(Aşağıdaki
denemeyi, 2000 yılı arifesinde Lettre International adlı derginin
binyıl sonu dolayısıyla tertiplediği “Geleceği
geçmişten Kurtarmak? Geçmişi gelecekten kurtarmak?” başlıklı deneme
yarışmasını vesile ederek, 150 yıl önce yazılmış Komünist Manifesto’ya bir gönderme olarak veya onu güncelleştirme niyetiyle
yazmıştık. Daha sonra bu yazıyı “Denemeler”
kitabına da almış ve onun başlığı olarak kullanmıştık. Aradan epey zaman geçti,
yazıyı yazdığımızda çocuk olanlar şimdi ergin insanlar oldu ve kitap da artık bulunmuyor.
Yılsonu vesilesiyle bu “Manifesto”yu
bir kez daha yayınlıyoruz. 2014.12.30)
Evreni
sayılar mı yönetiyor yoksa? Bugünkü modern – batı uygarlığının benimsediği
takvime göre ikinci bin yılın bitişi, sanki ilahi bir sağduyunun kentleri
nehirlerin ortasından geçirmesi gibi, tam da bir tarihsel dönemin bitişine denk
geliyor. İnsanlık tarihinde eşi benzeri olmamış bir kırılma çizgisi, bir fay,
aynı zamanda, tarihin bütünü göz önüne alındığında pek önemli olmayan on yıllık
bir hata payıyla, şiddet ve acıyla dolu yirminci yüzyılın ve ikinci bin yılın
bitişiyle çakışıyor.
Sayıların
sihirli gücüne inanış, bütün antik uygarlıklarda görülür. Tek tanrılı dinler
öncesi Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Akdeniz uygarlıklar zincirinin son halkası
eski Grek uygarlığında, Pisagorcular değil miydi evrenin hakiminin sayılar
olduğuna inananlar. Bütün bu uygarlıklarda, diğerlerinin yanı sıra on ve
katlarının daima özel bir anlamı olmadı mı?
Uzak Asya'ya
giden ticaret yollarının destanı Bin Bir Gece Masalları'nın adında, bin
sayısının büyüsüne bir gönderme yok mudur?
Bu gelenek
aslında bir doğu dini olan Hıristiyanlık aracılığıyla, Avrupa'nın geleneğine de
geçmedi mi? Avrupa Orta Çağında, dünya tarihi, Yaradılış, Sel, İbrahim'in
Dönemi, Davud'un Dönemi, Babil Esareti, İsa'nın Doğumu gibi her biri bin yıl
tutan dönemlere ayrılmamış mıydı? Ve ilk bin yılın sonunda, Avrupa Orta Çağında
insanlar kıyameti beklemiyorlar mıydı, aynı dönemde doğu uygarlıkları yeni
çiçeklenmelerini yaşarken ve örneğin İslam uygarlığı kendi takvimine göre ilk
yüzyıllarındayken.
İkinci bin
yılın sonunda, geleceği kendisinden
kurtarmanın konu olduğu, binin büyüsüne inanan geçmişin hiç mi izi yok bu
yarışmada. Ve o geçmiş, kendisinden kurtarılacak gelecekten önce, üçüncü bin
yılın kapısında karşımıza çıkıp, bizlere alaycı bir gülümsemeyle, kendisinden
kaçılamayacak bir alın yazısı olduğunu hatırlatmıyor mu?
***
Üstelik bin
yıl değişimiyle çakışan çağ değişimi, rakamların büyüsüne inanan mistisizme
ölümden sonra yeniden bir diriliş yaşatan koşulları besliyor.
Bütün
uygarlıklar ve imparatorluklar, kendilerini ciddi olarak tehdit edebilen, bir
maddi güce dayanan muhalefetlerle, gençliklerini solurken karşı karşıya
gelirler. Ve bütün bu direnişleri öylesine şiddetle bastırırlar ki, artık
gençlikleri bittiğinde, yatalak olduklarında, beyinleri skleroza uğradığında,
ortada bu can çekişmeye, bu sürünüşe son verebilecek, ona bir merhamet atışı
yapabilecek hiç bir güç kalmaz ortada. Silahlı ve isyancı partilerin yerini bir
şeylerin değişebileceği inancının bittiği noktada mistik tarikatlar alır.
Mistisizm çürümeye bir tepki ve kişisel düzeyde bir direnişin ifadesi olduğu kadar,
bir uygarlığın çürüyüş döneminin de göstergesidir.
Spartakist
ayaklanmasında Roma henüz gençliğini yaşıyordu. Spartakistlerin yenilgisinden
sonra hiç bir güç Roma'yı öylesine tehdit edemedi. Roma'nın çöküşüne, bir tür
mistik direniş olan Hıristiyanlık eşlik etti.
İslam
uygarlığında da farklı olmadı. İlk bir kaç yüz yıl boyunca, bu uygarlık
gençliğini yaşarken, aynı zamanda en güçlü halk ayaklanmaları, en güçlü
kitlesel ihtilalcı mezhepler ortalığı kaplamıştı. Ama sonunda öylesine
yenildiler ve ezildiler ki, memnuniyetsizliğin kendisini dışa vurabileceği tek
yer mistik tarikatlar oldu. Bundan sonra İslam alemini sufi, mistik tarikatlar
doldurdu
Eğer dışarıdan
gelen "barbar" halklar olmasaydı, yatalak uygarlıklara ölüm vuruşu vurabilecek
hiç bir güç kalmamıştı ortalıkta.
Modern batı
burjuva uygarlığı da pek farklı bir yol izlememiş görünüyor. Ona karşı da en
ciddi derinişler ve tehditler, o tam da gençliğini yaşarken görüldü. 1848
devrimleri, Paris Komünü, Ekim Devrimi, Çin, Yugoslavya, Küba, 1968. Bütün bunlar
ona gençliğini yaşadığı dönemde bir tehdit olarak tarih sahnesine çıktılar. Ama
şimdi, artık tam da stabilize olduğu ve gençliğini yitirdiği dönemde, ona
direnebilecek, ona bir tehdit oluşturabilecek hiç bir güç yok ortada. Mistisizm
bir yeniden doğuş yaşıyor. Bizzat mistisizmin bu yayılışı, bir çağ bitişinin
bir sonucu ve ifadesi değil mi?
Eski
uygarlıklar çağında, dünyada uygarlıklar henüz bütün yeryüzünü uygarlaştırmamışken,
o uygarlık alanlarının dışında "barbar" halklar vardı o uygarlıklara
son verebilecek, tarihin Gordiyos düğümlerini kesebilecek İskender'ler,
Cengiz'ler Attila'lar vardı. Ama Coca Cola'nın satılmadığı bir tek köy
bakkalının bile kalmadığı bugünkü yeryüzünde, bu çürüyen batı uygarlığına son
verebilecek hiç bir güç kalmamış görülüyor.
Ufo hikâyeleri,
artık dünyada kalmamış, Gordiyos düğümünü çözecek, uzaylı "barbarlara"
bir davet değil mi? Ama artık "barbarlar" gelmeyecek. Ve bu uygarlık,
yeni bir bin yılla birlikte girdiği bu çağda, kendisine bir ölüm vuruşu yapacak
cellâdı arayacak, bulamayacak; sürünmeye ve çürümeye devam edecek.
***
Bizzat bu
yarışma sorusu bile, bu uygarlığın kaderinin bir sezişi, ondan kurtulmak için
bir arayıştır. Geçmiş ve gelecek üzerine bin yıl bitişinin bu yarışma konusu
da, tıpkı mistisizm gibi, bir çağ dönüşünün, yitirilmiş bir gençliğin lanetli
damgasını taşıyor.
Antik
uygarlıklarda, hele doğrusal ve geçmişten geleceğe doğru bir ok şeklinde bir
zaman anlayışının egemen olmadığı ya da hiç olmadığı geçmişte, geçmiş, erdemin,
yiğitliğin, üstün ahlaki niteliklerin egemen olduğu bir altın çağ, bir
cennettir. Roma hep ilk döneminin özlemiyle yaşamadı mı? İslam'da Ergin
Halifeler Dönemi hep bir ideal olarak kalmadı mı? Homeros destanları, geçmişe
ve geçmişin kahramanlarına bir övgü değil midir?
Antik
uygarlıklar, geçmişlerini yüceltirken pek de haksız sayılmazlar. O kahramanlık
ve Erdem dolu dönemler, onların henüz uygarlaşmadıkları, kandaşlık
ilişkilerinin egemen olduğu, sınıf bölünmelerinin ve zengin fakir farkının
uygarlıktaki gibi uçurumlarla ayrılmadığı bir döneme denk düşer. Antik
uygarlıkların geçmişi yüceltişlerinde ve şimdiyi bir çürüme olarak görmelerinde
gerçekçi ve dürüst bir yan vardır.
Geçmişin
özlemle anıldığı antika uygarlıkların çürüme çağlarında dahi, geçmişten geleceği
ve şimdiyi kurtarmak diye bir sorun düşünülemezdi bile.
Modern
burjuva uygarlığı, henüz gençliğini soluduğu dönemde, geçmişi bu şerefli yerinden
alıp, eski Greklerin analık hukukundan babalık hukukuna geçerken, kadın tanrıları
karanlıklar alemine itmesi, kötü ve korkunç olarak tasvir etmesi ve alt duruma
geçirmesi gibi, lanetliler ülkesine yolladı.
Geçmiş bir
enkazdı, bir harabeydi; gelecek bir hazine. Geçmiş, kaçırılmış fırsatlarıydı
insanlığın; gelecek olanaklar. Geçmiş kendisinden kurtulmaya çalışılan bir
egemen, ezen; gelecek, geçmişin esaretinden bizler tarafından kurtulmayı
bekleyen bir kurban. Geçmiş cehennemdi, gelecek cennet. Geçmiş bir geceydi,
gelecek gün. Geçmiş, yer altının, ölüler ülkesinin tanrısı Osiris’di, gelecek
güneşin ve ışığın tanrısı Ra. Geçmiş, masalların kötü kalpli kraliçesiydi, her
sabah aynasına, benden güzeli var mı diye soran ve kendinden güzeli yok eden.
Gelecek uyuyan güzel.
Modern
burjuva uygarlığı da, geçmişi lanetlerken pek haksız sayılmazdı, eski uygarlıkların
geçmişi överken oldukları gibi. Modern uygarlık, çürüyen antik uygarlıkların
humuslandırdığı topraktan birdenbire çıkan bir mantar gibiydi. O Çin'den Atlas
okyanusuna kadar bir şeridi kaplayan binlerce yıllık uygarlıklar zinciri artık
tam bir çürümeyi ifade ediyordu. Bu çürüme içindeki eski uygarlıklar,
kendilerinin kahramanlık, yani uygarlık öncesi, uygarlık eşiği dönemleri kadar
olsun, bir ideal ve örnek sunmaktan uzaktı modern kapitalist uygarlığa. Teknik
ve bilimdeki gelişmeler ise tarihsel bir iyimserliği besliyordu.
Böyle bir dönemde,
gelecek geçmişin veya şimdinin kendisinden kurtarılacağı bir şey olarak
tasavvur bile edilemez, böyle bir soru akla gelemezdi.
Ancak, şu "kısa
yüzyıl"da, şu "aşırılıklar yüzyılı"nda (Hobsbawm)
insanlığın yaşadıkları, geçen yüzyılın geleceğe ilişkin bütün hayallerini
gömdü. O çok umut bağlanan teknik, insanlık tarihinde eşi görülmemiş katliam ve
acıların da aracı olabiliyordu. Atom yeryüzünde canlıların bile var oluşunu
tehdit ediyordu. Doğaya egemen olma onun dengesini bozuyor, canlı yaşamın
şartlarını bile tehdit ediyordu. Üretimdeki onca artışa, üretkenlikteki müthiş
yükselişlere rağmen, insanlığın büyük bölümü, eskisinden de daha kötü
koşullarda yaşıyor, her gün geçmiştekinden daha fazla çocuk ölüyordu. Maddi
refah bile, sağlandığı yerlerde insanlara binlerce yıl boyunca aranmış
mutlulukları vermekten uzaktı. Yalnızlık, izolasyon, zamansızlık, yabancılaşma,
ilişkilerin, boş zamanların metalaşması, şiddetin yükselişi çok daha aşılmaz
sorunlar olarak insanın karşısına dikiliyordu. Bütün bunlar, Aydınlanma
döneminin iyimser bir gelecek beklentisine ölüm vuruşu oldular.
Geçmişe
anlamını veren gelecek hakkındaki beklentilerdir. Gelecek için umutları besleyen
bir çağ, geçmişin algılanışını da değiştirir. Geçmiş, bütün olumsuzluklarına rağmen,
mutlu bir gelecek için geçilmesi zorunlu bir aşama, geleceğin mutluluğu için
bir kefaret, bir diyet, o mutluluk ülkesine giden zahmetli bir yol gibi
görünür. Devrimler tarihin lokomotifleri olarak görünürler.
Ama gelecek
umut ışığını yitirdiğinde, bir mutluluk ülkesi vaat etmez göründüğünde, geçmiş,
Tarih meleğinin gördükleri, hayata döndürmek istediği ölüler, yeniden birleştirmek
istediği kırık parçalar, gelecek ise bu meleğin bir fırtına tarafından
sürüklendiği yön olarak görülür. Ve gelecek sadece yeni yıkıntılar vaat eder.
Devrimler, tarihin lokomotifleri değil, imdat frenleri olarak görünürler. (W.
Benjamin)
Böylece
gelecek yitirildiği için geçmiş de yitirilmiştir artık. Yeni bir çağa ve bin
yıla insanlık ne umut vadeden bir gelecek ne de özlem duyulabilecek bir geçmiş
olmadan giriyor. Tam da bu ruh hali, bin yıl dönüşünün sorusunu belirliyor.
Ancak geleceğin ve geçmişin yitirildiği bir çağın eşiğinde, geleceği ve geçmişi
birbirinden kurtarmak akla gelebilir ve sorulabilir.
Ve o gelecek
artık öylesine bir lanetle damgalıdır ki, sahneye yalnızca kendisi çıkamamakta,
kendisine yönelecek şiddeti ve laneti biraz olsun azaltabilmek, saptırabilmek
için, kardeşi geçmişin çirkinliğinin ardına gizlenmektedir.
Bu bağlamda,
geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak sorusu, felsefi kabuklarından ve
imgelerden soyulduğunda, umut vadeden bir gelecek için, geleceği yeniden kazanabilmek
için ne yapmak gerekir sorusundan başka bir anlama gelmez. Bu anlamda,
programatik ve politik bir sorudur. Bizzat kendisi bir programdır.
***
Sadece geçmiş ve geleceği mi yitirdik? Birde
o geçmiş ve gelecek arasında, insan psikolojisi ve algılamasına göre üç
saniyelik bir dönemi kapsadığı söylenen incecik bir zar gibi bir de şimdi var.
İster bu psikolojik boyutuyla, ister çeşitli kriterlere göre tanımlanabilecek
başka tarihsel ve sosyolojik boyutlarıyla bir de şimdi var.
Bir zamanlar
sadece şimdi vardı. Augustinius, sadece şimdide yaşadığımızı ve bu şimdinin, "geçmiş
şeylerin şimdisi, şimdiki şeylerin şimdisi ve gelecek şeylerin şimdisi"
gibi boyutları olduğunu söylüyordu.
Parisli
isyancılar, ebedi olmasını istedikleri an için saatlere kurşun sıkıyorlardı. Bugün
ise ne saatleri yıkmayı ve onlara kurşun sıkmayı düşünebilecek bir hayal
gücümüz, ne de öyle durup ebedi olmasını isteyeceğimiz bir an var.
Bir bakıma
geçmiş ve gelecek yok olmuş ortalığı şimdi ele geçirmiş durumda. Haberleri bir
sprinter gibi okuyan spiker, hava raporunu hızla geçip giden bir bahar yağmuru
gibi anlatan meteorolog, son liste başı parçayı, çalacağı müzikten daha hızlı
bir tempoyla tanıtan Disk Jokey, gazetelerin başlıkları, geçip giderken görülen
reklam afişleri, her şey, tarihsiz ve geleceksizce bir an için yaşıyor ve yok
oluyor, buhar olup uçuyor. Tıpkı ömürleri saniyenin bile çok küçük bir bölümü
kadar süren radyoaktif reaksiyonlar sonucu ortaya çıkan tanecikler gibi. Sanki
gelecek ve geçmiş yok olmuş durumda, her şey şimdi için var. Bir şimdi
diktatörlüğü hüküm sürüyor.
Ama şimdinin
bu toplumsal egemenliği, kişi ve algılayışı açısından, şimdinin yitirilişinden
başka bir şey değil. Hayat hiç bir zaman yaşanmamış, yaşanmayacak, tadına varılmamış
şimdilerden oluşuyor. Her şimdi sadece bir sonraki randevu için var. Şimdi
geleceğin bir hizmetçisi. Ama gelecekteki şimdilerde daha ötedeki bir geleceğin
şimdileri. Bütün şimdi ve gelecek, daha hızlı, durmayalım düşeriz prensibine
göre çalışan modern uygarlığın mihrabında kurban edilmiş durumda.
Bu anlamda,
geçmişi ve geleceği birbirinden kurtarmak, şimdiyi yeniden kazanabilmek
demektir.
***
Ne gelecek,
ne geçmiş ne de şimdi kaldı. Her şeyi yitirmiş bulunuyoruz. Yitirdiklerimiz bu
kadarla kalsaydı gene iyiydi. Umutsuz bir geleceğin gölgesinin vurduğu bir
tarih bile yok artık elimizde, tarihin yıkıntıları bile çalınıyor.
Modern
toplumun tanrısı kar ise, dini ulustur. Tarihin gördüğü en etkili, en kanlı, en
saçma illüzyon olan, yalan olan ulus ve ulusçuluk, sadece yıkıntılardan oluşan
bir geçmişi bile insanlığa çok görüyor, onu gizlice çalıyor.
Ulusların
tarihi yoktur. Uluslar ve ulusçuluk, tıpkı bir vampir gibi, olmayan tarihini
yaratmak için, kendi varlığını sürdürebilmek için insanlık tarihinin kanını
emiyor, bütün tarihi kendisi gibi tarihsizleştiriyor.
Bütün
uluslarda, şimdinin tarihi o ulusal devletin ya da o devlete yol açan hareketin
tarihiyle başlıyor. Böylece bir yandan uluslar tarihsizliklerini örtük bir
şekilde itiraf ederlerken, diğer yandan da geniş anlamıyla Şimdiyi de sadece
bir ulusal ilkeye tabi kılarak ve indirgeyerek, insanlığın elinden kapıyor.
Tarihin geri kalanı ise, yine ulusal oluşumların hazırlanışlarının tarihi
oluyor. Tarihi olmayan uluslar bütün insanlık tarihini işgal ediyorlar.
Bütün
ulusların tarihi yalanlar üzerine inşa edilmiştir. Tarih üzerine yazılan her
şey o tarihsize, o soysuza bir tarih, bir soy sağlamaya hizmet etmektedir. Bu
en açık biçimde, şu an inşa halindeki ulusun, Avrupa ulusunun tarihinin
inşasında görülebilir. İsa'dan, Eski Greklere, Haçlı Seferlerinden otuz yıl
savaşlarına, hatta ikinci ve birinci dünya savaşlarının boğazlaşmalarına kadar
bütün tarih, sanki Avrupa ulusunun oluşumu yolunda geçilmesi zorunlu
aşamalarmış gibi ele alınıyor. Tarih, ulusların ve ulusçunun yağmasına uğruyor
ve onun unsurları ulusal tarihlerin inşalarında kullanılıyor. Artık geçmiş,
sadece ulusların ve ulusçuların prizmasından bakınca vardır. Başka bir geçmiş
yoktur, uluslar tarafından çalınmıştır.
Bu anlamda
geleceği geçmişten kurtarmak, geçmişi ulusların ve ulusçuluğun elinden
kurtarmak demektir.
***
Fakat sadece
gelecek hiç bir umut vaat etmediği için yitirmedik geleceği ve geçmişi; sadece
dayanılmaz sürati, ticarileşmesi ve yabancılaşması yüzünden yitirmedik şimdiyi;
sadece uluslar ve ulusçuluk çaldığı için yitirmedik yıkıntılardan ibaret bile
olsa tüm insanlığın geçmişini; ama aynı zamanda, unuttuğumuz için de,
unutturulduğu için de yitirdik.
Her
hatırlama aynı zamanda başka bir şeylerin unutulması, unutulmaya terk edilmesidir;
her olayın öne çıkarılışı, başka bir olayın arda itilişidir; her en açık gibi
görünen tartışma, tartışılmayana karşı bir susuş komplosudur.
Gerçek Tarih
henüz yazılmamış olandır. Var olan tarih ezilenlere karşı bir susuş komplosudur.
Tarih, galiplerin, üstün gelenlerin veya daha baştan üstün olanların tarihidir.
Ve bu tarihte sadece iğrençlikler kalmaktadır. Uygarlıkların doğuşuyla
birlikte, tarihi sadece iğrençlikler ve çöküş kaplamaktadır. Kahramanlık
dönemlerinin tarihi kadar olsun, örnek alınacak bir erdem yoktur ortada.
Böylece ezilenlere karşı bu komplo yüzünden insanlık da tarihinde örnek alacak
hiç bir şey göremez olmakta; eski uygarlıklar kadar olsun, geçmişiyle barışık
olamamaktadır. Geçmiş ezenlerin ve galiplerin tarihi olarak onlar tarafından
yazıldığı için onurunu da yitirdi. Zafer sarhoşluğu içindeki modern batı
uygarlığı, bu zaferini ebedi kılabilmek, başka olası bir dünyanın ve hayalin bütün
anılarını hafızalardan silebilmek için, onun erdemli yanını unutuyor ve
unutturuyor.
Tarih sadece
Konsantrasyon kampları değildir ona karşı direnenlerdir de. Sadece savaşlar
değildir; barış için savaşanlar, asker kaçaklarıdır; sadece uzlaşanlar, eyyam
efendileri, teslim olanlar değildir; uzlaşmayanlar, direnenlerdir. Sadece
galiplerin zafer arabasına bağladığı yığınların tarihi değildir, bir inancı
sürdüren marjinal, küçük grupların da tarihidir; sadece kilisenin değil,
Katarların da tarihidir; sadece engizitörler yoktur, engizitörlerin yaktığı
ateşte yanarak ışık verenler de vardır; sadece çürüyen Abbasi ve Emevi
halifeleri yoktur, Nesimi'ler, Hallacı Mansur'lar da vardır.
Tarihin
bütün dikkati ve enerjisi, geçmiş üzerine bütün bildiklerimiz hep birinciler
üzerine odaklanmıştır, diğerleri unutulmaya ve unutturulmaya terk edilmiştir.
Ama onlar hep vardılar, varlar ve var olacaklar. Nasıl her şeylere kadir tanrı
bir topal şeytanla baş edemez, onu yok edemez ise öyle. O şeytanların da bir
tarihi var ve yazılmamış gerçek tarih, bizlerden çalınan geçmiş, o şeytanların
tarihidir.
Bu anlamda
geleceği geçmişten kurtarmak, o unutulan geçmişi hatırlamak, geçmişe erdemli ve
yiğit yanını geri vermek, kazandırmak demektir. Tarihle barışmak demektir.
***
Bir an için
geleceği bir yana bırakalım. Unutulmuş ve çalınmış bir geçmiş ve yaşamadığımız
bir şimdi var. Geleceği geçmişten kurtarmak için, unutulmuşu hatırlamak, çalınmışı
geri almak, yaşanamayanı yaşayabilir olmak gerekiyor.
Unutulmuşu
hatırlamak, çalınmışı geri almak, yaşanmayan şimdiyi yeniden kazanabilmek için
ne yapmak gerekiyor? Şimdiyi tekrar kazanmaktan başlanabilir. Niçin ve nasıl
yitirildi şimdi?
Nedir
böylesine ne insan biyolojisinin ne de doğanın ritmini takmadan, saatlerden saniyelere,
saniyelerden nano saniyelere doğru, müthiş bir hızla hayatı kıyma eden. Zamanı
çalan ve bizleri zamansızlığa mahkûm eden?
Eğer bir
metaın değerini içinde yoğunlaşmış emek belirliyorsa, bunun tek ölçüsü de zaman
ise ve ödenmemiş emek miktarı ölçüsünde artı değer ve kar artıyorsa ve ancak
daha çok kar ettikçe ayakta kalabiliyorsa sermaye; sermaye ancak daha hızla devir ettiği
takdirde, kar oranlarında bir yükseliş sağlanabiliyorsa; makineler ancak,
durmaksızın ve en hızlı tempoyla çalıştıkları takdirde daha verimli oluyorlarsa,
yani üretim sisteminin mantığı, kişilerin iradesinden ve isteğinden bağımsız
olarak bunu gerektiriyorsa; bu nedenle bu modern batı uygarlığı durmayalım
düşeriz, daima daha hızlı ve daima daha çok diye yazmışsa; zamanı ve şimdiyi
yeniden kazanmak bu kara dayanan anarşik üretim, değişim ve tüketim sistemini
yok etmeden mümkün olabilir mi? Ama bu sistemi yok etmek ise, kar yerine
insanların ihtiyaçlarını; daha çok ve daha hızlı yerine; daha yavaş ve daha az
yabancılaşmış emekli zaman diyen; karı değil insanı merkeze koyan bir sistem
kurmak; dokunulmaz kutsal, bugünkü batı uygarlığının temelini oluşturan özel
mülkiyete dokunmadan olabilir mi? Şimdiyi, yeniden kazanmak, sadece sürat
boyutuyla bile, batı uygarlığının temelini oluşturan modern sermayenin
temellerini dinamitlemek demektir. Şimdiyi kazanmak biçimindeki bu masum istek,
bu son derece insani arzu, bugünkü sistemin duvarlarına çarpmak zorundadır.
Ya o hızla
geçen zamanın, yaşanmayan şimdinin içeriğine gelince; her şeyin metalaşması yol
açmıyor mu insan ilişkilerindeki metalaşmaya, soğukluğa ve yalnızlığa; sadece
üretken işgücü, artı değer üreten bir iş gücü önemli olduğu için değil mi,
çocukların okul ve kreş gettolarında çocukluklarını yaşamadan, eski Çin'de
kadınların ayaklarının daha küçük yaşta kalıba vurulmaları gibi, sermayenin ve
pazarın isteğine ve ihtiyaçlarına uygun formlara sokulmaları. Ve aynı nedenle
kapatılmıyor mu, artık artı değer üretemeyecek olanlar yaşlılar evi denen
gettolara. Sırf daha yüksek kar oranları değil mi, böylesine akıl almaz süratle
gerçekleşen teknik değişikliklerin nedeni. Ve o teknik değişiklikler, sadece
henüz fiziksel bir yıpranmaya uğramadan, makineleri moral yıpranmaya uğratmakla
kalmıyor, insanları, özellikle yaşlıları da modeli geçmiş makineler gibi
çöplüğe atmıyor mu? Böylece çocukluk, gençlik ve yaşlılık, bir stres ya da
gereksizlik duygusu içinde yaşanmadan yaşanıyor. Olgunluk ise, yani ücretli
olarak çalışılan dönem ise, ya müthiş bir tempo içinde yabancılaşmış emek
olarak, yani yaşanmamış bir hayat olarak, ya da onun yeniden üretimi için
uyumak, yemek gibi işlerle geçiyor. Geriye kalan boş zamanlar ise,
ticarileşmiş, soğuk, yalnız ve sevgisiz olarak uçup gidiyor. Bu sefaletin turizmden
evlere, aşktan seksüel ilişkilere kadar daha nice yanından söz edilebilir.
İşin
ilginci, bütün o "üçüncü dünya"nın sefaletinin, yani batı
uygarlığının kasapları, manavları, bakkalları, hizmetçileri ve bordelleri
olmaya mahkûm edilmelerinin nedeni, o fiziki yoksulluğun nedeni, şu batı
uygarlığının çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını yaşayamayan, erginliğini ise
yabancılaşmış emek ve onun yeniden üretimiyle geçiren, geri kalan küçücük boş
zamanı da ticarileşmiş, soğuk ve yalnızlığa mahkûm olmuş çalışanlarının iş
gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak ve dolayısıyla artı değer ve
kar oranlarında yükseliş sağlamaktan başka bir şey değildir. Manevi olarak
savunmaya bile değmeyecek bir hayat için, insanlığın dörtte üçünün ölüme ve
acıya mahkûm edilmesi.
Fakir
ülkelerdeki maddi ve zengin ülkelerdeki manevi sefaleti yok etmek isteyen her
girişim, biraz olsun sorunun nedenlerine girdiği an karşısında, şu özel
mülkiyete, kara, her şeyin metalaşmasına dayanan bugünkü batı uygarlığının
temellerini görmek ve onlara yönelmek zorundadır. Bu yöneliş ise karşısında,
şaşmaz bir şekilde sermayenin fiziksel gücünü ve baskı araçlarını bulur.
Ama hayal
gücünü ve umudunu yitirmiş bir insanlık, bu durumun nedenini çok iyi bildiği ve
gördüğü halde bu temellere yönelemiyor. Eleştirisinin sonuçlarından korkuyor,
son sözünü yutuyor ve geriye adım atıyor. Bütün dünyadaki aydınlar, düşünce adamları,
bu maddi ve manevi sefaleti her yönüyle, en sanatsal ve çarpıcı ifadeleriyle
ele alıp anlatıyorlar. Ama nedenler konusuna gelince diller tutuluyor. Bu
tutuluşun ardında, uygarlığın bu çürüyüşüne son verecek bir gücün görülmemesi
yatıyor. Ortada bu tasvir ve eleştirilerin gerektirdiği çıkarsamaları yapmak
için cesaretlendirici bir güç yok. O zaman da umutsuzluk sonunda teslimiyete
yol açıyor. Teslimiyet kendine saygının yitirilmesine yol açıyor. O zaman da
unutmaya ve unutturmaya çalışıyor ve sistemin suç ortaklarına, kapolarına
dönüşüyor. Kurbanlar cellâtlarının iş birlikçiliğine soyunuyor.
Niye mümkün
olmasın, insan ihtiyaçlarına, doğanın ve insan biyolojisinin ritmine göre
insanların özgürce ve demokratik olarak planladıkları bir üretim, değişim ve
dağılım sistemi. İnsan bu kadar yeteneksiz midir? Bu insana güvensizlik değil
midir? Yıkılmış, sözüm ona planlı denen bürokratik keyfilik ekonomileri bunun
olanaksızlığının bir kanıtı olarak gösterilebilir mi? İnsanlık bu kadar
yeteneksiz değildir. Ama bunun için önce hayal edebilmek, var olanın kader
olmadığını, başka yollar da olabileceğini düşünmeye cesaret etmek gerekiyor.
Ancak o zaman şimdiyi yeniden kazanabiliriz.
***
Ya bizden
ulusun ve ulusçuların çaldığı geçmiş. Onu nasıl kazanabiliriz?
Daha iki yüz
yıl kadar önce, kendilerini ulus olarak tanımlayan devletler, Atlas okyanusunun
iki kıyısında, insanlığın çok küçük bir bölümünü kapsayan topluluklardan ibaretti.
İnsanların büyük çoğunluğu için, ulusçuluğun anladığı anlamda bir ulustan
olmanın bir anlamı yoktu ve böyle bir problem bile bilinmiyordu. Ama bu gün
yeryüzünde, bir tek santimetre kare toprak kalmamıştır ki bir ulusal devlete
dahil olmasın, bir tek bile insan yoktur ulusu olmayan. Ulusu olmayan bir
insanı düşünmek, çağdaş hayal gücünü aşırı zorlamak olur, nasıl gölgesiz bir
insan olamazsa, ulussuz da olamaz (E. Gellner).
Ama daha
yakın zamana kadar insanlar için bir ulustan olmak, kültürel ya da soysal bir
yakınlığı ifade etmekten başka bir anlam taşımazdı. "Ulusal birimle,
siyasal birimin çakışması gerektiği" (E. Gellner) yolundaki
ulusçuluğun anlayışı, akla bile gelmezdi, Bugün, şu ya da bu soydan, şu ya da
bu aşiretten olmanın siyasal bir anlamı olmadığı gibi bir anlama sahipti bir
ulustan olmak.
Belki bu
uygarlığın gençliğini yaşadığı çağda insanlığın hayrına olmuş bu ulus ilkesi ve
ulusçuluk, modern uygarlığın dini, globalleşen bir dünyada, sadece bir
apartheit sisteminin dayanağı olabilir. Güney Afrika'da klasik aphartheit
biterken, dünya ölçüsünde bir aphartheit sistemi kurulmuş bulunuyor. Yeryüzünün
beyazları, Amerika, Avrupa, Japonya, Avustralya gibi ülkelerin ulusları, yeryüzünün
siyahlarını, "Üçüncü dünya" denilen rezervuara hapsediyor. Amerika,
Çin setti benzeri yüksek teknolojili duvarlar örüyor, Meksika'nın kuzeyine,
Benzerini Avrupa başka biçimlerde Asya'nın Batısına ve Afrika'nın kuzeyine
yapıyor. Rezervuara hapsedilenler ve rezervuar yapılan alan öylesine büyük ki,
bu duvarların bir rezervuarın etrafındaki çitler olduğunu kavramak için hayal
gücünü zorlamak, anlayışlarda bir Kopernik devrimi yapmak gerekiyor.
Örülen
duvarlar, beyazların etrafına değil, siyahların etrafına örülmektedir, ama bu
siyahlar öylesine büyük ve çoktur ki, ilk bakışta bu görülememektedir. Bu
rezervuar koskoca bir hapishanedir ve oradan artık kimsenin kaçmasına müsaade
edilmemektedir. Kaçmaya kalkanlar, ya hapishane yapılmış adalardan kaçmaya
kalkanlar gibi, nehirlerde ve denizlerde boğulmakta, balıklara yem olmakta, ya
da dağlarda donmakta, ya da duvarlara takılıp kalmaktadırlar. Bu hapishanenin
sahibi beyazlar ise, turist olarak iş gücünü daha ucuza yeniden üretmek için,
istedikleri zaman oraya girip çıkabilmekte ya da politikacı ve iş adamı olarak,
istedikleri zaman ve biçimde bu hapishaneyi kontrol edebilmektedirler.
Beyazların idare binasına ise sadece hapishanedeki iş birlikçilerinin çıkma
hakları oluyor. Bazen de idare binasının bazı temizlik gibi bazı ihtiyaçları
için bazı siyah mahkûmların orada bir parya olarak çalışmasına müsaade
ediliyor. Bu sistemin bir tek adı vardır: aphartheit. Ama ulus ilkesinin ve
ulusal devletlerin egemenliği, bunun sorgulanmasızca kabul edilmişliği, bir
ırkçılık olduğunun görülmesini engelliyor. Ulus ve ulusçuluğa son verilmeden
ise bu aphartheit sistemi yok edilemez.
Ama bu
sistem, ulus ilkesine ve ulusal devletlere dayandığı ve artık insanlık, ulusun
dışında bir varoluş tarzını unuttuğu ve hayal bile edemediği için, bu sistemin
kurbanlarınca, yani siyahlarca bile, sistemin korkunçluğu, akıl ve insanlık
dışılığı görülemiyor ve bir itiraz getirilemiyor. Gerçekliğin tam bir kavranışı
ancak hayallerin aynasında olabilir. Bu nedenle, sistemin kurbanlarının bile
önce hayal görmeye bunun için de hayal gücüne ihtiyacı var.
Batı
uygarlığı, bir yandan globalleşir ve globalleşmeden söz ederken, sermaye ve karlar
ve mallar hiç bir sınır tanımadan dünyanın her yerine kolaylıkla geçebilirken
iş gücünün ve insanların serbest dolaşımının önüne koyulan ulusal devletin
sınırlarının akıl ve insanlık dışılığını gizlemek için, çok kültürlülük ya da
etniklik diye bir yalan uyduruyor. Ama bu gizleme çabası, ulus ilkesine dayanan
devletin gereksizliğinin de üstü örtük bir itirafından başka bir şey değildir.
Çok
kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür
anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır. Diğer kültürlerin kültür
anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan bu
tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük hayata
ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim
kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram yok,
benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok,
benim kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları
dediği an, çok kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu caza evinde ya da
tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak
için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının diktatörlüğüdür.
Avrupa
uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler karşısındaki tutumuna benzer.
Bu uygarlıkta din, kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olarak tanımlanmış ve en
ideal biçimlerinde tümüyle politik alanın dışına itilmiştir. Ama bu aslında,
diğer dinlerin din anlayışları üzerinde bir diktatörlüktür. Örneğin sıradan
halk İslam'ı değil, politik İslam, ya da Şeriatın tanımladığı İslam, tıpkı
ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını ön görmesi gibi,
siyasal birimle din biriminin çakışmasını ön görür. Bu anlayış karşısında batı
uygarlığının din anlayışı bir diktatörlüktür, ona izin veremez çünkü. Bunun
tersi de doğrudur, politik İslam da, dini kişinin vicdan ve inanç sorunu
olarak, politik alanın dışında anlayan yaklaşım üzerinde bir diktatörlüktür.
Bunlar uzlaşmazlar. Aynı şekilde başka kültürlerin kültür tanımları karşısında
da aynı durum vardır. Bir kültürün siyasal alan içinde gördüğünü, diğer kültür
görmüyorsa, bunlardan birinin geçerliliği diğeri üzerinde diktatörlüktür.
Çoğulculuk, çok kültürlülük, demokrasi, çok renklilik gibi kavramlar bu
diktatörlüğü gizlemeye yarayan ideolojik araçlardır.
Ceza suçun
cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Mademki batı uygarlığı, dini ve kültürü
öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan
ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının
ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın hayali, işe, batı uygarlığının dini olan
ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi?
Bugün
dünyadaki bütün devletler, var olan ve var olmaya çalışan bütün devletler,
hepsi, ulusal birimin politik birimle çakışması anlayışına göre kurulmuş
bulunuyor. Tıpkı bir şeriat devletinde, dinsel birimle politik birimin
çakışmasında olduğu gibi. Aslında bugün bütün dünya, ulus ilkesi açısından
şeriat devletleri tarafından ele geçirilmiş bulunuyor. İnsanların dinsiz olma
hakkı var ama ulussuz olma hakkı yok örneğin. Üç kişi bir araya gelip bir din
ya da tarikat kurabilir ama bir ulus kuramaz. Çünkü ulusçunun ulus anlayışı,
ulusal birimle siyasal birimin çakışmasını öngörür.
Ulusçuluğun
ulus anlayışını kabul etmek için hiç bir neden yok ortada, aksine 80'li yılların
başından beri, ulus ve ulusçuluk alanındaki anlayışında devrim yapmış
kitapların hepsi, ulusçuluğun ulustan önce geldiğinin, varoluşu bakımından
sınıflara değil örneğin dinlere benzediğinin kanıtlarıyla doludur.
Bu anlayışı
reddetmek enternasyonalizmle de olamaz ve enternasyonalizm değildir.
Enternasyonalizm, ulusçuluğun ulus anlayışını reddetmez, dışlamaz, onu olduğu
gibi kabul eder ona dayanır ve onu yeniden üretir. Onun içindir ki,
yeryüzündeki ulusların çoğunu enternasyonalistler yaratmışlardır. Ulusun ne
olduğunu ulusçulardan öğrenemezsiniz derler, enternasyonalistlerden de
öğrenemezsiniz.
Tıpkı
tanrısızlık ya da dinsizlik gibi, ulussuz olma hakkını savunan bir anlayış ki
bu anlayış otomatik olarak siyasal olanla ulusal olanın çakışması gerektiği
anlayışını reddetmek zorundadır, ulusların ve ulusçuluğun mezar kazıcısı
olabilir. Böyle bir anlayış, ulusu siyasal alanın dışına iterek, isteyene
istediği ulusu kurma, girme, çıkma, ulussuz olma hakkını sağlayabilir. Ulus
kişisel bir seçim, din gibi bir inanç sorunu veya tıpkı, bugün kültürün
tanımlandığı gibi bir kültür sorunu olur.
Elbette
böyle bir yaklaşım, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddeden ve ulusal
olanı, tıpkı daha iki yüz yıl önce insanlığın çoğunda olduğu gibi, politik
alanın dışına iten yaklaşım, ulusçunun yaklaşımı üzerinde bir diktatörlüktür.
Ama bugün bütün dünyaya egemen olan ulusçuluğun anlayışı da, diğeri üzerinde
bir diktatörlük.
***
Ulusların
bir araya gelip çok uluslu birlikler (Avrupa Birliği) ya da uluslar üstü (Birleşmiş
Milletler) birlikler kurması, ulusçuluğu yok etmez, sadece güçlendirir ve görünmesini
gizler, daha büyük ve güçlü olarak başka bir isimle yeniden üretir, ulusal
olanla politik olanın çakışmasını sorgulamaz.
Ulusların
aralarındaki çatışmaların, uluslar arasındaki yakınlaşmalarla; uluslar arası
örgütlenmelerle; ulusçunun anladığı biçimiyle ulus ilkesini ret etmeyen,
dışlamayan ama yeniden üreten mekanizmalarla kaybolacağı inancı çocuksudur ve
hiç bir tarihsel tecrübe bunu desteklemez. Ulusçunun ulus anlayışını ret eden,
onu dışlayan, onun üzerinde bir diktatörlük oluşturan, başka bir ilke ancak
bugün insanlığı aphartheit sisteminden kurtarıp, ulusal çatışmalara son
verebilir.
Bu, bir
tarihsel analojiyle daha kolay anlaşılabilir. İslamiyet öncesi dönemde,
insanlar Arap yarımadasında aşiretlere göre örgütlenmişlerdi. Geçerli ilke, soy
kardeşliği, kan kardeşliği idi, tabiri caiz ise, siyasal olan kan ve soyla
belirleniyordu. Muhammet, bu aşiretleri birleştirmeye, birleşmiş milletler ya
da Avrupa birliği gibi, aşiret birlikleri ya da federasyonları gibi yollar
denemedi, o kandaşlık ilişkisi ve ilkesinin yerine başka bir ilkeyi getirdi,
kan kardeşliği yerine din kardeşliği. Ancak böylece her aşiretin içindeki din
kardeşliği ilkesini kabul edenler, kan kardeşliği ilkesini kabul edenlere karşı
başka bir ilkeyi dayattılar.
Diğer bir
örnek, modern batı uygarlığının tarihinden verilebilir. Burjuvazi, ilk muhalefetini
dinsel biçimler içinde örgütledi. Bu biçimler içinde kaldığı sürece, tüm
insanlığı, tüm dinleri etkisi altına alabilecek bir uygarlık geliştiremezdi
burjuvazi. Hıristiyanlığın hangi yorumunun daha doğru olduğu, bir Müslüman ya
da bir Budist için hiç bir şey ifade etmez ve anlaşılmaz kalırdı. Burjuvazi, Muhammet'in
aşiretler kardeşliği ya da federasyonu denememesi gibi, bir dinler birliği ve
kardeşliği de denemedi. Burjuvazi, bütün antik uygarlıkların ve dinlerin
dayandıkları ilkeleri dışlayan, geçersiz kılan ve onlar üzerinde bir
diktatörlük oluşturan bambaşka bir ilke ile örneğin ulus ilkesi ile onlar üzerinde
kesin bir zafer kazandı. Burjuvazi, bütün dinleri, antik uygarlıkları ve
aşiretleri, tıpkı Muhammet'in bir zamanlar, din kardeşliği ilkesiyle
yapabildiği, yani kardeşleri siperlerin karşı taraflarına sürebilmesi gibi,
ulus kardeşliği ilkesiyle, din ve kan kardeşlerini birbirine karşı sürüp
ekonomik gücüne dayanan zaferini ideolojik olarak pekiştirebildi. Modern
uygarlık, ancak, başka bir ilkeye dayanarak, her din ve kandaşlık birliğinin
içinden yığın yığın gönüllü savunucular bulabildi.
Ulusçuluğun
sonu da böyle olabilir. Ulus ilkesini ret eden, boş düşüren, onu dinlerle aynı
kefeye ve gerçek yerine koyan bir ilke, bizden tarihi ve günümüzü çalan;
insanlığın bir aphartheit sistemine mahkûm eden ulusal devletlerin sonunu
getirebilir. Her ulus içinde, ulusal olanla politik olanın çakışması
gerektiğini savunanlarla, bunun kişisel bir tercih sorunu olması gerektiğini
savunanlar arasında bir bölünme olmadıkça ve ikincileri birincilere üstün
gelmedikçe, çalınmış geçmişi yeniden kazanmak ve geleceği geçmişin lanetinden
kurtarmak mümkün olamaz.
Modern
uygarlığın dini ulusçuluk ya da onun heretik karşıtı enternasyonalizm, klasik
dinler kadar olsun böyle bir eleştiri ve bakış karşısında dayanacak güçte
değildir. O insan varlığına ilişkin temel soruları ne sorar ne de ona bir cevap
arar. Sanıldığından çok daha güçsüzdür.
Burada bütün
sorun bunun olabileceğini düşünmek, bunu hayal edebilmekte. Var olanın ufku
dışından ona bakabilmekte.
***
O halde
hayal görmeliyiz.
Ama hayal
görmeyi bile unutmuş bulunuyoruz. Hayal görmeyi de unuttuğumuza göre, onu
yeniden hatırlamak, sanki ağır bir ameliyat ve uzun bir yatalaklık döneminden
sonra bir hastanın yeniden yürümeyi öğrenmesi gibi, hayal görme çalışmaları
yapmamız, tembelleşmiş kasların itaatsizliğine son vermemiz, yol açtıkları
acılara dayanmamız gerekiyor.
Tabakhanede
çalışan işçiler gibi burnumuz ufunetin kokusunu almaz olmuş durumda. O pislik
kokusunu tekrar fark edebilir olmak için, önce temiz bir havaya gerek var. Bu
temiz havayı ancak hayaller sağlayabilir. Ancak hayallerin ışığı altında
gerçekliğin akıl ve insanlık dışılığı daha iyi görülebilir, onun daha derin bir
kavranışına ulaşılabilir.
Herkes,
kuyuya düşmemek için önüne bakıyor, kimse yıldızlara bakmayı aklından geçirmiyor
bile. Kafalar yukarıya kaldırılsa, kuyunun ağzı görülebilecek ve belki o zaman
kuyudan çıkma çabasına girilebilecek. Hayallerin ufku olmaksızın gerçekliğin
daha tam bir kavranışı olamaz.
***
Gerçekliğin
hayallerin ışığında gerçekçi bir değerlendirilişi ise şunu gösterir: durum
umutsuzdur. Öylesine umutsuzdur ki artık ciddi bile değildir.
Belki çoktan
insanın var oluşunu sağlayan koşullar tahrip oldu geri dönüşsüzce. Bir
gökdelenin tepesinden aşağı düşene yere çakıldığı ana kadar bir şey olmaz, belki
insanlık bu durumda.
Paraşütün
ipini çekecek, ya da uçuruma doğru hızla giden trenin imdat frenini çekecek bir
güç de görülmüyor ortada. Tarihin tersinden açılan yumağının yol açtığı
Gordiyos düğümünü kesecek, İskenderler de yok artık. Modern uygarlık bütün
insanlığı kendi zafer arabasına bağlamış, geçmişi çalmış, unutmuş ve
unutturmuş.
Yapılacak
ilk iş, durumun böyle olduğunu görmektir, durum hakkında sahte umutlar ve
hayaller yaymamaktır. Durumun umutsuzluğu görülmeli ve gerçeğin gözlerinin
içine cesaretle bakılabilmeli. Gerçekliği görebilmek için hayal görebilmek;
umutsuzluğu görebilmek için gerçekçi olmak gerekiyor.
Hiç bir
umudun ve kaybedecek bir şeyin olmaması; bunun görülmesi ve kabulü çok sağlam
bir hareket noktası sağlar. Çok radikal ve eleştirel bir tutumun koşullarını
sağlar. Bu radikalizm yine aynı ölçüde radikal; ne umuda, ne başarıya bir
referans noktası olarak bakmayan bir ahlaki tavır alış gerektirir.
Ezen var ezilen var, galip var mağlup var, üstteki var, alttaki var,
kadın var erkek var, siyah var, beyaz var. Bunlarda hep lanetlilerden yana
olmak gerekir, hep öyle olmaya çalışmak gerekir; tarihin ve geleceğin, baskının ve sömürünün
olmadığı bir dünya için bir olanak vaat edip etmediğinin önemi yoktur. Gişenin ve barikatın bu tarafında olmak,
ahlaki bir ilke olmalı. İnsan hayatına anlam veren şey, onun amacıdır. Amaç
ise, sömürüsüz ve baskısız bir dünyaya ulaşabilmek içir azami olanı yapmaktan
başka bir şey olamaz.
Hayal
gücüyle gerçekliğin rezaletinin kavranışı; gerçekçilikle umutsuzluğun kabulü ve
umut ve umutsuzluğa bir anlam yüklemeyen ahlaki bir seçimle konumun
belirlenişi.
Gerekçesini
insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir tavrın, bir
zafer beklentisine bile ihtiyacı yoktur. Tarihte eğer ezilenlerin kurtuluşu yolunda
zaman zaman bir parça ilerlemeler kaydedildiyse, bunlar zafer kazananlar değil,
yenilenler sayesinde olmuştur. Kurtuluşa azami katkı, çoğu kez yenilgiyi
gerektirmiştir, zaferi değil. Zaferi kazanan kilisenin değil, onun
yaktıklarının, cadıların örneğin daha çok katkısı vardır insanlığın
kurtuluşuna.
Bir zafer
bile beklemeyen, umutsuz bur durumdan yola çıkan ve umudu bile olmayan bir
tavır olabilir ancak umudun kendisi.
Kaos
teorilerinde kullanılan bir metafora göre, Çin'deki bir kelebeğin kanat
çırpışı, Amerika'da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil açabilir. Bu küçük
küçücük de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir. Çin'deki bir
kelebeğin kanat çırpışı olmak.
***
Yaşanan
tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildir. Bugünkü tarih olası tarihlerden
sadece biridir. Tarihin bugünkü yolunu zorunlu olarak kat ettiğine dair hiç bir
kesin toplumsal yasa yoktur. Sadece toplum değil, doğa tarihi için bile
geçerlidir bu durum. Daima başka olanaklar vardır.
Bugünkü
evren, muhtemelen olası evrenlerden sadece biridir. Belki o başka olası evrenler
bile var evrenimizin dışında. Ama bu fikir şöyle de ifade edilebilir. Eğer Big
Bang'tan bu güne, evrenin tarihinin kaseti ya da filmi yeniden oynatılsaydı,
aynı filmin görüleceğinin hiç bir garantisi yoktur. Bugünkünden bambaşka
özellikleri olan başka yapı taşlarına dayanan bir evren olabilirdi.
Doğa tarihi
için de geçerlidir bu durum. Hayatın doğuşundan beri filmini yeniden oynatmak
mümkün olsa, bugünkü canlı türlerinin aynı şekilde olacağına dair hiç bir yasa
ve garanti yoktur. Aksine, bizlere doğal evrimin kaçınılmaz sonucu gibi görünen
insan "bir rastlantı"dan (S. J. Gould) başka bir şey değildir.
Paleontoloji ve Jeoloji bunun yığınla kanıtını sunuyor.
Peki, aynı
şey toplum için geçerli değil mi? Bugün yaşadığımız tarih, olası tarihlerden
sadece biri değil midir? Kaset başından çalınsa, aynı müziğin dinleneceğinin
bir garantisi ve zorunluluğu yoktur. Ve tarihin her anı, kasetin yeniden
çalınabileceği bir başlangıç noktasından başka nedir ki?
09 Kasım 1998
Pazartesi
19:08:44
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder