20 Kasım 2011 Pazar

KCK Nedir ve KCK Tutuklamaları Ne Anlama Gelir?



Bir zamanlar bir devrimci, “Ahlakım politik, politikam Ahlakidir” demişti. Yine aynı şekilde, biz de “Sosyolojimiz politik (ezilenler içindir), politikamız sosyolojiktir (bilimseldir)” diyebiliriz.
Bu nedenle, KCK nedir? Sorusu bizim terminolojimizde, sosyolojik olarak KCK nedir anlamındadır? Cevap da sosyolojik bir cevap olmalıdır. Ama bu cevap aynı zamanda politikamızı belirleyen veya tanımlayan bir cevap olur.
Peki, KCK nedir?
Sözcük olarak “Kürdistan Topluluklar Birliği” (Koma Civakan Kürdistan) diye çevriliyor bir çoklarınca. Muhtemelen “Topluluk” yerine, Almanca’daki “Gemeinde”, eskilerin “Cemaat” dediği, “Komün” kavramı daha denk düşüyor olsa gerek. Yani “Kürdistan Komünler Birliği” gibi bir çeviri ona adını verenlerin kastettiği anlamı daha doğru veriyor olabilir.

Şöyle veya böyle, bu fazla da önemli değildir[1]. Çünkü bu isim bizlere KCK’nın sosyolojik anlamı hakkında bir ipucu vermez. Şeyler her zaman “ismiyle müsemma” olmayabilirler.
KCK’nın Tüzüğünden (yapısından) veya onu kuranların ona yüklediği işlevden (Programından, görevlerinden) hareketle de ne olduğu tam olarak anlaşılamaz. Çünkü, “ismiyle müsemma” olmadığı gibi, “zarf ile mazruf” da (yapı ve işlev) uyum içinde değildir[2].
Bu nedenle, yani onun adıyla yapısı; yapısıyla ona yüklenen işlevler; resmen yüklenen işlevlerle fiili işlevleri veya beklenen politik işlevlerle, nesnel işlevleri (yani sosyolojik olarak işlevleri) arasında bir uygunluk bulunmaması nedeniyle, KCK’nın ne olduğunu anlamaya çalışanlar, fili tarif eden körler gibi tanımlar yapmaktadırlar . Evet bunların hepsinde, körlerin tarifinde olduğu gibi bir doğruluk payı, bir hakikat çekirdeği vardır ama, fil ne bir borudur ne bir sütun, bir hayvandır burnu boru ayakları sütun gibi. Bu nedenle, bu uyumsuzluklar soyutlama düzeyinde ayıklanmadan onun nesnel sosyolojik anlamı kavranamaz.
Biz bu uzun yola girip te, çok uzun yazdığımızdan sık sık şikayet eden kimi okuyucuları  bıktırmayalım ve kısa yoldan gidelim.
*
KCK’nın ne kadar kötü ve tehlikeli olduğunu anlatmak için, burjuva basını veya şimdi hükümete danışmanlık yapan polisler aşağı yukarı şunları söylüyorlar.
Bir belediye işçisi bile, belediye başkanına hesap sormaktadır” diyorlar.
KCK, PKK’nın hapisten çıkan kadrolarını istihdam etmek için bulduğu bir çözümdür” diyorlar.
KCK aslında PKK’dır, hatta PKK’yı da kapsayan esas örgüttür” diyorlar.
Liberallar ise, “KCK işte tam da sivil siyaset yapan insanlardan derleşiktir, kimse terör eylemine karışmamıştır, bunlar içeri tıkılarak sivil siyaset yolları tıkanmaktadır” diyerek sorunu bütünüyle taktik bir düzeyde tartışmaktadırlar[3]. Olayın hukuki olarak da skandal olduğunun bile üzerinde durmamaktadırlar.
Biz Marksistler olaylara böyle bakmayız.
Ama biz burada, fili tarif eden körlerin anlattıklarından, hükümetin destekçisi gazetelerin veya liberallerin dediklerinin nesnel anlamlarından KCK’nın ne olduğunu anlamaya çalışalım.
Aslında KCK’nın ne olduğunu anlamak için, en çarpıcı örnek, sanki kötü birşeymiş gibi anlatılan, bir belediye işçisinin bir belediye başkanından hesap sormasıdır.
KCK’nın özü budur.
Ezilenlerin, kendilerini temsil etmek üzere görevlendirdiklerinin sürekli başında durması, onları kontrol etmesidir. (Bunun için belli bir politik bilinç, tecrübe ve eğitim gerekir, bu da en çok hapisten çıkan kadrolarda vardır. Yani diğer özellikler de bununla bağlantılıdır.)
Liberalleri ve merkezi devletin polis kafalı memurlarını çileden çıkaran bu davranıştan daha güzel ne olabilir?
Bizlerin istediği de, tıpkı İslamiyetin ilk yıllarında, sıradan bir Müslümanın Hasreti Ömer’den hesap sorması gibi, elbet bir tek belediye işçisinin bile belediye başkanından hesap sorabilmesi değil midir?
Burjuvazi, küçük bir azınlık olduğu için ve demokrasi dediği oyunda, (ki bu oyuna, yani genel oy hakkına vs. yine ezilenlerin ve işçilerin mücadelesiyle katılmak zorunda kalmıştır) seçilenlerin, kendilerini seçenlerin denetiminde olmasını ortadan kaldıran usuller getirmiştir. Çünkü ancak bu mekanizmalarla ezilenlerin oylarıyla onları kendi istekleri hilafına yönetebilirler, ezilen sınıfların büyük mücadelelerle elde ettikleri demokrasiyi ezen sınıfların bir aracına çevirebilirler.
Örneğin burjuvazinin anlayışında geri alınma yoktur; görev mandatı yoktur (Yani sana oyumu şunları şunları yapman için veriyorum ve temsilcim olarak seçiyorum); seçilenler seçildikten sonra seçenlerin eğilimlerine göre değil, kendi vicdanına göre karar verecektir derler. Yani doğrudan demokrasinin fizik nedenlerle olanaksızlığından çıkan sorunları (reziletleri) bir faziletmiş gibi alıp; doğrudan bir demokrasiye yaklaşan biçimlerden olabildiğince uzaklaşıp “temsili demokrasi” denen, seçilenleri seçenlerden bağımsızlaştıran; onların kontrolünden çıkaran kurallar getirir egemen ve azınlık sınıflar. Çünkü bilirler ki, var olan devletin labirentlerinde, en kısa zamanda yanlışlıkla o binlerce engeli aşıp da gelen devrimciler, demokratlar, ezilenlerin politikacıları, yollarını kaybedecekler; hatta feth ettiklerini düşündükleri organlır ve yapılar tarafından feth edileceklerdir. Bu fetih için insani zaaflardan, yetkilerin ve bir takım imtiyazların sağladığı güce ve gücün baştan çıkarıcılığına kadar binlerce araç, bir gönüllüler ordusu gibi hazır beklemektedir zaten.
Bu nedenle, işçiler nerede bir devrim yaptılarsa veya yapmaya niyet ettilerse, ilk koydukları kurallar, seçenlerin seçilenleri denetlemesinin mekanizmalarını oluşturmak; seçilenlerin, seçenlerin iradelerinin dışına çıkma yollarını tıkamak yönünde olmuştur. Paris Komünü’nün burjuva devletini parçalamak olarak tanımlanan bütün tedbirleri özünde buna yöneliktir. Geri alma, ortalama işçi ücretinden fazla gelir olmaması vs., hep bu bağımsızlaşmayı önlemeye yöneliktir.
Burada yapı ve işlev kategorilerine ilişkin çok temel bir sorunla karşılaşılır. Organların, aletlerin, kurumların yapıları ve işlevleri arasında kopmaz bir bağ vardır. Yapı yoğunlaşmış işlevdir. Proletarya nasıl, özünde, küçük bir egemen azınlığın büyük bir çoğunluğu yönetmesinin aracı olarak yapılanmış bir cihazı; seçilenlerin seçenlerden bağımsızlaşmasına dayanan burjuva devlet cihazınını; ezilen çoğunluğun ezen azınlık üzerindeki egemenliğinin bir aracı olarak, sınıfsız topluma giden yolda bir araç olarak kullanamazsa; burjuva devlet cihazının yapısı böyle bir işleve imkan tanımazsa; tersinden ezilen sınıfların aracı olmaya uygun bir devlet cihazını da burjuvazi kendi sınıf egemenliğinin aracı olarak kullanamaz.
Bu nedenle, egemen bir sınıf olmak veya bir egemen sınıf olarak varlığını sürdürebilmek için, burjuvazi veya bürokrasinin de ilk yaptığı, ezilenlerin aracı olmaya uygun yapıdaki devlet cihazlarını parçalayıp, kendi amaçlarına uygun devlet cihazları kurmak olmuştur.
Fransız Devrimi’nde burjuvazinin, Ekim Devriminde Bürokrasinin hatta İslam devriminde Muaviye’nin yaptığı hep bu olmuştur: yani demokrasiyi tasfiye. Fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin kaldırılması; seçilenleri bağımsızlaştıran mekanizmalar; yürütme ve yasamanın ayrılması vs..
Buna karşılık, 1791-1793 Birinci Paris Komünü’nde, 1871 İkinci Paris Komünü’nde, 1917 Şubat ve Ekim Devrimi Sovyetlerinde pleplerin ve işçilerin yaptığı da hep tersi olmuştur.
Aslında tam bu noktada, demokratik hareketin ve ezilenlerin programının özünün ne olması gerektiğine ilişkin temel programatik ilke de ortaya çıkmaktadır: programın özü, ezilenlerin üzerinde yükselemeyecek, onlara hizmet edecek bir devlet cihazını programlaştırmak ve somutlamak olmalı, bütün demokratik muhalefet, ezilenlerin mücadelesi bu noktada yoğunlaşmalıdır. Bu olmadan var olan devlet cihazı çerçevesinde zaten her hangi bir değişiklik de mümkün değildir ya da bunlar var olan sistemi reforme eden onun özüne dokunmayan değişiklikler olabilir. Bu vesileyle, tekrar belirtelim ki, Kongre’de bizim yıllardır önerdiğimiz ama bir türlü tartışılmasını, gündeme alınmasını veya oylanmasını sağlayamadığımız program ile Komisyon’un sunduğu program arasındaki temel fark da budur. Bizimkinin özü, var olan devlet cihazını tasfiye edip, onun yerine, ezilenlerin aracı olacak, ezenler tarafından kullanılamayacak bir cihaz örgütlemektir. Bu cebirsel formül karakterli aracın, ezilenlerin hangi politikalarına araç olacağı konusunu emekçilere bırakmaktadır. Diğer program ise, var olan, ezilenler tarafından kullanılamayacak devlet cihazına dokunmadan, ezilenlere ilişkin hedefler (aslında o bile yok ilke bildirimleri) koymaktadırlar. Yani arabayı atın önüne koşmaktadırlar.
Şimdi, soru şudur: ezilenler, tarihin nadir anlarında olduğu gibi, örgütlenip; egemenlerin koyduğu binbir engeli aşıp; kendi temsilcilerini bir şekilde, kendi iktidarlarının aracı olarak kullanamayacakları bir devlet cihazında kimi mevkileri seçimler yoluyla getirdiklerinde; yani bu mevkileri “ele geçirdiklerinde”, bu seçilenlerin, o devlet cihazı ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilmemeleri için, yani feth edenlerin feth edilememeleri için, ne yapmalıdırlar, nasıl bir kontrol mekanizmaları oluşturmalıdırlar?
Elbette eğer seçilenler gönüllü olarak ezilenlerden kopmamak için somut davranışlar içindeyseler, bu mevkilerini, ezilenlerin mücadelesinin aracı olarak kullanıyorlarsa sorun olmaz pek. Örneğin bir Sabahat Tuncel, bir Gültan Kışanak, bir Emine Ayna, bir Selahattin Demirtaş vs. böyledirler. Burada hem içinden gelinen tabakalardan, hem de yüksek bir politik bilinç ve tecrübeden gelen bir öz denetim vardır.
Ancak, her zaman herkes bu örnekler gibi olmayabilir binlerce, milyonlarca taraftarı olan bir harekette. Ayrıca bu hareket bir ulusal hareketse ve içinde çok geniş burjuva kesimleri de bulunduruyorsa sorun daha da çözümü zor bir hal alır.
Bu durumda sorun sadece, ezilenlerin içinden çıkanların, onların eğilimlerini yansıtanların kontrolden çıkmasını engellemelerinin, mekanizmalarını oluşturmak da değildir. Burjuvazinin de içinde olduğu, açıktan karşı durmayıp, içinden ele geçirmeye ve manüple etmeye çalıştığı bir hareket varsa, burjuvazinin bu çabalarını da kontrol altına alacak mekanizmalar gerekir.
Dağda savaşmak ve ölmek, hapis yatmak, mitinglerde en önde olmak gibi konularda ezilenler hep en öndedir ve işin başını çekerler. Ama legal partiler, belediyeler, vekillikler vs. söz konusu olduğunda, bu alanlarda ezilenler, alttakiler hep deplasmandadırlar. Çünkü cahil bırakılmışlardır, çünkü burjuvazi gibi iş dünyasını, siyaset dünyasını ve bunların ilişkilerini yakından bilmezler, zamanları yoktur çoğu kez bu işlerle uğraşacak, maddi olanakları yoktur, tüm zamanlarını yaşam savaş alır. Bütün bu ve saymakla bitmeyecek, ezilenlerin aleyhine çalışan nedenlerle, legal politika alanında ve  hele o politik alanın ve örgütlerin zirvelerine çıktıkça, egemen sınıfların, çoğu egemen sınıflardan gelen aydınların, avukatların, tüccarların vs. ağırlığı hareketin içindeki gerçek oranlarıyla kıyaslanmayacak biçimde artar.
Bunlar bir yandan artık açıktan karşı duramadıklarından o harekete katılarak ona geniş bir hareket alanı ve güç verirler ama diğer yandan, en iyi niyetlileri bile sınıfsal eğilimleri, iç güdüleri ile hareketin içinde egemen sınıfların beşinci kolunu oluştururlar.
Bunların, başına geldikleri, kritik mevkilerine getirildikleri örgütlerin karar ve eylemlerini kendi sınıfsal eğilimleri ve çıkarları yönünde manüple etmeleri nasıl engellenebilecek, bunlara karşı ne yapılacaktır?
Bunların ezilenlere karşı sabotajlarını engelleyecek ama onların yeteneklerini devrim için kullanmayı sağlayacak nasıl bir mekanizma gerekir?
Ezilenlerin tarihsel tecrübesi buna “komiser” dediği denetleyiciler ile çözüm bulmaya çalışmıştır.
Bu sorunla bütün 19 ve 20. yüzyıl devrimleri ciddi biçimde karşılaşmıştır. Büyük Fransız Devrimi’nde Paris’in donsuzları, baldırı çıplakları; Ekim Devrimi sonrasında Rusya’nın İşçileri bu halk komiserleri aracılığıyla egemen sınıfların bilgisini ve örgütlenme yeteneğini devrim için kullanırken diğer yandan da onların sabotaj ve sapmalarını engelleyebilmiştir.
Bu savaşta subayların, üretimde mühendislerin ve yöneticilerin yanlarına, onları politik olarak denetleyecek politik ve ideolojik bakımdan daha eğitimli elemanlar koymak biçiminde olmuştur. Bunlara bu devrimlerde “komiser” denmiştir.
Geleceğin devrimlerinde, modern işçi sınıfının devrimlerinde, ezilenlerin muhtemelen artık bu gibi mekanizmalara ihtiyacı olmayacaktır. Çünkü, artık aydınların da önemli bir bölümü ücretlidir. Diğer yandan işçiler her şeye rağmen eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde kültivedir ve günlük yaşamları onları en baba burjuvaların bile bilemeyeceği kadar modern dünyanın ilişkileri ve örgütlenmesi hakkında eğitmektedir. Komiserler genellikle plebiyen karakterli, ezilenlere dayanan ama henüz yeterince kültive ve modern işçilere de dayanamayan hareketlerin bir ihtiyacına cevap verir. Örneğin bir Amerikan veya Alman devriminin ve işçilerinin Komiserlere ihtiyacı olmayacaktır. Toplumsal konumuyla işçi, ruh ve kültür durumuyla hala kapitalizm öncesi dünyaya ait (Kürt hareketinin başat özelliğidir bu aynı zamanda) kesimlerin bir ihtiyacıdır bu. Paris’in donsuzları da Rusya’nın emekçileri de böyleydi büyük ölçüde. “Gelenek üçüncü kuşakta oluşur” derler, Rus devrimini yapan işçiler, muazzam bir köylü denizi içinde küçük bir adaydılar ve neredeyse bir kuşak içinde proleterleşmişlerdi.
İşte KCK budur sosyolojik olarak, bu ihtiyaca Kürt Özgürlük Hareketinin esas gücünü oluşturan pleplerinin bulduğu çözümdür.
Elbet siyasi ve ideolojik olarak bu pleplerin eğilimleri yönünde sağlamlık ve eğitilmişlik aranmaktadır. Bunu sağlamaya yöneliktir Öcalan’ın önderliğinin tanınması ve PKK’nın başındakilerin aynı zamanda KCK’nın başında olması. Daha doğrusu artık KCK’nın başındakiler PKK’nın da başındadır. Tam da bu ihtiyaca uygundur yıllarca hapislerde kalmış tüm hayatını bu mücadeleye adamış ve siyasi olarak da hapiste büyük ölçüde kendini geliştirmiş olanların KCK saflarını doldurması; tam da bunun bir ifadesidir bir belediye işçisinin bir belediye reisinden hesap sorması.
KCK Kürdistan’ın yoksullarının, Kürt Özgürlük Hareketinin, egemen sınıfların kontrolüne geçmesini engellemesinin bir aracıdır. KCK, Kürt Özgürlük Hareketi içinde, ezilenlerin, yoksulların ağa çocuklarına, ağalara, kasaba avukatlarına, tüccarlara (yani özetle egemen sınıflara ve burjuvaziye) karşı mücadelesinin; onları denetim altına almasının bir aracıdır.
KCK’ya esas ihtiyaç duyulan alan tam da legal siyaset alanıdır. Çünkü esas orada ağırlığı artar egemen ve üst sınıfların. Orada kendi sahalarındadırlar. Dağdaki gerillalar zaten hayatını bile vermeye hazır yoksul Kürt gençleridir. Orada KCK’ya ihtiyaç yoktur.
Evet KCK sosyolojik olarak, Kürt ulusal hareketi içinde, pleplerin hem burjuvaziyle mücadelesinin ve hem de onlardan yararlanmasının bir aracıdır.
*
Şimdi bu çerçevede bakıldığında KCK tevkifatlarının anlamı daha iyi anlaşılır. Politik İslam şeklinde örgütlenmiş burjuvazi, KCK tevkifatlarıyla Kürt burjuvazisini ve üst sınıflarını, Kürt Özgürlük Mücadelesinin pleplerinin baskısından ve kontrolünden çıkarıp, Kürt hareketinin başına geçirmeyi hedeflemektedir.
Türk burjuvazisi ve Kürt burjuvazisinin bir kısmı (AKP ve Liberallerin yanındakiler) böylece bir yandan bütün şiddeti plepler üzerinde yoğunlaştırarak; diğer yandan burjuvaziyi kabul edebileceği Kürtçe üzerinde baskının kalkması gibi, zaten bu burjuvazinin şimdilik kabul etmeye hazır olduğunu her vesileyle ifade ettiği talepler otuyla teşvik ederek, Kürt Hareketi içindeki pleplerin etkisine son vermeyi; PKK’yı tecrit edip ezmeyi ummaktadır.
KCK tevkifatlarının hedefi, Kürt burjuvasizine, “artık PKK’dan korkmanıza gerek yok. Onlara soluk aldırmıyoruz ve aldırmayacağız. Bakın istediğiniz Kürt dili ve diğer konularda da bireysel haklar biçiminde baskıları kaldırıyoruz. Artık saflarınızı değiştirin buraya gelin, gelemiyorsanız da o plepleri başınızdan atın, bu yolda sizi destekliyoruz ve destekleyeceğiz” demekten başka bir anlama gelmemektedir.
Ancak, başarıya ulaştığı takdirde başarı kazananın (AKP iktidarı ve Türk devltenin) başını yiyecek “küçük bir hesap hatası” bulunmaktadır bu stratejide.
Kürt burjuvazisi, sanılanın aksine, Kürt özgürlük hareketinin, esas milliyetçi ve ayrı bir Kürt devleti hevesindeki kesimdir. PKK veya KCK burjuvazinin bu geici (“ilkel”) milliyetçiliğine karşı da bir duruştur ve onunla mücadeledir de aynı zamanda. Kürt burjuvazisi, şimdi bireysel haklara razı ise, bu hedefinin bunla sınırlı olmasından değil, şimdilik konjonktürün uygun olmamasından, bunu öne çıkarmanın gerçekçi olmayacağını düşünmesindendir. Ama Kürt burjuvazisi bu hareketin önderliğini ve kontrolünü ele geçirirse, olacak olan, bir yandan artık Kürt yoksullarıyla arası açıldığından ve başından beri onlardan korktuğundan, Türk devletine karşı desteği diğer devletlerde arar ve dünya ve bölge çapındaki devletler arasındaki mücadelenin bir piyonuna dönüşür. Öte yandan, Kürt gençlerinin öfkesini de, bu dengelerin hesaplarında gerçekten terör eylemleriyle bir pazarlık unsuru olarak kullanmaya çalışacaktır, tıpkı Bask burjuvazisinin yaptığı gibi.
Yani hükümetin bu planı başarıya ulaşır ve diyelim ki PKK ve KCK tamamen tecrit edilir ve ezilirse, esas o zaman gerçek terör neymiş ve Kürt hareketinin başka güçlerce kullanılması neymiş, o zaman görecektir Türk burjuvazisi ve devleti. Bunun sonu da sadece çok kanlı bir Kürt Türk çatışması ve bölünme olacaktır.
Türk devleti ve burjuvazisi bütün bunları da aklınca bölünmeyi engellemek için yapar. Kendi ayağına kurşun sıkar. Bu onların egemen sınıflara has dar görüşlülüğünün, miyopluğunun bir görünümüdür.
KCK tevkifatlarının ilk bölümü, ki o da aynı zamanda hala sürmektedir, esas olarak Kürt özgürlük hareketinin plebiyen kanadının burjuvaziyi denetleme mekanizmalarını parçalamak, baskı altına almak ve yok etmektir.
Son tevkifatların aydınlara yönelmesi ise aydınları da korkutarak, Kürt özgürlük hareketini legal mücadele alanından tamamen uzaklaştırmak ve tecrit etmeye yöneliktir. Bu anlamda, birinci hedefe şimdilik ulaşıldığı ve cepheyi genişletme bahasına ikinci aşamaya geçildiği anlamına gelir.
Peki bu saldırılara karşı, Kürt Özgürlük Hareketi ve Demokratik Muhalefet ne yapabilir, nasıl karşı durabilir?
Birincisi bu hamle, yani aydınların tutuklanması, şimdiye kadar AKP’ye epey geniş bir meşruiyet sağlamış ve ideolojik destek sunmuş liberallerin AKP ile aralarının açılması demektir. Bu iyi bir gelişmedir.
İkincisi, bu hamle doğrudan cepheden karşılanabilir. Yani evet ben de KCK üyesiyim diyen, sivil itaatsizlik denebilecek bir kampanya başarı ile yürütülürse bu hem hükümetin tecrit planını bozar hem de bir yenilgisine, bizzat kendisinin tecridine ve geri adım atmasına yol açar.
Üçüncüsü, yani KCK tutuklamalarına gelince, buna politik değil, hukuki itiraz noktasından yüklenilmelidir. Terörle Mücadele Kanununun en sıradan hukuk normlarını bile ayaklar altına almışlığı yetmiyormuş gibi, bu kanunun bile korkunç keyfi yorumlanışı esas yoğunlaşılması gereken ve en geniş cephe kurulabilecek en geniş aydın ve demokrat kesimlerin çekilebileceği bir savunma mevzii olabilir.
Dördüncüsü, gerek KCK gerek aydınların tutuklanmasıyla, Kürt ezilenlerinin siyasi eğitimi ve örgütlenmesi engellenmek istenmektedir. Fiilen bu hesap kolayca boşa çıkarılabilir hatta sonuç tam tersine hem içerdekilerin hem dışardaki geniş kesimin daha da siyasi olarak gelişmesi sağlanabilir. Yani bu tevkifatlar uzun vadede, yeni bir kuşağın ve sürgünlerin ortaya çıkması için bir fırsat olarak da görülebilir ve kullanılabilir.
Siyasi eğitim akademilerde olur diye bir kural yoktur. Kıvılcımlı’nın dediği gibi “Leninizm demiri Kutva’da (Komünist kadroları eğitmeye yönelik okul bir zamanların Sovyetler Birliği’nde) dövülmemiştir”. Elbet okullar, akademiler de olabildiğince olur, ama esas siyasi eğitim kitle mücadelelerinin içinde ve strateji ve program tartışmalarında elde edilebilir.
Bugün Kongre hareketinin bir programı yoktur. Bu yokluk bir metin olarak program yokluğu sanılmamalıdır, esas olarak bir programı yoktur. Yani ne için mücadele edecektir Kongre hareketi? Devletin, politik olanın dillere, halklara göre tanımlanmış politik birimler olarak mı tanımlanması yoksa böyle tanımlamaya karşı mı tanımlanması savunulacağı açık ve can alıcı bir sorun olarak ortada durmaktadır.
Bugünkü devleti tasfiye etmeden, sanki mümkünmüş gibi ekolojik, feminist, etnik vs. talepleri sıralamak mı, yoksa bütün bu mücadeleleri, ezilenlerin üzerinde yükselmeyecek, onlara hizmet edecek bir aracın, bu var olanın yerini alması için mücadelesinde birleştirmek mi?
Otonomi, var olan merkezi yapının yanısıra politik dışı bir alanda mı, yoksa tümüyle politik olması ve merkezi devletin tasfiyesi mi?
Otonominin dile, dine, soya vs. göre mi tanımlanacağı; yoksa böyle tanımlamaya karşı mı tanımlanacağı?
İşte Program tartışması, Strateji Tartışması, Metodoloji tartışması bunlardır. Ancak böyle bir tartışma gündeme taşınarak ve sürdürülerek, en geniş kesimlerin gerçekten siyasi ve teorik eğitimlerinde dev adımlarıyla yollar kat edilebilir.
Böylece aslında, bu KCK tevkifatları, tıpkı orman yangınları gibi, Avustralya Aborjinlerinin bilerek çıkardıkları bozkır yangınları gibi, yeni güçlerin, taze güçlerin ortaya çıkıp gelişmesinin bir aracı haline de gelebilir.
Ama bunun için her şeyden önce Türk sosyalistlerinin bunları anlaması gerekiyor. Bunun için de en büyük sorumluluk, sosyalistlerin gözlerini diktiği Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyye Önder, Levent Tüzel gibi vekillere düşüyor.
Ya onlar bu yöndeki bir gidişin başını çekip, gerçek bir siyasi eğitimin yolunu açacaklardır, ya da siyasi bakımdan birer sembol olarak kalacaklardır.
Bu stratejik ve taktik hamleler yapıldığında, çok değil bir iki yıl içinde bütün güç dengesi tersine çevrilip, AKP iktidarına son verilebilir ve ülke gerçekten köklü demokratik dönüşümlerin yoluna girebilir.
03 Kasım 2011 Perşembe
Demir Küçükaydın



[1] Elbet bizzat bu ismin alınmasının sosyolojik, dolayısıyla politik bir anlamı da vardır. Sadece ismin alınmasının değil, ismin çevirisinin ve KCK’nın tanımlanmasındaki farklılıkların da sosyoljik ve politik anlamları vardır.
Örneğin, KCK’yı “Kürdistan Halklar Birliği”, “Kürdistan Topluluklar Birliği” veya “Kürdistan Komünler Birliği” gibi çevirilerin her birisi, aynı zamanda bir politik duruşla da ilgilidir ve meraklı bir Marksist bunlardan hareketle farklı sınıfların çıkar ve konumlarının bir adlandırmada nasıl yansıdığını ve adlandırmaların sınıf mücadelesinin bir aracı olduğunu gösterebilir. Konuyu dağıtmamak için şimdilik burada buna girmiyoruz.
[2] Tüzüğüne bakılırsa yapısı neredeyse bir devlet örgütlenmesi gibidir (Savunma güçleri, mahkemeleri vardır). Bu nedenle de onu tüzüğünden hareketle anlamak isteyen kimi yazarlar “paralel devlet” gibi kavramlanla tanımlamaktadırlar. Ama öte yandan paralel bir devlet olamaz, çünkü vatandaşlarını kendi seçmekte ve Öcalan’ın önderliğinin kabulünü de bu “devletin” “vatandaşlığı”nın koşulu olarak koymaktadır. Yani bir tür örgüt gibidir. Bu yanıyla bakınca, bir paralel devlet olarak korkunç denecek derecede mutlak merkeziyetçi ve monolitik bir yapı olarak görülür. Ancak ona yüklenen işlevler böyle bir yapıya denk gelmemektedir. Yani yapısıyla devlet, işlevleriyle PKK gibi bir yapıdır; ismiyle de yerel birimlerin otonom örgütlenmesini çağrıştırır. Bunların hem hepsinden birazdır hem de hiç biri değildir.
Ama tam da bu uyumsuzluklar ve belirsizlikler, Kürt Özgürlük Hareketinin taşıyıcısı olan politik ve sınıfsal güçlerin kültürel ve ideolojik sınırlarını göstermektedir. Tam da bu sınırlar nedeniyle, Özgürlük Hareketi, Kürdistan’ın yoksullarının dışında, yani Batı’da tutunamamakta, yani “Türkiyelileş”ememektedir. Modern hiç bir işçi ve aydın böyle boğucu bir yapıda yer almaz, alamaz. İşçi hareketinin ve Marksizmin özelliği, hiç bir şeyin eleştiri ve süphe dışı olmaması, hiç bir tabu tanımamaktan başka tabusu olmamasıdır.
Bu tür yapılar, toplumsal konumuyla işçi, kültürel ve ruhsal durumuyla köylü karakterinde olan plebiyen hareketlerin özelliğidir. Zaten bu tam da Kürt özgürlük hareketinin temel özelliğidir ve Kürt özgürlük hareketinin sınırları da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Bunu aşmanın tek yolu, Türkiyedeki, modern işçilerin ve aydınların bu demokrasi mücadelesine bağımsız olarak sahip çıkması ve mücadeleye girmesidir. Bunun için de en önemli görev Türk sosyalistlerine düşer. Ama onlar da bu görevi ne anlayacak ne de yapacak kapasitede değildirler. Bütün çıkmazların temelinde Türk sosyalistlerinin, “sosyalizm”, “anti emperyalizm”, “sınıf”, “emek” vs. diyerek demokratik görevlerden kaçması  bulunmaktadır. Bunun da sınıfsal (çoğu orta sınıflar ve Alevilikle ilişkilidir) olduğu kadar, ideolojik (neredeyse tamamının kökü stalinizmdedir, yani pozitivisit bir metodolojide de denebilir) temelleri vardır.
[3] Elbette hukuk, niyetler üzerinden değil, somut eylemlerin yasalara biçimsel olarak uyup uymadığından hareketle karar verir veya vermelidir soyut olarak. Ama Türkiye’de, böyle bir durumun olmaması bile olağan karşılandığından, yani bırakalım demokratlığı bir yana, bir hukuk devletinin bile (çünkü o hukuğun kendisi demokrat olmayabilir ama en azından hukuka uygun davranılabilir) söz konusu olamayacağı gerçeğini es geçip, zımnen bunu kabullenmiş ve onaylamış olmaktadır itirazlarını tutuklanmalarını politik olarak yanlış bulan  kimi liberal gazeteciler. Sadece politik olarak yanlış değildir, hukuksuzdur da.

Hiç yorum yok: