10 Aralık 2014 Çarşamba

Rasih Nuri İleri’nin Ardından

Bugün, birkaç saat sonra Rasih Nuri İleri’nin cenazesi var. Cenazeye gidecek yerde bilgisayarın başına oturup bu yazıyı yazmak daha anlamlı bir veda olur. Hem de bir “vasiyet”i yerine getirilmiş olur.
*
Cenazeye gitmememin birinci nedeni, cenazesinin muhtemelen ulusalcıların bir gösterisine dönüşme olasılığıdır. Çünkü Rasih Nuri İleri daha şimdiden, ölümüne ilişkin haberlerde bile bir ulusalcıya dönüşmüş bulunuyor.
Google’a girip de Rasih Nuri’nin adı yazılınca Cumhuriyet, Oda TV, Sol Haber Portalı, Ulusal Kanal ilk öne çıkanlar. Aydemir Güler, Aslan Kılıç, Şenol Çarık gibi isimlerin yazdıkları ilk görülenler. Yine TKP’den adaylığı; Doğa Perincek’le evindeki bir konuşmanın videosunun bir bölümü de ilk görülenler arasında.
Bu ilk izlenimlerle kolaylıkla onun da bir ulusalcı olduğu bile söylenebilir. Acaba öyle mi? Bunun tam böyle olmadığı, Google’un yanılttığı da zaten bu yazının konusu.

*
Cenazeye gitmek istemememin ikinci nedeni, artık modern yaşamda ve hele büyük şehirlerde cenazelerin hala neolitik köy komünü ya da antik kent benzeri kasabaların yöntemleriyle kaldırılmaya kalkılmasının giderek saçmalığa varmasıdır.
Eskiden ölüler evlerinde ailesiyle ve torunlarıyla birlikte yaşamaya devam ederlerdi. Bugün bile birçok yerde ölenler oturdukları yerin altına gömülürler. Hazreti Muhammet bile öldüğü evin tabanına gömülmüştü. Ya da ölüler, köyün hemen yanındaki, iki adımlık bir mezarlıkta yaşamaya devam ederlerdi.
Uygarlıkla birlikte, zenginler ve devlet adamları için mezar ve cenaze gücün ve eşitsizliğin bir gösterisi iken, olağan sıradan halk için her cenaze, toplum için yaşama; dünya malının hiçbir şey olmadığını tekrar hatırlatma; eşitlik fikrinin canlı tutulmasını; dayanışmayı ve paylaşmayı yaşatma vesilesiydi. Örneğin tabutun herkes tarafından en azından belli adım miktarında ve sırayla tabutun her tarafından taşınması, yükün adil bir dağılımının; eşitlik ve dayanışmanın en somut örneklerinden biridir. Böylece tabutuyla birlikte yüz kiloyu bulan cenaze, ortaklaşa ve ortaklaşmacılıkla mezarına kadar götürülürdü. Sonra yine herkes bir miktar toprak atar ve gömülürdü. Bütün diğer ritüeller de kalan yakınlarının acısını paylaşma; zorluklarını azaltmaya yönelik idi.
Ama şimdi öyle mi? Milyonluk bir şehrin ölüleri, şehrin dışında ölüler gettosunda, arabayla bile birkaç saatlik bir yerdeler. Bugünkü dağı taşı kaplamış şehre uzak mezarlıkları eski antik şehirlerin nekropolleriyle karıştırmamalı. Onlar ölülerin şehirleriydi, bugünküler birer getto.
Her gün onlarca, yüzlerce insan ölüyor ve gömülüyor. Cenaze namazları onar onar kılınıyor. Artık üretim gibi cenazeler de bant usulü ve anonim. Aslında her şeyi belediye yapıyor. Her şey mekanik. Başka türlü de olamaz zaten. Cenaze bir paylaşım ve dayanışma vesilesi olmaktan çıkmış durumda. Mezarlıklarda trafik sıkışıklıkları yaşanıyor. Ölüm sonrası ritüelleri bugünün dünyasına uymuyor. Bu nedenle bir yüke dönüşüyor. Bugünkü sürdürülmeye çalışılan biçimler ile gerçek yaşam ve ilişkiler arasındaki uçurum iyice açılmış durumda.
Bugünkü yaşamın hızı ve anonimliği içinde, alel acele kalkacak bir “cenaze töreni” yerine, daha uygun bir zamanda yapılabilecek herkesin zamanını planlayabileceği ve gelebileceği; ölenin ve onun dostlarının anonimlikten biraz olup kurtulabileceği ve ölen vesilesiyle birbirini görebileceği, tanıyabileceği; resmi protokolden öte içten veda seremoni veya şölenleri daha anlamlı gibi görünüyor. Zaman zaman böyle bir tarzın tohumlarına da rastlanmıyor da değil. Özellikle cenazesini ve organlarını tıbba bağışlamış arkadaşların cenazelerinde bu eğilimin filizleri görülüyor.
Aslında cenazeler son zamanlarda çoktandır göremediğimiz arkadaşları görme vesileleri ve imkânları yaratıyor. Bu anlamda yeni bir işlev edinmiş durumdalar.
Ama bugün cenazeye gidersem başka işler araya girer ve yazamam diye korktuğum bir “vasiyet”i var Rasih Nuri İleri’nin. “Vasiyet”i tırnak içinde yazıyorum. Çünkü böyle bir vasiyet bırakmadı aslında. Ama fiilen bir vasiyet gibiydi şahit olduğum olay.
O olayı izleyen çok insan vardı. Ama sanırım onu unutmayan ve unutturmak istemeyen; unutulmaktan kurtarmak isteyen galiba benden başkası yok.
Rasih Nuri’nin yaptığının benimle birlikte unutulmasına gönlüm razı gelmiyor.
*
Rasih Nuri İleri’yi ilk kez Türk Solu’nun Bürosunda gördüğümü çok iyi hatırlıyorum. Nurosmaniye Caddesi ile Cağaloğlu yokuşunun kesiştiği köşedeki binanın en üst katında İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası (YİS) ve Deniz Gezmiş’in Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB); onun altında da Türk Solu’nun çıktığı büro vardı. Lübnan’da İsrail baskınında öldürülen Bora Gözenç olurdu orada en çok. Zaman zaman bir şey almak, vermek, sormak, birini görmek vs. için yukarıdan aşağıya, Türk Solu’nun bürosuna indiğimiz olurdu.
Daha ilk görüşte dikkatimi çekmişti halinde, tavrındaki, giyinişindeki asalet. Evet, bu “asalet” sözcüğünü kullanmak gerekiyor. Elbette asalete inanmıyoruz. Ama bir süzülmüşlük, bir birikim, bir nezaket hemen hissediliyordu. Sanki filmlerden çıkmış gelmiş bir “İngiliz Centilmeni”ydi. Sonra büroda defalarca gördüm ve Rasih Nuri İleri olduğunu öğrendim. Ama hiç konuşmadık. Bir Şevki Akşit, bir Mihri Belli, bir Hikmet Kıvılcımlı gibi de değildi. Onlar bizdendi, bizim gibiydi. Rasih Nuri daha farklıydı.
Yanlış bir izlenim değilmiş meğer bu ilk izlenim.
Cemal Süreyya nefis bir portreler çalışması olan 99 Yüz’ünde,  Rasih Nuri’yi birkaç fırça darbesiyle şöyle anlatırken şöyle der:
Sosyalist aristokrat diye anılır.”
*
Aileden sosyalist denebilirdi. Her yıl Adana’daki arazilerinden bir parçayı satarak yaşadığı söylenirdi. Anlaşılan biraz Engels gibiydi, aileden servete konmuş. Ama bir Marks’ı yoktu. Belki vardı da görememişti. Kimi eskiler Rasih Nuri’yi aşağılamak için rantiye olduğunu söylerlerdi. Ben ise, keşke her rantiye böyle olsa diye düşünürdüm. Rantiye olup da bu tarafta olmak çok rastlanan bir durum değildi. Çok önemliydi kanımca. Bu ilk izlenimler ve düşünceler pek yanlış değilmiş.
Cemal Süreyya şunları yazmış:
“Hiç çalışmadan büyük işler başarmıştır. Çalışmasına gerek de yoktur zaten. Çalışmaz. Ama hazıra konduğu şeyleri onun kadar iyi değerlendiren insan da pek azdır.”
*
Henri Lefebvre ile onun Anadolu Yayınları aracılığıyla tanışmıştım. Sonra ileriki yıllarda bu Lefebvre’i okumuş olmamın bana neler kattığını daha iyi fark edecektim. Rasih Nuri’nin Anadolu Yayınları arasında böyle sıra dışı kitaplar vardı. Tony Cliff’in Rosa Luxemburg’u da yine o yayınevinden çıkmıştı. 1968’ler. Biri “Batı Marksizmi”nin önemli bir teorisyeni, diğeri “Troçkist” bu iki marksistin kitaplarını o zaman yayınlaması bile çok önemliydi. Bunun önemini o zamanlar kavrayamazdım. Çünkü o zamanlar Stalin’den “Leninizm”i öğrendiğimiz yıllardı ve on yıl sonra öğrendiklerimizin yanlış olduğunu öğrenecektik pratiğin içinde kafalarımızı vura vura. Ama şimdi bunun ne kadar önemli olduğunu daha iyi kavrıyorum.
*
 “Arşiv delisi”
Cemal Süreyya
Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) gibi iyi bir “Arşivci” olduğu söylenirdi. “Arşivciler” genellemelerle, teorik tartışmalarla pek ilgilenmezler genellikle. Ayrıntılar, olgulardır onların esas ilgi alanları. Olgular da belgeleri varsa olgu olurlar.
Arşivciler”, bir takım belgeler yayınlarlar ya da belgelere dayanan kitaplar. Konuya yakın olmayanlar o belgelerin niye yayınlandığını; aslında kime ya da hangi tartışmaya bir gönderme olduğunu bilemezler. “Arşivciler” de o belgenin neye, hangi olaya veya tartışmaya gönderme olduğundan da pek söz de etmezler. Okura bırakırlar. Ama okurların öyle ayrıntılarla ilgilenecek zamanları yoktur.
Örneğin Kerim Sadi “Katkı” diye bir dergi çıkarırdı. Dergide hep alıntılar olurdu Kerim Sadi’nin kısa notlarıyla. Sanki o günün olaylarıyla ilgisiz gibi gelirdi bizlere. Derginin sayfaları, bir antikacı dükkânında dolaşıyor hissi uyandırırdı.
Ama daha sonra yayınladığı her belgenin o sıralar tartışılan bir konuyla ilgili olduğu görülürdü. Örneğin 1929 tevkifatının mahkemesinin gerekçeli kararını koyardı. Kim okur mahkeme karının ve ta 1929’ların kararını. Okusa bile dilini anlamaz. Ama bu belge, o zamanın (70’lerin) TKP’lilerine İ. Bilen’in durumunu göstermeye yönelik olurdu.
Bunları kimse okumaz, okusa da anlamazdı. Ama onlar arşivci idi. Yayınlarlar ve belgesini koymuş olurlardı. İlerde araştırmacılar er veya geç o belgeyle ve o belgenin o tartışmalar bağlamında orada yayınlandığıyla karşılaşacaklardı.
Yani arşivciler sadece belge toplamazlar; her eylemleriyle bir belge de bırakırlar kendilerinden sonra gelecek arşivcilere. Bu nedenle, “arşivciler”in yayınladığı bütün kitaplar ya da dergiler, hem belge derlemesidirler hem de yayınlanmışlıklarıyla, bir duruşun, bir politik tavrın bir belgesidirler. Onların hayatını biraz da bu açıdan incelemek sanırım daha doğru olacaktır.
Rasih Nuri’nin hayatına da böyle bakmalı. Örneğin 68’lerde “Rosa Luxemburg”u yayınlamış. O zamanın tartışmalarını bilenler hatırlarlar. Aybar “Prohudon okuyun, Rosa Luxemburg okuyun” diyordu. Buna karşılık MDD cenahındaki bizler, bunların tavsiye edilmesini bir sapma olarak görüyorduk. Aslında her şey bir yanlışlıklar komedisiydi. Tartışma Çekoslovakya İşgali üzerine alınacak tavırlarla ilgiliydi. Aybar böyle diyerek Sovyetlere karşı çıkıyor ve Rosa ile zerrece yakınlığı olmayan ulusal bir sosyalizmi savunmuş oluyordu. Buna karşılık MDD’yi savunanlar da Sovyetler’in hataları ne olursa olsun, eleştiriler aile içinde kalmak şartıyla Sovyetler’i savunmak gerektiği üzerine vurgu yapıyorlardı. Ama bu polemik örneğin Rosa’yı okumak veya okumamak üzerinden yürüyordu. Örneğin bizler Rosa’ya, sadece Aybar önerdiği için, bir tür revizyonist, oportünist, troçkist muamelesi yapıyor ve okumuyorduk. (Ve bu bizim Rosa ile tanışmamızı on yıl geciktirecekti. Aybar Rosa tavsiye ederek Rosa’ya kötülük yapmıştı, bize de. Çünkü sırf Aybar tavsiye ettiği için Rosa’yı okumuyorduk.). Ama Aybar da, Rosa’nın politik ve teorik görüşlerini bildiğinden veya savunduğundan değil, resmi Sovyet doktrininde Rosa’nın yeri olmadığı için onu okumayı öneriyordu. Yoksa Rosa’nın teorik ve politik görüşlerini ve stratejisini hiç birimiz bilmiyorduk.
Rasih Nuri, Rosa hakkında o kitabı yayınlayarak belli ki, Rosa hakkında onu tavsiye eden Aybar’ın da, ona olumsuz bakan bizlerin de yanlış bildiğimizi, belgelerin başka bir Rosa gösterdiğini söylemek ister gibiydi. Ama bunu kendi “arşivci” diliyle yapıyordu. Rosa hakkında bir biyografi yayınlıyor, yani bir belge sunuyordu. Gerisi okurların anlayışına kalmıştı.
*
 “Milli demokratik devrimci” Rasih Nuri, 1968-1979 arasında Aybar’a, Aren’e, Boran’a düşmandı. 80 öncesinde Barancı. Şimdi de Mihri’ye iyice karşı. Rasih Nuri’nin beğenisi yüksek. Ancak ona kısa süreler içinde sık sık yer değiştirtiyor. Ve beğenisini ideoloji sanıyor”
Cemal Süreyya
Yıllar sonra 2001 yılında Almanya’da bir Kıvılcımlı Sempozyumu’nda karşılaştık Rasih Nuri ile ve tanıştık. Miri Belli, Sevim Belli, Vedat Türkali ve Mete Tuncay da gelmişlerdi. Bizim kuşaktan şimdi aramızda olmayan Şirin Cemgil, Nail Satlıgan, Servet Ziya Çoraklı gibi arkadaşlar da vardı.
İlk gün ilk sözü almış ve Şefik Hüsnü Değmer’in Üçüncü Enternasyonal’e Hikmet Kıvılcımlı hakkında yazdığı övgü dolu mektubu okumuş ve belgesini sunmuştu. (http://www.youtube.com/watch?v=F9T3T1QOl14  )
Aslında gündem dışı bir konuşmaydı. Ama toplantının moderatörlüğünü yapan Suat Bozkuş, bir daha böyle bir bileşimin ve olanağın hiç olmayabileceğini de görerek, çok yerinde bir davranışla ve ince bir sezişle, ona sözü vermiş ve sonra da Sempozyum süresince söz aldıklarında “Eski Tüfekler”in konuşmalarına en küçük bir müdahalede bulunmamıştı. Bütün bu konuşma ve tartışmaları da Enis Rıza videoya kaydetmişti.
(Bu vesileyle Enis Rıza’ya bir serzenişte bulunalım. Elinde neredeyse her önemli toplantının veya olayın videoları, filmleri var. Bunları bir an önce, o ham şekilleriyle olsun İnternete koyması ve herkesin kullanımına açması yerinde olur. Herkes izlesin, isteyen onları ham madde olarak kullanıp kendi projesini gerçekleştirsin. Keşke Rasih Nuri’nin arşivi de tümüyle dijitalize edilmiş ve herkesin görmesine ve kullanımına açılmış olsaydı.)
Sanırım bu toplantıya gelmesi ve o mektubu okuması onun kendi açısından Kıvılcımlı’ya karşı tutumunda belli bir düzeltme anlamına da geliyordu. Çünkü bildiğim kadarıyla 60’larda Kıvılcımlı’ya epey uzak bir konumdaydı. Belgeler sunmak onun teorik ve politik konumunu açıklamasının araçlarıydı.
Türkiye İşçi Partisinde Oportünist Merkeziyetçilik ve Mihri Belli Olayı gibi kitapları hemen sadece belgedirler. Örneğin Mihri Belli Olayı kitabının Önsöz’üne şu cümlelerle başlar:
Bu kitabımda - çok küçük ayrıntılar dışında Mahkeme zabıtları ve dosyaları sunacağım. Oysa şimdiye kadar yazdığım birçok yazı ve kitapta mahkeme tutanaklarının tarihçi için emin bir kaynak olmadığını belirtmiştim.”
Ama bu kitaplar, aynı zamanda kendi hayatının bir döneminin de zımni bir değerlendirmesi gibidirler.
Bu bakımdan Kıvılcımlı ile ilgili bir belgeyi okuması ve ondan sonraki dönemlerde Kıvılcımlı’dan hep olumlu vurgularla söz etmesi böyle bir anlama sahipti. Kıvılcımlı ile hiç politik olarak beraber olmamıştı. Kıvılcımlı’nın teorik çalışmaları onun için önemli değildi. Ama şimdi Kıvılcımlı ile o belgeyi okuyarak, bir bakıma bir düzeltme yapıyor gibiydi.
Kıvılcımlı’ya ilişkin tavrını daha sonra da sürdürdüğü görülüyor. Örneğin kendisiyle söyleşiye gelen gence şunları söylüyor:
İşkencelerde direndi, 22 yıl hapis yattı, asla taviz vermedi Doktor Hikmet. 1925’ten itibaren hapiste olduğu bazı yıllar dahil TKP’nin MK üyesidir. 1951 Tevkifatı ve 1953 davasından sonra Türkiye’deki komünist bayrağı kurduğu Vatan Partisi’yle en kötü şartlarda en olumsuz şartlarda yükseltmiştir. TKP’nin yayınlanmış en çok eser, çeviri ve broşürü olan yöneticilerinden birisidir.”
Dikkat edilirse Kıvılcımlı’nın kitaplarının niceliği var ama teorik içeriği ve tezleri konusunda en küçük bir gönderme yok.
*
Toplantıda ilgimi çeken bir nokta daha vardı. Eskilerin hepsinin zihni sapasağlamdı. Ama en sağlamları da Rasih Nuri İleri idi kanımca.
Sadece zihni hala canlılığını korumuyor aynı zamanda belli bir değişim içinde olduğu da seziliyordu. Bizzat o sunduğu belge ve sonra toplantı boyunca yaptığı müdahaleler bunun gösteriyordu. Cemal Süreyya yazdığında “Mihri’ye iyice karşı” imiş. Ama o toplantıda Kıvılcımlı gibi Mihri’ye de tekrar daha olumlu yaklaştığı seziliyordu.
Tabii teorik sorunlara büyük bir ilgisi yoktu. O daha ziyade küçük ayrıntıların oradan çıkarılan sonuçların insanıydı.
Yine Cemal Süreyya’nın şöyle yazıyor:
Türk solunun sofistike adamı. İnce polemikler yaratığı. Polemik onda parçalı bilginin zırhıdır. Ve şehvet duygusunun uzantısı”
*
Cemal Süreyya “Bir devrim bildirisi yayımlansa, Rasih Nuri için devrim değil, o bildirinin bir an önce arşive kaldırılıp saklanması önemlidir.”diye yazmış.
Kıvılcımlı Sempozyumu’ndan önce Amsterdam’da arşivin bulunduğu yere gitmiş, Kıvılcımlı’nın resimlerini taramış ve onları bir yazıcıyla biraz büyükçe boyutlarda basmış ve toplantı salonunda Kıvılcımlı’nın resimlerinden oluşan küçük bir sergi de açmıştık. Bizler için o resimlerdekilerin çoğu bilinmezdi Ama o teker teker kimin kim olduğunu söylemişti.
Toplantı sonunda da o resimleri kendi arşivi için istemişti ve vermiştik.
*
Bu girizgâhtan sonra gelelim esas bu yazının konusuna ve “vasiyet”ine. Belge adamının belge bırakamadığı bir olay söz konusu çünkü.
Aradan yıllar geçti. Türkiye’ye gidebilir hale geldim. Birgün, 68’liler Vakfı’nın yanlış hatırlamıyorsam Rasih Nuri’nin 90. yaşı vesilesiyle bir toplantı yapılacağına dair bir haber gördüm. Gideyim bir göreyim. Eğer uygun bir vesile olur, konuşma fırsatı olur ve hatırlarsa bir merhaba der, dünya gözüyle görmüş olurum diye düşündüm. Toplantının tam yerini ve adını hatırlamıyorum şimdi. Galiba Cankurtaran’da bir oteldeydi.
Toplantıya gittim. Hemen herkes ulusalcıydı ve pek bir tanıdığım ve beni tanıyan yoktu. Ama tek tük tanıyanlar da zaten oradaki varlığımdan rahatsız olmuşlar, pek dostça olmayan bakışlarla uzaktan süzüyorlardı. Ortamı böyle görünce önce çıkıp gitmeyi düşündüm ama bakalım bu ulusalcılar ne yapacaklar; nasıl insanlar, biraz doğrudan gözlem yapayım diye sabredip sırtıma saplanan bakışlar eşliğinde ısrarla toplantıyı bir kenardan izlemeye başladım.
Bu gibi toplantılarda oluğu gibi, bir sürü protokol konuşması yapıldı.
Sonra doksanıncı yaşı kutlanan Rasih Nuri İleri’ye söz verildi.
İşte orada Rasih Nuri, oradakilerin hiçbirinin hoşuna gitmeyen tam anlamıyla sürpriz ve şok edici bir konuşma yaptı. Tabii yine belgelerden söz ederek ve onlara dayanarak.
Belli ki bu konuşmayı işice düşünmüş ve tam da 90’ıncı yaş gününde kendisinin ulaştığı bu sonucu ifade etmek ve böylece önemini vurgulamak istemişti. Tabii yine arşivcilere has üslupla. Belgelerden söz ederek. Ulaştığı sonucu açıklamak ve bunu belgelemek için 90’ıncı yaş gününü seçtiği anlaşılıyordu.
Dedikleri özetle birkaç noktada yoğunlaşıyordu:
İlk dediği: Sovyetlerin çöküşünden sonra arşivler açılmış ve bunların incelemesinden, Sovyetlerin 1920’lerin ortalarında bir karşı devrim yaşadığı sonucu çıktığıydı.
Bu tamı tamına Troçki’nin görüşüydü.
Ancak Troçki için Sovyetlerin uğradığı karşı devrimi Marksist metot ile açıklanması gereken bir sorun iken ve o bunu yine Marks’ın hukuk hiçbir zaman ekonomi temelinden üstün olamaz; yoksulluk temelinde sosyalizm kurulamaz, kurulmaya kalkışılırsa bütün pislikler geri döner şeklindeki önermesinin bir gerçekleşmesi olarak görür ve bu önermeler yardımıyla açıklıyordu. Bunu da iç savaş, köylü ülkesi oluş, açlık, var olan sanayi ve işçi sınıfının bile yok olması; bunun yarattığı bürokratikleşme ve nihayet Batı’da devrimin olmaması ve yardıma gelememesi gibi olayların sonucu olarak açıklıyordu.
Buna karşılık Rasih Nuri bütün bunları bilmekle birlikte, olgular ortadayken ve bunlara dayanarak bu teorik çıkarsamayı yapmak mümkünken, o bu sonucu Sovyetlerin yıkılması; arşivlerin açılması ve belgelerin ortaya çıkışı ve gösterdiği ile ulaşıyordu. Belgelerin bir karşı devrim olduğunu göstermesi üzerinden bir politik duruşunu belirliyordu.
Böylece kendince çok önemli bir özeleştiri; teorik ve politik duruşunda bir değişim gerçekleştirmiş ve bunu ifade etmiş oluyordu.
Bunun için de doksanıncı doğum günün seçmişti belli ki.
Bu söylediğinin önemini eski komünistleri tanımayanlar bilmez. Onlar için Sovyetler ve onun savunusu tartışılmaz bir görevdi yıllarca. Şimdi, neredeyse bütün hayatının temeli olmuş bu konuda bir karşı devrimin olduğundan söz ediyor ve neredeyse Troçki’nin dediklerini kelimesi kelimesine tekrarlıyordu.
Buna bağlı olarak ikinci çıkarsaması da yine kelimesi kelimesine Troçki’nin dediklerinin bir tekrarı sayılabilirdi. Önermesi: Sovyetlerin komünist partileri dış politikasının ve diplomasisinin araçları olarak kabul etmesi, kullanması ve kendi ihtiyaçlarına uyun stratejileri onlara dikte ettirmesiydi.
Buna bağlı olarak çıkardığı, yine belgelere dayanan, üçüncü bir sonuç daha vardı. (Ki kanımca bu da doğruydu ve birçok yazımda değindiğim bir konuydu.) TKP’nin üye ve yöneticilerinin sanılanın aksine bunlara mümkün olduğunca direndiğini, Sovyetlerin dayattığından nispeten daha sol politikaları savunduklarını vurguluyordu.
Söylediği bu sonuç da çok önemliydi. Çünkü çoğu zaman özellikle Maocu kökenliler, 60 öncesi TKP’yi revizyonistlikle veya Kemalizm’le suçlarlar ama aynı dönemdeki Sovyet politikalarını ve Stalin’i savunurlar. Hâlbuki TKP o dönemde Üçüncü Enternasyonal adlı dünya partisinin bir seksiyonuydu. Yani onun politikaların belirleyen Üçüncü Enternasyonal’di, daha doğrusu Sovyetlerdi. O TKP’de mahkûm edilen politikalar Sovyetlerin dikte ettiği politikalardı. TKP’yi ve çizgisini mahkûm edip aynı dönemde Stalin ve Sovyetleri savunmak aşılmaz bir çelişki olarak ortada duruyordu.
Aksine TKP’nin bu politikalara belli ölçüde direndiği bile söylenebilirdi. Örneğin Sovyetler TKP’nin dağıtılması kararı almış ama TKP yöneticileri buna ihtimal vermemiş; provokasyon olarak görmüş ve sonra da öyle olmadığını görünce bu kararı biraz olsun revize etmek için uğraşmışlardı. Rasih Nuri bu noktaya, bu haksız yargıya ve çelişkiye vurgu yapıyordu.
Özetle Rasih Nuri çok önemli bir özeleştiri yapmıştı aslında o konuşmasında ve fiilen Troçki’nin görüşlerinin doğru olduğunu ve haklı çıktığını söylemiş oluyordu. O konuşmayı doksanıncı doğum gününde yaparak kendisinin teorik çıkarsamalara değil, Sovyetlerin yıkılması, arşivlerin açılması ile belgelere dayanan bu görüş değişikliğini belgelemiş oluyordu.
Belli ki Doksanıncı yaş gününü kendisi için son derece önemli bu özeleştiri ve görüşlerindeki değişimi ifade etmek için değerlendirmek istemişti.
Ama bunu yanlış zamanda ve yanlış yerde yapıyordu.
Oradakilerin bir kısmı bunun ne demek olduğunu anlayacak durumda ve Marksizmle ilgisi olmayan günlük politika ile meşgul kişilerdi.
Anlayanlar ise bu konuşmadan rahatsız olmuşlar, ama bunu belli etmeyerek, tekrar bürokratik seremoniye dönerek bu tatsız olayı unutmaya ve unutturmaya, olmamış gibi davranmaya çalışmışlar, topu taca atmışlardı.
İşte burada bu yazıyı yazarak, belgeliyorum ki, Rasih Nuri doksanıncı yaş gününde Troçki’nin görüşlerini neredeyse kelimesi kelimesine tekrarlamış; bir özeleştiri yapmış ve bunu arşivlerin açılmasına ve belgelerin açıklanmasına dayandırmıştır.
Bu nedenle “vasiyet” diyorum.
*
Bu satırları yazdım ve acaba hafızam beni yanıltmış olamaz mı, o toplantıyla ve Rasih Nuri’nin söyledikleriyle ilgili bir belge var mı diyerek tekrar arama motorlarına baktım.
Bu toplantıyla ilgili çok az şey var ve orada Rasih Nuri’nin verdiği mesajla ilgili en küçük bir bilgi yoktu. Sadece bir gazeteci toplantıyla ilgili yazı yazacağına yazıyordu ama söz verdiği yazı yoktu.
Bu yokluk rastlantısal değil kanımca. Rasih Nuri’nin o konuşması ve özeleştirisi oradakilerce unutulmak istenen bir konuşmaydı. Bu nedenle belli ki dergilerinde falan pek söz etmemişlerdi. Bu nedenle arama motorlarına bir şey takılmıyordu. Rasih Nuri’nin o çok önem verdiği konuşması olmamışa dönmüştü.
Bu olmamışa dönmüş konuşmanın varlığını bu yazıyla belgelemek bu nedenle bir “vasiyet”i yerine getirmek olmaktadır.
*
Konuşmanın belgesi yok, ama onun böyle bir değişim geçirdiğinin kimi ipuçları ve kanıtları gören göz için yine de var.
Eski TİKKO’lu artik Doğu Perincek’le beraber olan Aslan Kılıç, ulusalcı çizgisine Rasih Nuri’den destek almaya çalışıyor. Ama Rasih Nuri vermiyor ve direniyor. Direnişi Lenin ve Stalin’in çizgilerinin farklılığına ve zıtlığına dayanıyor. Bu Troçki’nin de yaklaşımıdır.
Örneğin Aslan Kılıç ile arasında şu konuşma geçiyor:
Arslan Kılıç: Peki bir ülkedeki işçi ve emekçi sınıfları kimin temsil edeceğine Komintern’in karar vermesi isabetli olmuş mudur?
Rasih Nuri İleri: İyi mi olmuştur kötü mü? Öyle olmuştur… Koca bir Lenin o yoldan gitmiştir. Stalin o yolu değiştirmiştir.
-Arslan Kılıç: Lenin ve Stalin’in uygulaması olarak benimsemeyi bir yana bırakıp sizin 80 yıllık tecrübenize dayanarak sorsak: Komintern’in ve onun üzerinden Sovyet partisinin şubesi olmak doğru mu olmuştur, yanlış mı?” (http://senolcarik.wordpress.com/2013/10/02/rasih-nuri-ileriyle-soylesi/)
Arslan Kılıç, suçu ya da yanlışı Komüntern’in izlediği politikalarda ve bunların yanlışlığının nedenlerinde (Sovyetlerdeki karşı devrim ve bu karşı devrimi yaratan koşullar) arayacak yerde, tipik milliyetçi bir kafayla, kategorik olarak bir dünya partisinin seksiyonu olmayı yanlış gören bir çizgiden tartışmak istiyor konuyu. Ama Rasih Nuri bunu kabul etmiyor. Ve alıntıda görüldüğü gibi iki farklı politik çizgiyi birbirinden ayırıyor.
Bu Aslan Kılıç’ın bu yaklaşımı çok yaygındır. Örneğin Dev-Yol gibi hareketler de yanlışlığı dünya çapında izlenen politika ve onun yanlışlığı ve nedenlerinde değil; kategorik olarak dünya çapında bir örgüt olmasında; mücadelenin buna tabi olarak tanımlanmasında görürler. Budur tamı tamına milliyetçilik. Tam da bu kanallardan Türkiye’nin sosyalistlerinin ezici çoğunluğu, ister Türk, ister Kürt olsun, birer ulusalcıya dönüşmüşlerdir.
Hâlbuki Marks’tan beri sosyalizmin özündeki temel düşünce ulusların tıptı özel mülkiyet gibi üretici güçlerin gelişmesinin ortaya çıkardığı üretim ve ekonomi ilişkileriyle çelişki içinde bulunmasıdır. Enternasyonalizmin maddi temeli bu olmuştur. Enternasyonalizm bir uluslar arası dayanışma değil; dünya devrimine azami katkı sorunudur. Azami katkı için gereğinde “kendi” ülkeni feda etme sorunudur.
Rasih Nuri bu noktada bir “ulusalcı” değildir. Tipik bir “enternasyonalist” sosyalisttir.
*
Peki, o ulusalcıların arasında ne arıyordu?
Burada Ekim Devrimi sonrası bütün komünistlerin trajedisi gizlidir. Onlar öznel olarak hümanist, demokrat ve uluslara, özellikle de kendi uluslarına karşıydılar ama politik olarak ve nesnel olarak ulusalcı ve sağ politikalar izliyorlar ve savunuyorlardı. Çünkü Enternasyonal denen dünya Partisi, onlara birer ulusalcı olmayı dayatıyordu. Çünkü politika, strateji dünya devriminin değil, Sovyetlerin dış politikasının ihtiyaçlarına göre belirleniyordu; dolayısıyla da tek tek ulusal partilerin politikaları.
Tabii politikada öznel niyetler değil nesnel politik tavırlar önemlidir ve bir süre sonra sizin bu nesnel tavırlarına göre insanlar sizin saflarınızı doldurmaya başlarlar. Yani artık sizler öznel niyet ve kaygılarınızın ötesinde nesnel olarak birer ulusalcı olduğunuz için ulusalcılar sizin saflarınıza geleceklerdir. Bugün bütün dünyada Komünistlerin bu kadar kolayca ulusalcılara dönüşmesi bundandır.
Ancak uzunca bir dönem, komünistler bu çelişkiyi içlerinde taşımışlardır. Özellikle eski kuşaklar.
Anlaşılmayan trajedi şudur: Onlar bir bakıma kendi uluslarına karşı oldukları için ulusalcı oluyorlardı.
Yani Dünya devrimine azami katkı için; buna bağlı olarak da Sovyetleri savunmak yani kendi uluslarına karşı savaşmak istiyorlar; ama Sovyetler onlara ulusalcı bir çizgi izlemelerini söylüyor veya dayatıyordu. Onlar da Sovyetleri savunmak ve dünya devrimine azami katkı yapmak böyle daha iyi olur deyip birer ulusalcı gibi davranıyorlardı. Trajedi buydu.
Başlangıçta bu “gibi davranmak” iken, sonunda öyle olmayla sonuçlanıyordu.
İşte Aslan Kılıç o geleneği unutmuş ulusalcı sonuç; Rasih Nuri o çelişkiyi içinde taşıyan, kendi ulusu diye derdi olmayan ama tam da bunun sonucu olarak ulusalcı olan bir eski kuşak sosyalist idi.
Bu durum onu bugünkü ulusalcılarla bir araya getiriyordu ama onun gerekçeleri çok farklıydı.
Yanlış yerde ve yanlış zamanda bulunuyordu. Bu enternasyonalist olduğu için ulusalcı olanların varlık koşulu, aslında çok önce, Enternasyonal’in lağvıyla, hadi o olmadı diyelim, Komünform’un lağvıyla; hadi o olmadı diyelim, Sovyetlerin çöküşü, hatta daha önceki çürüme yıllarında çoktan bitmişti. Yaşayan bir fosil durumuna düşmüşlerdi.
Şimdi gerçek ulusalcıların zamanıydı.
Eskilerden kalanlar ise hala eski refleksleriyle davrandıkları için ulusalcıların yanına düşüyorlardı.
Bu nedenle Rasih Nuri yazınca Google’de Ulusal kanal, TKP, Oda TV çıkıyor.
Ama artık arayanlar bu yazıya da rastlayacak.
Rasih Nuri konumundaki değişimi belgelemek istemiş ve bunun için doksanıncı doğum gününü seçmişti. Ama belgeleyememişti.
Bu yazıyla belgelenmiş oluyor.
09 Aralık 2014 Salı
Demir Küçükaydın
Sözü Cemal Süreyya’ya verelim. 99 Yüz’ünden Rasih Nuri İleri portresi

Rasih Nuri İleri

Dilekçe davasında, suç konusu kendisine açıklanan sanık şöyle diyor: “Çok hafif buldum.” Sonra da, o ara duralamış olan zabıt kâtibine dönüyor: “Niçin yazmıyorsunuz?”
Yukarıdaki olay gerçek midir, bilmiyorum. Bir dostundan dinledim. Ama hayatına, gösterdiği etkinliklere, yaptığına bakınca, Rasih Nuri İleri’yi çok iyi açıkladığı kanısı uyanıyor kişide.
Türk solunun sofistike adamı. İnce polemikler yaratığı. Polemik onda parçalı bilginin zırhıdır. Ve şehvet duygusunun uzantısı.
1920’de Cenevre’de doğdu. Şakir Paşa ve Abidin Paşa gibi iki soylu ailenin son dev çocuğu. Ana ve baba soyundan birkaç yakınının adlarını karışık olarak yazalım: Fahrelnisa Zeyd, Nejat Devrim, Abidin Dino, Halikarnas Balıkçısı, Füreya, Aliye Berger, Şirin Devrim... Rasih Nuri bir süre İÜ Fen Fakültesi’ne devam etmiş. Adana Sendikalar Birliği’ni kurmuş. Dr. Şefik Hüsnü’nün “emri” üzerine Yeni Dünya ve Gün dergilerinde çalışmış. Demokrat Parti döneminde kendisine siyaset ve yazı alanlarında görünme olanağı tanınmadığı için imalat ve ticaret işlerinde çalışmış. (Serigraf zanaatının ülkemizde iki kurucusundan biri. Öbür kurucu, Fuat İzer.) 1962’de TİP’e girmiş. Gültepe olaylarında burun kemiği kırılmış. Genel Yönetim Kurulu üyeliğine seçilmiş. Emekçi dergisini çıkarmış. Bu dergide Yön’e karşı savaşmış. 1967’de, Malatya Kongresi’nden sonra partiden atılmış. Demokratik Devrim Derneği’nin kurucusu ve yöneticisi (1968). Devrimci İşçi Birliği Genel Sekreteri (1970). Daha sonra, 1973’te, Haziran Hareketi gizli örgütü yöneticisi olarak tutuklanmış; 17 ay sonra aklanmış. Şimdi? Şimdi aşağıda da belirtileceği gibi, “tarihçi”. 15 kitap yayımlamış.
Sosyalist aristokrat diye anılır.
Türkiye gerçeklerine bir antikacı gözüyle bakar. İnsansız bir sosyalizm düşüncesi içinde devindiğinin kendisi de farkında değildir. Hiç çalışmadan büyük işler başarmıştır. Çalışmasına gerek de yoktur zaten. Çalışmaz. Ama hazıra konduğu şeyleri onun kadar iyi değerlendiren insan da pek azdır. Fransızcada üstüne yokmuş.
Elli yıldır her şeye, her an hazır.
Evi müze gibidir. Mektuplar, giyim eşyası, kemerler, tavanlara yükselen ender kitap kuleleri, tencereler, fincanlar. Kapital’in, sözgelimi 10 ayrı baskısı. Divanı Muhasebat’ın çok eski bir mührü bile onun koruması altındadır. Bedri Rahmi’nin mektupları bile. Neyi koruyor? Bilinçaltındaki imparatorluk dönemi zenginliğini mi? Onda da ailesinin başka bazı üyeleri gibi Atatürk’e karşı oluşun altında da aynı iti mi var yoksa? İşinin adını da değiştirmiş son yıllarda. “Tarihçiyim” diyor soranlara. Sormayanlara da öyle diyor.
Büyük aile. Süzme, çılgın, güçlü, uç kişiler. İkinci sınıf adam çıkmaz bu aileden; çıkarsa, alkolik çıkar. Ona da vakit var daha.
Füreya’nın evinde koca bir taht olduğu söylenir. Sabahattin Ali, “tarihçi”nin teyzesi* Leyla Hanım’ın evinde saklanmıştı. Ne olursa olsun, en değerli bireyleri çıkarmış bir aile karşısındayız. Rasih Nuri onların birbirine benzemeyen, ayrı ayrı sivrilmiş yanlarının ortak ürünü gibi görünüyor. Bu kadar özelliğin bir kişide iç içe geçmiş olması çok dayanıklı bir biçim öğesinin varlığını zorunlu kılar. Çelişkinin tutarlılığını kurma durumunda kalan Rasih Nuri’de içerik her yönden siliktir. Buna karşılık usul, yol yöntem konusunda çok sağlam bir görgü, parçalı bilgiye parıltı kazandırır. Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki ünlü karakter gibi, o da “inandığına inanmadığı gibi, inanmadığına da inanmamaktadır.”
Arşiv delisi.
Bir devrim bildirisi yayımlansa, Rasih Nuri için devrim değil, o bildirinin bir an önce arşive kaldırılıp saklanması önemlidir.
Tapucu olamadığı için arşivci. Sattığı toprakların bir elden çıkarma işlemi olmadığını kim ileri sürebilir ki! Çelişkide tutarlılık arayan genç adam tutarlılığı çelişkiye atmaktan hiçbir zaman çekinmedi. Sanırım, yedek subay okulundan sonra 141’den yargılanarak çavuş çıkartılmasını kendisine verilmiş büyük bir ödül olarak düşünmüştür. İnandırıcılık kazanması yönünden.
“Milli demokratik devrimci” Rasih Nuri, 1968-1979 arasında Aybar’a, Aren’e, Boran’a düşmandı. 80 öncesinde Barancı. Şimdi de Mihri’ye iyice karşı. Rasih Nuri’nin beğenisi yüksek. Ancak ona kısa süreler içinde sık sık yer değiştirtiyor. Ve beğenisini ideoloji sanıyor.
Naif komplocu.
Malaparte’nin Hükümet Devirme Tekniği adlı yapıtında Troçki’den söz edip, ondan söz etmemesi büyük bir eksikliktir. Çünkü Rasih Nuri gençliğinde Havagazı Şirketi’nde çalışırken kentin gaz dolaşım sistemini devrim adına felce uğratmak için bir aygıt kolunu aşağı çekmiştir; şanssızlık sonucu yakalanmış ve ağır biçimde cezalandırılmış (yani şirketten kovulmuş).
TİP’te ilk resim sergisinin açılmasını gerçekleştirmek gibi bir başarısı daha var.
24 Nisan 1988



Hiç yorum yok: