2 Mayıs 2001 Çarşamba

1 Mayıs Düşünceleri

Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep kendi gücünü ve yeteneklerini övmek, hataları, zayıflıkları ve zorlukları görmezden gelmek. Ne var ki, bir harekete bu stil, bu meşrep egemen olduğu zaman o hareketin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi ciddiye alanlar ise, tam aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar.
Bu farkın farkına ilk kez Türkiye'de işçi hareketinin yetiştirdiği tek gerçek işçi önderi olan, Zapataların, Panço Villa'ların hamurundan yoğrulmuş İsmet Demir'de varmıştım. TİP'liler, sosyalistler işçilerle ilişki kurduklarında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü olduklarını onlara anlatmaya kalkarlardı. Bizim İsmet Demir ise, tam tersini yapardı, onlara beş para etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve işçiler de bizim İsmet Demir'e güvenirlerdi, o diğerlerine değil. Çünkü onlar İsmet Demir'in kendi içlerinden biri olarak onlara doğruyu söylediğini biliyorlardı.
Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir fark vardır. Burjuva sosyalizmi, ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar. Ve bunlar hep onun dışından bir övgü ve kutsamadır. Bu stilin en uç örneği Ruhi Su'dur. Bu nedenle Ruhi Su Burjuva sosyalizminin türkücüsüdür, emekçilerin, halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilanı aşk edenlerin. Ama tutkularının kör ettiği bu aşıklar, aşık olduklarının gözlerinin badem gibi değil kör olduğunu göremezler ya da görmek istemezler. Ruhi Su'nun müziği, işçinin, ezilenin, alttakinin dünyasını ve duygularını yansıtmaz. Onun dünyasını ve duygularını dile getiren Orhan Gencebay'dır. O Ruhi Su hayranı burjuva sosyalizmi ise, Orhan Gencebay'dan iğrenir, katlanılmaz bulur. Aslında nefret ettiği o uğruna methiyeler düzdüğünün ta kendisidir. Bunu bilmek ve anlamak istemez. Ola ki fark ettiğinde bu sefer de sevgi ve övgünün yerini ilgisizlik, hatta nefret ve yergi alır.
Elbette burada Orhan Gencebay ve Ruhi Su birer semboldürler bir farkı ve yaklaşımı yansıtan. Sorun ezilenlerin kendilerine nasıl yaklaştığı ve onların stiliyle ilgilidir ve aslında sanıldığından çok önemlidir.
Franz Fanon ırkçılığa karşı aynı zamanda en radikal eleştirileri içeren kitaplarında sanılanın aksine beyaz adama saldırmaz doğrudan, siyaha ne kadar berbat bir insan olduğunu, ne kadar düşürülmüş olduğunu anlatır. Siyah'a övgü bulamazsınız.
Aslında Marksizmin ruhu da böyledir. Sosyalistlerin çoğu işçiliği idealize ederler. Marks'ın eseri, işçiliğin, sömürü ve yabancılaşmış emeğin insanı nasıl insanlıktan çıkardığının, düşürdüğünün hikayesidir. Kapital toplumu işçi yapmak için değil, işçileri işçilikten kurtarmak içindir, işçiliği yok etmek içindir, işçiliği yok etmek için de patronluğu yok etmek gerekmektedir.
Ömrü yabancılaşmış emekle geçen işçi kadar düşürülmüş, insanlıktan çıkmış varlık yoktur. Bu nedenle toplumsal tabakalar kıyaslandığında, tek tek insanlar olarak, ortalamasına bakıldığında, işçiler kadar sıkıcı, tek düze toplum kesimi az bulunur. Bir köylü, bir küçük burjuva, bir patron, bir aydın çok daha renkli ve hatta derin bir tip sunarlar işçi karşısında. Tek tek işçiler, diğer toplum kesimleri karşısında insanlığa en uzak, insanlıktan en çıkmış ortalamayı yansıtırlar.
Tek tek burjuvazi, köylüler ve küçük burjuvazi karşısında kesinlikle kaybetmeye mahkum bu işçiler, bir sınıf olarak, bir bütün olarak toplumu değiştirme yeteneğindedirler. Burada Engels'in o klasik örneği anlamayı kolaylaştırır. Engels, Mısır seferinde Memlüklerle savaşmış Napoleon'un sözlerini aktarır. Napoleon, bir Memlük askeri tek tek iki Fransız askerinden üstündü, iki Fransızla iki Memlüklü karşı karşıya gelince, eşit olunuyordu, dört Memlüklü ve Fransız karşılaşınca kesinlikle biz kazanıyorduk anlamında bir şeyler söyler. Tam rakamlar hatırımda değil ama böyle bir şeydi. İşçilerle diğer toplum kesimleri arasındaki temel fark buradadır. İşçiler insani kaliteler bakımından bu örnekteki Fransız askerlerine benzer. Burjuva sosyalizmi hayalinde, bu Fransız askerlerine, birer Memlük giysisi giydirir, altına saf kan bir arap atı çeker ve sonrada bu yarattığı hayale tapar.
Sadece Franz Fanon mu böyle? Malcom X de öyledir örneğin. Siyah adamı "tom Amcalar" diye eleştirir. Aslında o kadar uzaklara gitmeye de gerek yok. Kürt hareketinde de aynı olgu geçerlidir. Abdullah Öcalan da Kürtlere hep öyle yaklaşmıştır. Kürt burjuvazisinin ideal bir Kürtü vardır, ona övgüler düzer, Türkiye'nin burjuva sosyalistlerinin işçilere ve halka yaklaştığı gibi yaklaşır Kürtlere. Öcalan ise İsmet Demir gibi. Öcalan'ın konuşma ve yazıları Kürt'ün ne kadar düşürülmüş olduğunu, bir işe yaramadığını anlatır durur. Ama tabii bizzat Kürtlere. Ve nasıl burjuva sosyalistleri bir işçi hareketi yaratamadılarsa, bu Kürt burjuvazisi de bir ulusal hareket yaratamadı. Bunu İsmet Demir gibi, onları övmeyen aksine yeren ve eleştiren Abdullah Öcalan başardı. Aslında bu stil, onların bizzat kendi eğiliminin yansımasıdır. Bir sınıf, bir ulus, bir hareket bir şeyler yapmak istiyorsa önce kendi zayıflıklarıyla hesaplaşmak, onları açık yüreklilikle ortaya koymak ve üzerine gitmek zorundadır, bu önderlerin forksiyonu da aslında bu tarihsel sürecin bir aracı olmalarıdır. İsmet Demir'in işçilere, Öcalan'ın Kürt'lere yönelik ağır eleştirileri aslında o sınıfın veya ulusun kendisiyle hesaplaşması, kendi zayıflıklarını açık yüreklilikle ortaya koyması ve kendini değiştirmesinden başka bir şey değildir.
*
1 Mayıs gösterilerine ve bu gösteriler hakkında sol basında verilen haberlere, bu ezilenlerin kendi zayıflıklarını sermesi ve onlarla ciddi hesaplaşmaya girmesi açısından bakılınca durum gerçekten umut kırıcı, bu sol basının yansıttığının aksine, ne gösterilerde, ne haberlerde kendi zaaflarını bir sergileme ve onlarla mücadelenin izi bile olmaması, söylenenin aksine mücadelenin yükselmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. Bir mücadele yükselme eğilimi taşıdığında, düşmanlarından önce kendi zaaf ve yanlışlarıyla mücadele etmeye başlar. İslamiyetin dediği gibi, en zor savaş olan kendi nefsine karşı savaşa yönelir. Bunun izi bile yok, ve bu da sanılanın aksine ezilenlerin henüz böyle bir değiştirme ve değişme hedefinden veya yönelişinden çok uzak olduğunu gösteriyor.
Burjuva sosyalizmi, işçiye hayrandır. Hadi gene burjuvazinin işçiye hayranlığının iyi kötü bir mantığı vardır. Ama bu işçiye hayranlığın sloganları, sendikalar ve sendikacılar aracılığıyla işçi örgütlerinin de sloganları olarak ortaya çıkınca, işçilerin kendine hayranlığı gibi garip bir durum ortaya çıkar. Aslında burjuva sosyalizminin işçiye hayranlığı ile sendikacılar zümresinin kendine (tabii bu işçiler biçiminde ifade edilir) hayranlığı birbirini tencereyle kapak gibi tamamlar. Bu iki stilin egemen olduğu yerde işçi olmaz. Sadece, bu tür burjuva sosyalizminin etkisinde kalmış veya kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek tük işçiler olur ki, bunların olduğu yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi ancak bu gün işçi hareketi diye ortalığı kaplayanların ortadan kaybolmasıyla ya da sürülmesiyle mümkündür. Gerçek işçi hareketinin olduğu yerde, işçilerin kendilerine yönelik, kendileri için bir şey isteyen, kendilerini öven sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur. Burada kopmaz bir bağ vardır, kendine karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm toplumu değiştirmeye yönelik, sadece kendine ilişkin düzenlemeler istemeyen, kendine övgü düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği. Tersi de bir bütündür, kendini hayranlık, kendine ilişkin sloganlar bir bütündür.
Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının, kendiliğinden bir işçi hareketlenmesinin bile önünde bir engel olduğu görülür. Bu stillerin egemenliği, işçilerin gösterilerden uzak durmasına yol açıyor. Bu gün dünyada duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da yıkılsaydı, örneğin dinazorların bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların gelişimi için bir fırsat doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar açılabilirdi. Maalesef olmadı. Bizlerin kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor solun yeniden canlanabilmesi için.
Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama burjuvazi daha tecrübeli. Yavaş yavaş eski kuşaklarını değiştiriyor. Ecevit'lerin, Yılmaz'ların, Demirel'lerin kuşağı gidiyor ve yerine Derviş, Sezer, Pişkinsüt'lerin, kuşağı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla, skandallarla adım adım gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan sonra, bambaşka bir partiler ve tiplerle bir seçim yapabilirse sonraki yirmi otuz yılı götürür. Şimdiki bunalım bu kabuk değişiminin sancıları.
İşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır. Şimdi bir şey başarıldıysa başarıldı, yoksa yeni sistemin sağlayacağı olanaklarla bir kaç on yıl daha sistem kendine sürdürecek gücü bulur. İnönü'nün çok partili hayata geçiş reformu olmasaydı; 27 mayıs olmasaydı ve Özal'ın reformları olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından sonraki on veya onbeş yılı götürmeyi sağladı.
İşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi bile kuşak değişimini yaparken, solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı. Elbette ortalama olarak solun yaşı küçük olduğundan biyolojik bakımdan fazla yaşlı sayılmaz sol. Burjuvazide şimdi onların kuşağı sırada. Ama problematikler olarak baktığımızda, sosyolojik olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının solu değildir bu gün Türkiye'ye egemen olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla duvar öncesinin kuşağı damgasını vuruyor.
1980'lerin sonunda, Kuruçeşme tartışmaları olurken bile sol bu günkünden daha yakındı bu güne, daha genç, dinamik ve canlıydı. Çünkü kendisiyle hesaplaşıyordu, kendisini acımasızca, aslında biraz acıyarak, ama o kadarı bile önemliydi, eleştirmeye başlamıştı. Ve bu eleştiri onu, yüzyılın başının problemlerine götürmüştü, sosyalizmi yavaş yavaş kaynağından tanımaya başlamıştı. Aslında paradoksal gibi görünebilir ama, şu an 130 yaşı cıvarında olacak Ekim Devrimi öncesi kuşaklar, bu günün dünyasını anlamaya bu günün kuşaklarından daha yetenekliydi. Zaten oralara gitmeden bu günlere gelemez sol. Kimliğini kaybettiği yerde aramak zorundadır. 1980'lerin sonuna doğru böyle bir eğilim belirmişti. Sol içi bu ayaklanma, bu isyan toplumsal bir yükseliş ile desteklenseydi belki şimdi bu örgütler de olmayabilirdi. Ama Kuruçeşme olurken Duvar yıkılıyordu. Onu doksanların terör ortamı izledi. Bu günün ortalığa egemen örgütleri, bu dünya ve Türkiye ölçüsünde karşı devrimci dalgaların sol içinde tekrar yükselttiği örgüt ve eğilimlerdir ve aynı laneti taşımaktadırlar. Burjuvazinin içinden iyi kötü sema Pişkinsüt'leri çıkıyor. Sol'un kendi Pişkinsüt'leri yok. Hiç bir örgütün, hareketin sarsıldığını, içinden muhalefet ve isyancılar çıktığını duymuyoruz. İşin kötüsü, bu içinde bulunulan toplumsal bunalım dönemindeki memnuniyetsizlik, bu örgütlere daima bir takım memnuniyetsizlerin akmasına yol açarak, bu örgütlerin krize girmelerini engelleyen bir dış yardım işlevi de görür. Eh iyi kötü büyüyen bir örgüt de krize girmez.
Şu an ortalığa egemen olan ve damgasını vuran hareket ve eğilimler dağılmıştı seksenlerin sonuna doğru. Bütün örgütler yenilikçiler ve gelenekçiler diye hızla bölünüyordu. Bu isyan halindeyken, yenilikçiler geleneksel çizgi ve örgüt biçimlerini savunanlara karşı uzlaşmasız bir mücadele yürütüp onları imha etmeleri gerekirken onlarla uzlaştılar. Kuruçeşme bu uzlaşmanın hikayesidir. Sosyalistlerin yenilikçi kanadı Frankfurt Parlamenterleri gibiydiler 1848'deki. Sol çapındaki bu devrimci kabarış yeterince uzlaşmaz ve kararlı olamadığı için, bunu gericilik ve restorasyon dönemi izledi, bütün örgütler tekrar canlandı. Örgütler mezbahası olması gereken Kuruçeşme'den zaferle çıkan örgütler oldu. O dönemde bunun dışında kalan bir Dev-Yol olmuştu. Kuru çeşmenin örgütler için gördüğü fonksiyonu da, Dev-Yol için ÖDP gördü. Böylece Dev-Yol'u, Sol'u, Aydınlık'ı, Halkın Kurtuluşu, Partizan'ı, TİP'i, vs. hepsi tekrar yerlerini aldılar. İşte Türk solu, şimdiki bunalımı burjuvazinin aksine, solun içindeki bir restorasyonun örgüt ve kuşağıyla karşılıyor. Dolayısıyla hiç bir şansı yok. Hatta bu sol olmasaydı, ezilenlerin ve işçilerin çok daha şansı olabilirdi. Bu sol onun bizzat yaratıcı kendiliğindenliğinin bile önünde bir engel. Bu solun olduğu yere işçi gelmez. Gelmeyince de kendiliğinden hareketlerin yolu tıkanır.
Rosa, Alman Sosyal demokrasisini Lenin'den çok daha iyi tanıyordu. Savaş kredilerine Sosyal Demokrasinin oy verdiğini duyunca inanamamıştı Lenin. Rosa ise hiç şaşırmamıştı. Onun kokuşmuş bir ceset olduğunu biliyordu. Tam bu nedenle Rosa biricik umut olarak kendiliğindenliğe daha büyük bir vurgu yapmıştır.
Bu gün de durum aynı. Şu an bütün örgütlü sol bir engel ve tutucu. Kitle hareketi ancak buna rağmen bir şeyler yapabilir. Ama bizzat bu solun varlığı bunun önünde de bir engel.
Bu günkü bütün sol hareketler, 1980'lerin sonundan beri gelen, Dünya ve Türkiye ölçüsündeki gericilik ve karşı devrim dalgasından güç alan, sol içindeki restorasyonun, karşı devrimin ürünü olarak ortadalar. Toplumsal bunalım burjuvaziyi aynı dönemin tiplerini değiştirmeye zorlarken, aynı bunalım solda bu tiplerin ve eğilimlerin stabilize olmasına yol açıyor ve toplumsal bir köklü dönüşümün önündeki muazzam bir engel haline dönüşmesine yol açıyor.
Ama bu örgütlerin dışında kalan sol da farklı sayılmamalı. Yani şu sivil toplum vurgulular, küçük ve somut hedefleri öne çıkaranlar vs.. Bunlar genellikle daha sonra politize olmuş bur kuşak, daha esnek gibi görünüyor. Ama bizzat o örgütler gibi, aynı gericilik ve karşı devrim döneminin çocuğudurlar, dolayısıyla içi dışına çevrilmiş olarak tıpkı örgütlerle aynı olumsuzlukları taşımaktadırlar.
İşin ilginci, örgütler ve örgütsüzler, "dinazorlar" ve "post-modernler" birbirlerinin varlığına haklılık kazandırıp birbirlerini güçlendiriyorlar. Bunların dışında başka bir alternatifin varlığı akla bile gelmiyor.
Ama daha da ilginci şu, solun bu genel bölünmüşlüğü, Türkiye'nin egemen sınıfları arasındaki çatışmadaki bölünmeye de denk düşüyor.
Örgütler genellikle anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm vurgularıyla, farkına varmadan veya vararak, tıpkı benzer argümanlarla Sovyet bürokrasisinin değişimlere karşı direnmesi gibi (ki bu hareketler aynı zamanda Sovyet ve Çin bürokrasilerinin de aynı gerekçelerle destekçileri olmuşlardır), genel kurmayın, "Devlet Sınıfları"nın, Bonapartizmin ya da "Devlet Partisi"nin liberal burjuvaziye saldırısında mızrak ucu rolü oynuyorlar.
Buna karşılık, sivil toplumcu muhalifler, daha genç ve modern görünenler ise, bu saldırılara karşı Liberal burjuvazinin bir kalkanı işlevi görüyorlar. Böylece bağımsız bir sol hareket aktüel politik gelişmeler bağlamında da olanaksız hale geliyor.
Bütün bu manzarada bir tek istisna var. Kürt ulusal hareketi. Bütün dünyada gericiliğin yükseldiği dönemde yükselme ve canlanma eğilimi gösterdi. Bu yükselişin dinamiği bu harekete de yansıdı. Başlangıçta bu günün taşlaşmış küçük sol örgüt ve hareketlerinden pek az farklılıklar gösteren bu örgüt ve hareket, kitle bağları ve bu yükselen harekete dayanması nedeniyle kendini yenileme yeteneği gösteren tek hareket oldu. 1990'ların başından beri, Türk solundaki karşı devrimci restorasyonu pekiştiren gelişmeler, (duvarın yıkılışı, özel savaş rejimi) bu hareketin ve örgütün sürekli olarak kendini yenileme girişimlerine yol açtı. Kürt hareketinin iç mücadeleleri bu açıdan incelendiğinde, mücadelenin aslında değişim ve eski biçimleri sürdürmek isteyenler arasında olduğu görülür. Bir bakıma demokratlar ve milliyetçiler mücadelesidir. Bir yandan liberallere ve burjuvaziye, bir yandan da aşırı sola karşı bir mücadele görülür.
Kürt hareketinin bu iç mücadelelerinde kazanan yenilikçiler oldu denebilir. Bir rastlantı değildir, Kürtleri en ağır dille eleştiren kişinin bu hareketin önderi olması. Öcalan'ın aynı zamanda, sadece Kürtleri değil, tüm toplumu, hatta bölgeyi değiştirmeye yönelik proje sunması.
Kendi içine kapanma, kendini övme, toplumun tümüne yönelik hedef yokluğunun bir bütün olduğu olgusuyla burada da karşılaşırız. İdeal bir Kürt'e en çok övgü düzenlerin aynı zamanda yeni stratejiyi anlayamaması ve onun en büyük düşmanı olmaları rastlantı değildir. Buna karşılık, Kürtlere en ağır eleştirileri yapan, onun yüzüne sürekli eksik ve yanlışlarını vuranların da aynı zamanda tüm toplumu değiştirmeye yönelik bir perspektif sunması da bir rastlantı değildir.
O halde bu gözlemlerden bir tek sonuç çıkıyor. Bu bunalım döneminde, olur da sol hareketlerin kontrolü kendiliğinden bir kitle hareketlenmesinin engelleyemezse ve böyle bir hareketlenme ortaya çıkarsa, bu kitle hareketinin kendiliğinden radikalleşmesine cevap verebilecek tek olanak Kürt hareketi oluyor. Devrici demokrasiyi temsil eden bu hareket Liberaller ve Genel Kurmay karşısında üçüncü bir kutup olabilir ve tüm gayrı memnun alt kesimleri etrafında toplayabilir. O zaman gericilik döneminin güçlendirdiği bütün sol örgütler ve sivil toplumcular liberal burjuvazinin ve Genel Kurmayın yedeği olarak bu hareketin karşısında yer alır. Demokratik bir devrim Kürt hareketini iktidara getirebilir.
Bu gün Öcalan'ın resmini parçalayanlar yarın onun resimleriyle yürürse kimse şaşırmasın. Çünkü tüm toplumu değiştirmeye yönelik demokratik bir programı, gücü ve bunu yürütecek tecrübesi olan tek hareket Kürt hareketi. Türkiye'deki bir radikalleşmenin ve devrimci kabarışın bununla buluşması kaçınılmazdır. Şimdilik, krizin derinliği bunu desteklerken, sola egemen olan örgütler ve sivil toplumcular bunun önünde en büyük engel, bu nedenle kendiliğinden yükselişler bunun ön koşulu. Ama bir kendiliğinden hareketlenme ve yükseliş olursa, bu Kürt hareketini iktidara getirir. Ve ortaya Ortadoğu ortamında Mandela'nin Güney Afrika'sı gibi bir şey çıkar.
Aslında bu yazıda ifade edilen düşünceler açısından 1 Mayıs gösterilerini ele alacaktım. Ama düşünce aldı başını başka yerlere uçtu. Fakat, 1 mayıs gösterileri bu yazıda ifade edilen yaklaşımlar açısından ele alınırsa, onun hakkındaki haberler ve ondaki sloganların onun bütün zayıflığını yansıttığı görülür. Bunu okuyucunun kendisine bırakmak en iyisi.
Solun kendini övmeyen, kendi eksikleri ve yanlışlarını sergilemekten kaçınmayan geleneğini de sürdürmüş oluyoruz böylece kendini öven, kendinden memnun sloganlar ve 1 Mayıs haberleri karşısında.

02 Mayıs 2001 Çarşamba

2 Nisan 1999 Cuma

Bir sabah uyandınız... ( Abdullah Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Hamburg TÜRK Girişimi Bildirisi)

Bir sabah uyandınız... 

ve Almanya’da şunları görüyorsunuz:

-        Evde, işyerinde, sokakta Türkçe konuşmak yasaktır.

-        Türkçe gazetelerin hepsi kapatılmıştır. Yasal olanaklardan yararlanarak çıkmakta ısrar edenler de gizli servisler tarafından faili meçhul bir şekilde havaya uçurulmuş ve bu gazetelerde çalışanların çoğu yine faili meçhul cinayetlere kurban gitmişler.

-        Bunların faili meçhul olmadığı yolundaki kanıtlar ve iddialar hiçbir Alman yayın organında yer bulamamaktadır.

-        ”Almanya Almanlarındır” bu nedenle herkes ”Ben Almanım”diyecektir.

-        Türkçe yayın yapan televizyon ve radyoları dinlemek yasaktır. Türk televizyonları kablolu yayınlardan çıkarılmıştır ve satelit yayınları da diğer ülkelere baskı yapılarak durdurulmuştur.

-        Hiç kimse Türkçe müzik kaseti yapamaz, satamaz, alamaz ve dinleyemez.

-        Yeni doğan çocuklara Türk isimleri koymak yasak olup, eskiden varolanlar da en kısa zamanda değiştirilecektir.

-        Aynısı lokanta,imbis, berber, manav, bakkal, işyeri isimleri için de geçerlidir.

-        Hic kimse Türk ismi taşıyan bir futbol takımı kuramaz. Böylesi takımları destekleyemez. Herkes Alman milli takımını desteklemeye mecburdur.

-        Türk bayrağı ya da sembolleri taşımak Almanya’yı bölme suçu olarak görülmekte ve ağır hapisle cezalandırılmaktadır. Ay yıldızlı sembollerden küpe ve madalyonlar taşıyan on binlerce Türk genci hapisaneleri doldurmuş bulunmaktadır.

-        Parlamentodaki Türk asıllı milletvekilleri biz Türk asıllıyız dedikleri için apar topar parlamentonun kapısından alınıp ceza evlerine atılmıştır.

-        Her türlü göçmen örgütlenmesi yasaklanmış olup, gelenek görenek bahanesiyle Türk düğünü yapılamaz. Hele Türk düğünlerinde Türk bayrağını andıran kırmızı ve beyaz renkler kullanmak tehlikelidir.

-        Almanya milli marşını duyan herkes derhal hazırola geçecek ve ”Ne Mutlu Almanım Diyene!” sözlerini tekrarlayacaktır.

-        Almanya’nın birleşme günü olan 3 Ekim’ de herkes evine, işyerine Alman bayrağı asacaktır. Bayrak asmayanlar polisce saptanıp derhal tutuklanacaktır.

-        Türkler oturdukları yerlerden hiç tanımadıkları yerlere zorla taşındırılmaktadırlar.

-        Kim bu mevcut duruma karşı çıkarsa o bölücü, vatan haini ve teröristtir. Kim ki bu durumu değiştirmek amacıyla legal veya illegal örgütlenirse derhal yakalanıp cezalandırılır. Mevcut düzene itaat etmemekte inat edenler kesinlikle ölü olarak ele geçirilir.

Bunlar size biryeri, birşeyi hatırlattı mı?

·       Böyle bir rejimin adı ne olurdu?

·       Böyle bir ülkede yaşayabilir miydiniz?

·       Böyle bir ülkede yaşamak zorunda kalsaydınız ne yapardınız?

·       Böylesine sürekli aşağılanarak köle gibi yaşamaktansa diğer insanlarla aynı haklara sahip olmak icin mücadeleye girmez miydiniz?

·       Size nerdeyse yaşama hakkı tanımayan bu sisteme karşı kendinizi, insanca yaşamayı savunmak için isyan etmez miydiniz?

Herkesin bildiği ama biz Türklerin çoğumuzun gözlerini kapadığı gibi yukarıda anlatılan durum tıpı tıpına Türkiye`deki Kürtlerin durumundan başka birşey değildir. Kürtlerde son derece haklı ve yerinde olarak bu duruma karşı direnmektedirler. Onların istediği Türklerle eşit haklara sahip olmaktır. Varlıklarının inkar edilmemesidir. Ne var ki bu en masum istekleri bastırılmıştır. Bu şiddet karşısında da Kürtler meşru savunma olarak silaha sarılmış ve gerilla savaşıyla direnmeye başlamışlardır. Bu direnişi ezmek için Türkiye`yi yönetenler her türlü yasayı ayaklar altına alarak yasa ve kontrol dışı Özel savaş uygulmalarına geçmişlerdir. Bununla birlikte Savaş politikanın şiddet araçlarıyla devamı olmaktan çıkmış, kendi başına bir amaç haline gelmiştir.

 Hepimiz katil olmadan...

15 yılını doldurmuş gerisinde binlerce ölü, binlerce sakat insan, binlerce köy boşaltmaları, sayısız insanın sürgünü, binlerce insanın işkence görmesine yol açmış bu savaşın hepimiz bir şekliyle tarafıyız. Bir tarafta akan bu kan üzerinden politika yapan, para kazanan ve çıkarları olan özel savaş aygıtları diğer tarafta barış isteyenler, bu kanın durmasını isteyenler var. Artık ortası yok bunun...

Son olarak PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan‘ın uluslararası bir komployla Türkiye‘ye teslim edilmesiyle artık bizler bu savaşın hem kurbanları hem de suçlularıyız. Her birşey yapmadığımız da ve başımızı öbür tarafa çevirip, gözlerimizi kapatmaya ve kulaklarımızı tıkamaya kalktığımızda bu savaş biraz daha büyüyecek gelip bizi bulacaktır, bu sebeble; bu savaşın kurbanlarıyız.

Yine her tepkisiz kalışımızda aynı zamanda bu savaşın devamını sağladığımız için bu savaşın suçluları ve eli kanlı katilleriyiz.

Kürtler bu komplodan sonra yaşama ve onur savaşı vermeye başlamışlardır. Çünkü T.C. Abdullah Öcalan‘ın şahsında aslında ayağa kalkan, yaşama haklarını savunan Kürtlerin gözlerini bağlamıştır, onların ellerini kelepçelemiş ve Türk bayrağı altına koymuştur.

Türkiye‘de şimdi  kanlı savaş senaryoları yapılıyor, toplum sağduyusunu yitiriyor, halklar arasında onarılmayacak yaralar açılıyor. T.C. insanlık suçu işliyor; T.C. şovenizmi körüklüyor.  Bu vahşetiyle Kürt ve Türk halklarının arasını açıyor ve barış umutlarının altını dinamitliyor. Eğer şimdi bir şey yapmazsak hepimiz Kürtlerin, aslında kendimizin katili olacağız. Böyle biryerde ya şimdi birşeyler yapacağız ya da ellerimiz kendi çocuklarımızın kanında yaşamayı tercih edeceğiz.

Kürtlerin özgürlük mücadelesine verilen cevaplar bugün Türkiye‘nin buraya gelmesinden sorumludur. Bu savaştan, Kürtleri inkara giden politikalar, bir halkla alay eden şovenizm, savaştan çıkarları olan çeteler, onların yarattıkları özel savaş aygıtları sorumludur. Devletin uzun yıllardır uyguladığı terörü görmeyen “bizler” sorumluyuz. Kürtlerin eşitçe bir yaşam taleblerini terörize eden, yaşamı savundukları için  Kürtlere vatan hainleri, bölücü diyen anlayış sorumlu bu bütün olup bitenlerden. Mavi çarşıdan, bombalardan....

O yüzden asıl vatan hainleri onlar, onlar bu vatana ihanet ediyorlar..

 

Neden Abdullah Öcalan’ın yaşamını savunmak?

Propagandaların aksine, özel savaşı yürütenlerin de pek ala bildiği gibi Öcalan Kürt ulusunun en geniş tabakaları tarafından özellikle kaçırıldığı, elleri ve gözleri bağlı olarak aşağılandığı günden beri Kürt ulusunun önderi olarak görülmektedir. Her Kürt  hangi politik yada dini inançta olursa olsun, Öcalan’a yapılan aşağılanmaları kendisine yapılmış olarak gördü ve görüyor. Öcalan sadece Türkiye’deki değil tüm dünyadaki Kürtlerin önderidir bugün.

Kürtlerin insanca yaşama taleblerine ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesine vereceğimiz yanıttır Öcalan’ın hayatını savunmak.

Öcalan’ın hayatını savunmak demek Türk ve Kürtlerin kardeşce bir arada yaşadığı, çetelerin tahakümünden kurtulmuş, demokratik ve daha müreffeh bir ülke talep etmektir. Çünkü Öcalan’ın asılması uzun yıllar sürecek bir düşmanlık ve iç savaş demektir.

Öcalan barışçı bir çözüm için son şanstır. Öcalan en çok da barış taleblerinden, ateşkesten bahsettiği zaman hedef olmustur. Onun barış çabalarının değerlendirilmesini sağlar Öcalan’ın yaşamını savunmak.

Eğer Abdullah Öcalan asılırsa bu tek başına barış olanağının yitirilmesi değil, aynı zamanda Türkler ve Kürtler arasındaki kardeşlik umutlarının da bitirilmesidir. Her Kürt onun asılmasıyla kendi varlığının inkar edildiğini düşünecektir.

Öcalan’ın asılmasını isteyenler ülkeyi kan gölüne çevirmek böylece özel savaşı sürdürüp ülkeyi harabeye çevirmeyi istemektedirler.

Kendi çıkarlarının bir parça bilincinde olan her Türk Öcalan’ın hayatını savunmalıdır. Bu aslında kendi hayatının savunmasıdır. Öcalan barış için tek ve son çözümdür.

Tüm Türkleri Öcalan’ın hayatını savunmak için Türk girişimleri kurmaya ve varolan girişimler içinde çalışmaya, bu çalışmaları koordine etmek için bizlerle ilişki kurmaya çağırıyoruz.

 Abdullah Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Hamburg TÜRK Girişimi 

6 Aralık 1998 Pazar

Bir Feministle Feminizm Üzerine Bir Tartışmadan

Sayın Aslı,

Troy'un senini kısmaya çalıştığımı nereden çıkarıyorsunuz? O yazılarını yazıyor. Buna engel olan falan yok bildiğim kadarıyla.

İkinci yanlışınız, kadınların ezilen bir cins olarak mücadelelerini desteklemediğim ya da ona ilgisiz olduğum konusundaki kanınız. Bu doğru değil. Bu konuda pek yazmamamın nedeni, erkek olarak, yani ezen cinsten bir insan olarak bu konuda yazmamın riskli olmasıdır. Yani, kadın haklarını savunur gibi yaparken pek ala çok ince bir şekilde, örneğin Troy/El Liberte gibi, erkeklerin imtiyazlarını savunuyor olabilirim. Kaldı ki, böyle olmasa bile, kadınların bir özne olarak kendi konumlarını ve haklarını savunmasının onların mücadelelerini daha geliştirici olacağına inanırım. Erkek olarak kadın haklarını önde savunmaya kalkmak, erkeğin üstün konumunu yeniden üretiyor. Yok etmek istediğini fiiliyatta yeniden yaratmış oluyor. Ben daha ziyade, kadınların mücadelelerine ezenler arasından bir sempati göstermek, kendi cinsine ihanet eden hain bir erkek olarak onları desteklemenin daha verimli olacağına inanıyorum.

10 Haziran 1993 Perşembe

Göçmen Azınlıkların Hedefi Ne Olmalı?

Solingen'deki kundaklama olayından sonra gösterilen tepkilerin tozu dumanı arasında bu tepkilerin anlamı; çözüm önerileri üzerine az kafa yoruldu.

Ama asıl önemlisi Avrupa'daki göçmen azınlıkların "çözüm önerileri"nin ne olacağı. Bu ise her eyden önce göçmen azınlıklar içinde hedefler yani program konusunda bir tartışma gerektirir.

Avrupa'nın çeşitli ülkeleri; ABD vs. Almanya'daki bu ırkçı vahşeti öne çıkarır ve lanetlerken aslında tek kaygısı Alman kapitkalizmini bu bahaneyle biraz köşeye sıkıştırmak ve başka alanlarda bazı tavizler koparmaktır.

Türkiye'nin de olaya bakışı farklı değildir. O da bu olayıdan yararlananrak Almanya'dan bazı tavizler peşinde. Yani Türkiye'lileri dış politikasının basit bir aracı olarak görüyor.

5 Ocak 1993 Salı

Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır (5 Ocak 1993 - Özgür Gündem)

İnsanın hiç bir zaman bugünkü kadar çok zamanı olmadı ama hiç bir zaman da bugünkü kadar zaman sıkıntısı çekmedi. Geçen yüzyılda iş saatleri haftada 80 saati buluyordu; bugün birçok ülkede 48 saat yasalaşmış durumda, hatta birçok ileri ülkede 40 veya 35 saatlik iş haftaları giderek kural oluyor. Buna rağmen günümüzün insanının en büyük problemlerinden biri sürekli zaman kıtlığı çekmek; modern toplumda herkes zamanın çok süratli akıp gittiğinden şikayetçi.

Yeryüzündeki insan sayısından daha fazla üretilmiş tek sofistike tüketim aracı belki de saat. Modern şehirlerde hemen hiç bir büyük alan, istasyon, salon yoktur ki orada bir kocaman saat bulunmasın. Zamanı kontrol altına almak için yatırılmış bu muazzam emeğe rağmen insanın zamana köleliği giderek pekişiyor.

14 Nisan 1990 Cumartesi

Adını Sen Koy

 

Bu sayının adı yok ve sayısı sıfır.

Sıfır!.. Sıfırın keşfi, insanlık tarihinde ateşin ya da tekerleğin keşfiyle kıyaslanabilecek önemdedir. Sıfır olmasaydı, bugünkü uygarlık, bu hesaba kitaba dayanan hesapsız uygarlık da olmazdı. Bugünkü hesaba kitaba dayanan hesapsız kitapsız uygarlığı bilgisayarların, gen teknolojisinin keşfi nasıl kurtaramayacaksa, sıfırın keşfi de onu keşfeden uygarlıkları, Hint ve Maya uygarlıklarını kurtaramadı.

Sıfırın olmadığı bir dünyada eksiler; eksilerin olmadığı bir dünyada artılar da olamazdı. Ancak sıfırın olanaklı kıldığı yüksek soyutlama düzeyi sayesindedir ki, gerçek sayılardan çok daha gerçek olan, gerçek olmayan sayılar alemi bulunabilmiştir.

Sıfır bir doğum ya da ölüm noktası olarak ele alınabilir. Gerçekte her doğum bir başka ölümdür de. Eski uygarlıklarda her sülale tarihin ve takvimin ilk yılını kendisiyle başlatırdı. O başlayan aynı zamanda bir başka uygarlığın sonu demekti.

18 Mart 1985 Pazartesi

Marksist Terminolojiyle Metafizik Sosyoloji – Yılmaz Öner’in “Din Üretim Biçimleri”

Yılmaz Öner pek okunmayan, okunduğu zaman da pek anlaşılmayan bir yazardır. Geçenlerde, İletişim Yayınları arasında Yılmaz Öner'in çevirisi olan "Tarihsel Uzlaşma" adlı derleme yayınlandı. Kitapta Murat Belge'nin "Tarihsel Uzlaşma Üzerine" başlıklı giriş yazısından başka, bir de Yılmaz Öner'in "Din üretim Biçimleri Üstüne" başlıklı "özgün incelemesi” yer alıyor. Bu vesile ile Y. Öner'in kısa bir eleştirisini yapmak gerekiyor.
Gerekiyor, çünkü: Y. Öner Marksizm adına ve Marksizm’i doğa bilimlerindeki son gelişmelerin ışığında geliştirme iddiasıyla Marksist terminolojiyle Metafizik Sosyoloji kurmanın çok tipik bir örneğini sergilemektedir. Gerekiyor, çünkü: Y. Öner'in, bu gericilik döneminde ve İletişim Yayınları arasında ön plana çıkması bir rastlantı değildir.
Okuyucunun pek bilgisinin olmadığını varsayarak kısaca Y. Öner'den söz edelim. Yalnız öncelikle şunu not edelim ki, bu notları yazarken elimizde Y. Öner'in bu incelemesinden başka yazısı yok. Bu nedenle, iki yıl önce okuduğumuz kitap ve yazılarındaki kimi görüşlerden söz ederken hafızamıza dayanmak zorundayız.