarlarına; onların değişimlerine;
ideolojiye, tarihe yönelmeniz gerekir. Böyle bir yöntemle seçim sonucu analizi
yapana; yani seçim sonuçlarından hareketle toplumdaki değişiklikleri değil;
toplumdaki değişikliklerden hareketle seçim sonuçlarını anlamaya çalışana ne
yazık ki hemen hiç rastlanmıyor.
Ve bu bize
bir tek şeyi gösteriyor: kendine en sosyalist ve devrimci diyenler bile, burjuva
ideolojisinin tarihsel zaferiyle teslim alınmış, yani metafizik burjuva
sosyolojilerine teslim olmuşlardır.
Sartre bir
zamanlar, “Marksizm çağımızın ufkudur”
demişti. Bırakalım bu ufkun ötesini, bırakalım bu ufku aşmayı bir yana; bu ufuk
bile yitirilmiş.
20 Kasım
2002 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder