Bir
zamanlar bir devrimci, “Ahlakım politik, politikam Ahlakidir” demişti.
Yine aynı şekilde, biz de “Sosyolojimiz politik (ezilenler içindir),
politikamız sosyolojiktir (bilimseldir)” diyebiliriz.
Bu
nedenle, KCK nedir? Sorusu bizim terminolojimizde, sosyolojik olarak KCK nedir
anlamındadır? Cevap da sosyolojik bir cevap olmalıdır. Ama bu cevap aynı
zamanda politikamızı belirleyen veya tanımlayan bir cevap olur.
Peki,
KCK nedir?
Sözcük
olarak “Kürdistan Topluluklar Birliği” (Koma Civakan Kürdistan) diye
çevriliyor bir çoklarınca. Muhtemelen “Topluluk” yerine, Almanca’daki “Gemeinde”,
eskilerin “Cemaat” dediği, “Komün” kavramı daha denk düşüyor olsa
gerek. Yani “Kürdistan Komünler Birliği” gibi bir çeviri ona adını
verenlerin kastettiği anlamı daha doğru veriyor olabilir.
Şöyle
veya böyle, bu fazla da önemli değildir[1].
Çünkü bu isim bizlere KCK’nın sosyolojik anlamı hakkında bir ipucu vermez. Şeyler
her zaman “ismiyle müsemma” olmayabilirler.
KCK’nın
Tüzüğünden (yapısından) veya onu kuranların ona yüklediği işlevden
(Programından, görevlerinden) hareketle de ne olduğu tam olarak anlaşılamaz.
Çünkü, “ismiyle müsemma” olmadığı gibi, “zarf ile mazruf” da
(yapı ve işlev) uyum içinde değildir[2].
Bu
nedenle, yani onun adıyla yapısı; yapısıyla ona yüklenen işlevler; resmen
yüklenen işlevlerle fiili işlevleri veya beklenen politik işlevlerle, nesnel
işlevleri (yani sosyolojik olarak işlevleri) arasında bir uygunluk bulunmaması
nedeniyle, KCK’nın ne olduğunu anlamaya çalışanlar, fili tarif eden körler gibi
tanımlar yapmaktadırlar . Evet bunların hepsinde, körlerin tarifinde olduğu
gibi bir doğruluk payı, bir hakikat çekirdeği vardır ama, fil ne bir borudur ne
bir sütun, bir hayvandır burnu boru ayakları sütun gibi. Bu nedenle, bu
uyumsuzluklar soyutlama düzeyinde ayıklanmadan onun nesnel sosyolojik anlamı
kavranamaz.
Biz
bu uzun yola girip te, çok uzun yazdığımızdan sık sık şikayet eden kimi
okuyucuları bıktırmayalım ve kısa yoldan
gidelim.
*
KCK’nın
ne kadar kötü ve tehlikeli olduğunu anlatmak için, burjuva basını veya şimdi
hükümete danışmanlık yapan polisler aşağı yukarı şunları söylüyorlar.
“Bir
belediye işçisi bile, belediye başkanına hesap sormaktadır” diyorlar.
“KCK,
PKK’nın hapisten çıkan kadrolarını istihdam etmek için bulduğu bir çözümdür”
diyorlar.
“KCK
aslında PKK’dır, hatta PKK’yı da kapsayan esas örgüttür” diyorlar.
Liberallar
ise, “KCK işte tam da sivil siyaset yapan insanlardan derleşiktir, kimse terör
eylemine karışmamıştır, bunlar içeri tıkılarak sivil siyaset yolları
tıkanmaktadır” diyerek sorunu bütünüyle taktik bir düzeyde tartışmaktadırlar[3].
Olayın hukuki olarak da skandal olduğunun bile üzerinde durmamaktadırlar.
Biz
Marksistler olaylara böyle bakmayız.
Ama
biz burada, fili tarif eden körlerin anlattıklarından, hükümetin destekçisi
gazetelerin veya liberallerin dediklerinin nesnel anlamlarından KCK’nın ne
olduğunu anlamaya çalışalım.
Aslında
KCK’nın ne olduğunu anlamak için, en çarpıcı örnek, sanki kötü birşeymiş gibi
anlatılan, bir belediye işçisinin bir belediye başkanından hesap sormasıdır.
KCK’nın
özü budur.
Ezilenlerin,
kendilerini temsil etmek üzere görevlendirdiklerinin sürekli başında durması,
onları kontrol etmesidir. (Bunun için belli bir politik bilinç, tecrübe ve
eğitim gerekir, bu da en çok hapisten çıkan kadrolarda vardır. Yani diğer
özellikler de bununla bağlantılıdır.)
Liberalleri
ve merkezi devletin polis kafalı memurlarını çileden çıkaran bu davranıştan
daha güzel ne olabilir?
Bizlerin
istediği de, tıpkı İslamiyetin ilk yıllarında, sıradan bir Müslümanın Hasreti
Ömer’den hesap sorması gibi, elbet bir tek belediye işçisinin bile belediye
başkanından hesap sorabilmesi değil midir?
Burjuvazi,
küçük bir azınlık olduğu için ve demokrasi dediği oyunda, (ki bu oyuna, yani
genel oy hakkına vs. yine ezilenlerin ve işçilerin mücadelesiyle katılmak
zorunda kalmıştır) seçilenlerin, kendilerini seçenlerin denetiminde olmasını
ortadan kaldıran usuller getirmiştir. Çünkü ancak bu mekanizmalarla ezilenlerin
oylarıyla onları kendi istekleri hilafına yönetebilirler, ezilen sınıfların
büyük mücadelelerle elde ettikleri demokrasiyi ezen sınıfların bir aracına
çevirebilirler.
Örneğin
burjuvazinin anlayışında geri alınma yoktur; görev mandatı yoktur (Yani sana
oyumu şunları şunları yapman için veriyorum ve temsilcim olarak seçiyorum); seçilenler
seçildikten sonra seçenlerin eğilimlerine göre değil, kendi vicdanına göre
karar verecektir derler. Yani doğrudan demokrasinin fizik nedenlerle
olanaksızlığından çıkan sorunları (reziletleri) bir faziletmiş gibi alıp; doğrudan
bir demokrasiye yaklaşan biçimlerden olabildiğince uzaklaşıp “temsili
demokrasi” denen, seçilenleri seçenlerden bağımsızlaştıran; onların kontrolünden
çıkaran kurallar getirir egemen ve azınlık sınıflar. Çünkü bilirler ki, var
olan devletin labirentlerinde, en kısa zamanda yanlışlıkla o binlerce engeli
aşıp da gelen devrimciler, demokratlar, ezilenlerin politikacıları, yollarını
kaybedecekler; hatta feth ettiklerini düşündükleri organlır ve yapılar
tarafından feth edileceklerdir. Bu fetih için insani zaaflardan, yetkilerin ve
bir takım imtiyazların sağladığı güce ve gücün baştan çıkarıcılığına kadar
binlerce araç, bir gönüllüler ordusu gibi hazır beklemektedir zaten.
Bu
nedenle, işçiler nerede bir devrim yaptılarsa veya yapmaya niyet ettilerse, ilk
koydukları kurallar, seçenlerin seçilenleri denetlemesinin mekanizmalarını
oluşturmak; seçilenlerin, seçenlerin iradelerinin dışına çıkma yollarını tıkamak
yönünde olmuştur. Paris Komünü’nün burjuva devletini parçalamak olarak
tanımlanan bütün tedbirleri özünde buna yöneliktir. Geri alma, ortalama işçi
ücretinden fazla gelir olmaması vs., hep bu bağımsızlaşmayı önlemeye
yöneliktir.
Burada
yapı ve işlev kategorilerine ilişkin çok temel bir sorunla karşılaşılır.
Organların, aletlerin, kurumların yapıları ve işlevleri arasında kopmaz bir bağ
vardır. Yapı yoğunlaşmış işlevdir. Proletarya nasıl, özünde, küçük bir egemen
azınlığın büyük bir çoğunluğu yönetmesinin aracı olarak yapılanmış bir cihazı; seçilenlerin
seçenlerden bağımsızlaşmasına dayanan burjuva devlet cihazınını; ezilen
çoğunluğun ezen azınlık üzerindeki egemenliğinin bir aracı olarak, sınıfsız
topluma giden yolda bir araç olarak kullanamazsa; burjuva devlet cihazının
yapısı böyle bir işleve imkan tanımazsa; tersinden ezilen sınıfların aracı
olmaya uygun bir devlet cihazını da burjuvazi kendi sınıf egemenliğinin aracı
olarak kullanamaz.
Bu
nedenle, egemen bir sınıf olmak veya bir egemen sınıf olarak varlığını sürdürebilmek
için, burjuvazi veya bürokrasinin de ilk yaptığı, ezilenlerin aracı olmaya
uygun yapıdaki devlet cihazlarını parçalayıp, kendi amaçlarına uygun devlet
cihazları kurmak olmuştur.
Fransız
Devrimi’nde burjuvazinin, Ekim Devriminde Bürokrasinin hatta İslam devriminde
Muaviye’nin yaptığı hep bu olmuştur: yani demokrasiyi tasfiye. Fikir ve
örgütlenme özgürlüklerinin kaldırılması; seçilenleri bağımsızlaştıran
mekanizmalar; yürütme ve yasamanın ayrılması vs..
Buna
karşılık, 1791-1793 Birinci Paris Komünü’nde, 1871 İkinci Paris Komünü’nde,
1917 Şubat ve Ekim Devrimi Sovyetlerinde pleplerin ve işçilerin yaptığı da hep
tersi olmuştur.
Aslında
tam bu noktada, demokratik hareketin ve ezilenlerin programının özünün ne
olması gerektiğine ilişkin temel programatik ilke de ortaya çıkmaktadır: programın özü, ezilenlerin üzerinde
yükselemeyecek, onlara hizmet edecek bir devlet cihazını programlaştırmak ve
somutlamak olmalı, bütün demokratik muhalefet, ezilenlerin mücadelesi bu
noktada yoğunlaşmalıdır. Bu olmadan var olan devlet cihazı çerçevesinde
zaten her hangi bir değişiklik de mümkün değildir ya da bunlar var olan sistemi
reforme eden onun özüne dokunmayan değişiklikler olabilir. Bu vesileyle, tekrar
belirtelim ki, Kongre’de bizim
yıllardır önerdiğimiz ama bir türlü tartışılmasını, gündeme alınmasını veya
oylanmasını sağlayamadığımız program ile Komisyon’un sunduğu program arasındaki
temel fark da budur. Bizimkinin özü, var olan devlet cihazını tasfiye edip,
onun yerine, ezilenlerin aracı olacak, ezenler tarafından kullanılamayacak bir
cihaz örgütlemektir. Bu cebirsel formül karakterli aracın, ezilenlerin hangi politikalarına
araç olacağı konusunu emekçilere bırakmaktadır. Diğer program ise, var olan,
ezilenler tarafından kullanılamayacak devlet cihazına dokunmadan, ezilenlere
ilişkin hedefler (aslında o bile yok ilke bildirimleri) koymaktadırlar. Yani
arabayı atın önüne koşmaktadırlar.
Şimdi,
soru şudur: ezilenler, tarihin nadir anlarında olduğu gibi, örgütlenip; egemenlerin
koyduğu binbir engeli aşıp; kendi temsilcilerini bir şekilde, kendi
iktidarlarının aracı olarak kullanamayacakları bir devlet cihazında kimi
mevkileri seçimler yoluyla getirdiklerinde; yani bu mevkileri “ele
geçirdiklerinde”, bu seçilenlerin, o devlet cihazı ve egemen sınıflar
tarafından ele geçirilmemeleri için, yani feth
edenlerin feth edilememeleri için, ne yapmalıdırlar, nasıl bir kontrol
mekanizmaları oluşturmalıdırlar?
Elbette
eğer seçilenler gönüllü olarak ezilenlerden kopmamak için somut davranışlar
içindeyseler, bu mevkilerini, ezilenlerin mücadelesinin aracı olarak
kullanıyorlarsa sorun olmaz pek. Örneğin bir Sabahat Tuncel, bir Gültan
Kışanak, bir Emine Ayna, bir Selahattin Demirtaş vs. böyledirler. Burada hem
içinden gelinen tabakalardan, hem de yüksek bir politik bilinç ve tecrübeden
gelen bir öz denetim vardır.
Ancak,
her zaman herkes bu örnekler gibi olmayabilir binlerce, milyonlarca taraftarı
olan bir harekette. Ayrıca bu hareket bir ulusal hareketse ve içinde çok geniş
burjuva kesimleri de bulunduruyorsa sorun daha da çözümü zor bir hal alır.
Bu durumda
sorun sadece, ezilenlerin içinden çıkanların, onların eğilimlerini
yansıtanların kontrolden çıkmasını engellemelerinin, mekanizmalarını oluşturmak
da değildir. Burjuvazinin de içinde olduğu, açıktan karşı durmayıp, içinden ele
geçirmeye ve manüple etmeye çalıştığı bir hareket varsa, burjuvazinin bu
çabalarını da kontrol altına alacak mekanizmalar gerekir.
Dağda
savaşmak ve ölmek, hapis yatmak, mitinglerde en önde olmak gibi konularda
ezilenler hep en öndedir ve işin başını çekerler. Ama legal partiler,
belediyeler, vekillikler vs. söz konusu olduğunda, bu alanlarda ezilenler,
alttakiler hep deplasmandadırlar. Çünkü cahil bırakılmışlardır, çünkü burjuvazi
gibi iş dünyasını, siyaset dünyasını ve bunların ilişkilerini yakından
bilmezler, zamanları yoktur çoğu kez bu işlerle uğraşacak, maddi olanakları
yoktur, tüm zamanlarını yaşam savaş alır. Bütün bu ve saymakla bitmeyecek,
ezilenlerin aleyhine çalışan nedenlerle, legal politika alanında ve hele o politik alanın ve örgütlerin
zirvelerine çıktıkça, egemen sınıfların, çoğu egemen sınıflardan gelen
aydınların, avukatların, tüccarların vs. ağırlığı hareketin içindeki gerçek
oranlarıyla kıyaslanmayacak biçimde artar.
Bunlar
bir yandan artık açıktan karşı duramadıklarından o harekete katılarak ona geniş
bir hareket alanı ve güç verirler ama diğer yandan, en iyi niyetlileri bile
sınıfsal eğilimleri, iç güdüleri ile hareketin içinde egemen sınıfların beşinci
kolunu oluştururlar.
Bunların,
başına geldikleri, kritik mevkilerine getirildikleri örgütlerin karar ve eylemlerini
kendi sınıfsal eğilimleri ve çıkarları yönünde manüple etmeleri nasıl
engellenebilecek, bunlara karşı ne yapılacaktır?
Bunların
ezilenlere karşı sabotajlarını engelleyecek ama onların yeteneklerini devrim
için kullanmayı sağlayacak nasıl bir mekanizma gerekir?
Ezilenlerin
tarihsel tecrübesi buna “komiser” dediği denetleyiciler ile çözüm
bulmaya çalışmıştır.
Bu
sorunla bütün 19 ve 20. yüzyıl devrimleri ciddi biçimde karşılaşmıştır. Büyük
Fransız Devrimi’nde Paris’in donsuzları, baldırı çıplakları; Ekim Devrimi
sonrasında Rusya’nın İşçileri bu halk komiserleri aracılığıyla egemen
sınıfların bilgisini ve örgütlenme yeteneğini devrim için kullanırken diğer
yandan da onların sabotaj ve sapmalarını engelleyebilmiştir.
Bu
savaşta subayların, üretimde mühendislerin ve yöneticilerin yanlarına, onları
politik olarak denetleyecek politik ve ideolojik bakımdan daha eğitimli
elemanlar koymak biçiminde olmuştur. Bunlara bu devrimlerde “komiser” denmiştir.
Geleceğin
devrimlerinde, modern işçi sınıfının devrimlerinde, ezilenlerin muhtemelen
artık bu gibi mekanizmalara ihtiyacı olmayacaktır. Çünkü, artık aydınların da
önemli bir bölümü ücretlidir. Diğer yandan işçiler her şeye rağmen eskisiyle
kıyaslanamayacak ölçüde kültivedir ve günlük yaşamları onları en baba burjuvaların
bile bilemeyeceği kadar modern dünyanın ilişkileri ve örgütlenmesi hakkında
eğitmektedir. Komiserler genellikle plebiyen karakterli, ezilenlere dayanan ama
henüz yeterince kültive ve modern işçilere de dayanamayan hareketlerin bir
ihtiyacına cevap verir. Örneğin bir Amerikan veya Alman devriminin ve
işçilerinin Komiserlere ihtiyacı olmayacaktır. Toplumsal konumuyla işçi, ruh ve
kültür durumuyla hala kapitalizm öncesi dünyaya ait (Kürt hareketinin başat
özelliğidir bu aynı zamanda) kesimlerin bir ihtiyacıdır bu. Paris’in donsuzları
da Rusya’nın emekçileri de böyleydi büyük ölçüde. “Gelenek üçüncü kuşakta oluşur” derler, Rus devrimini yapan işçiler,
muazzam bir köylü denizi içinde küçük bir adaydılar ve neredeyse bir kuşak
içinde proleterleşmişlerdi.
İşte
KCK budur sosyolojik olarak, bu ihtiyaca Kürt Özgürlük Hareketinin esas gücünü
oluşturan pleplerinin bulduğu çözümdür.
Elbet
siyasi ve ideolojik olarak bu pleplerin eğilimleri yönünde sağlamlık ve
eğitilmişlik aranmaktadır. Bunu sağlamaya yöneliktir Öcalan’ın önderliğinin
tanınması ve PKK’nın başındakilerin aynı zamanda KCK’nın başında olması. Daha
doğrusu artık KCK’nın başındakiler PKK’nın da başındadır. Tam da bu ihtiyaca
uygundur yıllarca hapislerde kalmış tüm hayatını bu mücadeleye adamış ve siyasi
olarak da hapiste büyük ölçüde kendini geliştirmiş olanların KCK saflarını
doldurması; tam da bunun bir ifadesidir bir belediye işçisinin bir belediye
reisinden hesap sorması.
KCK
Kürdistan’ın yoksullarının, Kürt Özgürlük Hareketinin, egemen sınıfların kontrolüne
geçmesini engellemesinin bir aracıdır. KCK, Kürt Özgürlük Hareketi içinde,
ezilenlerin, yoksulların ağa çocuklarına, ağalara, kasaba avukatlarına,
tüccarlara (yani özetle egemen sınıflara ve burjuvaziye) karşı mücadelesinin;
onları denetim altına almasının bir aracıdır.
KCK’ya
esas ihtiyaç duyulan alan tam da legal siyaset alanıdır. Çünkü esas orada
ağırlığı artar egemen ve üst sınıfların. Orada kendi sahalarındadırlar. Dağdaki
gerillalar zaten hayatını bile vermeye hazır yoksul Kürt gençleridir. Orada
KCK’ya ihtiyaç yoktur.
Evet
KCK sosyolojik olarak, Kürt ulusal hareketi içinde, pleplerin hem burjuvaziyle
mücadelesinin ve hem de onlardan yararlanmasının bir aracıdır.
*
Şimdi
bu çerçevede bakıldığında KCK tevkifatlarının anlamı daha iyi anlaşılır.
Politik İslam şeklinde örgütlenmiş burjuvazi, KCK tevkifatlarıyla Kürt
burjuvazisini ve üst sınıflarını, Kürt Özgürlük Mücadelesinin pleplerinin
baskısından ve kontrolünden çıkarıp, Kürt hareketinin başına geçirmeyi
hedeflemektedir.
Türk
burjuvazisi ve Kürt burjuvazisinin bir kısmı (AKP ve Liberallerin yanındakiler)
böylece bir yandan bütün şiddeti plepler üzerinde yoğunlaştırarak; diğer yandan
burjuvaziyi kabul edebileceği Kürtçe üzerinde baskının kalkması gibi, zaten bu
burjuvazinin şimdilik kabul etmeye hazır olduğunu her vesileyle ifade ettiği
talepler otuyla teşvik ederek, Kürt Hareketi içindeki pleplerin etkisine son
vermeyi; PKK’yı tecrit edip ezmeyi ummaktadır.
KCK
tevkifatlarının hedefi, Kürt burjuvasizine, “artık PKK’dan korkmanıza gerek
yok. Onlara soluk aldırmıyoruz ve aldırmayacağız. Bakın istediğiniz Kürt dili
ve diğer konularda da bireysel haklar biçiminde baskıları kaldırıyoruz. Artık
saflarınızı değiştirin buraya gelin, gelemiyorsanız da o plepleri başınızdan
atın, bu yolda sizi destekliyoruz ve destekleyeceğiz” demekten başka bir
anlama gelmemektedir.
Ancak,
başarıya ulaştığı takdirde başarı kazananın (AKP iktidarı ve Türk devltenin)
başını yiyecek “küçük bir hesap hatası” bulunmaktadır bu stratejide.
Kürt
burjuvazisi, sanılanın aksine, Kürt özgürlük hareketinin, esas milliyetçi ve
ayrı bir Kürt devleti hevesindeki kesimdir. PKK veya KCK burjuvazinin bu geici
(“ilkel”) milliyetçiliğine karşı da bir duruştur ve onunla mücadeledir de aynı
zamanda. Kürt burjuvazisi, şimdi bireysel haklara razı ise, bu hedefinin bunla
sınırlı olmasından değil, şimdilik konjonktürün uygun olmamasından, bunu öne
çıkarmanın gerçekçi olmayacağını düşünmesindendir. Ama Kürt burjuvazisi bu
hareketin önderliğini ve kontrolünü ele geçirirse, olacak olan, bir yandan
artık Kürt yoksullarıyla arası açıldığından ve başından beri onlardan
korktuğundan, Türk devletine karşı desteği diğer devletlerde arar ve dünya ve
bölge çapındaki devletler arasındaki mücadelenin bir piyonuna dönüşür. Öte
yandan, Kürt gençlerinin öfkesini de, bu dengelerin hesaplarında gerçekten terör
eylemleriyle bir pazarlık unsuru olarak kullanmaya çalışacaktır, tıpkı Bask
burjuvazisinin yaptığı gibi.
Yani
hükümetin bu planı başarıya ulaşır ve diyelim ki PKK ve KCK tamamen tecrit
edilir ve ezilirse, esas o zaman gerçek terör neymiş ve Kürt hareketinin başka
güçlerce kullanılması neymiş, o zaman görecektir Türk burjuvazisi ve devleti.
Bunun sonu da sadece çok kanlı bir Kürt Türk çatışması ve bölünme olacaktır.
Türk
devleti ve burjuvazisi bütün bunları da aklınca bölünmeyi engellemek için
yapar. Kendi ayağına kurşun sıkar. Bu onların egemen sınıflara has dar
görüşlülüğünün, miyopluğunun bir görünümüdür.
KCK
tevkifatlarının ilk bölümü, ki o da aynı zamanda hala sürmektedir, esas olarak
Kürt özgürlük hareketinin plebiyen kanadının burjuvaziyi denetleme
mekanizmalarını parçalamak, baskı altına almak ve yok etmektir.
Son
tevkifatların aydınlara yönelmesi ise aydınları da korkutarak, Kürt özgürlük
hareketini legal mücadele alanından tamamen uzaklaştırmak ve tecrit etmeye
yöneliktir. Bu anlamda, birinci hedefe şimdilik ulaşıldığı ve cepheyi
genişletme bahasına ikinci aşamaya geçildiği anlamına gelir.
Peki
bu saldırılara karşı, Kürt Özgürlük Hareketi ve Demokratik Muhalefet ne yapabilir,
nasıl karşı durabilir?
Birincisi
bu hamle, yani aydınların tutuklanması, şimdiye kadar AKP’ye epey geniş bir
meşruiyet sağlamış ve ideolojik destek sunmuş liberallerin AKP ile aralarının
açılması demektir. Bu iyi bir gelişmedir.
İkincisi,
bu hamle doğrudan cepheden karşılanabilir. Yani evet ben de KCK üyesiyim diyen,
sivil itaatsizlik denebilecek bir kampanya başarı ile yürütülürse bu hem
hükümetin tecrit planını bozar hem de bir yenilgisine, bizzat kendisinin
tecridine ve geri adım atmasına yol açar.
Üçüncüsü,
yani KCK tutuklamalarına gelince, buna politik değil, hukuki itiraz noktasından
yüklenilmelidir. Terörle Mücadele Kanununun en sıradan hukuk normlarını bile
ayaklar altına almışlığı yetmiyormuş gibi, bu kanunun bile korkunç keyfi
yorumlanışı esas yoğunlaşılması gereken ve en geniş cephe kurulabilecek en
geniş aydın ve demokrat kesimlerin çekilebileceği bir savunma mevzii olabilir.
Dördüncüsü,
gerek KCK gerek aydınların tutuklanmasıyla, Kürt ezilenlerinin siyasi eğitimi ve
örgütlenmesi engellenmek istenmektedir. Fiilen bu hesap kolayca boşa
çıkarılabilir hatta sonuç tam tersine hem içerdekilerin hem dışardaki geniş
kesimin daha da siyasi olarak gelişmesi sağlanabilir. Yani bu tevkifatlar uzun
vadede, yeni bir kuşağın ve sürgünlerin ortaya çıkması için bir fırsat olarak
da görülebilir ve kullanılabilir.
Siyasi
eğitim akademilerde olur diye bir kural yoktur. Kıvılcımlı’nın dediği gibi
“Leninizm demiri Kutva’da (Komünist kadroları eğitmeye yönelik okul bir
zamanların Sovyetler Birliği’nde) dövülmemiştir”. Elbet okullar,
akademiler de olabildiğince olur, ama esas siyasi eğitim kitle mücadelelerinin
içinde ve strateji ve program tartışmalarında elde edilebilir.
Bugün
Kongre hareketinin bir programı yoktur. Bu yokluk bir metin olarak program
yokluğu sanılmamalıdır, esas olarak bir programı yoktur. Yani ne için mücadele
edecektir Kongre hareketi? Devletin, politik olanın dillere, halklara göre
tanımlanmış politik birimler olarak mı tanımlanması yoksa böyle tanımlamaya
karşı mı tanımlanması savunulacağı açık ve can alıcı bir sorun olarak ortada
durmaktadır.
Bugünkü
devleti tasfiye etmeden, sanki mümkünmüş gibi ekolojik, feminist, etnik vs.
talepleri sıralamak mı, yoksa bütün bu mücadeleleri, ezilenlerin üzerinde
yükselmeyecek, onlara hizmet edecek bir aracın, bu var olanın yerini alması
için mücadelesinde birleştirmek mi?
Otonomi,
var olan merkezi yapının yanısıra politik dışı bir alanda mı, yoksa tümüyle
politik olması ve merkezi devletin tasfiyesi mi?
Otonominin
dile, dine, soya vs. göre mi tanımlanacağı; yoksa böyle tanımlamaya karşı mı
tanımlanacağı?
İşte
Program tartışması, Strateji Tartışması, Metodoloji tartışması bunlardır. Ancak
böyle bir tartışma gündeme taşınarak ve sürdürülerek, en geniş kesimlerin
gerçekten siyasi ve teorik eğitimlerinde dev adımlarıyla yollar kat edilebilir.
Böylece
aslında, bu KCK tevkifatları, tıpkı orman yangınları gibi, Avustralya
Aborjinlerinin bilerek çıkardıkları bozkır yangınları gibi, yeni güçlerin, taze
güçlerin ortaya çıkıp gelişmesinin bir aracı haline de gelebilir.
Ama
bunun için her şeyden önce Türk sosyalistlerinin bunları anlaması gerekiyor.
Bunun için de en büyük sorumluluk, sosyalistlerin gözlerini diktiği Ertuğrul Kürkçü,
Sırrı Süreyye Önder, Levent Tüzel gibi vekillere düşüyor.
Ya
onlar bu yöndeki bir gidişin başını çekip, gerçek bir siyasi eğitimin yolunu
açacaklardır, ya da siyasi bakımdan birer sembol olarak kalacaklardır.
Bu
stratejik ve taktik hamleler yapıldığında, çok değil bir iki yıl içinde bütün
güç dengesi tersine çevrilip, AKP iktidarına son verilebilir ve ülke gerçekten
köklü demokratik dönüşümlerin yoluna girebilir.
03
Kasım 2011 Perşembe
Demir
Küçükaydın
[1] Elbet bizzat bu ismin
alınmasının sosyolojik, dolayısıyla politik bir anlamı da vardır. Sadece ismin
alınmasının değil, ismin çevirisinin ve KCK’nın tanımlanmasındaki
farklılıkların da sosyoljik ve politik anlamları vardır.
Örneğin, KCK’yı “Kürdistan Halklar Birliği”, “Kürdistan
Topluluklar Birliği” veya “Kürdistan Komünler Birliği” gibi
çevirilerin her birisi, aynı zamanda bir politik duruşla da ilgilidir ve
meraklı bir Marksist bunlardan hareketle farklı sınıfların çıkar ve konumlarının
bir adlandırmada nasıl yansıdığını ve adlandırmaların sınıf mücadelesinin bir
aracı olduğunu gösterebilir. Konuyu dağıtmamak için şimdilik burada buna
girmiyoruz.
[2]
Tüzüğüne bakılırsa yapısı neredeyse bir devlet örgütlenmesi gibidir (Savunma
güçleri, mahkemeleri vardır). Bu nedenle de onu tüzüğünden hareketle anlamak
isteyen kimi yazarlar “paralel devlet” gibi kavramlanla tanımlamaktadırlar.
Ama öte yandan paralel bir devlet olamaz, çünkü vatandaşlarını kendi seçmekte
ve Öcalan’ın önderliğinin kabulünü de bu “devletin” “vatandaşlığı”nın koşulu
olarak koymaktadır. Yani bir tür örgüt gibidir. Bu yanıyla bakınca, bir paralel
devlet olarak korkunç denecek derecede mutlak merkeziyetçi ve monolitik bir
yapı olarak görülür. Ancak ona yüklenen işlevler böyle bir yapıya denk
gelmemektedir. Yani yapısıyla devlet, işlevleriyle PKK gibi bir yapıdır;
ismiyle de yerel birimlerin otonom örgütlenmesini çağrıştırır. Bunların hem
hepsinden birazdır hem de hiç biri değildir.
Ama tam da bu uyumsuzluklar ve belirsizlikler, Kürt Özgürlük Hareketinin
taşıyıcısı olan politik ve sınıfsal güçlerin kültürel ve ideolojik sınırlarını
göstermektedir. Tam da bu sınırlar nedeniyle, Özgürlük Hareketi, Kürdistan’ın
yoksullarının dışında, yani Batı’da tutunamamakta, yani “Türkiyelileş”ememektedir.
Modern hiç bir işçi ve aydın böyle boğucu bir yapıda yer almaz, alamaz. İşçi
hareketinin ve Marksizmin özelliği, hiç bir şeyin eleştiri ve süphe dışı
olmaması, hiç bir tabu tanımamaktan başka tabusu olmamasıdır.
Bu tür yapılar, toplumsal konumuyla işçi, kültürel ve ruhsal durumuyla
köylü karakterinde olan plebiyen hareketlerin özelliğidir. Zaten bu tam
da Kürt özgürlük hareketinin temel özelliğidir ve Kürt özgürlük hareketinin
sınırları da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Bunu aşmanın tek yolu, Türkiyedeki, modern işçilerin ve aydınların bu
demokrasi mücadelesine bağımsız olarak sahip çıkması ve mücadeleye girmesidir.
Bunun için de en önemli görev Türk sosyalistlerine düşer. Ama onlar da bu
görevi ne anlayacak ne de yapacak kapasitede değildirler. Bütün çıkmazların
temelinde Türk sosyalistlerinin, “sosyalizm”, “anti emperyalizm”, “sınıf”,
“emek” vs. diyerek demokratik görevlerden kaçması bulunmaktadır. Bunun da sınıfsal (çoğu orta
sınıflar ve Alevilikle ilişkilidir) olduğu kadar, ideolojik (neredeyse
tamamının kökü stalinizmdedir, yani pozitivisit bir metodolojide de denebilir)
temelleri vardır.
[3]
Elbette hukuk, niyetler üzerinden değil, somut eylemlerin yasalara biçimsel
olarak uyup uymadığından hareketle karar verir veya vermelidir soyut olarak.
Ama Türkiye’de, böyle bir durumun olmaması bile olağan karşılandığından, yani
bırakalım demokratlığı bir yana, bir hukuk devletinin bile (çünkü o hukuğun
kendisi demokrat olmayabilir ama en azından hukuka uygun davranılabilir) söz
konusu olamayacağı gerçeğini es geçip, zımnen bunu kabullenmiş ve onaylamış
olmaktadır itirazlarını tutuklanmalarını politik olarak yanlış bulan kimi liberal gazeteciler. Sadece politik
olarak yanlış değildir, hukuksuzdur da.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder