2 Şubat 2011 Çarşamba

Mısır Tahrir’e Uzaktan Yorumlar ve Öngörüler

Uzaktan Yorumlar (01)

Mısır’da şu an (21.15) devrimin kaderi çiziliyor. Televizyonlardaki görüntülerden çıkarabildiğim kadarıyla, alandaki muhalifler hala çok az, hatta sayıları bile azalıyor ve Kahire Halkı o alana akmış ve feth etmiş değil.
Eğer sonraki saatlerde durumda bir değişme olmazsa, devrimin bu ilk dalgası acı bir yenilgiyle son bulacak demektir. O alandaki gençleri büyük bir olasılıklar öldürüp, derdest edecekler ve ibreti alem için cezalandıracaklar. Sonra da sıra bütün diğer muhaliflere gelecek.
Sabahleyin, alandaki direniş, Mubarek’in polislerinden ve lumpenlerden derlenmiş saldırganlarını püskürttü ve alının dışına sürdü. Ama onları peşine düşüp yok edemedi. Çünkü peşine düşecek gücü de yoktu kararlılığı da.
Bu devrimi alanda savunmaya ve alanı korumaya zorladı. Bir devrimin intiharıdır savunmaya geçmek. Alanı savunmak bir bakıma devrimin savunmaya geçmesi demekti.
Bu gidişi, ancak Kahire halkının Meydana akın akın gelmesi ve Mubarek’in adamlarını sokaklardan silip süpürmesi durdurabilir ve tersine çevirebilirdi.
Belli ki Mısır halkı hala çok korkuyor, bir kaç günlük gösteriler onun yeterince güç ve kendine güven kazanmasını sağlayamamış olmalı. Kendine güvenini kazanacak kadar bir gösteriler dizisi yaşamadan, birden bire tayin edici muharebi ile akrşı karşıya kaldı.
Mubarek akıllıca bir hamle yaptı, çekileceğim ama sonra dedi ve böylece tarafsız orduyu kendi yanına çekmek için esas hamleyi yaptı.
Ordu bir gün önce Mubarek’in çekileceğim mesajı üzerine , ite çekiliyor artık gösteriler dursun diyerek, bu kayışı ifade etmişti.
Ama bugün bile henüz karışmadı sabahki direnişin tahrir meydanını mubarek’in adamlarına teslim etmeyip onları püskürtmesi üzerine. Tarafsız tavrını sürdürüp, güç dengelerini kollamaya devam etti. Yanlış ata oynamak istemedi.
Eğer alana büyük bir halk desteği aksaydı, ordu da ilk gösterilerde yaptığı gibi, göstericilerin emniyetini sağlayacağım diye, tekrar göztericilerden yana ağırlığını koyar ve Mubarek’in ülkeyi terk etmesini isteyebilirdi.
Gerçi ordunun böyle bir davranışı, uzun vadede, devrimin izleyeceği yol ve kaderini belirlemekte ordunun ağırlığını arttırır ve bu da muhtemelen, ordunun kontrolünde, biraz Türkiye’de olduğu gibi birs liberal reformlar dönemini açar, bu da bir demokratikleyşme değil ama belli bir liberalleşme sağlardı.
Ama şu saatlere kadar Kurtuluş Meydanı hala bomboş. Hala gençler var ve koca alanda küçük ve dağınık kümeler halindeler.
Meydanı savunmaya geçiş aynı zamanda devrim yasalarının sembolik bir ifadesi de.
Marks, Engel bavunmanın veya duraksamanın bir devrimin ölümü demek olduğunu defalarca yazmışlardı yaşadıkları ve daha önce yaşanmış devrim deneylerinden çıkardıkları sonuçlarla.
Meydan’ı savunma bir bakıma devrimin ya da ayaklanmanın savunmaya geçmesi demekti.
Ve savunma’da kalma etkisini göstermeye, Mubarek’in güçlerini toplamasını ve karşı saldırıya hazırlanmasını sağlayacak zaman ve morali bulmasını sağladı.
Şu an gazeteler İnternette, başkan yardımcısı Ömer süleyman’ın, Güsterilerin son bulmasını, diyalogun koşulu olarak koyan bir beyanat verdiğini yazdı.
Yani bu şu demektir, akşamdan beri korktuğum başa geliyor. İsyan yenildi. Karşı taraf koşul öne sürecek cesareti buluduğuna göre artık kendini toparladı.
Bu şu demektir: devrim yenildi ve şimdi gösterilere katılanları katletme ve tutuklama dalgası başlayacaktır. Cuma günü de hiç bir şey olmaz. Hatta Cuma gösterisi, terörden sinmiş halkın evlerine kapanıp, Cuma gösterisini Mubarek’in adamlarının yapmasına bile yol açar.
Şu an yeni bir haber düştü, Alandan silah sesleri geliyormuş. Karşı devrim alanı ele geçirmlek için saldırıya geçti. Alandaki çocukları öldürecekler.
Ama her zaman olduğu gibi devrimin katilleri onun vasiyetini yerine getirirler.
Yani Prusya yolundan bir demokratikleşme değil, liberalleşme.
Eğer devrimin ikinci bir dalgası gelmezse, bu yenilgi kolay atlatılamazsa, Mısır’da Ordu’nun kontrolünde, Türkiye’deki gibi bir sistem oturur.
Gerçi devrim başarıya da ulaşsa sonuç aynı olabilir.
Ama bir devrim, amaçlarına ulaşamazsa bile, onun halkın ruhunda ve bilincinde yapacağı değişikliklerin değeri hiç bir şeyle ölçülemez.

02.02.2011 21:51:35
Demir Küçükaydın


Uzaktan Yorumlar (02) - Devrim Hala Ölmedi


Sabah oldu ve meyden hala göstericilerin elinde. Hiç destek gelmedi. Buna rağmen sabaha kadar  Mubarek’in bindirilmiş kıtalarına meydanı terk etmediler.
Az öncve El cezire, Twitter ve internet üzerinden haberleşmek için yeni bir yol bulunduğunu açıkladı. Bir telefon numarası verdi ve twitter mesajlarını oraya yollayın dedi. Videolarınızı yollayın dedi.
İlk verdiği mesajlardan biri, alandaki bir kadının yardım çağrısıydı, Kahire halkını meydana çağırıyordu.
Meydandakiler durumun bilincinde.
Belli ki el Cezire tehlikenin farkında, sadece haberciliği bırakıp, habercilik yapıyormuş gibi yapıp, devrimin yaşaması için bir haberleşme kanalı açmak istiyor.
Akşamki, başkan yardımcısının, gösteriler bitmeden görüşme yok tehdidine rağmen, hala askerler duruma müdahale etmiş değil.
Belli ki ordunun tabanında, alt rütbeli subaylarda rejime duyulan rahatsızlık, tepedeki generalleri şimdilik oyunun dışında gibi durmaya zorluyor.
Ayrıca bu ordunun kontrolünde bir değişiklik için de işlerine geliyordur.
Bu durum da birden bire sokaktaki, hatta o meydandaki gelişmeleri kilit bir öneme getiriyor.
Sokağa hakim olamazsa halk kitleleri ve süremezse Mubarek’in bindirilmiş kıtalarını, kaybeder. Hala zaman var. Belki gün ışıkları, Kahirelilerin üzerindeki korkuyu atmalarına yardımcı olur.
El Cezire’nin geçtiği haberler Mubarek yanlılarının toplanmaya başladığını yazıyor.
Kahire halkı 30 yıllık diktatörlüğün üzerinde biriktirdiği korkuyu atıp Tahrir alanına dolacak mı?
Burada derinden bir kendiliğindenlik, yaratıcılık, inisiyatif ğerekir. Halkın derinlerinden gelecek bir şeyler.
Bütün devrimler bunların üzerinde yükselir zaten.
Ama şu ana kadar henüz bir şey görünmüyor. O çok kıymetli saatler su gibi akıp gidiyor.
Bu ayaklanma hala yaşarsa bir mucize demektir.
Avrupa’nın daha başından beri öne çıkarmaya çalıştığı ve muhtemelen de zorlayarak Mısır’a yolladığı El Baradey gibi liberaller böyle zamanlarda hiç bir şey yapamazlar.
Adam Cumaya kadar mühlet verdi, gidinceye kadar sürekli gösteri çağrısı yapacak yerde.
Sonra da Mubarek’in bindirilmiş kıtaları saldırınca orduya Yönetime el koy çağrısı yaptı.
Halkı sokağa çağırmadı.
Halktan korkan burjuvaziyi bundan daha iyi ne gösterebilir.
Türkiye’nin liberalleri de öyledir. Avrupa birliğine bağlanacak irlerden, kazıklardan medet umarlar. En büyük demokrasi gücü olan Kürt Özgürlük hareketi’ne karşı düşmanca bir korku duyarlar.




Uzaktan yorumlar (03) - Kontrollü Geçiş ya da Sezaryen


İki gün boyunca Tahrir meydanındaki bir kaç bin gencin orayı canla başla ve yapayanlız savunmalarını gördük. Neredeyse hiç bir yardım gelmedi, Kahire halkı alana koşup, o alanı doldurarak ve Mubarek’in bindirilmiş kıtalarını sürmek için o gençlere yardım etmedi.
Alandan El Cezire-Twitter kanalı aracılığıyla mesaj yollayıp yardım isteyen kızın çağrısı yankısız kaldı.
O yardım isteyen kız, El Cezire’nin yayın merkezinde alanın savunulmasını isteyenlerin hayallerinin ürünü de olabilir. Çünkü bütün devrimlerin değişmez bir kuralı vardır: Devrimlerde kadın sokağa çıkar ve ayaklanmanın başını çeker.
Tahrir alanını savunanlar içinde neredeyse hiç kadın görünmüyordu. Şehirli genç ve yoksul delikanlılardı oradakiler.
Tahrir alanında kadınsız bir savunmanın yapıldığı aynı gün ve saatlerde ise İskenderiye’de binlerce kadın yürüyordu El Cezire’nin haberine göre.
Kimbilir belki de ayaklanmanın motoru olan şehir Kahire değil, İskenderiye’dir.
Türkiye’de İstanbul ile Ankara, Rusya’da Petersburg ile Moskova ne ise Mısır’da İskenderiye ile Kahire aynı durumda olabilir.
Başkent’in memur dolu ortamından uzak olmanın; bir liman dolayısıyla dünyaya daha açık, daha özgür ruhlu olmanın etkisi olamaz mı bu?
Modern toplumun sinir düğümleri şehirlerdir. Şehirler içinde de, ekonomi, politika ve Kültür’ün merkezi olan şehirler, ki bunlar genellikle de baş şehirlerdir, en önemlileridir.
Ama bazan bu üçü aynı şehirde birleşmez. Türkiye’de olduğu gibi, Ekonomi’nin ve Kültür’in merkezi (İstanbul-Leningrad) ile Politika’nın merkezi (Ankara-Moskova) ayrı şehirlerde bulunabilir. Böyle yerlerde, devrim iki merkezi de ele geçirmelidir.
Ama tarih genellikle, ekonomi ve kültürün merkezi olanların, politikanın merkezi olanlardan daha hızlı ve daha ileri gitme eğiliminde olduğunu göstermiştir.
Büyük olasılıkla benzer bir farklılık Mısır’da da var. Bu fark, Kahire Tahrir alanında kadın ve savunmacı yokluğunda; İskenderiye’de kadınların sokakları feth etmesinde kendini dışa vurmuş olabilir.
Ama o sinir düğümlerinin de sinir düğümü, o şehirlerin merkezlerindeki alanlardır. İstanbul’da Taksim, Kadıköy, Aksaray, Mecidiyeköy; Ankara’da Kızılay ve Ulus gibi alanlar hayati önemdedir. Tahrir meydanı da benzer bir durumdaydı. Coğrafi konumuyla ve biçim olarak Aksaray gibi, politik anlamı ve şehrin yapısındaki işleviyle Taksim gibi; Aksaray ve Taksim’in (hatta Mecidiyeköy’ün) özelliklerini kendinde toplamış bir alandı.
Böylesine kritik hayati noktayı yeterince güçlü ve kararlı savunmadı Mubarek karşıtları.
Ancak Mubarek’in adamları yeni destek alarak saldıramadıği gibi, ordu birlikleri adeta bir boks ya da futbol maçı hakemi gibi davranarak, hatta Mubarek’in adamlarına zaman zaman daha sert davranarak, Mubarek karşıtlarına adeta moral verdi ve isyanın ezilmesini engelledi.
Böylece Ordu başından beri, önce ateyş etmeyerek, sonra mitinge emniyet garantisi vererek, değişimin ebesi; doğamayan çocuğun doğmasına sezeryanla yardım eden doktor işlevinin sürdürdü.
Bu elbette yığınlardaki genel memnuniyetsizlikle, genç askerlerin ve subayların Mitingçilere sempatisi ile de bağlantılıdır ama Mısır’ın Firavunlar ve Kölemenlerden beri gelen Devletçilik geleneğinin tecrübesi ve sezişleriyle ilgili olduğu kadar, ABD’nin ve Avrupa’nın kontrollü bir geçiş arzuları ve bu anlamdaki yönlendirmeleri ve mesajlarıyla da.
Bu devrimin şimdiki bu gücü, yani ordunun tarafsız ve hayırhah tavrı, bu devrimin en büyük zaafı olacaktır. Tarih hiç bir şeyi karşılıksız vermez.
*
Quemada diye bir film vardı. Evaristo Marquez ve Marlon Brando’nun oynadığı, 12 Mart döneminde, o en sıkı terör günlerinde, Adada İsyan adıyla yanlışlıkla sinemalarda oynamıştı bir süre. O filmde, eski sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçiş ve bunu bir İngiliz ajanının örgütlemesi konu edilir.
Adanın egemeni şeker kamışı plantasyonu sahipleridir ve halkı da oralarda çalışan köle ve yarı köle siyahlardan oluşmaktadır. Adada eski sömürgecilere karşı siyahların bir isyanını örgütlemek isteyen yeni sömürgeciliğin sembolü, hayallerini yitirmiş, pragmatik İngiliz ajanı Sir Willam Walker, siyahların içinden bir önder bulmaya çalışır.
Ama siyahları kölelik öylesine yıldırmıştır ki, beyaz adama karşı çıkmayı akıllarından bile geçiremez durumdadırlar. Sadece bir tanesi cesaret edemese de aklından geçirir.
Ajan bu aklından geçirebileni alır ve adeta zorla ona beyaz adamın da ölebileceğini gösterir. Sonra bu siyah önder, mücadele ve devrim tarafından eğitilecek ve kontrolden çıkacaktır. Bu sefer de ilk kendisinin keşfettiği ve yetiştirdiği bu siyah önderin isyanını bastırmak için gelir tekrar adaya bu sefer İngiliz Hükümeti adına. Bastırır da. Ama bu sefer giderken, siyahlar artık onu bıçaklayarak öldürecek tecrübe ve cesareti edinmişlerdir.
Köleciliğin siyahların ruhunda bıraktığı derin izlerden çok söz edilir, ama beş bin yıllık Şark devletçiliğinin o insanların ruhunda yarattığı derin tahribatın, neredeyse genlere işlemiş korkuların pek sözü edilmez.
Binlerce yıllık şark devletçiliğinin ve o devletçiliğin sembolü Nemrutlar (Dicle Fırat balçıklarının Firavunları) Firavunların (Nil balçıklarının Nemrutları), onların  modern biçimi olan otuzbeş yıllık Mubarek diktatörlüğünün yüreklerde yarattığı korkuyu silmeye yetmemişti Tunus örneği ve son bir haftadaki gösteriler.
Mubarek’in adamları bir kaç bin kişi daha sürebilseydi eğer, alanı ele geçirirler ve tam bir yenilgi ve yılgınlık havası yaratabilirlerdi. Böylesine kritik bir süreç yaşandı şu iki günde.
Bunun yapılmamasının nedeni muhtemelen ABD ve Avrupa’lıların işlerin kontroldern çıkıp radikal islamcıların iktidara gelmesi korkularından kaynaklanan baskısı olabilir.
Böyle bir davrınışın bütün yumuşak ve kontrollü geçiş olarnaklarını yok edeceğini görerek, Mubarekin adamlarının saldırısını engellediği ilerde ağırlığını korumak ve kontrollü geçişi düzenlemek için ordunun tarafsız kalmasını sağladığı tahmin edilebilir.
Ordu tarafsızlığı ile adeta ölmek üzere olan devrimin yaşamasını ve bugünkü büyük gösterileri sağladı.
Zaten başından beri Ordu’nun tarafsız kalması, aynı zamanda birlerce yıllık şark devletçiliğininin kendini yenileme yeteneğinin yeni bir tezahürü olarak da görülebilir. Ordu ateş etmeyeceğini söyleyerek adeta korkmadan miting alanına gelebilirsiniz dedi.
Kan dökülmeden, ordunun koruması ve desteğinde devrim!..
Ordu ölecek çocuğu kurtardı, sezaryan yaptı adeta.
Ve bundan sonraki gelişmeleri ordu belirleyecek.
Politik olarak Mısır’ın AKP’si ordu olacak gibi görünüyor. Ama Türkiye’nin askeri bürokratik oligarşisinin sınıfsal yapısı ve ağırlığıyla.
Aynı esnekliği Türkiye’de de gösteriyor bu tabaka.
Şimdi AKP giderek tutucu ve anti demokratik bir çehre kazanırken, Askeri Bürokratik oligarşi, AKP aracılğıyla kendi içindeki fosilleri, inkarcıları tasfiye edip, kendini yeniliyor.
Baykal’ın gitmesinden Radikal’deki değişime kadar her şey bu cephelerdeki dönüşü gösteriyor.
04 Şubat 2011 Cuma
Demir Küçükaydın

Uzaktan yorumlar (04) – Uzun Bir Çocukluk


Geçen yazıda Mısır’da İskenderiye’nin Kahire’den daha önde olabileceğini, Kahire halkı o kritik günlerde meydanı doldurmazken, İskenderiye’de sokakların kadınlar tarafından doldurulduğunu, İskenderiye-Kahire farkının Moskova-Leningrad, Ankara-İstanbul gibi bir farka denkliğin ifadesi olduğunu yazmıştık. Bir kaç gün önce İskenderiye’den gelen bir tanıdık bu uzaktan değerlendirmeyi doğrulayan doğrudan gözlemler ve değerlendirmeler anlatmış. Devrimini esas motorunun, İskenderiye olduğunu söylemiş.
İskenderiye’nin haberlerde Tahrir alanı kadar yer almaması, bir yanıyla konuya istikrar ve güvenlik açısından bakan gericiliğin devrimden, onun ileri gitmesinden korkularını yansıtmaktadır. İskenderiye’den söz etmeyerek “deliye taşı andırmak” istememektedirler.
Ama artık çok geç, korktukları başlarına gelecektir.
İlk günlerde alanana gelip onu savunmakta tereddüt eden Kahire halkı, o cumadan beri yavaş yavaş kendine güvenini kazandı hızla kendini eğitmeye başladı. Devrimin ayakları üzerinde durabilmek için biraz zamana ihtiyacı vardı. Ordunun hangi gerekçeyle olursa olsun, tarafsızlığı devrim bebeğinin ayakları üzerinde durmayı öğrenecek, kendine güveni kazanacak, derine işlemiş korkulardan kurtulacak zamanı bulmasını sağladı.
Devrim artık ayakları üzerinde yürüyor. Tahrir alanını gece gündüz bırakmayan; alan dolduğu için mecburen geri dönen Kahire halkı bunun en güzel göstergesi.
Şu saatler ve bu gün en kritik gün olacak. Mubarek akşam İstifa’yı reddetti. Neredeyse bütün Mısır halkı ayakta. Yüz milyonluk Mısır’da bugün yirmi otuz milyonun sokaklarda olacağı düşünülüyor. Zaten son günlerde milyonlarcası sürekli sokaklardaydı. Bütün Mısır bir Tahrir Alalnı’na dönüşmüş bulunuyor.
Eğer arada önemli bir gelişme olmazsba, bugün Cuma’dan sonra, milyonlarca insan Tahrir Alanına akacak ve oradan da başkanlık sarayına doğru yürüyüp bu rejimi devirmek isteyecek.
Bu bir kaç saat içinde devrimin nasıl bir yol izleyeceği belli olacak. Artık bu halkı bir rejim değişikliği olmadıkça kimse tutamaz.
İlk olasılık, ordunun bu sefer de, belki de kendi içindeki farklılık ve bölünmelerden dolayı, kararsız kalması, ne halktan ne de Mubarekten yana bir tavır almayıp, şimdiye kadarki pozisyonunun sürdürmesi olabilir.
Bu durumda halk meydandan Başkanlık Sarayına yürür. Bu sarayı Mubarek’in kendine bağlı özel birlikler korumakta.
Burada şu olasılıklar öne çıkıyor.
Bu birlikler ya halkla kardeşleşir, Mubarek kaçar; ya da halka ateş açarlar bu ise Halkın öfkesini daha da arttırıp ordunun bölünmesine ve rejimin bütün bülük devrimlerdeki gibi bir ayaklanmayla çöküşüne yol açabilir.
Ancak muhtemelen, ordu daha bunlar olmadan idareyi alıp, Mubarek’i yollar ve kontrollü bir geçiş denemesinde bulunur. Şu saatlerde bu olasılık öne çıkmış görünüyordu.
Bu devrimin hızını kısmen keserse de aynı zamanda ona daha da büyümek için daha da çok zaman ve olanak sağlar. Devrim böylece henüz yürüyen bir çocuk olmaktan ergenliğe geçebilir.
Ve ergenliğe ulaşan devrim ilerde, doğumuna şimdiye kadar şu veya bu nedenle tarafsız kalarak “babalık” etmiş ordu ile karşı karşıya gelebilecek, “baba katili” olabilecek zaman ve gücü bulabilir.
Galiba Mısır’da daha yavaş ama daha sağlam bir gelişim gösteren bir devrim görüyoruz.
Bazı devrimler 100 metre koşucuları gibidir, hızlı gider ama çabuk yorulur. Biriktirdiği güçler uzun menzilli bir koşuya izin vermez. Bazı devrimler bir maraton koşusu gibidir, belki biraz yavaş ama daha uzun soluklu. Mısır Devrimi bu ikincisinin özelliklerini gösteriyor gibi.
Tabii bu yavaş gelişen devrim, aynı zamanda diğer ülkelerdeki devrimleri tetikleyeceği, onlara cesaret vereceği gibi, aynı zamanda hızı tükenmiş, gücü azalmış Tunus’taki devrim gibi devrimlere yeni bir güç ve rüzgar da verebilir.
İşte o zaman, devrimlerin birbirlerinin ateşini güçlendirdiği, her devrimin diğerlerinde yeni güçleri ve daha derin tabakaları harekete geçirdiği, kendini besleyen, eşi benzeri az görülen bir muazzam devrimci kabarış dönemi yaşayacağız demektir.
Şimdilerde Türkiye Modeli önerilir oldu. Eğer böyle bir süreç harekete geçerse, bir kaç ay sonra Türkiye modeli de eskir, bütün anlamsızlığı ve bayağılığı ile ortaya çıkar.
Mısır ya da Arap Modeli, tüm dünyaya örnek olur.
İnşallah Türkiye’ye de
11.02.2011 09:12:55
Demir Küçükaydın



Uzaktan yorumlar (05) – Bir Devrimi Yaşamak!..


Yarım yüzyıldır sadece boş zamanlarını değil, bütün ömrünü devrimci mücadeleye adamış ama hiç devrim yaşamamış bir devrimci olarak Mısır halkına imreniyorum.
“Devrim ne olacak? Gerçek başarıya gidicek mi, yani var olan binlerce yıllık firvunlardan kalma, merkezi, keyfi devlet cihazını parçalayabilecek mi? Başarılı olursa devrimin önderliğini kim ele geçirebilir?” gibi soruların zamanı değil şimdi.
Şimdi bu devrim sarhoşluğunu, o bir kaç günden daha fazla sürmeyen, ama yaşanması çok nadir zamanlarda, çok nadir yerlerde, çok nadir kuşaklara kısmet olan o kardeşleşmeyi, o toplu sarhoşluğu yaşamanın ve tadını çıkarmanın zamanı.
Herkese ve her zaman kısmet olacak bir mutluluk değildir bu. Bazan her kaygıyı bir yana bırakıp, o anı yaşamayı bilmek gerekir. Tıpkı uzun bir mücadeleden sonra birbirine kavuşmuş iki sevgili gibi. O anı yaşamak ve tadını çıkarmak gerekir.
Sonra? Sonra zaten hep zorlu mücadeleler, genellikle yenilgiler, yılgınlıklar, kan ve gözyaşı izleyecektir, o kısa mutluluk günlerini, o aşıkların günlük hayatın bayağılıkları ve zorlukları içinde o aşklarının ilk heyecanını yitirecekleri gibi.
Önemli olan bunu başarmış olabilminin o halkın ruhunda yarattığı büyük değişimdir. Bir şeyleri değiştirebileceğini ilk kez görmüştür. Kardeşliğin, özgürlüğün, polissiz, ordusuz, bürokratik ve silahlı adamlardan oluşmayan bir aygıtsız da bu toplu yaşamanın gereklerini kendisinin örgütleyebileceğini görmüştür. Önemli olan budur. Devrimin esas kazancı budur.
Bu nedenle Marks, İşçi Sınıfının devrime, önce kendini değiştirebilmek için büyük ihtiyacı olduğunu söyler.
Bu bilgi, en korkunç yenilgilerde bile bir yerlerde, derinlerde varlığını sürdürmeye devam eder. Halktın bilincinin, ağulardarn süzülmüş tarihsel tecrübesinin derinlerine ve devrimcilerin ve teorisyenlerin kitaplarında, unutulmuş, tozlu raflarda var olmaya devam eder.
Zaten ben de bu satırlara dökülen düşünceleri, 1789’u anlatan Michelet, 1848’i yaşayan ve anlatan Marks-Engels, 1905 ve 1917’yi hem en önde yaşayan ve anlatan Troçki’nin kitaplarından, İran devriminin başarısını yaşamış İran’lı dostların anlattıklarından ve İran sinemasının filimlerine sinmiş o derin duyarlıktan ve benzeri büyük devrimlerin derslerini anlatan, o artık okunmayan ve unutulmuş kitaplardan ögrenmedim mi?
Bu nedenlerle, şu bir kaç günün mutluluk sarhoşluğunu, yarın ne olacak diye düşünmeden yaşasın, anın tadını çıkarsın Mısır halkı.
Herşey nasıl olsa hep kötüye gidecek.
İşin kötüsü bütün veriler her şeyin daha da kötüye gideceğini gösteriyor.
*
Bir devrim yaşamadım ama sanırım öyle bir atmosferi ve başarıyı 1968’de, Üniversite İşgallerinde yaşadım.
Faşistlerin işgalindeki Fen-Edebiyat Fakültelerinin bulunduğu binanın, öğrenci kitlesi ve Merkez Bina’dan gelen ve daha sonra Devrimci Öğrenci Birliği’ni oluşturacakların katılımıyla ele geçirildiği gün böyle bir gündü.
Her yer cam kırıklarıyla, faşistlerin kaçarken bıraktıklarıyla ve zaferlerine inanamayan ellerinde bir sopa, bir taşla dolaşan binlerce öğrenciyle doluydu. O saatlerde yaşadığım mutluluğu bir daha hiç bir zaman hiç bir yerde yaşamadım.
Şimdiki Mısır ordusu gibi, tecrübeli eski dernekciler (Uğur Büke vs.), yüksek bir masaya çıkıp konuşarak inisiyatifi ele geçirip bazı şeyleri yönlendirebiliyorlardı henüz. Bu sözler bizim sözlerimiz değildi ama henüz bunlarla nasıl mücadele edileceğini bilmiyorduk, kimseyi tanımıyorduk. Mısır devrimindeki arkada duran ama büyük bir örgütlü güç olan Müslüman Kardeşler gibi, o zamanki FKF (Şimdi bilinen isimler Nabi Yağcı ve Veysi Sarısözen) hep itidal tavsiye etmiş, bir öncülük yapmamış, bizleri hayal kırıklığına uğratmıştı. (Ama işgalden sonra, şimdi Mısır’da olacağı gibi, o örgütlülüğüyle giderek artan bir şekilde ağırlığını koyacaktı.)
Ama ne olursa olsun yüzlerce, binlerce öğrenci, başarılarını kutluyorlardı. Bir daha hayatım boyunca o günkü gibi bir durum yaşamadım. Mısır’dakilerin şimdi bizlerin o minyatür ölçülerdeki küçük devrimde yaşadıklarımızın binlerce kez daha büyüğünü yaşadıklarını düşünüyorum.
*
Bu duygu yoğunluğunu ilk dersler ve hayal kırıklıkları izlemişti.
Gündüzleri muhasebecide çalışıyor geceleri gelip nöbet tutuyordum. Tahrir alanındaki gençler gibiydik. Faşitlerin saldıracağı haberleri geliyordu hep. Sonuna kadar dövüşmek ve savunmak gerekiyordu. İki üç gün sonra yorgunluktan ayakta duramaz olmuş, sanırım dekanlıkta bir geniş salonda, yeşil halıların üzerine elimde sopamla yatmışıtım, başkalarının da orada yattığını görünce.
Bir süre sonra, FKF’nin yönetici takımı geldi (Yani daha sonra Partizan’ı çıkarıp da TKP’yi 1974 sonrasında Türkiye’de TKP yapacak olanlar) ve toplantı yapacaklarını ve orayı boşaltmamız gerektiğini söylediler. Biz de boşalttık. Bir süre dolaştıktan sonra yorgunluktan ayakta duramadığımdan, tekrar gidip bakayım dedim belki toplantı bitmiştir, bir iki saat olsun uyuyayım diye, kapıyı açtığımda, toplantı yapacaklarını söyleyerek bizi oradan çıkaran  FKF’nin yönetici kastının Rahmi Saltuk ile birlikte, yiyip içip türküler söylediğini gördüm. Biz sıradan öğrenciler uzanacak bir yer bulamazken.
Benim için FKF orada bitti, o ilk günlerin sarhoşluğu ve hayalleri de. Kazandığım kaybettiğimdi, çocuksu hayaller. Devrim böyle eğitiyordu.
Ondan sonra bir daha faşistlerin elinden binayı ele geçirdiğimiz günün duygularını yaşamadım hiç. Zaten sonrası hep bir yenilgiler, bölünmeler dizisidir. Bir tek 1974’te Vietnam ve Portekiz ve bunlara bağlı zincirleme devrimlerin bir kısa süren mutluluğu vardır. Arada ve sonrasında hep yenilgiler: 12 mart, 12 eylül, Özel Savaş Rejimi, Duvar’ın yıkılışı. Dünyada ve Türkiye’de korkunç gerici bir eideolojik atmosferin nefes almayı olanaksızlaştıran ağırlığı. Muhtemelen böyle bu zehirli ideolojik atmosferi soluyarak, ona karşı umutsuz bir mücadele yürüterek sıramızı savacağız.
*
Mısır Devrimi gibi devrimler elbette bizim yenilgilerle kaşarlanmış duygularımızı biraz canlandırsa da aklımız hep bunlara fren yaptırıyor.
Biliyoruz ki, ne ideolojik hazırlığı var, ne politik, ne kültürel?
Öyle çok derinlere giden çözümlemeler yapmaya da gerek yok. Yaklaşan bir devrim genellikle bir çeyrek yüz yıl önce entelijansiyanın kafasında yeni problemler, teorik tartışmalar, paradigma değişiklikleri ile oluşur. Onu sonra yığınlar devrim günlerinde ayaklarıyla o çok soyut gibi görünen kavramlara, paradigmalara, somut programlar ve istemlerle oy verirler.
Ekim devrimi olmadan önce Avrupa’da en iyi beyinlerin Marksizme akışı vardı. Genç Rus devrimcilerinin Marks ile yazışmalarında, yazdıkları kitaplarda ve tartışmalarda, 1917’nin bütün belirtileri bulunabilir.
Duvarın çöküşü’ndan önce, çok önce, Çekoslovakya’ya Sovyet tankları girdiğinde, Doğu Avrupa Entelijasiyası sosyalizm ve eşitlik idealiyle bağlarını koparmış, kültür kavrmı üzerinden Avrupalılığını keşfetmişti. 1989’da olacakları, Doğu Avrupalıların daha iyi ve imtiyazsız bir dünya için değil, Batı’ya dünyanın imtiyazlılarına katılmak için ayaklarılyla oy vereceklerini, Wajda’nın filimlerinde veya “Varolmanın Dayanılmaz Hafiliği”nin satırlarında görebilirsiniz. (Örneğin Şimdi, Türkiye’deki egemen ideolojik iklimin kökleri tam da buralardadır.) Program belliydi, imtayızlılığı yok etmek değil, imtiyazlılar arasına katılmak. Bugün de Türkiye’nin ideolojik atmosferinin özü budur. Avrupa’ya (imtiyazlılara, dünyanın beyazlarına) katılmak.
Mısır’da ideolojik iklime İslam egemen. Problemler İslam’ın paradiglmaları içinde tartışılıyor. En radikal ve devrimci fikirler, bu paradigmalar içinde ifade ediliyor. Sınıfsal eğilimler İslam paradigması içinde ifade ediliyor. Mısır’ın liberalleri ise  Türkiye’nin liberalleri gibi. Yani bu devrimin en ileri gittiği noktada bile köklü ve sağlam bir demokrasiyle buluşma olasılığı yok. Çünkü bu yönde hiç bir ideolojik teorik hazırlık ve belirti yok.
Zaten bu devrimin sembollerinde bile görülebilir. Devrimin sembolü Mısır bayrağı. Yani bir ulusun sembolü.
Bu günün dünyasında, bir devrim ancak uluslara karşı bir devrim olabilir. Yani başta Mısır bayrağı olmak üzere bütün ulusal bayrakları yakan ve bütün uluslardan insanları, o uluslara karşı mücadeleye çağıran bir devrim ancak insanlığa bir perspektif sunabilir. Böyle bir program ve bakış açısı ise, bırakalım Mısır’ı henüz dünylanın hiç bir yerinde yok. Böyle bir bakış açısı, teorik ve ideolojik olarak böyle bir devrimin hazırlığı henüz başlamış bile değil dünyada.
Böyle bir devrimin teorik temelleri ancak Marksizm’in kavram sistemi içinde hazırlanabilir. Böyle bir devrimin temelleri ancak, var olan marksizmin geliştirilmesi ve aşılması temelinde, Din ve Ulus gibi kavramların yeniden tanımlanması temelinde hazırlanabilir. Bu alanda neredeyse tek açıklama bize ait ama o da henüz kimsenin bilmediği ve bilmek istemediği, hor gördüğü ve görmezden geldiği, marjinalin marjinali bir görüş. Şimdilerde kim marksizmle, hele onun otarntik ve eleştirel damarlarıyla uğraşır ki?
Yani Mısır veya başka devrimlerin aslında kelimenin gerçek anlamda devrim olma şansları, insanlığa bir umut verme şansları yoktur.
Kimileri, Mısır devrimini globalleşme çağının devrimi olarak selamlıyorlar. Bu baylar sadece işkembeden atıyorlar. Globalleşmenin devrimi uluslara karşı devrim olabilir. Bu devrim, globalleşmeye ulusal devletlerin ayakta durmasının araçlarıdırlar daha genel bir tarih açısından bakıldığında. Tıpkı 68’in devrimci kabarışının, aslında savaş öncesinden kalmış yapı ve kültürün tasfiyesinin; kapitalizmin ve burjuva devletlerinin kendisini yenilemesinin aracı olması gibidir. Devrimler de onların kendileri hakkındaki yargılarla yargılanamaz.
İşte o devrimlerin sembolü, Mısır veya Tunus bayrakları, aslında, tam anlamıyla ulusal çapta bir demokratik devrim programını bile ifade etmezler.
Peki, toplu namazlar ve Tahrir alanındaki kitlenin içinden birilerinin sürekli “Allahu Ekber” sloganı atmaya çalışmaları bir umut verebilir mi? Bu da vermez. Daha baştan nüfusun yüzde onunu omluşturan Hıristiyanları dışlar ve baskı altına alır. Politik İslam, ulusu yani politik olanı İslam ile tanımlamayı amaçlar. Dolayısıyla zaten İslam’la ilgisi yoktur; İslam’la tanımlanmış bir ulusçuluktur ve ırkçı bir ulusçuluktan belki tek tanrılı İbrahimi diğer dinler karşısında gösterdiği (“Hak dinleri”, “Kitaplı dinler”) paternalist hoşgörüyle ayrılabilir.
Bırakalım köklü bir demokratik devrimi bir yana, daha Ordu olduğu yerde duruyor, onu parçalamak gerekecek ve bu gücü bulabilecek mi? Haydi diyelim orduyu parçaladı. Yerine gelecek olan, en iyi halde, en ileri gittiği noktada bile her hangi bir Güney Avrupa ülkesindekinden daha iyi bir şey olamaz. Çünkü en küçük bir eğilim bile yoktur Mısır devriminde, uluslara karşı bir devrim için. Sadece bunun için değil, ulusu bir din, dil veya kültür ile tanımlamaya karşı demokratik bir ulusçuluk için.
Durum böylesine umutsuzken, bu devrimi çok zorlu görevler, bir yığın sert çatışmalar ve yenilgiler bekliyorken, tam da bu nedenle şu bir kaç günün değerini bilmeleri ve tadını çıkarmaları gerekiyor.
*
Mısır devrimi’nin sonucu ne olursa olsun, bundan en karlı çıkan Amerika olacaktır. Amerika, çok uzun zamandır bütün dış politikasının İsrail’in elinde rehine olmasından rahatsızdı. Bu Amerika’nın bütün hareket ve manevra kaabiliyetini yitirmesine yol açıyor, tecridini arttırıyor ve astarı yüzünden pahalıya mal oluyordu.
Mısır devrimi, birden güç dengesini İsrail karşısında değiştirerek, Amerika’nın İsrail’e karşı daha geniş bir hareket alanı kazanmasının ve dış politikasını İsrail’in rehinesi olmaktan kurtarmasının olanaklarını yaratacaktır. Bu aynı zamanda Obama’nın zor olan politik pozisyonunu güçlendirecektir. Bir diğer olası sonucu da İsrail’deki ırkçı ve faşit partilerin bu kuşatılmışlık durumunda eskisi gibi güçlü sonuçlar alması mümkün olmayacak, İsrail’deki rejim kendini yenilemek ve esnekleşmek zorunda kalacaktır.
Devrimler biraz da böyledir, kime niyet, kime kısmet?
İkinci Dünya savaşından sonraki sömürgelikten kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarından esas karlı çıkarlar, bu savaşların başarıları nedeniyle sistemlerini yenileyen batılı emperyalist güçler oldu. Üçüncü dünyanın sömürgeleri yine aynı sefaletin içinde kaldılar. Mısır Devrimi’nin kaymağını da, ona en çok karşı çıkanlar yiyecektir.
Bu çıkmazı en iyi gören Abdullah Öcalan’dır. O nedenle, ayrı ve bağımsız bir Kürdistan için değil Demokratik Ulus ve Demokratik bir Ortadoğu’yu programlaştırıyor.
Kürdistan Türkiye’den ayrıldığında, Türkiye’nin ve/veya başka emperyalistlerin darbeler ve anti demokratik rejimler içinde bunalan bir kuklası ve yeni sömürgesi olmaktan başka bir şey olamaz.
Ama ayrılmış bir Kürdistan’ın esas kaymağını Türkiye yer. Kürdistan yükünden ve onun masraflarından ve güçlü ordu ve bürokrasinin bukağılarından kurtulmuş bir Türkiye, bir kaç on yıl içinde İspanya, İtalya, Yunanistan ayarında bir refah ve özgürlük düzeyi yakalayaceğı gibi, eskisi kadar büyük olmayacağından Avrupa Birliği’ne de alınır. Türkler de, hangi akla hizmet edip de Kürtlere karşı bu milyarlarca doları savaşa yatırmışız, ne akılsız başımız varmış diye kaybettikleri yıllara yanarlar.
İşte, Öcalan ve partisi, mücadelenin kaymağını Kürtlerin veya Kürdistan’ın da yemesini sağlamak için, ayrılık değil, demokratik bir ulus diyor.
Ortadoğu’da belli bir açılım getirecek, uluslara karşı değil ama en azından gerici ulusçuluklara ve uluslara karşı demokratik bir ulus ve ulusçuluğu savunan tek hareket, bu yönde biraz ideolojik politik ve örgütsel hazırlığı olan hareket Öcalan’ın önderi ve teorisyerni olduğu harekettir.
Eğer olur da bir devrimci kabarış yakalar, bu tecritten kurtulur ve şöyle Mısır’daki gibi bir şeyler olabilir ise, işte o zaman Ortadoğu’da gerçekten kaymağını Ortadoğu’daki halkların da yiyebileceği yeni bir devrimci dalga ortaya çıkabilir.
*
Ancak Mısır’daki gibi bir ayaklanma ve devrim Türkiye’de pek mümkün görünmüyor. Türkiye bir bakıma dünyanın en uzun 68’ini, ağır çekim bir 68, yaşadı ve yaşıyor.
İtalyan 68’ine “sürüngen ve uzun 68” derler. Türkiye’nin 68’i çok daha uzun ve sürekli bir yenilgi ve yükselişler dizisi olarak devam ediyor. Sürekliliği ölçüsünde patlayıcı gücü az.
70’lerdiki politizasyon ve radikalleşme 68’in 12 mart’ta kesintiye uğramış devamı ve yayılışıydı. Uzun 68 seksenlerin sonuna doğru hem Kürtlerin ayaklanması ve gerillanın mücadelesinin yükselişiyle, hem sol ve işçi hareketindeki canlanmayla tekrar istim alıyordu ki, Duvar’ın yıkılması ve bu yıkılışın sağladığı gericilik ortamında özel savaş rejimi 10-15 yıllık bir gerilemeye yol açtı. Bu yıllarda 68 Kürdistan’ın dağlarına sığındı, orada yaşamaya devam etti.
68’in ve 70’lerin mirasını, demokratik özlemlerini, politik İslam kendi kanalına aktararak, bir bakıma 68’in ilk kaymağını yiyen oldu.
Şimdi Kürt hareketi ve Demokratik hareketin tekrar güçlenmesi ve toparlanması 68’in devamının son perdesidir.
Ama bütün bunlar, var olan rejimin kendini yenilemesi esnekleştirmesi olanaklarını da yaratmıştır. 68’in kaymağını Türkiye’de şimdilik Burjuvazi yiyor.
Ama ne olursa olsun, gelişmeler bir halk ayaklanmasıyla, devrimle değil, küçük adımlarla olacakmış eğilimi gösteriyor ve şimdiye kadarki çizgi bu yargıyı doğrular görünüyor.
Mısır ise Türkiye’nin askeri bürokratik oligarşisinin, 1946’da çok partili rejime geçerek ve 27 Mayıs ile kısmi bir özgürlük ve örgütlenme ortamı sağlayarak sağladığı yavaş ve uzun vadeli dönüşümleri toplu halde ve bir arada yapmaya hazırlanıyor.
Türkiye’de bütün bu işler, yukarıdan “Prusya tipi”, devrimci olmayan bir tarzda gerçekleşti. Bu nedenle Türkiye’de devrimci ve demokratik gelenek, kitlelerde bir devrim yaşamış ve yapmış olmanın kendine güveni ve kişilikliliği yok. Bu nedenle Türkiye’nin entelektüel hayatı taşrarılık ve bayağılık içinde.
Mısır’da ise bu değişiklikler belki yarım yüzyıllık bir gecikmeyle ama devrimci bir yolla, aşağıdan, “Fransız tipi” bir yolla gerçekleşecek gibi görünüyor.
Sonunda varılacak aynı yer bile olsa, aynı yere Fransız ve Prusya yollarından varmak çok derinlerde çok farklı tecrübelerin birikmesi demektir.
Bizim gönlümüz hep “Aşağıdan”, “Devrimci”, “Fransız Yolu”ndan yana oldu.
Bunu hiç göremesek ve yaşayamasak da.
Demir Küçükaydın
13 Şubat 2011 Pazar






22 Temmuz 2010 Perşembe

Anayasa Referandumuna Sosyalistler Nasıl Yaklaşmalı?

Sosyalistler anayasa referandumuna nasıl yaklaşmalı sorusu öncelikle temel ve ilkesel düzeyde ele alınması gerekmektedir. Çünkü sosyalistlerin neredeyse hepsi hafıza kaybına uğramış ve eskiden bildiklerini ve öğrendiklerini bile unutmuş bulunuyorlar.
O unutulmuş ve çok temel, tarihsel deneylerin “ağulardan süzülmüş” birkaç sonucunu kısaca hatırlatalım.
Birincisi, sosyalistler ya da abdestinden emin olanlar, en güvenilmez, en kaypak ve en kalleş güçlerle, hatta ve hatta şeytanla bile ittifak yaparlar. Yeter ki bu ittifak ezilenlerin mücadelesine hizmet etsin. Hangi ittifakın hizmet edeceğinin ise reçetesi yoktur. Bu bütünüyle somut koşullara bağlıdır.
İkincisi, pratik bir işte ve somut bir hedefte ittifak yapmak o ittifak yapılan güce karşı teorik ve ideolojik mücadeleyi durdurma anlamına gelmez. Aksine ne kadar yakın bir ittifak varsa o ittifak edilen güce karşı teorik ve ideolojik mücadele o ölçüde sert ve şiddetli olmalıdır.

18 Ağustos 2009 Salı

Eleştiri Yıkıcı Olmalıdır!

Ertuğrul Kip arkadaş, her ne kadar bana hitaben değil, (ağır delikanlılar ve olgun insanlar öyle somut kişilere hitap etmezler, ortaya konuşurlar isteyen üzerine alır, öyle beş para etmez kişileri muhatap alıp adamdan sayıyor görünmenin de alemi yoktur zaten) ortaya “eleştiri, kısa, özlü, yapıcı olmalı” diye bir yazı yazmış.
Biz de üzerimize aldık ve her ne kadar muhatabımız bizi muhatap almasa da biz onu muhatap alarak bir cevap verelim.
*
Evet, “eleştiri yıkıcı olmalıdır” demenin zamanı şimdi.
Ne demek “yapıcı” eleştiri?
Eskiden beri burjuvazi “eleştiri yapıcı olmalıdır yıkıcı olmamalıdır” bayağılıklarını tekrarlar ve biz sosyalistler bu bayağılıklarla alay ederdik.
Şimdi artık sosyalistler başlamış bu bayağılıkları tekrarlamaya, unutmuşlar bütün devrimci gelenekleri.
Lenin’de, Marks’ta, Engels’te bir tek kelime bulamazsınız “eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı” olması gerektiğine dair. Bulamazsınız. Çünkü onlar böyle bayağılıklara pirim vermezlerdi. Onlar için eleştiri bir silahtır. Silahla da oynanmaz, savaşılır.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Uzun Yazmak Üzerine Uzun Bir Yazı (Kısaltılmış Versiyon)

(…)
Açık mektubunuza uzun yazdığım eleştirisiyle başlıyor ve şunları diyorsunuz:
" ÇP tartışmaları sitesinde yazdıklarını okumaya çalışıyorum. Öncelikle yazdıkların çok uzun. Uzun yazılarınızda anlattığınız özü yakalayana kadar konunun bütünlüğü kaçırılıyor. Bu anlamda daha öz ve fazla uzatmadan söyleyeceklerinizi söyleseniz daha az yorucu olacak."
Şimdi bu eleştirinizi ve bu eleştirinin ardındaki fikirleri, varsayımları ele alalım.
Birincisi, politikada biraz tecrübe sahibi insanlar bilirler ki, biçimsel itirazların ardında daima içeriğe ilişkin itirazlar vardır. Dolayısıyla uzun yazdığım itirazlarının ardında da yazdıklarımın içeriğine ilişkin itirazlar vardır.
"Uzun yazıyor" şikayetleri aslında o uzun olduğu söylenen yazılarda dile getirilen görüşlere karşı, ama bunu açıkça ifade etmek ve bu görüşlerle açık bir tartışmaya ve yüzleşmeye girmekten kaçınmayı sağlayan, içeriğe olan bir itirazı o içeriği tartışmadan ve gündeme almadan biçimsel itirazların ardında ifade etmeye yarar.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Liberaller (Taraf) ve AKP Ergenekonu ve Askeri Bürokratik Oligarşiyi Niçin ve Nasıl Destekliyor?


İlk bakışta yukarıdaki başlık saçma gibi görünebilir.
Ama öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu.
Bir çağ nasıl onun kendi hakkındaki yargılarıyla yargılanamazsa, politik eğilimler ve güçler de yargılanamazlar.
Politik güçlerin deklare edilmiş amacları ile bu amaçlar için yaptıkları ve yapmadıkları arasında farklar ve çelişkiler vardır.
Bu çelişkilere ve gerçekten yapılan ve yapılmayanların sonuçlarına bakıldığında ortaya çıkan Liberallerin ve AKP'nin nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşiyi destekledikleridir.
"Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarılma döşelidir".

29 Mayıs 2006 Pazartesi

Da Vinci Şifresi’nin Şifresi

Polisiye Roman, akla bir övgüdür. Eğer yeterli veriler varsa, doğru bir akıl yürütmeyle, bağlantılar göz önüne alınarak bilinenlerden bilinmeyene ulaşılabileceğinin bir kanıtıdır her klasik polisiye roman.
Da Vinci Şifresi ise, her ne kadar bir polisiye romana benziyorsa ve Roman daha ilk satırlarında bir cinayetle başlıyorsa, ilk bakışta suçsuz birini suçlu gibi gösteren deliller görülüyorsa da, romanın gerçek kahramanı, polisiye romanların klasik kahramanı Polis Müfettişi değildir. Polis Müfettişinin yanıltıcı delilleri ayıklayıp, çelişki ve tutarsızlıkları göz önüne alarak gerçek bir suçluyu ortaya çıkarışının romanı değildir. Bu sadece romanın akışının arkasına takılmış, arada sırada bir göz atılı verilen, önemsiz bir ayrıntıdır.

2 Mayıs 2001 Çarşamba

1 Mayıs Düşünceleri

Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep kendi gücünü ve yeteneklerini övmek, hataları, zayıflıkları ve zorlukları görmezden gelmek. Ne var ki, bir harekete bu stil, bu meşrep egemen olduğu zaman o hareketin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi ciddiye alanlar ise, tam aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar.
Bu farkın farkına ilk kez Türkiye'de işçi hareketinin yetiştirdiği tek gerçek işçi önderi olan, Zapataların, Panço Villa'ların hamurundan yoğrulmuş İsmet Demir'de varmıştım. TİP'liler, sosyalistler işçilerle ilişki kurduklarında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü olduklarını onlara anlatmaya kalkarlardı. Bizim İsmet Demir ise, tam tersini yapardı, onlara beş para etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve işçiler de bizim İsmet Demir'e güvenirlerdi, o diğerlerine değil. Çünkü onlar İsmet Demir'in kendi içlerinden biri olarak onlara doğruyu söylediğini biliyorlardı.
Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir fark vardır. Burjuva sosyalizmi, ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar. Ve bunlar hep onun dışından bir övgü ve kutsamadır. Bu stilin en uç örneği Ruhi Su'dur. Bu nedenle Ruhi Su Burjuva sosyalizminin türkücüsüdür, emekçilerin, halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilanı aşk edenlerin. Ama tutkularının kör ettiği bu aşıklar, aşık olduklarının gözlerinin badem gibi değil kör olduğunu göremezler ya da görmek istemezler. Ruhi Su'nun müziği, işçinin, ezilenin, alttakinin dünyasını ve duygularını yansıtmaz. Onun dünyasını ve duygularını dile getiren Orhan Gencebay'dır. O Ruhi Su hayranı burjuva sosyalizmi ise, Orhan Gencebay'dan iğrenir, katlanılmaz bulur. Aslında nefret ettiği o uğruna methiyeler düzdüğünün ta kendisidir. Bunu bilmek ve anlamak istemez. Ola ki fark ettiğinde bu sefer de sevgi ve övgünün yerini ilgisizlik, hatta nefret ve yergi alır.
Elbette burada Orhan Gencebay ve Ruhi Su birer semboldürler bir farkı ve yaklaşımı yansıtan. Sorun ezilenlerin kendilerine nasıl yaklaştığı ve onların stiliyle ilgilidir ve aslında sanıldığından çok önemlidir.
Franz Fanon ırkçılığa karşı aynı zamanda en radikal eleştirileri içeren kitaplarında sanılanın aksine beyaz adama saldırmaz doğrudan, siyaha ne kadar berbat bir insan olduğunu, ne kadar düşürülmüş olduğunu anlatır. Siyah'a övgü bulamazsınız.
Aslında Marksizmin ruhu da böyledir. Sosyalistlerin çoğu işçiliği idealize ederler. Marks'ın eseri, işçiliğin, sömürü ve yabancılaşmış emeğin insanı nasıl insanlıktan çıkardığının, düşürdüğünün hikayesidir. Kapital toplumu işçi yapmak için değil, işçileri işçilikten kurtarmak içindir, işçiliği yok etmek içindir, işçiliği yok etmek için de patronluğu yok etmek gerekmektedir.
Ömrü yabancılaşmış emekle geçen işçi kadar düşürülmüş, insanlıktan çıkmış varlık yoktur. Bu nedenle toplumsal tabakalar kıyaslandığında, tek tek insanlar olarak, ortalamasına bakıldığında, işçiler kadar sıkıcı, tek düze toplum kesimi az bulunur. Bir köylü, bir küçük burjuva, bir patron, bir aydın çok daha renkli ve hatta derin bir tip sunarlar işçi karşısında. Tek tek işçiler, diğer toplum kesimleri karşısında insanlığa en uzak, insanlıktan en çıkmış ortalamayı yansıtırlar.
Tek tek burjuvazi, köylüler ve küçük burjuvazi karşısında kesinlikle kaybetmeye mahkum bu işçiler, bir sınıf olarak, bir bütün olarak toplumu değiştirme yeteneğindedirler. Burada Engels'in o klasik örneği anlamayı kolaylaştırır. Engels, Mısır seferinde Memlüklerle savaşmış Napoleon'un sözlerini aktarır. Napoleon, bir Memlük askeri tek tek iki Fransız askerinden üstündü, iki Fransızla iki Memlüklü karşı karşıya gelince, eşit olunuyordu, dört Memlüklü ve Fransız karşılaşınca kesinlikle biz kazanıyorduk anlamında bir şeyler söyler. Tam rakamlar hatırımda değil ama böyle bir şeydi. İşçilerle diğer toplum kesimleri arasındaki temel fark buradadır. İşçiler insani kaliteler bakımından bu örnekteki Fransız askerlerine benzer. Burjuva sosyalizmi hayalinde, bu Fransız askerlerine, birer Memlük giysisi giydirir, altına saf kan bir arap atı çeker ve sonrada bu yarattığı hayale tapar.
Sadece Franz Fanon mu böyle? Malcom X de öyledir örneğin. Siyah adamı "tom Amcalar" diye eleştirir. Aslında o kadar uzaklara gitmeye de gerek yok. Kürt hareketinde de aynı olgu geçerlidir. Abdullah Öcalan da Kürtlere hep öyle yaklaşmıştır. Kürt burjuvazisinin ideal bir Kürtü vardır, ona övgüler düzer, Türkiye'nin burjuva sosyalistlerinin işçilere ve halka yaklaştığı gibi yaklaşır Kürtlere. Öcalan ise İsmet Demir gibi. Öcalan'ın konuşma ve yazıları Kürt'ün ne kadar düşürülmüş olduğunu, bir işe yaramadığını anlatır durur. Ama tabii bizzat Kürtlere. Ve nasıl burjuva sosyalistleri bir işçi hareketi yaratamadılarsa, bu Kürt burjuvazisi de bir ulusal hareket yaratamadı. Bunu İsmet Demir gibi, onları övmeyen aksine yeren ve eleştiren Abdullah Öcalan başardı. Aslında bu stil, onların bizzat kendi eğiliminin yansımasıdır. Bir sınıf, bir ulus, bir hareket bir şeyler yapmak istiyorsa önce kendi zayıflıklarıyla hesaplaşmak, onları açık yüreklilikle ortaya koymak ve üzerine gitmek zorundadır, bu önderlerin forksiyonu da aslında bu tarihsel sürecin bir aracı olmalarıdır. İsmet Demir'in işçilere, Öcalan'ın Kürt'lere yönelik ağır eleştirileri aslında o sınıfın veya ulusun kendisiyle hesaplaşması, kendi zayıflıklarını açık yüreklilikle ortaya koyması ve kendini değiştirmesinden başka bir şey değildir.
*
1 Mayıs gösterilerine ve bu gösteriler hakkında sol basında verilen haberlere, bu ezilenlerin kendi zayıflıklarını sermesi ve onlarla ciddi hesaplaşmaya girmesi açısından bakılınca durum gerçekten umut kırıcı, bu sol basının yansıttığının aksine, ne gösterilerde, ne haberlerde kendi zaaflarını bir sergileme ve onlarla mücadelenin izi bile olmaması, söylenenin aksine mücadelenin yükselmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. Bir mücadele yükselme eğilimi taşıdığında, düşmanlarından önce kendi zaaf ve yanlışlarıyla mücadele etmeye başlar. İslamiyetin dediği gibi, en zor savaş olan kendi nefsine karşı savaşa yönelir. Bunun izi bile yok, ve bu da sanılanın aksine ezilenlerin henüz böyle bir değiştirme ve değişme hedefinden veya yönelişinden çok uzak olduğunu gösteriyor.
Burjuva sosyalizmi, işçiye hayrandır. Hadi gene burjuvazinin işçiye hayranlığının iyi kötü bir mantığı vardır. Ama bu işçiye hayranlığın sloganları, sendikalar ve sendikacılar aracılığıyla işçi örgütlerinin de sloganları olarak ortaya çıkınca, işçilerin kendine hayranlığı gibi garip bir durum ortaya çıkar. Aslında burjuva sosyalizminin işçiye hayranlığı ile sendikacılar zümresinin kendine (tabii bu işçiler biçiminde ifade edilir) hayranlığı birbirini tencereyle kapak gibi tamamlar. Bu iki stilin egemen olduğu yerde işçi olmaz. Sadece, bu tür burjuva sosyalizminin etkisinde kalmış veya kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek tük işçiler olur ki, bunların olduğu yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi ancak bu gün işçi hareketi diye ortalığı kaplayanların ortadan kaybolmasıyla ya da sürülmesiyle mümkündür. Gerçek işçi hareketinin olduğu yerde, işçilerin kendilerine yönelik, kendileri için bir şey isteyen, kendilerini öven sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur. Burada kopmaz bir bağ vardır, kendine karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm toplumu değiştirmeye yönelik, sadece kendine ilişkin düzenlemeler istemeyen, kendine övgü düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği. Tersi de bir bütündür, kendini hayranlık, kendine ilişkin sloganlar bir bütündür.
Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının, kendiliğinden bir işçi hareketlenmesinin bile önünde bir engel olduğu görülür. Bu stillerin egemenliği, işçilerin gösterilerden uzak durmasına yol açıyor. Bu gün dünyada duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da yıkılsaydı, örneğin dinazorların bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların gelişimi için bir fırsat doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar açılabilirdi. Maalesef olmadı. Bizlerin kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor solun yeniden canlanabilmesi için.
Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama burjuvazi daha tecrübeli. Yavaş yavaş eski kuşaklarını değiştiriyor. Ecevit'lerin, Yılmaz'ların, Demirel'lerin kuşağı gidiyor ve yerine Derviş, Sezer, Pişkinsüt'lerin, kuşağı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla, skandallarla adım adım gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan sonra, bambaşka bir partiler ve tiplerle bir seçim yapabilirse sonraki yirmi otuz yılı götürür. Şimdiki bunalım bu kabuk değişiminin sancıları.
İşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır. Şimdi bir şey başarıldıysa başarıldı, yoksa yeni sistemin sağlayacağı olanaklarla bir kaç on yıl daha sistem kendine sürdürecek gücü bulur. İnönü'nün çok partili hayata geçiş reformu olmasaydı; 27 mayıs olmasaydı ve Özal'ın reformları olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından sonraki on veya onbeş yılı götürmeyi sağladı.
İşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi bile kuşak değişimini yaparken, solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı. Elbette ortalama olarak solun yaşı küçük olduğundan biyolojik bakımdan fazla yaşlı sayılmaz sol. Burjuvazide şimdi onların kuşağı sırada. Ama problematikler olarak baktığımızda, sosyolojik olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının solu değildir bu gün Türkiye'ye egemen olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla duvar öncesinin kuşağı damgasını vuruyor.
1980'lerin sonunda, Kuruçeşme tartışmaları olurken bile sol bu günkünden daha yakındı bu güne, daha genç, dinamik ve canlıydı. Çünkü kendisiyle hesaplaşıyordu, kendisini acımasızca, aslında biraz acıyarak, ama o kadarı bile önemliydi, eleştirmeye başlamıştı. Ve bu eleştiri onu, yüzyılın başının problemlerine götürmüştü, sosyalizmi yavaş yavaş kaynağından tanımaya başlamıştı. Aslında paradoksal gibi görünebilir ama, şu an 130 yaşı cıvarında olacak Ekim Devrimi öncesi kuşaklar, bu günün dünyasını anlamaya bu günün kuşaklarından daha yetenekliydi. Zaten oralara gitmeden bu günlere gelemez sol. Kimliğini kaybettiği yerde aramak zorundadır. 1980'lerin sonuna doğru böyle bir eğilim belirmişti. Sol içi bu ayaklanma, bu isyan toplumsal bir yükseliş ile desteklenseydi belki şimdi bu örgütler de olmayabilirdi. Ama Kuruçeşme olurken Duvar yıkılıyordu. Onu doksanların terör ortamı izledi. Bu günün ortalığa egemen örgütleri, bu dünya ve Türkiye ölçüsünde karşı devrimci dalgaların sol içinde tekrar yükselttiği örgüt ve eğilimlerdir ve aynı laneti taşımaktadırlar. Burjuvazinin içinden iyi kötü sema Pişkinsüt'leri çıkıyor. Sol'un kendi Pişkinsüt'leri yok. Hiç bir örgütün, hareketin sarsıldığını, içinden muhalefet ve isyancılar çıktığını duymuyoruz. İşin kötüsü, bu içinde bulunulan toplumsal bunalım dönemindeki memnuniyetsizlik, bu örgütlere daima bir takım memnuniyetsizlerin akmasına yol açarak, bu örgütlerin krize girmelerini engelleyen bir dış yardım işlevi de görür. Eh iyi kötü büyüyen bir örgüt de krize girmez.
Şu an ortalığa egemen olan ve damgasını vuran hareket ve eğilimler dağılmıştı seksenlerin sonuna doğru. Bütün örgütler yenilikçiler ve gelenekçiler diye hızla bölünüyordu. Bu isyan halindeyken, yenilikçiler geleneksel çizgi ve örgüt biçimlerini savunanlara karşı uzlaşmasız bir mücadele yürütüp onları imha etmeleri gerekirken onlarla uzlaştılar. Kuruçeşme bu uzlaşmanın hikayesidir. Sosyalistlerin yenilikçi kanadı Frankfurt Parlamenterleri gibiydiler 1848'deki. Sol çapındaki bu devrimci kabarış yeterince uzlaşmaz ve kararlı olamadığı için, bunu gericilik ve restorasyon dönemi izledi, bütün örgütler tekrar canlandı. Örgütler mezbahası olması gereken Kuruçeşme'den zaferle çıkan örgütler oldu. O dönemde bunun dışında kalan bir Dev-Yol olmuştu. Kuru çeşmenin örgütler için gördüğü fonksiyonu da, Dev-Yol için ÖDP gördü. Böylece Dev-Yol'u, Sol'u, Aydınlık'ı, Halkın Kurtuluşu, Partizan'ı, TİP'i, vs. hepsi tekrar yerlerini aldılar. İşte Türk solu, şimdiki bunalımı burjuvazinin aksine, solun içindeki bir restorasyonun örgüt ve kuşağıyla karşılıyor. Dolayısıyla hiç bir şansı yok. Hatta bu sol olmasaydı, ezilenlerin ve işçilerin çok daha şansı olabilirdi. Bu sol onun bizzat yaratıcı kendiliğindenliğinin bile önünde bir engel. Bu solun olduğu yere işçi gelmez. Gelmeyince de kendiliğinden hareketlerin yolu tıkanır.
Rosa, Alman Sosyal demokrasisini Lenin'den çok daha iyi tanıyordu. Savaş kredilerine Sosyal Demokrasinin oy verdiğini duyunca inanamamıştı Lenin. Rosa ise hiç şaşırmamıştı. Onun kokuşmuş bir ceset olduğunu biliyordu. Tam bu nedenle Rosa biricik umut olarak kendiliğindenliğe daha büyük bir vurgu yapmıştır.
Bu gün de durum aynı. Şu an bütün örgütlü sol bir engel ve tutucu. Kitle hareketi ancak buna rağmen bir şeyler yapabilir. Ama bizzat bu solun varlığı bunun önünde de bir engel.
Bu günkü bütün sol hareketler, 1980'lerin sonundan beri gelen, Dünya ve Türkiye ölçüsündeki gericilik ve karşı devrim dalgasından güç alan, sol içindeki restorasyonun, karşı devrimin ürünü olarak ortadalar. Toplumsal bunalım burjuvaziyi aynı dönemin tiplerini değiştirmeye zorlarken, aynı bunalım solda bu tiplerin ve eğilimlerin stabilize olmasına yol açıyor ve toplumsal bir köklü dönüşümün önündeki muazzam bir engel haline dönüşmesine yol açıyor.
Ama bu örgütlerin dışında kalan sol da farklı sayılmamalı. Yani şu sivil toplum vurgulular, küçük ve somut hedefleri öne çıkaranlar vs.. Bunlar genellikle daha sonra politize olmuş bur kuşak, daha esnek gibi görünüyor. Ama bizzat o örgütler gibi, aynı gericilik ve karşı devrim döneminin çocuğudurlar, dolayısıyla içi dışına çevrilmiş olarak tıpkı örgütlerle aynı olumsuzlukları taşımaktadırlar.
İşin ilginci, örgütler ve örgütsüzler, "dinazorlar" ve "post-modernler" birbirlerinin varlığına haklılık kazandırıp birbirlerini güçlendiriyorlar. Bunların dışında başka bir alternatifin varlığı akla bile gelmiyor.
Ama daha da ilginci şu, solun bu genel bölünmüşlüğü, Türkiye'nin egemen sınıfları arasındaki çatışmadaki bölünmeye de denk düşüyor.
Örgütler genellikle anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm vurgularıyla, farkına varmadan veya vararak, tıpkı benzer argümanlarla Sovyet bürokrasisinin değişimlere karşı direnmesi gibi (ki bu hareketler aynı zamanda Sovyet ve Çin bürokrasilerinin de aynı gerekçelerle destekçileri olmuşlardır), genel kurmayın, "Devlet Sınıfları"nın, Bonapartizmin ya da "Devlet Partisi"nin liberal burjuvaziye saldırısında mızrak ucu rolü oynuyorlar.
Buna karşılık, sivil toplumcu muhalifler, daha genç ve modern görünenler ise, bu saldırılara karşı Liberal burjuvazinin bir kalkanı işlevi görüyorlar. Böylece bağımsız bir sol hareket aktüel politik gelişmeler bağlamında da olanaksız hale geliyor.
Bütün bu manzarada bir tek istisna var. Kürt ulusal hareketi. Bütün dünyada gericiliğin yükseldiği dönemde yükselme ve canlanma eğilimi gösterdi. Bu yükselişin dinamiği bu harekete de yansıdı. Başlangıçta bu günün taşlaşmış küçük sol örgüt ve hareketlerinden pek az farklılıklar gösteren bu örgüt ve hareket, kitle bağları ve bu yükselen harekete dayanması nedeniyle kendini yenileme yeteneği gösteren tek hareket oldu. 1990'ların başından beri, Türk solundaki karşı devrimci restorasyonu pekiştiren gelişmeler, (duvarın yıkılışı, özel savaş rejimi) bu hareketin ve örgütün sürekli olarak kendini yenileme girişimlerine yol açtı. Kürt hareketinin iç mücadeleleri bu açıdan incelendiğinde, mücadelenin aslında değişim ve eski biçimleri sürdürmek isteyenler arasında olduğu görülür. Bir bakıma demokratlar ve milliyetçiler mücadelesidir. Bir yandan liberallere ve burjuvaziye, bir yandan da aşırı sola karşı bir mücadele görülür.
Kürt hareketinin bu iç mücadelelerinde kazanan yenilikçiler oldu denebilir. Bir rastlantı değildir, Kürtleri en ağır dille eleştiren kişinin bu hareketin önderi olması. Öcalan'ın aynı zamanda, sadece Kürtleri değil, tüm toplumu, hatta bölgeyi değiştirmeye yönelik proje sunması.
Kendi içine kapanma, kendini övme, toplumun tümüne yönelik hedef yokluğunun bir bütün olduğu olgusuyla burada da karşılaşırız. İdeal bir Kürt'e en çok övgü düzenlerin aynı zamanda yeni stratejiyi anlayamaması ve onun en büyük düşmanı olmaları rastlantı değildir. Buna karşılık, Kürtlere en ağır eleştirileri yapan, onun yüzüne sürekli eksik ve yanlışlarını vuranların da aynı zamanda tüm toplumu değiştirmeye yönelik bir perspektif sunması da bir rastlantı değildir.
O halde bu gözlemlerden bir tek sonuç çıkıyor. Bu bunalım döneminde, olur da sol hareketlerin kontrolü kendiliğinden bir kitle hareketlenmesinin engelleyemezse ve böyle bir hareketlenme ortaya çıkarsa, bu kitle hareketinin kendiliğinden radikalleşmesine cevap verebilecek tek olanak Kürt hareketi oluyor. Devrici demokrasiyi temsil eden bu hareket Liberaller ve Genel Kurmay karşısında üçüncü bir kutup olabilir ve tüm gayrı memnun alt kesimleri etrafında toplayabilir. O zaman gericilik döneminin güçlendirdiği bütün sol örgütler ve sivil toplumcular liberal burjuvazinin ve Genel Kurmayın yedeği olarak bu hareketin karşısında yer alır. Demokratik bir devrim Kürt hareketini iktidara getirebilir.
Bu gün Öcalan'ın resmini parçalayanlar yarın onun resimleriyle yürürse kimse şaşırmasın. Çünkü tüm toplumu değiştirmeye yönelik demokratik bir programı, gücü ve bunu yürütecek tecrübesi olan tek hareket Kürt hareketi. Türkiye'deki bir radikalleşmenin ve devrimci kabarışın bununla buluşması kaçınılmazdır. Şimdilik, krizin derinliği bunu desteklerken, sola egemen olan örgütler ve sivil toplumcular bunun önünde en büyük engel, bu nedenle kendiliğinden yükselişler bunun ön koşulu. Ama bir kendiliğinden hareketlenme ve yükseliş olursa, bu Kürt hareketini iktidara getirir. Ve ortaya Ortadoğu ortamında Mandela'nin Güney Afrika'sı gibi bir şey çıkar.
Aslında bu yazıda ifade edilen düşünceler açısından 1 Mayıs gösterilerini ele alacaktım. Ama düşünce aldı başını başka yerlere uçtu. Fakat, 1 mayıs gösterileri bu yazıda ifade edilen yaklaşımlar açısından ele alınırsa, onun hakkındaki haberler ve ondaki sloganların onun bütün zayıflığını yansıttığı görülür. Bunu okuyucunun kendisine bırakmak en iyisi.
Solun kendini övmeyen, kendi eksikleri ve yanlışlarını sergilemekten kaçınmayan geleneğini de sürdürmüş oluyoruz böylece kendini öven, kendinden memnun sloganlar ve 1 Mayıs haberleri karşısında.

02 Mayıs 2001 Çarşamba